« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

M. METİN KAPLAN

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

21 Nis

2025

Haritayı kim çizerse kuralları o koyar: ABD güvenliği neden sahiplendi?

Osman Gazi Kandemir 01 Ocak 1970

Donald Trump’ın “ABD artık dünyanın jandarması değil” çıkışları ve NATO’ya yönelik ödemeler üzerinden kurduğu baskı, yalnızca Washington’da değil, tüm dünya başkentlerinde yankı uyandırıyor.

Son yıllarda Avrupa’da yapılan kamuoyu anketleri, NATO’ya olan güvenin azaldığını ve Avrupalıların “kendi güvenliklerini kendi başlarına sağlama” fikrine giderek daha sıcak baktığını gösteriyor.

Bu durum, yalnızca ittifaklar sistemini değil, ABD’nin II. Dünya Savaşı sonrası kurduğu güvenlik mimarisini de sorgulayan bir dönüşüme işaret ediyor.

Ancak bu tartışmalar aslında yeni değil.

ABD’nin küresel güvenlik rolünü üstlenip üstlenmeyeceği, Amerikan siyasetinde kuruluşundan beri süregelen bir ikilem olageldi: İzolasyon mu, angajman mı?

ABD’nin ilk başkanı George Washington’un 1796’daki veda konuşmasında genç cumhuriyete verdiği en net öğüt, “kalıcı ittifaklardan kaçınmak” olmuştu.

Amerika, iki okyanusla çevrili kıtasal güvenliğin sağladığı mesafe avantajıyla 19'uncu yüzyıl boyunca bu tavsiyeye sadık kaldı.

Ne var ki, 20'nci yüzyılın ilk yarısı, bu duruşun sürdürülemez olduğunu gösterdi.

İki dünya savaşı, art arda yaşanan krizler ve totaliter rejimlerin yükselişi, Washington’u savaşlara katılmanın ötesinde, kalıcı bir güvenlik düzeni kurmaya yöneltti.

Oluşturulan sistemin dayanak noktası ise yalnızca askerî güç değildi; ekonomi, diplomasi ve ideolojik çerçeve de bu mimarinin ayrılmaz parçalarıydı.

Bugünse tablo değişmiş durumda:

Sistem içeriden sorgulanıyor, dışarıdan zorlanıyor.

Avrupa güvensiz, Asya daha iddialı.

ABD ise içe dönük reflekslerle dış dünyaya ne kadar sorumluluk alacağına yeniden karar vermeye çalışıyor.

Trump’ın agresif yalnızlaşma çağrıları ve Avrupa’daki “Amerika’ya bağımlı olmadan savunma” tartışmaları, bizi şu temel soruya yeniden götürüyor:

ABD dünyayı korumaya gönüllü müydü?

Yoksa çağrıldığı için mi sahneye çıktı?

Ve bugün tekrar çağrılsa, geri döner mi?

DAHA FAZLA OKU

Küreselleşme çöküyor mu? Trump'ın tarifeleri, ekonomik güvenlik ve dağılmakta olan dünya

Azerbaycan-İsrail ittifakı: Geleceğin güvenlik riski mi?
Bu yazı, George Washington’un vasiyetinden NATO’nun doğuşuna, Kore Savaşı’ndan küresel komutanlık sistemine ve bugünkü izolasyon tartışmalarına kadar uzanan geniş bir güvenlik serüvenini analiz ediyor.

Savaş dönemleri kadar barış içinde kurulan yapıları da inceleyerek şu gerçeği hatırlatıyor:

ABD’nin küresel güvenlikte oynadığı rol, yalnızca tehditlere karşı alınmış bir pozisyon değil; aynı zamanda dünyada kuralların kim tarafından belirleneceğine dair bir güç tercihidir.


