« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

M. METİN KAPLAN

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

26 Oca

2025

Hocam Prof. Dr. Enver Konukçu

Dursun Ali AKBULUT 01 Ocak 1970

1970’li yılların ilk yarısında Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’ne kaydımı yaptırdığım zaman hocalarımdan biri de Dr. Enver Konukçu idi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Genel Türk Tarihi Kürsüsü’nden mezun olduktan sonra bir süre Salihli Lisesi’nde tarih öğretmenliği yapmış, bu arada öğrenciliğinde tanıdığı eşi Tomris Hanım’la evlenmişti. Sonrasında tarih asistanlığını kazanarak Erzurum’a hareket etti. Ord.Prof.Dr.A.Zeki Velidi Togan Hoca’dan doktora yapıyordu. 1970 te Hoca rahmetli olunca, Prof.Dr.İbrahim Kafesoğlu ile Prof.Dr.Abidin İtil’den doktorasına devam etti. Doktora konusu fazla bilinmeyen, Türkiye’de üzerinde yeterince araştırma yapılmayan, dolayısıyla kaynak sıkıntısı çekilen bir alanda idi. Çalışmaları sırasında batılıların Kuşanlar’a Akhunlar’dan çok değer verdiklerini saptayarak Akhunlar üzerinde yoğunlanmış, Türkiye şartlarında elde edemediği neşriyatı dışarıdan, Japonya’dan A.B.D.’ ne kadar değişik ülkelerden, buradaki araştırmacılarla yazışarak bizzat elde etmiş ve 1971 de doktorasını tamamlamıştır. Pakistan’la Hindistan arasında 1971 savaşı devam ettiği bir zamanda Pakistan’a gitmiş, kısmen de olsa o günleri yaşamış, bir yandan doktorası ile ilgili çalışma bölgelerini görmüş, araştırmalarda bulunmuş, dostluklar kazanmış olarak Türkiye’ye dönmüştür. Pakistan günlerini, orada gördüklerini ve yaşadıklarını zaman zaman bize anlatırdı. Bir de A.B.D. de çalışmalarını sürdürdüğü dönem geçirmişti. Öğrencilik yıllarımızda hocamızı böyle tanıdık.

Fakülte dışında genellikle şehirden üniversiteye dolmuşla gittiğimiz günlerde, sırtında Alaska montu, bir elinde filesi, diğerinde üst üste yığdığı kitaplarıyla şehirle lojmanlar arasındaki yolu aşmaya çalışan hocamızı sık sık görürdük. Bu bizim için alışılmış, kanıksanmış bir hadise olmuştu. Üçüncü sınıfın sonunda bitirme tezlerimizi alıyorduk. Hocamın, Farsçası iyi birine tez vereceğini duydum ve gittim. Tarih-i Fahreddin Mübarekşah el-Merverrudi’yi bitirme tezi olarak verdi. Milletlerin yıldızının parladığı ve sönmeye yüz tuttuğu anlar vardır ya bu tez benim mesleğimde parlayacak yıldızım oldu. Bir lisans öğrencisi olarak beni fakülte dışında evine çağırır ve çalıştırırdı. Adını her zaman saygı ve şükranla andığım eşleri hanımefendi beni kabul buyurduklarında sonsuz mutluluk duymuştum. Bir de küçük Elvan vardı. Biz çalışırken hiç rahat durmaz, babasının kucağından inmek istemezdi. Şikâyet ettiğimden değil... Oğlu Erdem, daha sakin ve kendi halindeydi. Böylece ben ailesini de tanıdım ve bu tanışıklık yıllarca sürdü. Bir yıl çalıştık, Tarih-i Fahreddin Mübarekşah’ın Türkçeye tercümesi ortaya çıktı. Notlarıyla birlikte bir lisans tezi olarak yeterli düzeydeydi. Hocam gibi bir süre tarih öğretmenliğinden sonra aynı bölümde ve onun yanında asistan olmak gurur vericiydi. Artık kim olduğumuzu değil, kimin asistanı olduğumuzu aramızda konuşuyorduk. Bu bakımdan ben en şanslılarından biri, belki başta geleni idim ya da kendimi öyle hissediyordum, doğrusu her zaman öyle hissettim. Hocasız kalmak, akademik kariyerde yetim kalmakla eş anlamlıydı veya hocası uzakta bulunmak, öğrencisinin doktorasıyla fazla ilgilenememek şansızlığına uğrayan benden yaşça ve kıdemce büyük meslektaşlarımın, ağabeylerimin durumlarını da görüyordum. Onlardan önce doktoramı tamamlamış olmama sonsuz katkılarının yanı sıra, ağır hastalığına rağmen yataktan kalkıp yazdan ve de ramazan bayramından önce beni doktor unvanıyla buluşturan hocamın fedakârlığını unutmam mümkün olmadığı halde, bu davranışı ile adeta bana yeni ders veriyor gibi idi, her şeyden evvel insanlık dersi… Kuşkusuz doktoramı tamamlatmış olmaktan çok, bundan dolayı kendisine müteşekkir kalmam gerekiyordu.

