“Bir Devrin Destanı”: Ozan Arif (1949-2019)
Erhan Çapraz 01 Ocak 1970
Asıl adı “Arif Şirin” olan Ozan Arif, hiç şüphesiz, “ozan-baksı geleneği” adı verilen kadim geleneğimizin son dönemde yetiştirdiği en etkili ozanlardan biridir. 10 Haziran 1949 yılında Samsun’un Terme ilçesinde dünyaya gelmiştir. Ailesi aslen Giresun’un Alucra ilçesine bağlı Yükselen (Hapu) köyündendir. Kendisi bu durumunu, geleneğe de bağlı olarak şu şekilde dile getirmiştir:
Tevellüt kırkdokuz adım Arif’tir
Soyadım kütükte Şirin bilinir
Giresun Alucra Hapu köyünden
Soyumu sopumu sorun bilinir
Babası, yörede “Jandarma Mehmet” olarak bilinen Mehmet Şirin; annesi ise aynı köyden Emine Şirin’dir. İlkokul ve ortaokulu Samsun’da okuduktan sonra, liseyi 1969-1970 öğretim yılında Samsun Perşembe İlköğretmen Okulu’nda tamamlar. Samsun’un Karaoyumca köyü ilkokulunda göreve başlar. Burada bir yıl stajyerliğini tamamladıktan sonra yine Samsun’un Devgeriş köyüne tayin olur. 1972 yılında aynı köyde stajyer öğretmenlik yapmakta olan Süheyla Hanım ile evlenir. Bu köyde, beş yıl öğretmenlik, dört yıl okul müdürlüğü yaptıktan sonra görüşlerinden taviz vermediği için yöneticilerin baskısına maruz kalır. 1979 yılında çok sevdiği öğretmenlik mesleğinden ayrılır. “Yâr olmadı bize maarif / Ne yapsın Ozan Arif” deyip ne yapacağını düşünürken 12 Eylül darbesi olur ve mücadelesini yurt dışında sürdürmeye karar verir. 24 Eylül 1980’de bir yolunu bulup Almanya’ya gider. Almanya’da on bir yıllık bir nevi sürgün hayatından sonra, 5 Kasım 1991’de memleketine döner. Hakkında yüz doksan seneye yakın ceza talepleriyle açılan davalardan bir bir beraat eder. Yakalandığı amansız hastalıktan kurtulamayarak 13 Şubat 2019’da Hakk’ın rahmetine kavuşur.
Sanat Anlayışı
Güzel sanatlara olan yeteneği daha okul çağlarında başlamıştır. Bu dönemde, şiir ve resim dalında dereceye girip ödüller almıştır. Daha sonraki süreçte başarıları kendi yöresel sınırlarını da aşarak Türkiye genelinde devam etmiştir. Öyle ki, kendisi, ülkücü hareket içerisinde artarak devam eden bu başarılarını, “ortaokul çağlarında çocuk yaşta bu sevdaya gönül vermişim. O yaşlardan beri verdiğim mücadelenin karşılığını, tertemiz yüreklerde sevgi sarayları kurarak aldım. Ülküdaşlarımın sevgi ve muhabbetinden daha büyük beşeri ödül olamaz” şeklinde dile getirmiştir. Âşık tarzı şiir geleneği içerisinde yer alan Ozan Arif’in, bu geleneğin icaplarından irticalen şiir söyleme, atışma, muamma, lebdeğmez, güzelleme gibi alanlarda da çeşitli tarihlerde aldığı Türkiye birincilikleri, sertifikaları ve ödülleri vardır.
1964’ten başlayarak hemen hemen kırk yıl boyunca Türkiye genelinde pek çok il, ilçe, köy ve beldede binlerce konser vermiştir. Türkiye dışında Azerbaycan, Fransa, Avusturya, Almanya, Amerika, Belçika, Hollanda, İngiltere, Avustralya, Kanada, Danimarka, İsveç ve İsviçre gibi ülkelerde de çok sayıda konserde yer almıştır. Ayrıca Endonezya, Malezya, Singapur, Tayland, Filipinler, Pakistan, Hindistan ve Yeni Zelanda gibi ülkelere de gidip buralarda kültürel etkinliklerde bulunmuştur. Kısacası, hayatının büyük bir bölümünü ozanlık yaparak geçirmiştir.