İzolasyonun mirasından NATO’ya: Avrupa’nın çağrısı, Amerika’nın kararsızlığı

I. Dünya Savaşı’nın ardından, Wilson’ın önerdiği Milletler Cemiyeti’ne katılımın Senato tarafından reddedilmesi, Avrupa’daki barış sürecinin Amerikan beklentilerini karşılamaması ve savaşın sonunda ekonomik kazançtan çok insan kaybının öne çıkması ciddi bir hayal kırıklığına yol açtı.

Versailles sürecinin başarısızlığı ve 1930’larda çıkarılan Tarafsızlık Yasaları, ABD’yi yeniden içine kapanan bir aktöre dönüştürdü.

Ancak II. Dünya Savaşı’nın yükselen tehdidi, bu tutumu kırmaya başladı.

Roosevelt yönetimi, doğrudan savaşa girmeden önce İngiltere’ye askeri destek sağlayarak “örtük angajman” politikaları izledi.

Cash and Carry, Destroyer Karşılığı Üsler ve Lend-Lease gibi adımlarla Amerikan çıkarları korunurken, Avrupa’da Nazi ilerleyişine direnç oluşturulmaya çalışıldı.

Pearl Harbor saldırısıyla birlikte bu süreç resmî savaşa dönüştü.

Savaş sonrası Avrupa harap olmuştu. Doğu Avrupa’da Sovyet etkisi yayılırken, Batı Avrupa siyasi, ekonomik ve askerî açıdan kırılgandı.

Bu koşullarda Fransa, İngiltere ve Benelüks ülkeleri, ABD’den yalnızca ekonomik değil, askerî güvenlik garantisi de istedi.

1948’de Fransa Dışişleri Bakanı Georges Bidault’nun Washington’a yaptığı açık çağrı “Amerika olmadan ayakta kalamayız” Avrupa’nın, ABD’yi bilfiil güvenlik mimarisine davet ettiğini gösteriyordu.

Bu çağrı, savaş yorgunu kamuoyuna ve izolasyoncu Kongre’ye rağmen, Truman yönetimini stratejik bir karar almaya itti.

1947’de George Kennan’ın çevreleme doktrini ve 1948’de Senatör Vandenberg’in girişimiyle ABD’nin NATO’ya katılımının hukuki zemini oluşturuldu.

1949’da NATO kuruldu, ancak bu ittifak gerçek anlamda ancak Kore Savaşı sonrası ete kemiğe büründü.

ABD’nin hızlı müdahalesi, NATO’nun askeri yapıya dönüşmesini sağladı.

1951’de SHAPE karargâhı kuruldu, Eisenhower komutan olarak atandı ve ABD’nin Avrupa’daki varlığı kalıcılaştı.

Başlangıçta gönülsüz olan Washington, sonunda çağrıldığı Avrupa’da, düzen kurucu bir role yerleşti.


Güvenlikten sisteme: NATO’nun genişlemesi, ABD’nin ekonomik düzeni ve yeni meydan okumalar

NATO, II. Dünya Savaşı’nın ardından yalnızca Sovyet tehdidine karşı oluşturulmuş bir güvenlik ittifakı olmanın ötesindeydi.

Aynı zamanda Avrupa’nın siyasi bütünleşmesini teşvik etmeyi, milliyetçi militarizmin yeniden filizlenmesini Kuzey Amerika’nın askerî varlığıyla engellemeyi hedefliyordu

. Bu üç amacın da büyük ölçüde gerçekleştiği söylenebilir.

Zamanla NATO, sadece bir savunma paktı olarak kalmadı; Amerikan liderliğinde şekillenen liberal kapitalist düzenin kurumsallaşmış uzantısına dönüştü.

Askeri caydırıcılığın yanı sıra, serbest ticareti, piyasa ekonomisini ve demokratik normları da taşıyan bir çerçeve işlevi gördü.

1952’de Türkiye ve Yunanistan’ın, 1955’te ise Batı Almanya’nın üyeliğiyle birlikte NATO’nun etki alanı genişledi. Sovyetler Birliği, bu gelişmelere karşılık olarak Varşova Paktı’nı kurdu.

