« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

20 May

2010

MEMDUH ŞEVKET ESENDAL’IN HİKÂYE VE ROMANLARINDA

01 Ocak 1970

(Bu makale Bizim Külliye dergisinde (S. 43, Mart-Nis-May 2010, s.40-46) yayımlanmıştır.)

İnsanı diğer canlı varlıklardan ayıran en önemli farklılıklardan biri, atalarından devraldığı mirası geliştirip devam ettirmek suretiyle bir “kültür” ve “medeniyet” yaratabilmesidir. Hayatın her alanında görebileceğimiz bu yeteneğin en somut görünümlerinden biri, insanın mekâna bağlı hayatında karşımıza çıkar. Doğal mağaralarda başlayan insanın mekâna bağlı hayatı, dünden bugüne uzanan süreçte çadır, kulübe, ev, konak, yalı, köşk, saray, apartman, gökdelen, gecekondu, pansiyon adı altında pek çok farklı mesken tipi; sokak, mahalle, cadde; köy, kasaba, şehir/kent adı altında da pek çok farklı yerleşim biriminde değişerek gelişmiştir. Mesken tipleri ve yerleşim birimlerinin, genel çerçevede belli bir evrensellik gösterse de, yakından bakıldığında belirgin biçimde millî ve yer yer de mahallî bir kimliğe sahip olduğu görülür. Zira insanın bu bağlamda var ettiği her türlü somut değer, doğrudan doğruya
kültürün temel unsurları arasında yer alır.
Türk milleti tarihi boyunca, içinde yaşadığı coğrafya, sahip olduğu dünya görüşü ve hayat tarzına paralel bir şekilde mesken tipleri ve yerleşim birimlerine sahip olmuştur. Dolayısıyla sahip olunan mesken tipleri ve yerleşim birimlerinden onun içinde yaşadığı coğrafya şartlarını, sahip olduğu hayat tarzını ve dünya görüşünü tespit etmek mümkündür. Çünkü “insan-zihniyet-mekân” arasında sıkı bir ilişki mevcuttur.

Bu gerçekliğin somut yansımalarından biri, Osmanlı-Türk toplumunun Batı kültür ve
medeniyetine yönelmesinden sonraki dönemde mesken tiplerindeki; bir başka ifadeyle “ev”indeki değişmede karşımıza çıkar. Tanzimat yıllarından günümüze kadarki -yaklaşık- yüz elli yıllık dönemde Türk insanının içinde yaşadığı “ev”indeki değişme, yine aynı dönemde yaşanan sosyal, ekonomik, siyasî ve kültürel değişmelerin; bir başka söyleyişle Batılılaşmanın doğal sonuçlarından birisidir.

Söz konusu değişimin araştırılıp incelenmesi, öncelikle antropoloji, etnoloji, sosyoloji, mimarlık tarihi gibi disiplinlerin işidir. Bizim buradaki konumuz, edebiyat ve özellikle hikâye ve roman türlerinden hareketle Tanzimat sonrası dönemde yaşanan sosyal/toplumsal değişmenin “ev”e yansımalarını ortaya koymaktır. Hemen belirtelim ki Türk edebiyatı bu konuda zengin bir birikime sahiptir.1 Ancak yazımızı “makale” ile sınırlamış olmamız, konuyu sadece Memduh Şevket Esendal’ın hikâye ve romanları ile sınırlı tutmamızı zarurî kılmıştır.
***
Kırk yılı aşan sanat hayatında üç yüze yakın hikâye ve üç roman kaleme alan Memduh Şevket
Esendal (1884-1952), bu eserlerinde önemli ölçüde Türk toplumunun XIX. yüzyılın başlarından XX. yüzyılın ortalarına kadarki yıllarda yaşadığı "geçiş dönemi" sancıları ile yeniden yapılanma gayretlerini ele almıştır. Bu bağlamda yazar, toplumumuzun sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik ve sosyo-politik hayatına ait değerler manzumesindeki bozulma, çözülme, yozlaşma veya değişme olgusunu; bunun fert, aile ve toplum hayatına yansıyan sonuçlarını tespit, tasvir ve tahlil etmeye çalışırken belirgin biçimde “aile kurumu”nu "odak merkez" olarak seçmiştir.

