Hangisi kazanacak: ABD mi, Çin mi?
Süleyman Seyfi Öğün 01 Ocak 1970
Geçen gün fikirlerine çok kıymet verdiğim bir meslektaşım ile sohbet ediyorduk. Lâf döndü dolaştı Marx’ın mirâsına geldi. Dostum, Marx’ın aslında düpedüz muhafazakâr sayılması gerektiğini söyleyiverdi. Bu tam da benim seneler evvel Doğu Batı dergisinin Muhafazakârlık Özel Sayısında yazmış olduğum yazıdaki fikirlerden birisiyle birebir örtüşüyordu. Orada bir Bakunin-Marx mukayesesi yapmış; eğer Bakunin devrimci idiyse Marx’ın düpedüz muhafazakâr sayılması icap ettiğini iddia etmiştim. Öyle ya; Marx, “Yıkmak, durmadan, düşünmeden yıkmak diyen” Bakunin’i “ölçüsüz”, “itidalsiz” buluyor ve “Yerine ne koyacağını bilmeden yıkmak; işte anarşizmin zavallılığı” diye yazıyordu. Ölçüsüzlük ve itidalsizliğe tepki vermek tam da muhafazakâr sendromu târif eder. Evet, tuhaf kaçacak ve çok sayıda itirâz doğurabilecektir; ama benim de kanaatim Marx’ın muhafazakâr olduğudur.
Marx’ın en mühim tespitlerinden birisi kapitalizmin doğurduğu emek-sermâye çelişkisiydi. Ama gâliba görmediği, görmüş olsa bile derinleştirmek istemediği husus, bu çelişkide kimin nesne, kimin özne olduğudur. Sistemi kuranın sermâye olduğu ve o teşebbüs etmeden emeğin hiçbir karşılığı olmayacağı âşikârdır. Mesele, sermâyenin emeği sömürmesi kadar; belki de ondan ziyâde, onun öznesi olmasıyla alâkalıdır. İşçi sınıfının özneleşmesi kapitalizmin emperatifleri açısından imkânsız bir durumdur. Marx’ın kapitalizme dâir tuhaf bir şekilde sâhiplendiği müspet fikirler bu manzarayı ayrıca ağırlaştırmaktadır. Marx’a göre kapitalizm, bütün çelişkilerine, onda açtığı derin yaralara rağmen insanlığın târihinde çok ileri, hattâ yer yer hayranlık uyandırıcı bir evredir. Kapitalizmi yükselten bilim ve fendeki gelişmeleri eleştiren, bu ikisinin ürünü olan sanayileşmeyi toptan reddeden çevreleri -bence hakikî devrimciler onlardı- gericilikle, karanlıkçılıkla (obskürantizm) suçlaması çok mânidardır. Hâsılı, sosyalizmi düşündüren kapitalizmin bizâtihî kendisidir. Marx bir bakıma, sosyalizm ve onun en mükemmel seviyesini temsil eden komünizmde, kapitalizmin insânîleştirilmesi fırsatını görmekteydi. Temel hâtası da buydu. Sosyalizm, kapitalizmin evet belki de kısmen mümkün kıldığı; ama doğrudan ve dolaylı olarak güdümlediği bir modeldi. Sosyalizm, ister bir nazariyat, ister bir tecrübe olarak kapitalizmin içinde tedâvüle girebilir; ama onun yerini alamazdı. Nitekim, bugüne kadar yaşanmış olan sosyalist pratiklerin kapitalizmin devletçi, korporatist modellerini üretmekten ileri gidememesi bu sebeptendir. Eğer kapitalizm hakikaten aşılmak isteniyorsa, Japon düşünür Karatani’nin işâret etmiş olduğu üzere kapitalizmin târihsel bir ilerleme olduğu fikrinin esaslı bir şekilde terk edilmesi gerekiyor. Bunun yerine onun bir târihsel fenâlık olduğunun unutulmaması gerekiyor. Eğer çok isteniyorsa onun yerini alabilecek modellerin, mübâdele tarzlarına Marx’tan daha fazla ehemmiyet vererek geriye yönsemeci (ebedî dönüş mitosunda olduğu üzere retrospektif /regresyonist) bir akıl yürütmeyle elde edilebileceğini düşünmek için çok sayıda sebep birikmiş görünüyor. Hoş, bunun da pek mümkün olduğunu düşünenlerden değilim. Kapitalizm insanlığın târihinde bunu çok zorlaştıran tesirlerde bulundu. En büyük tahribâtı ise doğrudan soğumak olduğunu düşünüyorum. Kapitalizmde doğrular ortaya çıkarılabilir ama doğrularla yaşanmaz. Çünkü her defâsında, güncelden başlayarak kapitalizmin emperatifleri ve normları onlara dâir bir inancın gerçekleşmesine mâni olur. Bu da inanç eksikliğidir. Kapitalizmde doğruyu bilebilirsiniz ama ona inanmazsınız.