ABD’nin Avrupa’daki askerî varlığı bu dönemde kalıcılaştı.

Soğuk Savaş’ın zirve yıllarında kıtadaki Amerikan askeri mevcudu 300 bine yaklaştı; Almanya ve İtalya bu konuşlanmanın merkez üsleri hâline geldi.

Güvenlik mimarisiyle eşzamanlı olarak, bir ekonomik sistem de inşa edildi.

Marshall Planı, yalnızca savaşın fiziksel tahribatını gidermeyi değil, Amerikan mallarının ve sermayesinin güvenle dolaşabileceği bir pazar yaratmayı amaçlıyordu.

Bretton Woods sistemiyle birlikte dolar merkezli, ABD güdümündeki bir küresel finans mimarisi oluştu; bu yapı, dünya ticaretinin kurallarını ve sermaye akışlarını Washington’un kontrol edebileceği biçimde şekillendirdi.

IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlar aracılığıyla Amerikan ekonomi politikaları, uluslararası norm haline geldi.

Bu bütüncül çerçevede NATO, sadece Batı’nın askerî kalkanı değil; ekonomik ve siyasi normların da teminatı hâline geldi. ABD ise kurduğu küresel komutanlık yapısıyla bu sistemi daha da derinleştirdi.

1947’de kurulan Hint-Pasifik Komutanlığı, 1952’de Avrupa Komutanlığı, ardından görev alanı Körfez bölgesi olan Merkez Komutanlığı, Güney Amerika ve Kuzey Amerika Komutanlıkları ve son olarak Afrika Komutanlığı sayesinde, dünya çapında çok katmanlı ve coğrafi olarak bütünleşmiş bir askerî ağ kuruldu.

2024 itibarıyla ABD, 80’i aşkın ülkede yaklaşık 750 askerî üs işletmektedir.

Bu küresel altyapı yalnızca olası tehditleri caydırmakla kalmıyor; Amerikan çıkarlarını dünya genelinde koruyacak biçimde yapılandırılmış durumda.

Avrupa’daki Amerikan askeri personel sayısı günümüzde hâlâ 100 binin üzerindedir.

NATO ise yalnızca üyelik bakımından değil, işlevsel kapsam açısından da büyük ölçüde genişlemiştir.

Bugün 32 üyeye sahip ittifak, Barış İçin Ortaklık, Akdeniz Diyaloğu, İstanbul İş Birliği Girişimi ve Asya-Pasifik ortaklıkları aracılığıyla yaklaşık 70 ülkeyle kurumsal düzeyde ilişki yürütmektedir.

Enerji güvenliği, siber tehditler, hibrit savaşlar ve kriz yönetimi gibi alanlarda NATO, sadece bir askerî yapı olmaktan çıkmış; siyasi ve stratejik normlar belirleyen küresel bir platforma dönüşmüştür.

Bu yapının mali yükünü büyük ölçüde ABD taşımaktadır.

2024 yılı itibarıyla 886 milyar dolarlık savunma bütçesiyle dünyadaki toplam askerî harcamaların yüzde 39’unu gerçekleştiren ABD, NATO içindeki toplam harcamaların da yüzde 70’inden fazlasını üstlenmektedir.

Çin ve Rusya’nın bütçeleriyle karşılaştırıldığında, Amerikan askerî gücü hâlâ benzersiz bir ölçek ve coğrafi kapsama sahiptir.


Yeni soru: Amerika yeniden çağrılacak mı, yoksa geri mi çekilecek?

Bugün, ABD’nin inşa ettiği küresel güvenlik mimarisi hem içeriden hem de dışarıdan ciddi baskılarla karşı karşıya.

Bu baskıların merkezinde ise Çin’in yükselişi bulunuyor.

Çin, ABD’nin kurduğu sistemin kurallarını ve kurumlarını benimseyerek, bu düzeni içeriden dönüştürmeyi hedefleyen bir strateji izliyor.

