Bir Hukuk Abidesi İMAM-I AZAM EBU HANİFE
Muzaffer Taşyürek 01 Ocak 1970
Bazı kavramların günümüzde sıkça kullanılıyor olması, o kavramın insanlığın gündemine yeni girdiği izlenimini verir. Oysa genellikle hiç de böyle böyle değildir. Modern zamanların icadı olduğunu sandığımız nice kavramlar asırlardır insanlığın gündeminde olagelmiştir ve öyle şahsiyetler yaşamıştır ki, o kavram onun şahsında zirveleşmiştir. İşte hukuk da böyle bir kavram. Ve İmam-ı Azam Rh. A., şahsında hukukun zirveleştiği bir şahsiyet. İslâm fıkhının bu güzide alimini bir de bu yönüyle tanımaya ne dersiniz?
Adı Numan b. Sabit. Künyesi Ebu Hanife. Lakabı İmam-ı Azam. Kûfe’de 699 senesinde doğmuş. Doğduğu dönem İslâm tarihinin hicranlı sayfalarından. Bir türlü dinmek bilmeyen siyasi ve sosyal çalkantılar yaşanıyor.
Numan b. Sabit, Kur’an ilimleri, hadis, nahiv, edebiyat, şiir, kelâm gibi ilimlerde tahsilini tamamladığında henüz çocuk yaştadır. Ömrünün elliiki yılı Emeviler, onsekiz yılı da Abbasiler zamanına denk geliyor. Ömer b. Abdülaziz’in kutlu devrini görmüş. Nihayet Abbasi halifesi Ebu Cafer Mansur zamanında çeşitli acılar ve işkenceler altında 767 senesinde şehit olmuştur.
Bid’atlar Karşısında Bir Kale
İmam-ı Azam Ebu Hanife Rh. A., sadece akaid ve fıkıhta değil; aynı zamanda devrindeki siyasî çekişme ve baskılara karşı tavrıyla da öne çıkmış bir imamdır. Zulme boyun eğmeyecek derecede yüksek bir şahsiyeti vardı. Zamanında meydana gelen siyasi çekişmeler ve çalkantılar karşısında, ilminin ve kemâlatının gereği yiğitçe tavırlar sergilemiş, fikirlerini ve düşüncelerini muarızlarına karşı çekinmeden savunmuştur.
İmam-ı Azam Rh.A.’in zühdü, takvası ve ilmî otoritesi yanında, insanları etkileyen bir başka yönü de mantık ve kıyastaki gücüydü. Süratli anlama ve analiz etme kabiliyeti ile çözülmez sanılan meselelere çözümler getiren İmam, döneminin alimlerine parmak ısırtıyordu. Kelâm ilminin zirveye ulaştığı Basra’ya en az yirmi defa gidip-gelerek oradaki Mutezile, Haricî ve diğer bid’at ehli gruplara karşı Sünnet-i Muhammedî yolunu savunmuş, akıllara takılan suallere cevaplar vermiş, müminleri şaşırtan akımlara karşı mücadele etmişti.
Devrin büyük alimi Hammad Rh.A.’in ders halkasına katılarak İslâm Hukuku’nda derinleşen İmam, bu hocasından yaklaşık yirmi yıl ders alır. Kırk yaşlarında zorlu bir eğitim devresi geçirmiş olarak hocasının vefatıyla boşalan kürsüsünün vârisi olmuştur. Yaklaşık otuz yıl boyunca bu kürsüden verdiği derslerle, sonraları kendi adına izafeten “Hanefîlik” adı verilecek olan fıkıh ekolünün temellerini oluşturmuş, sekizyüz öğrenci yetiştirmiş, binlerce hukukî sorunu çözmüştür. Bu süre içinde devlet makamlarından uzak durmayı hayat tarzı haline getiren İmam, resmi makamların dini şekillendirme ve egemenliklerine araç olarak kullanmalarına fırsat vermemiştir.
Alan Değil, Veren El
Hayatını, kimsenin minneti altında kalmadan, ticaretle uğraşarak, alnının akı ve elinin emeği ile kazanan Ebu Hanife, bu tavrı ile “alan el” olmaktan ziyade “veren el” durumuna gelmiş, yüzlerce öğrencisine madden yardımcı olarak ilmin izzetini korumuştur. Bu maddî varlığı sayesinde, alimlerin ilmini yönetimlerine ve iktidarlarına araç ve destek olarak kullanmak isteyen devrin iktidar sahiplerinin maaş ve yardımlarına ihtiyaç duymamıştır. Böylece idarecilerin alimleri adeta satın alıp, yönetimlerinin birer memuru haline getirerek hakikatleri çarpıtmalarına, nefsanî uygulama ve zulümlerine kılıflar aramalarına asla araç olmamıştır. O’nun bu tavrı sadece kişisel bir tercih de değildir. Mesela, birçok konuda kendisinden farklı görüşlere sahip ünlü muhaddis İbrahim b. Uyeyne’yi borcunu ödeyerek hapisten kurtarmıştır. Bu olay şöyle gelişmiştir: İbrahim b. Uyeyne, dörtbin dirhem borcunu ödeyemediği için hapse mahkum olunca, arkadaşları Uyeyne’yi kurtarmak için aralarında para toplamaya başlarlar. Yardım etmesi için Ebu Hanife’ye geldiklerinde, İmam toplanan paraların sahiplerine iade edilmesini isteyerek bütün borcu kendisi öder.