Ozan Arif’te “âşıklık” yeteneği Tanrı vergisidir. Yani, usta-çırak ilişkisine bağlı olarak âşık tarzı şiir geleneğine dâhil olmamıştır. Kendi beyanatına göre “Ozan Arif” mahlasını, çok sevdiği Türk Milleti’nin kendisine böyle hitap etmesinden dolayı almıştır. Bu yüzden de hayatının sonuna kadar bu mahlası kullanmıştır. Ona göre ozanlık, kemâle erenlerin yolu olup kesinlikle bir “unvan” değildir. Ozan ise “sazıyla ve sözüyle hep milleti için yaşayan, milletin kaynağından kana kana içen ve yine onun için yollara düşen gönül adamıdır.” Dolayısıyla o, hayatını ve sanatını tamamen milletine adamış bir ozandır. Nitekim, yayınlanmış tek eseri “Bir Devrin Destanı”nda, Millî Edebiyat dönemimizin büyük Türk şairi Mehmet Emin Yurdakul’un “Unutma ki şâirleri haykırmayan bir millet / Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir” dizelerini eserinin “ön söz”ü yapmış olması bu açıdan oldukça manidardır. Bu itibarla kendisini, Türk edebiyatında “milliyetçilik” düşüncesinin açıkça tebarüz ettiği Millî Edebiyat Akımı’nın bir temsilcisi olarak da görebiliriz.
Onun gerek sanatçı kimliğini gerekse ömür boyu mücadele ile geçen sanata dönük “savaşçı” kişiliğini, ozana dair söylemiş olduğu şu sözlerden de açıkça çıkarabiliriz: “Ozan, geçmişi yermeden geleceğe yönelen, karanlıktan ürküp aydınlığa, karanlıktan tiksinip aklığa koşan kılavuz kişidir. Her yerde ve her zaman iyiyi, doğruyu, ileriyi görenlerin, gördüklerini söyleyenlerin yanlarında yer alan bir savaşçıdır.” Esasında onun bu tutumu, kadim söz söyleme geleneğimiz olan “ozan-baksı geleneği”ne de uygun düşer. Zira kadim dönemlerde ozanlar, “Tanrı ile insanlar arasında irtibat kurma işlevi”ni yerine getirerek toplumda kağan erkine yakın bir erke sahip olmuşlardır. Hatta, onların bu erke bağlı olarak zaman zaman kağan erkinin üzerine çıkması, yani Türk töresine uygun hareket etmeyen kağanları eleştirmesi söz konusudur. Nitekim Ozan Arif de Türk töresine bağlılığı “ozanlık” için şart koşmuştur. Dolaylı olarak Ozan Arif’in şiirlerinde daha ziyade âşık tarzı şiir geleneğinin en hacimli tarzı olan “destan”ı tercih etmesini de bu bağlamda değerlendirebiliriz. Ayrıca, Türk töresince “At ayağı çabuk, ozan dili çevik” olur anlayışı, bir anlamda ozanları, bu yaklaşıma da zorlamış olmalıdır. Nitekim Ozan Arif de yine eserinin hemen başında yer alan “Künyem” adlı şiirinde bu vazifesini şu dörtlüklerle dile getirmiştir:
Bugün bilinmezse yarın bilinir
Âşık Tarzı Şiir Geleneğindeki Yeri
Ozan Arif, âşık tarzı şiir geleneği içerisinde önemli bir yer tutan taşlama (protesto türküleri) tarzının en güçlü ozanlarından biridir. Bengü Taş Bitiği yazılarda Bilge Kağan’ın “Çin’in tatlı sözüne, yumuşak ipek kumaşına aldanıp çok çok, Türk Milleti, öldün; Türk Milleti, öleceksin!” diyerek milletini önce eleştirip sonra uyarması, “taşlama”nın (eleştiri) Türk sözel edebiyat geleneğimizde eskiden beri varlığının -hem de en yüksek perdeden- bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.