Esendal’ın pek çok hikâyesi (Tirâzîde Sadullah Efendi Sokağı, Büyük Hızır Bey Konağı, Gençlik, Komiser, Bir Kucak Çiçek, Bu Sıska Karı, Muzaffer, Berrin’in Evliliği, Adnan’ın Karısı, Hatice, Arife, Bayan Nazmiye, Murat Ali, Kayışı Çeken vb.) ile Miras, Ayaşlı ile Kiracıları ve Vassaf Bey romanlarında aileyi alâkadar eden ilk ve en önemli husus, kurumdaki “yapı” değişikliğidir. Bu değişim, ailenin hem iç hem de dış yapısıyla alâkalıdır. Yani aile, kemiyet/nicelik ve keyfiyet/nitelik itibariyle değişirken aynı ölçüde, içinde yaşadığı mekân bakımından da değişmektedir. Bu sebepledir ki, Türk

1 Bu konuda bkz: Handan İnci Elçi, Roman ve Mekân Türk Romanında Ev, Arma Yay., İstanbul, 2003; Hilmi Yavuz,
“Apartman: Kentleşme ve İnsan”, Roman Kavramı ve Türk Romanı, Bilgi Yay., İst., 1977, s.100-105; Selim İleri, “Yakup
Kadri’de Konak”, Türk Dili, S.281, Şubat 1975, s.111-118.

toplumu çok kısa bir zaman içinde hem "büyük aile"den "çekirdek aile"ye hem de "konak"tan
"apartman"a geçişi bir arada yaşanmıştır. Özellikle Miras ve Ayaşlı ile Kiracıları romanlarında bu süreci bütün açıklığıyla görebiliriz.

Esendal’ın eserlerinde gerçek manadaki "büyük aile"yle Miras romanı ile Tirâzîde Sadullah
Efendi Sokağı ve Büyük Hızır Bey Konağı isimli hikâyelerde karşılaşırız.
Tirâzîde Sadullah Efendi Sokağı’nın büyük ailesi Tirazîzâdeler’dir. Nimet Molla ailesi, Nimet
Molla’nın üç ayrı evliliği ve bir hizmetçisinden olan toplam altı evlâdı; bunların evlenmeleriyle konağa gelen gelin ve damatlar; geçen zaman içinde dünyaya gelen torunlar; halayıklar, cariyeler, beslemeler, uşaklar, vekilharçlarla bir hayli kalabalıktır. Ancak bu büyük aile, değişen ekonomik, siyasî ve kültürel şartlar; zamanla içine düştükleri ekonomik sıkıntılar ve ahlâkî yozlaşma yüzünden dağılmanın eşiğindedir. Oğullar ve damatlar, ayyaş, hırsız, yalancı, hazır yiyici; kızlar ve gelinler süse ve asalete düşkün, ama cahil ve tembeldirler. Bu sebeple hepsi, her gün biraz daha tükenen Nimet Molla’nın parasına muhtaçtırlar. Ailede ekonomik çöküntü ile ahlâkî çöküntü at başı gitmektedir. Bunun doğal sonucu olarak konağın ahengi, birlik ve bütünlüğü bozulmuştur.

“Konakta herkes ayrı apartmanda oturur gibidir. Ortada müşterek yalnız selamlıkta çıkan
yemektir.” / “Haremde herkes kendi evinde gibidir. Herkesin yemekleri ayrı pişer, çamaşırları ayrı yıkanır. Yalnız selamlıkta umumî bir sofra kurulur ve bu sofrada ekseriye evde bulunan erkeklerin hepsi toplanır, hatta Efendi’nin kendisi de gelirdi. Fakat, dünyanın hiçbir yerinde lokmalar bu kadar sayılı ve kapışmak bu kadar harisane değildir.” (GKK, Tirâzîde Sadullah Efendi Sokağı, s. 201/203)2

Büyük Hızır Bey Konağı’nda da benzer bir durumla karşılaşırız. XIX. asrın sonlarında, “zamanın, paranın, memleketin değişen hesaplarının, artan ihtiyaçlarının çıkardığı sebeplerle” Kara Hızır Bey’e dayanan büyük aile fertleri birbirleriyle anlaşamaz; bir arada yaşayamaz hâle gelmişlerdir.