1970 li yılların başından itibaren üniversitelerimizin batıdaki benzerlerinden farkı olmadığını en azından içinde bulundukları mevzuat açısından- çok sonraları öğrendik. 2547 Sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun tıpkı onu doğuran darbe misali bir gecede kâbus gibi üzerimize çöktüğünü gördüğümüzde Napolyon ordularının Moskova dönüşünden farkımız kalmamıştı. Bir şeyler yaptığını zanneden darbeci başı, öğretim üyelerinin ders yükleri olmadığından dolayı ders yükü getirdiklerini söylerken bir dönemi bitirdiğini, araştırmaya dayalı üniversite geleneğini sona erdirdiğini bilmiyordu ama biz durumun farkında idik. Hocalarımızın bize derste tarih konularını değil, o konuların kaynaklarını tanıtırlarken duyduğumuz ilgiyi ve zevki bir daha tadamayacaktık, öğrencilerimize anlatamayacaktık.

Bambaşka bir dünyaya geçiş yapmış gibiydik. 1981 öncesi ve sonrası üniversite hayatımızın siyahla beyaz kadar birbirine zıt olduğunu anlıyorduk da mevzuat açısından ve hele hele tepemizdeki disiplin yönetmeliği sebebiyle hiçbir şey yapmak mümkün olamıyordu. Bir de Yükseköğretim Kanunu’na dokunmanın darbe sebebi sayılacağı tehdidi ile üniversiteler adeta susturulmuştu. Bunları şunun için yazmak ihtiyacını hissettim. Bizim kuşak, hocalarımızdan aldığımız ya da öğrendiğimiz üniversite geleneğini ne yazık ki bizden sonrakilere aktaramadık. Bunun başlıca sorumlusu 2547 Sayılı Kanun ve YÖK uygulamaları idi ki bu sistem, mesleklerini icra ederlerken terlemeleri ortak noktasından hareketle, fırıncı ile hamamcıyı ayni yöntemle yetiştirmeye kalkışmaktaydı.

Bu husus uzun ve önemli bir sorun teşkil ettiğinden tekrar konumuza dönecek olursak, Prof.Dr.Enver Konukçu hocamın derslerdeki tavrını öğrencileri çok iyi bilirler. Konunun anlatımını değil, konu ile ilgili kaynakların ve araştırmaların tanıtımını, nerede hangi tarihte ve ne türden bir etkinliğin yapıldığını, hangi sonuçların elde edildiğini aktarmasına alışmıştık ve hep bunları bekler olmuştuk. Somut olayın tarihi yerine, o olay etrafındaki çalışmaların, kısacası tarihin tarihini bize anlatırdı. Mesela hükümdar olarak yaptıkları ile değil, adına düzenlenen konferanslar ve bu konferanslara sunulan tebliğlerden dolayı Kanişka’yı bize sevdirmeyi başarmış, bir başka yerde, Vasudeva ve Kanişka gurubu hükümdarları ile Kuşanlar’ı tanıtmıştı. O bize uçmayı öğretmiş, ne yana gideceğimizin kararını bize bırakmıştı. Asya ve Avrupa Hunlarının yanında, Eftalit/Akhunlar’ın tarihlerini ayrıntılı biçimde anlatan ve popüler hale gelmelerini sağlayan da hocamız olmuştur. Afganistan ve Kuzey Hindistan’daki Türklerin varlığını ve tarihlerini incelemeyi sürdürmüş, islami dönemdeki Türk fetihlerini araştırma konuları arasına katmıştır.