Zulme Karşı Haklının Yanında
Emevi halifelerinin ve atadıkları valilerin keyfi tutum ve uygulamalarını onaylamayan bu büyük insan, Hz. Hüseyin’in Kerbela’da kurtulan tek oğlu İmam Zeyd’in halife Hişam b. Abdülmelik’in tahrik ve küfürlerine karşı ayaklanması sırasında, “Eğer insanların, Hz. Hüseyin’i terk etikleri gibi onu da yarı yolda bırakmayacaklarını bilsem ona katılırdım. Çünkü hak imam odur!” diyerek tavrını oradan yana koymuş ve İmam Zeyd’e onbin dirhem maddî yardımda bulunmuştu.
Gerçekten de İmam Zeyd, babası Hz. Hüseyin gibi Kûfe’liler tarafından yalnız bırakılarak ihanete uğradı. Ebu Hanife Hazretleri bu tavrıyla güvenilmeyecek insanlarla yola çıkılamayacağını gösterdiği gibi, Ümeyyeoğulları’nın saltanatına da açık bir tavır koymuştu.
Emeviler’in son Irak Valisi Ömer İbn-i Hübeyre bu ünlü hukukçuya şu teklifte bulundu.
“Hakimler Meclisinin başına geç. İmza koymadığın hiçbir kanun yürürlüğe konmayacak, sen izin vermeden devlet hazinesinden kuruş çıkmayacak!” Bu, büyük ve itibarlı bir görevdi. Ama İmam bu teklifi hiç tereddüt etmeden reddetti. Vali tarafından zindana atılarak kırbaçlanmaya başlandı. Ulemadan bazı kişiler devreye girerek “Kendine yazık etme, biz nasıl istemeyerek, kerhen kabul ettiysek, sen de öyle yap.” dedilerse de onun verdiği cevap şu oldu;
“Eğer vali benden Vasıt Mescidi’nin kapılarını saymak gibi sıradan bir iş istesin, yine kabul etmem. O bir insanın katline hükmedecek, ben mühür basacağım ha? Allah’a yemin ederim ki bu mümkün değil! Bu dünyada kırbaç yemek ahirette ceza görmekten daha iyidir. Valinin beni öldürmeğe gücü yeter fakat tekliflerini kabul ettirmeğe asla!”
İmamı elde edemeyeceğini gören vali tepkilerden çekinerek onu serbest bıraktı, İmam da Kûfe’yi terk ederek Mekke’ye hicret etti.
“Hakk’a Tabi İseniz Sizinleyim.”
İmam-ı Azam, çoğu insanı cezb edecek dünyevî makam ve zenginlikleri işkencelere rağmen neden reddetmişti? İsteseydi emrine verilen imkanları “dava”sı için kullanamaz mıydı? O biliyordu ki, zalim idarecilerin tekliflerini kabul ettiği an, fiili olarak haksızlıklara ortak kılınacak, zalim idare meşrulaşacak, muhalefet parçalanacak, diğer alimler de o örnek gösterilerek susturulacaktı. Böylece sistemin kokuşmuş, çökmeye yüz tutmuş kurumları bu dürüst insanın ismiyle yeniden meşrulaştırılmaya çalışılacak, iktidarın ömrü uzayacaktı. Bu şöhreti dünyayı tutmuş insan, şöhretinden faydanılmasına izin vermedi ve hicreti tercih etti. Onun hicretinden bir süre sonra da Emevi saltanatı tarih oldu.
Hilafetin tekrar Peyegamber soyuna Abbasilerin eline geçmesi onu son derece sevindirdi. Bu konuda şunları söyledi,
“Bu iş (hilafet) Peygamberimiz’in yakınlarına geçerek hak yerini buldu. Bu Allah’ın lutfu ve keremidir. Ey alimler; bunlara yardım etmeye en layık olan sizsiniz! Size istediğiniz kadar ikram ve ihsan var. Halifenize biat ediniz. Biat ahirette sizin için emniyete kavuşmaya vesiledir. Allah’ın huzuruna biatsız çıkarak hüccetsiz ve delilsiz kalmayınız.”
Yeni seçilen Halifeyi ziyarete gittiğinde söylediği sözler onun takip edeceği siyasetin ipuçlarını veriyordu.
“Allah’a hamdolsun ki, hakkı Nebi’nin yakınlarına verdi ve üzerimizdeki alçaltıcı zulmü kaldırdı. Ve yine hamdolsun ki dilimize hakkı söyletti. Allah’ın emri üzere sana biat ettik. İşine vefa gösterirsen kıyamete kadar ahdimizde vefâkarız.” Görüldüğü gibi sözlerine çekinge koyuyordu. Demek istiyordu ki “Sizi Rasulullah’ın yakını sayıyor onun için biat ediyoruz. İşlerini Allah’ın emri üzerine adaletle yaparsan ahdimize ve biatimize sadıkız, aksi halde zulmüne ortak olmayız.”