XIII. yüzyılda Yunus Emre ile daha ziyade İslamî bir renge bürünen taşlama (protesto) geleneği, XVI. yüzyılda Köroğlu ve Pir Sultan Abdal gibi en güçlü temsilcilerini yetiştirmiştir. Bu dönemdeki ürünler de daha ziyade tekke zemininde teşekkül ettiği için her ne kadar “dinsel temel”e sahip olsa da artık şiirde açıkça “politik bir yön” belirmiştir. Gelenek, XVIII. yüzyıla gelindiğinde, “artık toplumun büyük bir kesimini olumsuz yönde etkileyen temel sorunların âşıklar tarafından açıkça eleştiri konusu edilmeye başlandığını göstermektedir.” XIX. yüzyılda ise âşıklar, sürekli yapılan savaşlar, Fransız ihtilali ve Tanzimat’ın ilanı gibi sebeplere bağlı olarak “üzerlerindeki baskıdan kısmen de olsa kurtularak iç çatışmaların, savaşların, zayıf ekonomik yapının, yoksulluğun yarattığı huzursuzlukları, taşlamalarında dile getirmiş ve bu tür şiirlerinde olumsuzlukların nedeni olarak gördükleri başta padişah ve veziri olmak üzere, askerî yapıyı, devlet kurumlarını, kültürel yozlaşmayı ve çevreyi sert bir dille eleştirmişlerdir.” Taşrada yaşamakla birlikte, hiç şüphesiz bu yüzyılın en önde gelen protest ozanı Dadaloğlu’dur. Ozan Arif’in de ozana ve ozanlığına dair görüşlerinde bir “kültür köprüsü” olarak gördüğü Dadaloğlu, bu yüzyılda, deyişleri ile mensubu olduğu zümrede düzeni tesis eden ve zümresinin uğradığı haksızlıklar karşısında sesini yükseltmekten hiç çekinmeyen önemli bir ozandır. Bu bağlamda gelenek içerisinde gerek konum gerekse duyuş ve duruş (tavır) tarzı bakımından Ozan Arif ile Dadaloğlu arasında bir bağ kurabiliriz.
XX. yüzyılda Türk Milleti, başta Birinci Dünya Savaşı olmak üzere, özellikle savaşlara bağlı olarak askerî, siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel açıdan büyük sıkıntılar çekmiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra çok partili yaşama geçilmesi ve 1950 seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi karşısında Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi, Türk demokrasi tarihi açısından olumlu gelişmeler olarak görülse de 1950-1960’lı yıllarda ekonomik ve siyasi dengenin tamamen bozulması, ülkeyi bir kargaşa ortamına sürüklemiş ve sonunda da bir darbeyle karşı karşıya kalınmıştır. 1971’de ve ardından 1980 yılında yaşanan darbeler ve bu darbelere bağlı olarak her alanda ortaya çıkan sorunlar, halkı derinden etkileyerek ozanların şiirlerine konu edilmiştir. Ayrıca “gelir dağılımındaki dengesizlik, enflasyon, siyasi sorunlar, eğitimde kalite yerine sayısal çoğunluğun hedeflenmesinin getirdiği aksaklıklar ve işsizlik” gibi sorunlarla da bu yüzyıl, taşlama geleneğinin yeni boyutlar kazandığı en olgun çağıdır. Bu süreçte elektronik kültür ortamına bağlı olarak kitle iletişim araçlarında yaşanan büyük gelişmeler, bir taraftan ozanların yurdun tamamından haberdar olmalarını sağlarken, diğer taraftan onların insanların duygu ve düşüncelerine tercüman olmalarını daha da kolaylaştırmıştır.
Bu bağlamda, Ozan Arif’in de içerisinde yer aldığı XX. yüzyıl, âşık tarzı şiir geleneğimizde, İlhan Başgöz’ün -folklorun beşinci işlevi olarak öne sürdüğü- “protesto işlevi”ne bağlı olarak inceleyip adını verdiği “siyasi taşlama geleneği” açısından bir dönüm noktasıdır. Zira, Nilgün Çıblak’ın belirttiği üzere, “bir önceki yüzyılda [=XIX. yüzyıl] padişahı, sadrazamı, onların kötü yönetim tarzını hedef alan taşlamalar, bu yüzyılda kapsamını daha da genişleterek siyasi liderleri ve partileri, milletvekilleri hedef almış, halkı perişan duruma düşüren iç ve dış politik anlayışı eleştiri konusu edinmeye başlamıştır.”
