Mesele İmamoğlu değil
Yavuz Alogan 01 Ocak 1970
Saray rejimi doğru tespitler yaptı fakat yanlış sonuçlar çıkardı.
Birleşmiş Milletler düzeninin çöktüğünü, merkezî iktidar alanlarının güçlendiğini, emperyalist güçlerin jeopolitik çıkarlarına uygun siyasetler izlediği sürece bağımlı ülkelerin iç politikalarına müdahale edilmeyeceğini, demokrasi ve özgürlükleri baskı altına almanın bu yeni dünya düzensizliğinde kınama ve yaptırım sebebi olmayacağını doğru tespit etti.
Trump yönetimine hizalandığı, onun aşırılıklarını AB ülkeleriyle dengeleyebildiği, her türlü jeopolitik tavize hazır olduğu sürece, ülke içinde elinin serbest kalacağını düşündü.
Bu serbestliğin altyapısını 2017’den itibaren adım adım inşa etmişti: AKP’yi Devlet olarak örgütledi, ülkenin en büyük işçi sendikasını yanına çekerek diğerlerini meslek kuruluşlarıyla birlikte marjinalleştirdi, medyanın neredeyse tamamını denetleyerek kamuoyunu imha etti, büyük sermayeyi hem besleyip hem de baskı altında tutarken kendi lümpen burjuvazisini güçlendirdi, bizim gibilerin hayal edemeyeceği kadar muazzam bir servet biriktirdi ve bunu ustalıkla kullandı.
Saray’ın balkonundan Türkiye’ye baktığında, iktidarının karşısında hiçbir muhalefetin tutunamayacağını, istediği anda şirketlere el koyabileceğini, kıyıda köşede kalan muhalif medyayı satın alabileceğini, istediği belediyeye, hatta siyasî partilere bile kayyum atayabileceğini, gerektiğinde yurttaşların varlıklarına çökebileceğini düşündü.
Kendisi iktidarda kalmaya mecburdu, çaresizlik içinde yoksullaşan halk onun iktidarına mahkûmdu.
Parti Devleti’nin başkanı olarak, “Türkiye Yüzyılı’nı inşa ederken muhalefeti dönüştürme görevimizi yerine getirmekten kaçınmayacağız” dediğinde, siyasî toplum şaşırdı fakat bu muazzam meydan okumayı anlamazlıktan gelerek sustu. Yıllar boyunca Saray, tepkiyle karşılaşmadığında kendi yolunu açarak ilerleyebildiğini görmüştü.
Özal döneminden beri aşırı derecede uygulanan neoliberal iktisat politikalarının yarattığı yağma ortamında her biri “çıkar amaçlı suç örgütü”ne dönüşen, kendi çevrelerini ve adamlarını zenginleştirmek için her numaraya başvuran sistem partileri ve onlara bağlı belediyeler arasındaki, birbirinin yolsuzluğunu görmezlikten gelmek için yapılan zımni/örtük anlaşmayı ansızın çiğneyen Saray, CHP’li belediyelerin ve nihayet İBB’nin üzerine çullanınca muhalefette şafak attı.
“Normalleşerek” Saray’ın yediği pastadan küçük de olsa bir pay alacağını sanan fakat ansızın yok olma ihtimaliyle yüz yüze gelen CHP, bu çullanma karşısında paniğe kapılarak halkı isyana dâvet etti.
Ve halk … bu dâvete icabet etti.
Bütün illerde, büyük kentlerin bütün meydanlarında halk bayraklarla, kalpaklı genç Mustafa Kemal posterleriyle “hükümet istifa” diye bağırmaya, ölümüne direnmeye başladı. “Çözüm süreci” çöktü, İmralı nevruz mesajını veremedi. Afallayan DEM sosyetesi tam Saray’la yeni anayasa (Türk-Kürt-Arap ümmeti muhabbeti) sürecine ısınma turları atarken patlak veren bu beklenmedik isyan karşısında “demokratik-tik” bir tavırla CHP’ye destek vermek fakat Saray’ı da öfkelendirmemek gibi alengirli bir çizgide felç oldu; Bursa’da halktan dayak yediler, Saraçhane’de otobüsün üzerine alınmadılar. Bahçeli’nin gaipten gelen sözleri havada kaldı.
Türkiye bir anda ikiye bölünmüş gibi göründü. Valilerin gösteri yasağına rağmen halk polise direnirken, ülkenin doğusunda özgürce Nevruz mitingleri yapıldı, Doğubeyazıt’ta Barzani bayrakları, her yerde PKK flamaları, Apo posterleri, halay, eğlence… Haziran Ayaklanması sırasında halkın çoğunluğu ile ayrılıkçı etnik milliyetçiler arasında beliren “tasa kaygı kıvanç” bölünmesinin aynısı üç gün içinde yaşandı.
Neyse, örneklerle yazıyı uzatmayalım.
Peki, Saray neyi anlayamadı?
Saray, “bir yerde oturup kahve bile içemiyoruz” diyen öğrencinin, pazarda filesini dolduramayan emeklinin çaresizliğini; kirasını ödeyemeyen, çocuğunun beslenme çantasını dolduramayan sıradan yurttaşın utancını; zengin şeriatçının ülkeyi bir Ortadoğu sultanlığına dönüştürmekte olduğunu ve millî kimliğiyle oynandığını hisseden halkın giderek büyüyen öfkesini anlayamadı. Bu duygular Saray’ın yaptırdığı haftalık anketlerde görünmüyordu. İktidar sahipleri “Türkiye yüzyılı” diye övündükçe artan öfkenin patlama noktasına geldiğini aslında kimse anlayamadı.