Korktuğu kısa zamanda başına geldi. Saltanat sahipleri Emeviler’e karşı zulme girişerek geçmişin intikamını alma sevdasına düştüler. Kendilerini durdurmaya çalışan ulemayı da öldürmeye başladılar. Abbasiler’in bu hareketi karşısında İmam Muhammed ve kardeşi İmam İbrahim ayaklandılar. Bu ayaklanmayı devrin meşhur alimleri desteklediler. Bu alimlerin arasında İmam-ı Azam ve öğrencileri de bulunuyordu. İmam-ı Azam zulme karşı direnen bu insanları maddi ve manevi açıdan desteklediği gibi, hilafet orduları başkomutanı Hasan b. Kahtaba’yı İmam İbrahim’in üzerine gitmekten caydırmıştı. Bu durum Abbasi Halifesi Mansur’un dikkatinin İmam üzerinde yoğunlaşmasına sebep oldu. Halife doğrudan İmamı hedef almanın riskli olduğunu bildiği için onu kazanmayı ve yanına çekmeyi denedi. Sık sık hediyeler gönderdi. İmam-ı Azam bu hediyelerin amacını sezdiği için bunları münasip bir üslupla reddediyordu. Halife, hediyelerinin niçin kabul edilmediğini sorduğunda şu cevabı almıştı:
“Şahsi malınızdan bana hediye gelmedi ki onu kabul edeyim. Siz bana milletin hazinesinden aldığınızı yolladınız. Oysa milletin malında benim hakkım yok. Ben silah altında asker değilim. Fakir de değilim ki, hazine ödeneğinden yararlanayım. Yolladığınız şeyleri bundan dolayı alamazdım.”
“Allah’ın Şartı Uyulmaya Daha Layıktır.”
Yapılan başhakimlik teklifini de geri çeviren İmam, son olarak Musul halkının isyanını bahane ederek isyancıların katli için fetva isteyen halifeye, tarihe geçen cevabını verince, onu şaşkına ve çılgına çevirmiş oldu. Bu konuşma şöyledir:
Halife:
“- Allah Rasulü, ‘müminler verdikleri söze sadıktırlar.’ demiyor mu? Musul halkı bana karşı gelmeyecekleri konusunda söz verdikleri halde şimdi ayaklandılar. Üstelik vergi memuruma karşı koydular. Onların kanı helaldir!”
İmam-ı Azam:
“- Onlar sana, kendilerine bile helal olmayan bir şeyi, yani kanlarını şart koşmuşlar. Halbuki İslâm bu hakkı ne size, ne de onlara tanır. Mesela bir kadın kendi rızasıyla bir erkeğe kendini teslim etse, o kadının namusu o erkeğe helal olur mu? Yine bunun gibi bir adam, birisine ‘gel beni öldür’ dese ve diğeri onu katletse acaba bu caiz olur mu? Bunu yaparsa diyet gerekir. Müslümanın kanı üç şekilde helal olur: Cana karşı can, imandan sonra küfür, evlendikten sonra zina. Bunların hiçbiri bu işte olmadğına göre, Musul halkını bırak. Onların kanını dökersen zulmetmiş olursun. Allah’ın şartı, uyulmaya kullarınkinden daha layıktır.”
İmam-ı Azam, düşünce ve yaşayışı ile zalim idarecilerin tepkisini çekmesine rağmen, imanının verdiği sorumluluğu yerine getirmekten bir adım geri durmadı. İdare, onu ortadan kaldırılması gereken bir unsur olarak görüyordu. En sinsi entrikalarla İmam’ın üzerine gitmeye devam etti. Bu konuda kendine tabi olmuş ulemayı kullanmaktan geri durmadı. Devrin Kadısı ve iktidara yakın diğer ulemanın kıskançlıkları bazı bürokratların ihtirasları ile birleşince, İmam’a karşı entrika cephesi büyüdü. Sonuçta Halife Mansur, kabul etmeyeceği tekliflerle onu sıkıştırmaya başladı. Yapılan bütün cazip teklifleri reddedince, İmam zindana kapatılarak kırbaçlanmaya başlandı. Kırbaç altında iken şöyle diyordu:
“Allah’ım beni kudretinle onların zulmünden ve fıskından uzak kıl!”
On kırbaçla başlayan ceza katlanarak yüzona geldiğinde, o büyük insan acılar içerisinde ruhunu teslim ederek şehid oldu. Vasiyeti şöyleydi:
“Beni gasp edilmemiş bir toprak parçasına gömün!”
Bu sözleriyle vefatından sonra bile ders veriyordu.
Zalimlerin zulmüne seyirci kalmadan, ilmi ticarete dönüştürmeden, hakkı eğip bükmeden, bir köşeye çekilip kitaplarının içinde boğulmadan, zalimlerin aracı olmadan şerefli bir ömür sürdü. Fıkıhta ve siyasette örnek ve önder bir insan vasfına sahip olarak Hakk’a yürüdü.
Allah O’na rahmet eylesin ve bizi şefaatine mazhar kılsın.