Kuşak ve Yol Girişimi, Asya Altyapı Yatırım Bankası, yapay zekâ yatırımları ve dijital platformlar üzerinden ekonomik etki alanını genişletirken; BRICS, Şanghay İş birliği Örgütü ve G77 gibi yapılarla Batı’nın normatif üstünlüğünü sorguluyor.

Bu strateji doğrudan bir çatışma üzerinden değil, sistemin açıklarından faydalanarak içeriden dönüşüm yaratmayı amaçlıyor.

Çin, kurulu düzene meydan okumaktan çok, o düzenin sunduğu imkânları kullanarak ekonomik, teknolojik ve normatif bir merkez haline geliyor.

Bunu askeri yollara başvurmadan; kredi mekanizmaları, altyapı yatırımları ve dijital bağlantılarla gerçekleştiriyor.

Bu yaklaşım, son yıllarda ABD’de giderek daha sık dile getirilen şu soruyu beraberinde getiriyor:

Eğer bu sistem bizim kurduğumuz hâlde artık başkalarını güçlendiriyorsa, neden yükünü biz taşımaya devam ediyoruz?


Bu noktada belirleyici olan, Çin’in yükseliş biçimidir. Dışarıdan değil içeriden yükseliyor; sistemin çerçevesini yıkmak yerine, o çerçevede güç devşiriyor.

Bu da Amerika’nın kurduğu düzenin artık sadece müttefikleri değil, rakipleri de beslediği yönünde bir algı yaratıyor.

Kamuoyunda ve kimi stratejik çevrelerde “stratejik adaletsizlik” duygusu oluşuyor.

Sorulan temel soru şu:

Bizim sağladığımız güvenlik şemsiyesi altında başka ülkeler ekonomik güç kazanıyorsa, bu şemsiyeyi neden taşımayı sürdürelim?


Bu sorgulama, Donald Trump gibi liderler aracılığıyla popülist bir ifade bulsa da aslında daha geniş bir yapısal yorgunluğun işareti.

Bugün “Neden biz koruyalım?” sorusu, sadece maliyet kaygısından kaynaklanmıyor; sistemin adaletine ve sürdürülebilirliğine dair derin bir meşruiyet sorgulamasını da içeriyor.

Üstelik ABD’nin küresel güvenlik düzeni yalnızca askerî konuşlanma üzerinden işlemiyor.

Bu yapı; dolar merkezli finans sistemi, dijital altyapılar, kültürel kodlar ve teknoloji standartlarıyla çok katmanlı bir egemenlik çerçevesi sunuyor.

Üretimden medyaya, ödeme sistemlerinden yazılım altyapılarına kadar pek çok alan bu sistem tarafından şekillendiriliyor.

Bu nedenle Çin’in yükselişi yalnızca bir rekabet değil; nasıl yaşanacağına dair değerlerin de yeniden tartışmaya açılması anlamına geliyor.

Bazı analistlere göre Trump’ın izolasyon söylemi yalnızca bireysel bir politika tercihi değil; Batı sisteminin tarihsel yorgunluğuna verilen bir içsel tepkidir.

Öte yandan Avrupa’da NATO’ya olan güvenin aşındığını gösteren kamuoyu anketleri, başka bir kırılganlığa işaret ediyor.

Almanya, Fransa ve İtalya gibi ülkelerde artık daha açık biçimde şu soru soruluyor:

ABD olmadan ortak savunma mümkün mü?


Ve bu da bizi yazının başındaki temel soruya geri götürüyor:

ABD, gerçekten korumak için mi geldi?

Şimdi aynı sistem onu yeniden çağırsa…

Hâlâ gelir mi, yoksa bu kez kapıyı kapatır mı?

Ziyaret -> Toplam : 146,83 M - Bugn : 118034

ulkucudunya@ulkucudunya.com