Tekdünyacılar ve ulusal-demokratlar
Sinan Baykent 01 Ocak 1970
Tekdünyacılar ve ulusal-demokratlar: Yeni bir uluslararası hizâlanmanın satır araları
ABD Başkanı Donald J. Trump'ın (yeniden) alevlendirdiği gümrük savaşlarının gölgesinde, 21'inci yüzyılda uluslararası nizâmı yeniden şekillendirmeye matuf sismik bir dönüşüm yaşanıyor.
Her ne kadar Trump'ın müzâkereci yapısı gümrük savaşlarını bir kaynatıp bir soğutsa da şu ânda durulan nokta son kertede küresel ticaret akışını "sekteye uğratma"nın ötesine geçti.
Dahası, söz konusu anlaşmazlıklar – yahut daha doğrudan bir dille ifâde edersek, "cepheleşmeler" – yalnızca ticârî-ekonomik değil, aynı zamanda "ideolojik" temelli bir kırılmayı da gün yüzüne taşıdı. Hâlihazırda dünyayı bir kez daha iki kampa bölücü mâhiyette bir fay hattının tetiklendiğini müşâhede ediyoruz.
Bir yanda "Tekdünyacılar" var.
"Tekdünyacılar" – ki, hâlihazırda bu kamp ilk bakışta iki benzeşmez aktörün (Avrupa liberalleri ile sosyalist Çin) karışlıklı anlayışının bir ürünü sayılabilir – Tarih'i "hızlandırmak" suretiyle, insanlığın "yukarıdan aşağıya doğru" bir tarzda sevk ve idâre edildiği "ulus-ötesi" bir gerçekliğe kavuşturmanın hedefini güdüyorlar.
Diğer yanda ise "ulusal-demokratlar" bulunuyor.
"Ulusal-demokratlar" – ki, hâlihazırda bu kamp yine iki geleneksel rakibin (ABD ile Rusya) yollarının daha geniş bir "sağ-popülist" küme dâhilinde kesişmesiyle ete kemiğe geliyor – Tarih'i (bilhassa da 20'nci yüzyılı) "uzatmak" suretiyle, ulusların egemenliğinin, geleneklerin ve "kadim" değerlerin korunduğu bir gelecek inşâsını arzuluyorlar.
Tasvir ettiğim bu yeni "kamplaşma", gerçekten de tam içinde bulunduğumuz şu hususî tarihsel "ân"da bir "paradoks" olduğu kadar hissedilir bir "rüzgâr" da aynı zamanda.
Hâl böyle olunca da sormak gerekiyor: Çağımın ruhunu tanımlaması muhtemel yeni bir ideolojik hizâlanmanın işâret fişeği mi atılıyor?
Gümrük savaşları ve eski dünyanın dökülen sıvası
Gümrük savaşları "eski dünya nizâmı" açısından bir "yıkım sembolü" iken, doğum sancıları çeken "yeni dünya nizâmı" açısından ise bir "kıvılcım".
Hatırlanacağı gibi, 2024 Ekim'inde Brüksel Çin menşeili elektrikli araçlara yüzde 45 bandında gümrük vergisi kararı almış, Çin de bu karara Avrupa menşeili brendi, süt ürünleri ve domuz etine yönelik birtakım misillemelerle cevap vermişti.
Ne var ki bu çekişmelere rağmen, Avrupa Birliği (AB) ile Çin arasında hâlâ 750 milyar avroya yakın bir ticaret hacmi var ve ikili birbirine fevkalâde bağımlı. Dahası, bahse konu ikilinin – tüm ihtilâflarına karşın – çok-taraflılığa dayalı uluslararası kurallara ve piyasaların karşılıklı entegrasyonuna bağlı olduklarının altı çizilmeli. Üstelik bir sonraki bölümde irdeleyeceğimiz gibi, aralarında bir "gelecek vizyonu" çekimi bulunduğu da muhakkak not edilmeli.
ABD'de ise bambaşka bir hava hâkim. Trump iktidara gelir gelmez dünya çapında ülkelere muhtelif gümrük vergileri uygulanmasına karar verdi ve nihayet merceği Çin'e tutarak esas hedefinin hangi ülke olduğunu mühürlemiş oldu.