Cumhuriyet’in ilk yılları, âşıklar açısından olumlu gelişmelerin yaşandığı bir dönemdir. Fakat, 1940’lı yıllara gelindiğinde âşıklar artık doğrudan siyasileri yermeye başlamışlardır. Bu alanda çığır açan Habip Karaaslan ile Ali İzzet Özkan, ilk olarak Halk Partisi’ni yeren ve Demokrat Parti’yi öven şiirler söylemeye başlamışlardır. Öyle ki Habip Karaaslan, tutuklanma pahasına Demokrat Parti’nin seçim gezilerine bizzat katılarak partiye destek vermekten de çekinmemiştir. Fakat, Demokrat Parti’nin iktidara gelir gelmez izlediği politika, her iki âşığın da hemen eleştiri oklarını Demokrat Parti’ye yöneltmelerine neden olmuştur.
27 Mayıs 1960’ta gerçekleştirilen devrim ve ardından gelen yıllar, siyasi taşlama geleneğimiz açısından tam bir dönüm noktası olmuştur. 1960 Anayasası’nın getirmiş olduğu sınırsız bir özgürlük sayesinde, en uç noktalarına kadar fikirlerini söyleyen, halk için uğraşan ve “hak âşığı” yerine kendilerine “halk ozanı” adı veren yeni bir “âşık-sanatçı kuşağı” ortaya çıkmıştır. “Sözü ile sazı ile, ozanlar savaşta gerek” diyerek kendilerini anlatan bu kuşak, taşlamalarıyla toplum düzenini toptan değiştirmeye girişmiştir. Öncülüğünü Âşık İhsânî’nin yaptığı bu hareket, 1963 yılına gelindiğinde, “Âşıklar Derneği”ni kurmuştur. Böylece âşıklar, geleneksel icra ortamlarından uzaklaşarak sinema salonlarında, bir siyasi parti tarafından organize edilen kapalı spor salonu veya stadyumlarda belli bir siyasi partinin veya fikrin taraftarı ve öncüsü olmuşlardır. Sonuçta da “sağcı-solcu âşık ayrımı” ortaya çıkmıştır.
Âşıklar Derneği çatısı altında bir araya gelen âşıkların sol söyleminin karşısına, Feyzi Halıcı önderliğinde, ilki 1966’da Konya’da düzenlenen “Âşıklar Bayramı” vesilesiyle de “devletçi ve sağa yakın bir söylem” çıkmıştır. Hatta Ozan Arif de 1976, 1977 ve 1978’de bu bayrama katılarak her dalda altın madalya kazanmıştır. Fakat Murat Küçük’e göre devlet bu bayram ile, “kentin kıyısında bir araya gelip örgütlenmeye çalışan” âşıkları “devletleştirmeye” çalışmaktadır. Gerçekten de bu sayede “Âşıklar Derneği” çatısı altında toplanan ozanlara alternatif bir âşıklar zümresi oluşturulmuştur.
Gerçek manada sağda ideolojik söylem, 1969’da Milliyetçi Hareket Partisi’nin ve 1970’te de Millî Nizam Partisi’nin siyaset sahnesine girmesiyle başlar. Özellikle de sol söylemin karşısına, Milliyetçi Hareket Partisi etrafında bir araya gelerek kendilerini “Ülkücü” olarak nitelendiren bir zümre çıkar. Bu zümrenin sözcüsü konumundaki âşıklar, artık solun karşısında tamamen sağı temsil kabiliyeti kazanırlar. Hiç şüphesiz bu temsil kabiliyetinin bayraktarı ise kendisini doğrudan “Ülkücü” olarak nitelendiren Ozan Arif’tir:
Kim ne derse desin hey
Ülkücüyüz mutluyuz
Ülkücülük güzel şey
Ülkücüyüz mutluyuz
Mutluyuz mutluyuz
Yarından umutluyuz
12 Eylül 1980 darbesi gerçekleştirildiğinde, öncüsü olduğu ideolojik söylemin darbeyi ve darbecileri en ağır dille eleştiren temsilcisidir:
Kaç yıl oldu on iki eylül olalı
İdareyi bu beyler aldı alalı
Senelerdir dinledik tantanayı mavalı
Ben on iki eylülün nesini seveceğim
Sevmediğim gibi de devamlı söveceğim
Bu süreçte “kızıl afat” adını verdiği komünizmi topa tutar ve mensubu olduğu yüce Türk milletini açıkça uyarır:
