Satranç düşündürür!
Ahmet Selim 01 Ocak 1970
"Saded" kelimesi epeydir "konu"yla yer değiştirdi ve böylece "saded"in anlamı daraltılmış oldu.
Saded, evvela "yakınlık, civar" demek, ikinci mânâsı "fikir, niyet, teşebbüs", üçüncüsü "konu"yu karşılayabilir: "konuşulan madde, asıl mevzu". Zevk, takdir, ilgi kelimelerinin "beğeni"yle karşılanmasında da buna benzer bir anlam daralması farketmek mümkün. Tasarruf yerine göre farklı ihtiyaçları cevaplandıran kelimelere bir karşılık bularak Türkçe'yi sadeleştirmek belki mümkün ama fukaralaştırmayı göze almak kaydıyda.
Sadede gelelim; Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu diyor ki, "herkes sadede gelelim der; bizim (fen ilimleriyle uğraşanların) sadedimiz matematiktir." Bu nükteyi yaptığı konuşmasında takriben birbuçuk saat sonra "saded"e gelebilmiş olması ayrı bir nükte ama "bizde sadede matematik derler" sözünden etkilendiğimi söylemeliyim. Sosyal ilimlerle uğraşanlar, her çalışmada sadede gelebilmek için, temel kavramların mânâlarını tahkim etmek gayesiyle nasıl çile çektiklerini iyi bilirler. Bizim "matematik" gibi bir sadedimiz yok ve galiba hiç olmayacak; insandan ve insan topluluklarından sâdır olan şeyleri anlamak, tasnif etmek ve saklamak, su üstüne yazı yazmak gibi sürekli ihtimam isteyen bir gayret. Matematiğin bir teknik olarak sosyal ilimlerde işe yaradığı yerler var ama bir "dil" olarak matematik, sosyal ilimler dünyasının olgularını temsilde herhalde yetersiz kalacaktır.
Matematik; bir düşünce dili!
Yine sadede gelelim; sosyal ilimlerde kısmen işe yarıyor olması matematiği küçümsemek anlamına gelmiyor. Matematik, sayılabilmesi anlamlı şeyler hakkında düşünmenin, araştırmanın ve bulguları ifade etmenin vazgeçilmez dili. Ona, "düşünmek" eyleminin farkına varmış herkesin ihtiyacı var, ne var ki bilebildiğimiz sadece dört işlemle hesap yapmaya yarayan aritmetikten ibarettir.
Okullarımızda matematik öğretemiyoruz; aslında okullarda neyi "öğretebildiğimizi" tartışmalıydık, fizik, maddenin bilgisi ama bizim okullarımızda fizik gibi matematik, geometri, kimya, edebiyat, yabancı dil dersleri de belâdan ibarettir, çünkü bu dersleri öğretenler öğrettiklerini bilmemektedir. Hele bunca dersi sadece üniversiteye girişte işe yaradığı için birer "deve hendeği" derekesine indiren eğitim anlayışımız cümleten sakattır. Bir dersin güzelliği, o disiplinin güzelliğini farketmiş kişiler tarafından başkalarına hissettirilebilir. İşte o türden öğreticileri eğitim sistemimiz, "sistem ârızaları" dışında yetiştirmeye muvaffak olamadığı için ülkemizde bütün eğitim süreçleri, ne işe yaradığı öğreticiler tarafından bile bilinmeyen bir "baş belâsı" mevkiine düşmüştür; talebeye matematiğin, fiziğin, felsefenin, lisanın, geometrinin, edebiyatın ve hatta ana dilin gerekliliğini ve güzelliğini hissettiremeyen bir milli eğitim zihniyetinin pençesinde yıllardan beri nesillerimizi öğütüp duruyoruz.
"Satranç"tan ders olur mu?
Geçenlerde gazetede beni çok heyecanlandıran ve sevindiren bir haber okudum: Uluslararası Dünya Satranç Federasyonu Başkanlık Kurulu (FIDE), dünyanın bütün okullarında satrancın ders olarak okutulması için teşebbüse geçmiş. Bu çerçevede ülkemizde de satrancın müfredata dahil edilmesinin teşebbüs safhasından da geçerek önümüzdeki güz yarıyılında ders olarak okutulması düşüncesi beni heyecanlandırdı. Bir an temel satranç eğitiminden geçmiş ve satranç düşüncesinin zevkini tatmış genç nesillerin okulları, sınıfları, anfileri doldurduktan sonra giderek iş hayatı, bürokrasi, siyâset, sanat gibi alanlarda egemenlik kurduklarını düşündüm.