Şüphe yok ki, Trump, bu hamlesiyle hem eski karma nizâma hem de doğrudan Tekdünyacılığa meydan okudu. Keza Ukrayna Savaşı'nın "çözüme kavuşturulması" noktasında Rusya'yla temaslarını yoğunlaştıran Trump, AB ülkelerine gösterdiği "gümrük sopa"sıyla Moskova'yı da bir nebze olsun "rahatlamak" – hatta kendi çeperine çekmek (dolayısıyla da Batı yaptırımları ertesinde dolaylı olarak kollarına ittiği Pekin'den uzaklaştırmak) – için çalışıyor.
Özetle ekonomistler haklı olarak dikkatleri tedârik zincirleri ve piyasalar nezdindeki sarsıntılara çekseler de kırılmanın büyüğü "Tarih"in istikâmeti etrafında olabilir.
Tekdünyacılar: AB ile Çin'in müşterekliği nerede?
Tekdünyacılar, tıpkı ulusal-demokratlar gibi, "tuhaf" ve en önemlisi "heterojen" bir ekseni yansıtıyorlar. Derin zıtlıklarına mukabil, Brüksel ile Pekin'in açıktan yahut örtülü uzlaştığı bir "oluş" da yok değil.
AB'nin teknokratik bir coşkusu, Pekin'in ise taşkın bir devlet hırsı var. İkisinde de bir nevî "tepeden inmecilik" şeklinde tâbir edebileceğimiz bir "mühendislik" adanmışlığı göze çarpar. Yâni en azından "metodolojik" plânda – arada ciddi kontrastlar olsa da – bir "kavuşum"dan pekâlâ bahsedilebilir.
AB, "Brüksel" imgesi vasıtasıyla "bireysel konfor" algısı (kimisi için "yanılsaması", kimisi içinse "gerçekliği" de denilebilir) karşılığında "politika yapma" ayrıcalığını kendi bürokratik Leviathan'ının uhdesine alırken, Çin de 1,5 milyarlık nüfusunun "kolektif ahenk"i karşılığında "karar verme" kabiliyetini Komünist Partisi'nin Politbüro Yürütme Komitesi'ne devretmiştir.
Tutundukları "ulus-ötesi" sistem ülkülerinde de bir uyum hüküm sürer. Nitekim karşılıklı bağımlılık ağına – ister ekonomik ve ticârî, isterse de kültürel ve teknolojik olsun – methiye düzüyorlar. AB'nin 300 milyar avroluk "Küresel Geçit Projesi" ile Çin'in trilyon dolarlık "Kuşak ve Yol Girişimi" bu perspektifte okunabilir.
Brüksel ile Pekin'in Afrika'da milyon dolarlık yeşil teknoloji fonlarını – ayrı ayrı da olsa – desteklediklerini, finanse ettiklerini hatırla(t)makta da fayda görüyorum.
Gerçekten de "yeşil dönüşüm" iki aktör için de belirleyici ve mühim. "Sürdürülebilirlik", "iklim", "dijital yönetişim", "yapay zekâ", "uluslararası ticaret", "uluslararası kurallar ve kurumlar", "sağlık" vb. noktalarda bir "Davos mutabakatı"ndan söz edilebilir.
2025 Davos'unda Çin Başbakan Yardımcısı Ding Xuexiang ile Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen'in hitapları yukarıda serdedilen başlıklarda neredeyse birebir örtüşüyordu örneğin.
Bu anlamda karbon nötrlüğüne ilişkin AB'nin 2050, Çin'in 2060 hedeflerini salt birer "siyâsî taahhüt" olarak değil, bir "hedef birliği" şeklinde okumak daha akılcı olabilir.
Bir Brüksel bürokratıyla bir Pekin planlamacısının arasındaki "mesafe" artık çok kısa – hem mânâ hem de madde plânlarında.
Tekdünyacılığın mevcuttaki hücre çekirdeği konumundaki Brüksel-Pekin ekseni, "pragmatik" bir müşterekliğin ötesinde insanlığı tek, bütüncül ve sürdürülebilir bir kütleye dönüştürücü irâdenin 21'inci yüzyıldaki taşıyıcısı konumunda. Ve bu yönüyle ikili arasındaki irili-ufaklı gerilimler (gümrük çekişmeleri, insan hakları vb.) büyük fotoğrafın içindeki "teferruatlar" olmaya aday.