Yakın dönem Türk Tarihi de onun araştırma alanlarından biri olmuş, Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihine dair çok sayıda çalışma yapmış, bu konularda kitap, makale ve bildirileri yayınlanmıştır. Özellikle Erzurum hakkındaki araştırmaları ve yayınları, onu bu şehre hizmet edenler arasında üst sıralara yükseltecek niteliktedir. Ömrünün büyük bir bölümünü, meslek hayatının hemen hemen tamamını geçirdiği Erzurum’a çok değer verdiğini, bunun yanı sıra çok şey kattığını düşünmekteyim. Memuriyetimizin bir yerinde buna tanık da oldum. Çok sıkılarak ve çekinerek Samsun’a gelmesini önerdiğimde, “Memici sen bu işe karışma” der gibi yüzüme baktıktan sonra, “biliyorsun ki rahatsızlığım var” cevabına inanmak mecburiyetinde idim. Kuşkusuz değişik üniversitelerden gelen teklifleri aynı veya benzer yöntemlerle reddetmiştir.

Hocamızın en sevdiği şey çalışmak ve araştırma yapabilmektir. Çalışmayı, belki çok fazla çalışmayı, tarih adına bir şeyler üretmeyi hayat prensiplerinden biri haline getirdiğini söylemek, Prof.Dr. Enver Konukçu için abartı sayılmamalıdır. Bıkkınlık, yılgınlık ya da işi zamana yaymak onun hiç bilmediği, sevmediği, hiç uğramadığı alanlardır. Belge, kitap, arazi üçlüsünü birleştirmeyi ve bunlardan tarihsel olayı kurgulamayı seven ve böyle bir yöntem izleyen hocamın yüzey araştırmalarına ilgisi öğrencileri tarafından bilinir. Vakit buldukça araziye çıkar, tarihsel olayın cereyan ettiği yerleri tespite çalışır, bazen bizi de yanında götürürdü. Arazi gezileri çoğu zaman zevkli geçerdi. Bir defasında yaşlı bir köylü amcaya misafir olmuştuk, sabahla öğle arası evinin bahçesinde ağaçlar altında, keyifli bir kahvaltı yapmıştık. Bir defasında dağlar arasında uzak bir köye gitmiştik. Yolu yoktu, dere yatağını kullanmış, saatlerce köyde kalmıştık. Bunlar arasında unutamadığım bir gezi daha var ki onu da bazen etrafımdakilere anlatırım. Hatırladığım kadarıyla yazdan kalma bir gündü ve uzun süren yüzey araştırmalarından hepimiz yorulmuştuk. Şimdi döndük, dönüyoruz, döneceğiz derken Aydıntepe’yi de mesaimize dahil etmişti. İlçenin antik yapısından tarihine kadar hemen her konuda yeni bilgiler edinmenin yanı sıra bir de minber mimarisinin en eski örneklerinden birini fakat modern çağın tekniği ile boyanmış halde tetkik ettiğimizde (!) güneş batmak üzereydi. Çok bunalmıştım. Bundan dolayı, ilçeyi bir daha görememekle tanrının beni cezalandıracağını bilemezdim. Hocam, işe yeni başlıyormuş gibi sakin bir şekilde kasabalılarla sohbet ederken düşündüğüm tek şey ne zaman yola çıkacağımız idi. Onlarca kez aynı ortamda bulunduğumuz halde niçin bu olayı hatırladığıma onun sükünetinin mi yoksa benim tez canlılığımın mı sebep olduğunu bilemiyorum. Halkla temasında onların olaylar karşısında söz ve davranışlarını dikkatle izlemiş, kültür dünyamızın derinliklerindeki özü halkta bulmaya çalışmıştır. Bir düğün, bir cenaze ya da mezar taşlarının şekilleri ve onlar üzerindeki yazılar vb. nin kültür tarihimiz açısından kaynak değeri taşıdıklarına inanmış, bir kısmını kendi tespit etmiş, fotoğraflarını çekmiş, gidemediği yerlerdekileri öğrencilerinden istemiştir. Bir defasında ağlayan, yetkililere sitem eden bir ananın feryatları arasında oderi kelimesini yakalamış ve bizimle paylaşmıştı. Orta Asya kaynaklı pek çok kelimemizi anlayamayıp onları yabancı sözcük sanan öz Türkçeci(!) zihniyetin gaddarlığına uğrayan güzel dilimizin ana damarlarının halkımız arasında bulunduğunu çoğu kere uygulamaları ile ortaya çıkarmıştır.