Satranç veya düşünmeyi öğrenmek
Tatvan'da askerlik yaparken kahvelerde satrancın neredeyse dama hızında seri hamlelerle oynandığını görmüş ve şaşırmıştım; belki de seyrettiğim esnada oyun açılışlarının rutin hamlelerini seri olarak geçiyorlardı ama satrancın "sür'at" kavramı ile bağdaştırılacak bir yanı olmasa gerektir; satranç sabretmeyi ve temkini öğretir yani insana düşünmek için gerekli zamanı bahşeder. Davranışları zaman içinde mânidar bir sıraya koymak, rakibini en az kendisi kadar zeki kabul etmek, hamlenin sorumluluğunu üstlenmek ve ucuz başarıların neticede zehirli sonuçlar doğurabileceğini öğrenmek satrançla cidden meşgul olan kişilerde zamanla bir şahsiyet ve davranış unsuru haline gelir. Eğer bu davranışlar meziyet olarak kabul edilirse bilinmelidir ki satrançta sadece başarılı olmanın değil, adam gibi yenilmenin bile ilk şartı düşünceye yoğunluk kazandırabilmekten geçer. Gündelik hayatın seyri içinde alışılmış davranışların kaçta kaçını yoğun düşüncenin yönettiğini hesaplamaya kalkıştığımızda, herhalde gereğinden daha az düşündüğümüz ama gereğinden daha fazla alışkanlıklara, duygu ve heyecanlara teslim olduğumuz ortaya çıkacaktır.
Bari "hazırlık"ta düşünmeye hazırlansak!
Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu son derece haklı gerekçelerle ilk ve orta dereceli pek çok okulda, hatta üniversitelerde kurulmuş bulunan "hazırlık sınıfları"nın ne işe yaradığını sorguluyor; "ben bu sınıflarda matematik ve felsefe gibi düşünce dilini geliştiren şeylerin okutulduğunu sanıyordum, meğer sadece ingliş öğretiliyormuş" derken hayretini de gizlemiyor. Türk milli eğitiminin yabancı dil öğretememekte kazandığı efsâne şöhret bir yana, bir yabancı dili velev ki çok iyi bilmenin, bir öğrenciye fazladan "düşünme hacimleri" kazandırmadığı ortada. Bu yoğun yabancı dil eğitimi esnasında çocuklarımız, AngloSaxon sokak âdâbından başka hangi bilgilerle donatılıyor hiç düşünüyor muyuz? Çok göz önünde duran yanlışları farketmek bazen uzun zaman alabiliyor ama biz gözümüzün önünden ayrılmayan o kadar çok yanlışla başbaşayız ki; hazırlık sınıfları çoğu kere bir yılın israf edilmesi anlamına geliyor ama hazırlık sonrası sınıflarda okutulan derslerin de içini boşaltmışız. Üniversiteyi kazanan öğrencilerin çoğu anadilini bilmiyor; yazılı ve sözlü ifâdede büyük zaaf gösteriyor; kitap okuma zevki iğdiş edilmiş; düşünmeye yabancılaştırılmış; inisiyatif kullanmakta isteksiz. Pop kültürün yaygınlaşmasından niçin şikâyet ediyoruz? Hemen hemen bütün eğitimimiz gençleri pop kültüre hazırlayan devâsâ bir hazırlık sınıfından ibaret. Pop kültür, gençlerden sorumluluk talep etmiyor. Bütün eğitimi boyunca şahsiyetinin idraki ve sorumluluğun inşası gibi vecibelerden uzak tutulmuş gençlerin, popüler kültürden gayrı demirleyebilecekleri hangi liman var?
Satrancın ders olarak okutulması fikri beni bu kadar heyecanlandırdığına göre büyük ihtimalle bu güzel teklif ya reddedilecek veya mâlayânî yaklaşımlarla sulandırılacak demektir; satranç insana düşünmesini öğretir, şahsiyeti geliştirir, karar verme kabiliyetini artırır ve sorumluluk duygusunu pekiştirir gibi lâfların yüksek kademelerde pek itibar bulacağını sanmıyorum. En iyi ihtimalle meseleyi kulüp faaliyeti veya seçimlik ders statüsünde kabullenip işi savsaklamaları, Türk standartlarına uygun bir çözüm olacaktır gibime geliyor; keşke yanılsam, keşke mahcûb olsam.
Neticesi ne olursa olsun bu güzel fikri benimsiyor ve destekliyorum; günün birinde o hasretle beklediğimiz "Türk Rönesans"ı başlayacaksa, çorbada "satranç"ın da tuzu olacağına inanıyorum.