İbret al gardaşım az kulak ver de
Ar’ım dersin amma iş işten geçer
Kızıl afat girer ise bu yurda
Zorum dersin amma iş işten geçer
Bekki’nin de ifade ettiği üzere Ozan Arif, bir taraftan da 1980 darbesinin ülkücüleri hedef almasına şaşırır ve hayatı boyunca savunduğu ülkücülere karşı yapılan bu haksızlığı “Kim” adlı destanında açıkça muhataplarının yüzlerine vurur:
Özbeöz evlatken Devlet Baba’ya
Şimdi sayenizde döndük üveye
Diken yaranırmış zaten deveye
Askeri subayı vuran kim beyler
Eyyamcı mideci pipocusunun
Soyguncu vurguncu depocusunun
Dev-Yolcu Dev-Solcu Apocusunun
Karşısında mertçe duran kim beyler
Yine Bekki’nin de tespit ettiği üzere onun şiirlerinde Türk milliyetçiliğinin lideri Alparslan Türkeş’in özel bir yeri vardır. Pek çok şiirinde “kendimi teslim ettiğim insan” dediği liderini dile getirir:
Ne zaman düşünsem hayret ederim
Vallahi Aslan’ım mazini senin
Anlayayım diye gayret ederim
Anlayamam alın yazını senin
6 Kasım 1989’da Kenan Evren’in cumhurbaşkanlığı görevini bırakmasıyla iktidara Turgut Özal gelir. Özal’ın sonraları yaptığı işleri beğenmeyenler arasında en ağır eleştiriler de yine Ozan Arif’ten gelir:
Sen sensen yok musun sen
Her işin çirkin Turgut
Senin de gelenlerden
Kalmadı farkın Turgut
Necmettin Erbakan-Tansu Çiller koalisyonunu ve Erbakan’ın “Âdil Düzen” tabirini de sert dille eleştirir:
Necmettin Bey Çiller’e kırk tane isim buldu
Renksiz gâvur gelini taklitçi lakap boldu
Aynı Çiller bir anda Rabia Sultan oldu
Adil düzen bu ise planmış muhteremler
Baştanbaşa palavra yalanmış muhteremler
Aynı zamanda, milliyetçi bir mefkûre adamı olan Ozan Arif, daha ziyade siyasi ve ideolojik söylemiyle öne çıkan bir âşık olsa da, bazı şiirlerini toplayıp yayınladığı eserine bakıldığında onun siyaset dışında kalan her türlü toplumsal meselede de aziz Türk Milleti’nin yanında ve sözcüsü olduğu görülür. Nitekim kendisi, eserinde yer alan şiirleri, “ikaz, manzara, ilan, figan, aşk, arzu, zindan” gibi bölümler altında toplayarak bir taraftan gerçek manada halkın ozanı olduğunu ortaya koyarken, diğer taraftan sağcı “âşık-sanatçı kuşağı”nın öncüsü olduğunu da açıkça gözler önüne sermiştir. Ayrıca, Hak Yolunda Susmazam Ben, Ya Karabağ Ya Ölüm, Bitsin Bu Hasret, Bu Memleket Hepimizin, Destanlar Konuşuyor, Destanlarda Bul Beni, Haykıran Destanlar, Kime Bıraktın, Korkum Yok, Mamak’tan Gelen Mektup, Merhaba, Ölmez Bu Hareket (Çileli Müjde), Yazık Olur Vatana gibi hazırlamış olduğu pek çok albüm ve katılmış olduğu televizyon programları ile de Türk Milleti’ne ulaşmasını bilmiştir. Dolayısıyla eserleriyle bir devrin uyanışına açık açık hizmet etmiştir.
Kısacası Ozan Arif, siyasi taşlama geleneğimizde sağ söylemi dile getiren Kemalî Bülbül, Kul Mustafa (Mustafa Torunî), Âşık Sefâî gibi âşıkların arasında yer almış, yüce Türk Milleti’ne karşı her türlü zararlı eylem ve ideolojik söyleme karşı tamamen “bağımsız” bir şekilde sağcı (milliyetçi, ülkücü, muhafazakâr) söylemin öncülüğünü yapmış oldukça kudretli bir gelenek temsilcisidir. Yukarıda ana hatları ile ortaya koyduğumuz süreçte, hiç şüphesiz, sağcı/milliyetçi/ülkücü söylemin bağımsızlığını kazanmasında da Ozan Arif’in yeri büyüktür.