Burada onun konferanslarından ve panellerdeki konuşmalarından söz etmeliyim. Konu hakkında konuşurken sözleri arasına sıkıştırdığı birkaç cümle hemen dikkati çeker, izleyiciler devamı gelecek diye pür dikkat dinlemeye koyulurlar, bu arada konferansın ya da panel konuşmasının sonu gelirdi. Konu dışına çıkmadığı, bulunduğu yerin veya günün tarihine, hatta konferans salonunun yapımına dair bir şeyler söylemediğine tanık olmadım. Sadece konferans konusu ile ilgili bilgi, belge toplamakla onları bir araya getirmekle yetinmez, aynı zamanda konferans yerine ve günün tarihine dair araştırmalar yapar, genellikle ilk defa duyulan bilgiler verirdi. Seriyyül’intikal olmadığımdan yıllar sonra Çorum Alaca’da uyguladım. Bitirinceye kadar konferans salonundan ayrılanı görmedim.

Hocamın kütüphanesi kendi kadar olmasa da ünlüdür ve imrenerek söz ettiğimizde bir yandan da aramızda espri konusu olmuştur. Şehrin ikinci büyük kütüphanesinin nerede olduğunu birbirimize sorar, hep birlikte aynı cevabı verirdik: Yenişehir Enver Konukçu Kütüphanesi. Bir ömür boyu topladığı on binlerce kitabı itina ile muhafaza etmiş, onlara yenilerini katmak için sürekli çaba göstermiştir. Bize söylediğine göre kütüphanesini birkaç kez tasfiye etmiş, bazı kitapları kütüphanesinden çıkarmıştı. Genel Türk Tarihi’nden Türkiye Cumhuriyeti Tarihi’ne kadar hangi bilgiyi nerede bulacağımızı düşünürken aklımıza gelen ilk isim hep o olmuştur. Kitap, süreli yayın vb. içeriklerine bu denli vakıf olabilmesinin kendisinden çok etrafındakilere sağladığı avantajı iyi kullanabilenler mutlaka başarı kazanmışlardır. Çalışmak, öğrenmek isteyenlere yardımcı olmuş, üreten insanlara sevgi duymuş, öğrencilerine çok büyük katkılarda bulunmuştur. Lisansüstü programlarda onlarca değil belki yüzlerce öğrencisinin tezlerini tamamlamalarını sağlamış, lisans, yüksek lisans ve doktoradan yüzlerce öğrencisi bugün Türk üniversitelerinde öğretim üyesi olarak görev yaparken, aynı zamanda onun adını kendi öğrencilerine söylemiş ve Prof.Dr.Enver Konukçu’nun öğrencisi olmaktan büyük gurur duyduklarını her yerde, her zaman anlatmış bulunmaktadırlar. Öğrencilerine karşı hoşgörülü, sevecen, koruyucu tavrı ile bize örnek teşkil etmiştir. Biraz yaramaz ve çalışmayı fazla sevmeyen öğrencileri ile de ders içinde ve dışında diyaloğu iyi idi ve onlara takılmayı ihmal etmez, onlardan bazılarının çok zeki olduklarını söylerdi. Nitekim aralarından iyi akademisyenler
yetişmiştir.

Hocası hakkında yazmanın, onu tanıtmaya çalışmanın ne kadar zor iş olduğunu şu son birkaç ay içerisinde anladım. Tıpkı doktora tezini yazmaya başladığım günlerdeki gibi bir türlü cümle kuramadığım, onları ard arda getiremediğim günleri yaşadım. Burada önce hocamın, sonra okuyucuların affına sığınarak yazacağım. İyi bir araştırmacı, iyi bir hoca, iyi bir tez danışmanı, iyi bir bildiri takdimcisi, iyi bir konferansçı, iyi bir panel konuşmacısı … ve iyi yeterli değil aynı zamanda güzel bir insan benim hocam, hepimizin hocası… Üzerimizde emeği oldukça fazladır ve bir kere olsun sözünü etmemiştir. Kabahatimiz olmuş, yüzümüze vurmamış, büyüklük göstermiştir. Eleştirilerini güler yüzle, biraz şakalaşır gibi kırmadan yapmıştır. İhtiyacı olana yardım elini uzatmış, problemini halletmiştir. Etrafındakilere güven vermiş, kimseye sırtını dönmemiştir. Hocam, size ihtiyacımız var. Varlığınız bize güç ve cesaret veriyor. Ve sizi çok seviyoruz.

Ziyaret -> Toplam : 140,69 M - Bugn : 56901

ulkucudunya@ulkucudunya.com