“Kardeşler birbirine darıldı. Babalar analar, dayılar amcalar ki hepsi şu büyük konakta mesken tutmuş asırlık, büyük bir ailenin dalı budağı idiler. Yavaş yavaş zamanın, paranın, memleketin değişen hesaplarının, artan ihtiyaçlarının çıkardığı sebeplerle birbirine darılarak, ayrılmağa, buradan alınabilecek bir şey, bir parça ekmek varsa onu aldıktan sonra çekilmeğe başladılar. Ölümler de araya giriyor ve büyük davalar bırakıyor, aileyi birbirine bağlayan son ipleri, son sevişleri, menfaatleri çürütüyordu.

Böylece, evvela büyük dairelerde boş odalar peydah olmağa başladı. Sesler azaldı, sonra yalnız bir büyük baca tüten bu yerde ayrı ayrı küçük iki üç ocak yanmaya, iki üç sofra kurulmağa başladı.

Geniş sofalar, büyük setli eski zaman odaları tenhalaştı.” (GM, Büyük Hızır Bey Konağı, s.90)

Bir aile romanı durumundaki Miras'ta ise büyük aile, hatıralara bağlı ve art zamanlı olarak söz
konusu edilir. Bu, Silahtar Ali Paşa ailesidir. Silahtar Ali Paşa ailesi de, XIX. yüzyılın ikinci yarısında, büyük ananın ölümü üzerine önce iç bütünlüğünü, bir çatı altında yaşamanın ahengini kaybetmiş, çok geçmeden de parçalanıp dağılmıştır. Nitekim Silahtar Ali Paşa ailesinin parçaları durumundaki Şefik ve Canip Bey aileleri, anne-baba, çocuk/çocuklar ve tek bir hizmetçiden teşekkül eden birer çekirdek ailelerdir artık.

Vak’a zamanları 1930 ile 1940’lı yıllarını kapsayan Ayaşlı ile Kiracıları ve Vassaf Bey romanları ile pek çok hikâyede (Sıdıka, İhtiyarlık, Komiser, Bir Kucak Çiçek, Bu Yollar Uzar, Bu Sıska Karı, Berrin’in Evliliği, Kerim Bey vb. ) ise tamamıyla çekirdek aile esastır. Çoğu ailede hizmetçi olmadığı gibi, çocuk sayısında da düşüş vardır.

Aile müessesindeki değişme olgusu, yukarıda vurgulamaya çalışıldığı gibi, sadece bir kemiyet
meselesinden ibaret değildir. Bundan çok daha önemli ve o ölçüde de tehlikeli bir başka olgu daha yaşanmaktadır ailede. Bu, keyfiyetteki; yani kurumun varlık ve bekâsını sağlayan kıymet
2 Yazıdaki alıntılar, adı geçen eserlerin şu baskılarından yapılmıştır.

Otlakçı (O), Bilgi Yayınevi, Ank., l983, 3. baskı.
“Hacı Dedemin Evi”, İhtiyar Çilingir (İÇ), Bilgi Yayınevi, Ank., l984.
“Büyük Hızır Bey Konağı”, “Yurda Dönüş”, “Çamlıcada’ki Konak”, Gödeli Mehmet (GM), Bilgi Yayınevi, Ank., l988.
“Tirâzîde Sadullah Efendi Sokağı”, Gönül Kaçanı Kovalar (GKK), Bilgi Yayınevi, Ank., 1993.
Ayaşlı ile Kiracıları, Bilgi Yayınevi, Ank., l983, 3. baskı.
Vassaf Bey, Bilgi Yayınevi, Ank., l983.
Miras, Bilgi Yayınevi, Ank. l988.