Arslan Bulut’un belirttiği üzere, Ozan Arif ve Abdurehim Heyit gibi “gönül adamları”nda, geniş bir kitleyi etkileyebilme kudretine haiz “yoğun” bir aşk vardır. Bu aşkın da onlara vermiş olduğu “olağanüstü bir enerji” (aura) mevcuttur. Zira, dünyayı etkileme ve değiştirme gücüne sahip olan bu ozanlar, “önce kendi davalarına bir iman derecesinde bağlanır, sonra onların takipçilerinde de aynı iman oluşur. Meydana çıkan enerji, iyi veya kötü kullanıma bağlı olarak mutlaka etkisini gösterir.”
Nitekim, yıllar önce, Ozan Arif “sürgün”de iken gazeteci Nazif Okumuş, bir taraftan onun Konya’daki davasını takip ettirmiş, diğer taraftan da onun etrafında bir kamuoyu oluşturmak için Ömer Lütfi Mete’den Tercüman gazetesi için bir yazı dizi hazırlamasını istemiştir. Bu yazı dizisi ciddi bir tiraj artışı ve etki sağlayınca yazı dizisi uzatılmıştır. Sonrasında ise davası beraat ile sonuçlanarak Ozan Arif Türkiye’ye dönmüştür. Tabii bu sırada, 12 Eylül’ü yaşayan ülkücü hareket “yorgun” ve “ümitsiz”dir. Alparslan Türkeş, hapisten yeni çıkmış, partiyi toparlamaya çalışmaktadır. Nazif Okumuş, yine devreye girerek Ülkü Ocakları ile bir organizasyon yapmıştır. Yanına muhabir olarak Yusuf Bulut’u verip Ozan Arif’i yurt çapında konserlere çıkarmıştır. Her konser, gazetede (Orta Doğu’da) tam sayfa yayınlanmış; başlangıçta küçük topluluklara hitap eden Ozan Arif’in yaydığı ışık stadyumlara sığmaz olmuştur. Sonuçta Türkeş, bu enerjiyi siyasi başarıya dönüştürerek üç hilalin yeniden Türkiye’nin gündemine müdahil olmasını sağlamıştır. Yani, MHP’nin tekrar açılması ve büyümesi, Ozan Arif’in yaydığı bu ilk enerji sayesinde mümkün olabilmiştir.
Son olarak sözlerimi, Ozan Arif’in ozana ve kendi ozanlığına ait, bir anlamda hayatının ve davasının da manifestosu niteliğindeki şu görüşleri ile tamamlamak istiyorum:
“Kısacası ozan, kafasıyla kalbiyle hak yolu tutan, gönlünü halka, millete, onun hayat seviyesine, işinin düzenine veren bir halk adamıdır. Milletin iyi, ileri, uyanık olmasını isteyen, buram buram vatan kokmasını, örnek vatandaş olmasını özleyen bir duru kişidir.
İnanan, Allah (c.c.) rızasını aklından çıkarmayan, iman için köle, küfür için çile olan, dininin ve kanının meydana getirdiği cevheri bilen, bu cevher adına ebedîlik sevdası çeken bir sevdalı yiğittir. Sevdasını, hasretini, arzusunu gerçekleştirmek için deyişler dizen, dere tepe çileli yollarda gezen, olacakları, gelecekleri gününden önce sezen, gördüklerini de mertçe yazan, yazıp ve yayan “âşık” bir kişi, bir ülkü eridir.
Bütün bunlarla Yunus, Erzurumlu Emrah, Çıldırlı Şenlik, Everekli Seyrânî, Yusufelili Huzûrî, Ardanuçlu Efkârî, Narmanlı Sümmânî, Köroğlu, Dadaloğlu ve daha niceleri olup yeni yeni nesillerle buluşan, bize ulaşan ve gelecek nesillere uzanan kültür köprüsüdür.”
Mekânı uçmağ olsun.