Bugün Çin’de ortaya çıkan Orak/Çekiçli kapitalizm tam da burada yazdıklarımızın sağlamasını veriyor. Bâzılarının çok şaşırmasını boşa düşürecek derecede kapitalizmin en yüksek ve en sahih görüntüsüdür bu. Kapitalizm en düşük mâliyetle sağladığı bir arz gücünü en kârlı bir şekilde piyasaya sürmek becerisidir. Batı, ister Fransa, ister Hollanda, İngiltere ve ABD sıklet merkezleri üzerinden bakalım, sermâye birikimini başardı. Bu hiçbir şekilde durağan sâbit bir süreç değildir. Birikim tam aksine son derecede kaygan bir zeminde yaşanır. Sermâyenin Batı içinde ve nihâyet son olarak Batı’dan Doğu’ya kaymasını en az birkaç açıdan sağlamasını yapmak gerekiyor. İlki üretim hacmine bakmak gerekiyor. Eğer büyüme bir düzenlilik içinde devâm ediyorsa mesele yoktur. Bunun için de başta emek baskılanmalı ve ücretler ve vergiler düşük düzeyde tutulmalıdır. İkinci olarak finansal sermâyenin ne kadar sağlam olduğuna çok dikkat etmek gerekiyor. Eğer finansal hacimdeki artışlar üretime kanalize ediliyorsa bu çok sağlıklı bir manzaradır. Üçüncü olarak, birikim merkezinin Marx’ın üretici güçler dediği, bana kalırsa düpedüz teknolojik avantajların da merkezi olmayı ne kadar sağladığına bakmak gerekiyor. Askerî, kültürel vb diğer yapılardaki hegemonik üstünlükler de bunların tamamlayıcısı olarak çalışacaktır.
Kapitalizmin Batı mâcerası makas atlamakla, birikimdeki rayını atlayarak onunla nihâî tahlilde asla bağdaşmayacak bölüşümcü bir raya girmesiyle neticelendi. Bu demokrasi ve sosyal devlet uygulamalarıydı. Yeniden bölüşüm mâliyetler arttı. Bu artış refah olarak tecelli etti. Refah, mâliyetleri arttırırken verimliliklerin düşmesidir. Neticede sermâye merkezkaç bir dinamikle mâliyetlerin ve vergilerin düşük olduğu başta Asya olmak üzere demokrasi karneleri çok zayıf, sopayla idâre edilen, aç ve işsiz kitlelerin yaşadığı başka kıtalara kaydı. Sözüm ona, proleterya diktatörlüğünün sosyalizm değil, düpedüz kapitalizm için en uygun âlet olduğu anlaşıldı. Buralarda üretim patlamaları yaşanmaya başladı. Başlangıçta Batı’nın keyfine diyecek yoktu. Meşakkatli, kirli imâlat sektöründen kurtuluyorlardı. Üretim merhalesindeki pisliklerinden arınmış ambalajlı pırıl pırıl ürünlere ucuz ucuz kavuşuyorlardı. Finansal tekel hâlâ kendilerindeydi. İstedikleri kadar para basıp dünyânın artığını çekebiliyor, bütçe açıklarını kapatabiliyorlardı. Bunun yanında teknolojik üstünlüklerini ve tekellerini devâm ettiriyorlardı. Artık sanâyi kapitalizminin pisliklerinden kurtulacaklar, çok daha steril olan bilgi kapitalizminde her zaman olduğu gibi ön alacaklardı. Nihâyet askerî üstünlük ve kültürel hegemonya da kendilerindeydi.
Son yirmi senede çok şey tersine döndü. Finansal şişmeler çevrimsel krizlerden yapısal krizlere evrildi. Çin yaptığı teknolojik sıçramalarla Batı’nın tekellerini büktü. Askerî olarak da çok büyük düzey ve kapasite artışları sağladı. ABD’nin elinde askerî gücü ve kültürel hegemonyası kaldı. İlkine ciddî rakipler çıkıyor, diğeri ise inandırıcılığını kaybetse de hâlâ tuhaf bir şekilde câzibesini devâm ettiriyor. Trump akıl dışı uygulamalarla bu süreci tersine çevirmek gayretinde. Buyurun nihâî değerlendirmeyi siz yapın. Ama unutmayalım; dökülen sular toplanmıyor. Târih ileriye gitmediği gibi geriye de çevrilemiyor…