On iki yıl önceki Haziran Ayaklanması’nın hayaletiyle insanları tutuklayıp halkı korkutmaya çalışan Saray’ın, çok daha kararlı, şiddetli ve yaygın bir isyan dalgasıyla sarsılması trajikomiktir.
İmamoğlu’nun gözaltına alınması basit bir vesiledir. Toplumsal ayaklanmanın şartları olgunlaşmışsa çok daha basit ve küçük bir olay bile tetikleyici olabilir. Pinokyo benzeri imal edilmiş bir karakter olan İmamoğlu’na ya da partisini (koltuğunu) kurtarma telaşıyla öğrenci derneği başkanı gibi acemice atıp tutan Özgür Özel’e fazla anlam yüklemek ya da “CHP halkı sokağa döktü” gibi sözler söylemek yanıltıcı olur. CHP bu büyük tepki sürecini kendisini saldırıdan kurtaracak noktaya kadar bile yönetemez.
Halkı sokağa döken CHP değil, Saray’ın kendisidir. Ülkeyi yönetemiyorlar, halkı yoksullaştırdılar. Halkın çoğunluğu AKP kadrolarının takındığı kibirli, aşağılayıcı, umursamaz, körleşmiş tutumdan nefret etti.
Kitle hareketi dalgalar hâlinde ilerler. Kendi liderliğini yaratır, kendi kolektif karar mekanizmalarını oluşturur; provokasyonlara ve şuursuz yıkıcılığa karşı kendi iç güvenliğini örgütler. Eylem sırasında ölçülü ve bilinçli davranır, halk çocuklarından oluşan polislere hitap etmeyi, onları aydınlatmayı ihmal etmez. Önder olarak kendisini kitle hareketinin başına monte etmek isteyen grupları elekten geçirir; yanında gördüklerini, mücadele içinde tanıdıklarını, sınadıklarını birleştirir. Bunları yapamazsa dağılır, geri çekilir ve bir sonraki yükselişe kadar bekler. Her hareket kendi tecrübesini bir sonrakine aktarır. Bu işler böyle olur.
Kitle hareketi, siyasî toplumun tamamında ayrıştırıcı, eğitici ve dönüştürücü bir etki yaratır. Sadece şu üç gün içinde yaşanan olaylardan sonra CHP tabanının eskisi gibi kalması mümkün mü?
Şimdiki hareket Haziran Ayaklanması’nın devamıdır. Amaç, kurucu iradenin oluşması, toplum sözleşmesinin kararlaştırılması ve nihayet anayasa yapacak bir Kurucu Meclis’in toplanması olmalıdır. Sokaktaki insanın ortalığı karıştırmak ya da İmamoğlu’nu vs. cumhurbaşkanı ya da yeniden diplomalı yapmak gibi bir derdi yok; laik demokratik ve sosyal bir hukuk devleti istiyor. İnsan yerine konulmak, hakları yasalarla güvence altına alınmış birer yurttaş olarak saygı görmek istiyor. Andımız’ı istiyor; şekil olarak değil, devrimleriyle, Devrim Kanunları’yla birlikte devrimci Mustafa Kemal’i geri istiyor. Cumhuriyet, sokaktan sesleniyor. Başka halk yok!
Başta da söylediğimiz gibi, Saray doğru tespitler yaptı fakat yanlış sonuçlar çıkardı. Dünya durumunu ve bizzat yarattığı dönüşümün kendisine sağladığı kazanımları doğru değerlendirdi. Ancak bu fırsat ve kazanımlarla netice alabilecek kadar güçlü olduğunu, halkı sürü gibi güderek nihai hedefine ulaşabileceğini sanarak yanlış yaptı. Belirlediği hedefler ile sahip olduğu güçler orantılı değil. Büyük bir öfkeyle, en geniş cepheyle karşı karşıya kaldı.
Kendi partisinden ayrışarak danışmanları, bakan denilen atanmış ofis memurları, biat etmiş emniyet müdürleri ve valileriyle tek başına kalması an meselesidir. OHAL ilan edip halkın yarısını ezmeye girişmesi iyice yalnızlaşmasına, daha sert bir tepkiyle karşılaşmasına, iç çatışmalara yol açacaktır. Bu nedenle hukuka bağlı yargıçların savcıların, aklıselim sahibi Devlet ricalinin ve en önemlisi AKP içindeki devlet terbiyesi görmüş akil adamların, cesaretlerini toplayarak huzura çıkıp Reis’i uyarmaları, sakinleştirmeleri, ona istifa yolunu göstermeleri gerekir.
Ülkede işler zıvanadan çıkıp esnaf ve suhte (talebeler) yeniçeriyle birleşerek sarayın kapısına dayandığında vezirler Sultan’ın huzuruna çıkıp etek öperler, el pençe divan dururlar ve nihayet “Gün akşamlıdır, Hünkârım” diyerek devr-i saltanatın nihayete erdiğini, kıyam edip kan dökmenin bu vakitten sonra beyhude olduğunu kibarca beyan ederlermiş. Tarihten ders almak gerekir.