Ulusal-demokratlar veya "kadim"in arşivcileri
Trump ile Putin iki ayrı, apayrı devlet geleneğini temsil ediyorlar. Tekdünyacılarda olduğu gibi, ulusal-demokratlarda da bu anlamda tenakuzlar birden fazla.
Bir yanda "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler"in bayraktârı ABD, diğerinde "kutsal devlet" geleneğinin gözcüsü Rusya… İki ezelî ve yeminli rakip…
Bu ikili şu ân "politika"da değil belki ama "içgüdü"de birleşiyorlar.
Trump petrolü kastedederek kovboyvârî üslûbuyla "del bebeğim, del!" derken, Putin "tekdünyacıları" daha rafine ve entelektüalize edilmiş bir yaklaşımla yerden yere vuruyor.
Davos'çuluğa karşılar ve "Büyük Sıfırlama"ya (kavrama içkin değer, uygulama ve politikalarla birlikte) tiksintiyle bakıyorlar. Cinsiyet ayrımını, dini, kimliği, sınırları, sanayileşmeyi, merkeziyetçi "tepeden inmeciliğin" karşısında "gasp edilmiş demokrasinin (halk egemenliğinin) ihyâsını" savunuyorlar.
Bu aslında bir nevî "Tarih'i uzatma" çabasının tezahürlerinden. Halkın "politika"dan koparılmasına itiraz eden ve onun (en azından kâğıt üzerinde) "özne" olarak kalmasına "titreyen" bir direnç damarı…
Dahası, bu yalnızca ABD-Rusya ikilisinden mülhem bir hâdise değil elbette. Arkada yükselen bir "koro" var: Almanya'da AfD, Fransa'da Ulusal Birlik, Macaristan'da Fidesz, Arjantin'de Milei, Hindistan'da Modi güçlü "ses"lerden bazıları.
"Herkes kendi yerinde ve kendince" şeklinde özetleyebileceğimiz tavırları ise yadsınamaz bir kitlesel omurgaya dayanan cinsten.
Florida sahillerinden Sibirya ormanlarına değin uzanan bu "ulusal-demokrat ethos", kadimi – "kadim" olanı nostaljiye boğdurulmuş bir melankoli değil, bir "siper" telakki ediyor.
Yeni bir hizâlanmaya doğru mu?
Tekdünyacılar tarihi "doğrusal" okuyorlar ve onlar açısından gidişat "merkezden sevk ve idâre edilen bir ütopya"ya doğru.
Bu anlamda mesela AB'nin Dijital Hizmetler Yasası ile Çin'in "sosyal kredi" sistemi, AB'nin 2050 ile Çin'in 2060 hedefleri vs. farklı muhteviyatla donansa da aynı ereği paylaşan icraatlar: Teknolojik kontrol, merkezî plânlama.
Ulusal-demokratlar ise tarihi "döngüsel" okuyorlar. "Bâkî" olanın ulus-devletler, halklar ve kadim egemenlik-özgürlük değerleri olduğu inancındalar. Bunları "korumak" için bir mücâdele verdiklerini söylüyorlar.
Peki, ama AB ile Çin kendi aralarındaki çelişkilerini dondurup gerçekten belli bir uzlaşıya gidebilir mi?
Yahut ABD ile Rusya'nın asırlık rekabeti gerçekten bir dayanışmaya evrilebilir mi?
İlk kampı sıkı "teknokratizm", ikincisini sözde "demokratizm" buluşturabilir mi?
Gerçek şu ki, bu soruların cevapları şimdilik oldukça "muallakta".
Ancak gümrük savaşlarının uluslararası nitelikle yeni ideolojik çatallaşmaların habercisi olabileceği de muhakkak.
Piyasalar hırpalanır, Batı ile Doğu kendi içinde bölünür ve yeniden hizâlanırken, cereyân eden bir (yeni) "Tarih-yazım" savaşı var.
Gümrük vergilerinin değil belki ama küçük-büyük tüm tercihlerin geleceğimizin renk tonunu bilfiil tâyin etmesi kaçınılmaz.