hükümlerindeki bozulma, çözülme, yozlaşma olgusudur. Zaten yapı itibariyle küçülmenin arkasındaki asıl sebeplerin başında bu husus gelir. Onun içindir ki, yapıdaki değişme çekirdek ailede durmaz. Bir adım sonra çekirdek aile de iç bütünlüğünü kaybetme ve sadece sembolik bir kurum olmanın eşiğine gelir. Çünkü -öncelikle- fedâkârlık, sadakât, namus, aile sorumluluğu ile bunların teşekkülünde önemli rol oynayan ahlakî ve dinî değerler çok büyük ölçüde erozyona uğramıştır. Bunlara kendini ispatlama arzusu, "ben" duygusunun körüklediği egoizm ve birtakım moda cereyanların tesiri de eklenince, karıkocanın bile çarpık bir "ferdîleşme" çukuruna düşmeleri kaçınılmaz bir sonuç olmuştur. Miras'ta başlayan bu süreç, Ayaşlı ile Kiracıları'nda en uç noktaya ulaşmıştır.

Ayaşlı ile Kiracıları romanındaki Haki-Turan, Abdülkerim-İffet, Fuat-Faika çiftlerinden oluşan ailelerdeki çözülme; dolayısıyla eşlerin ferdîleşmesi çok daha ileri seviyededir. Resmî veya dinî nikâhın maddî ve manevî bağlayıcılığından söz etmek son derece zordur artık. Metres hayatı, yasak ilişki, neredeyse tabiî addedilir olmuştur. Toplumda karısını başka erkeklere peşkeş çekebilecek veya yasak ilişkisine göz yumabilecek "karnı geniş" koca tipi ile gözüne kestirdiği her erkekle ilişkiye girebilen, sabahtan akşama kumar masasında oturmaktan bir tek çocuğuna bile bakamayan, sonradan görme, moda düşkünü kadın tipi yan yanadır.

İki Kadın, Bayan Nermin, Bir Kadının Mektubu, Bir Aile Hayatı Üzerine Etüt, Kızımız, Artist
Olacak Kız, Mumuşcuğum, Saide, İntikam gibi birçok hikâyede de, değişik sebepler yüzünden aile kurumundaki yozlaşma ve bunun sebep olduğu sıkıntı ve yıkımlar öne çıkmaktadır.

Kısacası; Türk toplumu XIX. yüzyılın ikinci yarısı, -özellikle- XX. yüzyılın başından itibaren aile kurumunda büyük bir değişim süreci yaşamış ve yaşamaktadır. İlk bakışta sadece kemiyete yönelik olduğu intibaı uyandıran bu değişim süreci, çekirdek aileyi de tehdit eder hâle geldiğinde sırf kemiyet meselesi olmadığı gerçeği daha iyi anlaşılır. Aile kurumumuz, aslında keyfiyet itibariyle de değişmektedir. Kurumu ayakta tutan değerler manzumesindeki bozulma, çözülme ve yozlaşma olgusu, ilk aşamada büyük aileyi çekirdek aileye dönüştürmüş, bir adım sonra da onun varlığını tehdit eder hâle gelmiştir.

Esendal, böyle bir muhtevayı türün imkânları dâhilinde işlerken mekân unsurundan faydalanmaya çalışmıştır. Hatta bazı hikâye ve romanlarında muhteva yükünün önemli bir bölümünü mekâna yüklediği söylenebilir. Bunun için onun eserlerinde sosyal yapıdaki değişme sürecini, mekâna bağlı kalarak takip etmek mümkündür. Kimi zaman açık biçimde ifade edilen bu süreç, kimi zaman mekân-insan ilişkisiyle, kimi zaman da metaforik görünümün arkasından sezdirilmeye çalışılır. Söz konusu hikâye ve romanlar dikkatle incelendiğinde, Osmanlı-Türk toplumunun son bir buçuk asır içinde ne ölçüde
değiştiği/yozlaştığı; bunun mekâna bağlı hayatına nasıl yansıdığı açık biçimde görülür. Çünkü hikâye ve romanlarda üzerinde durulan ailelerdeki yapı değişikliğinin bir başka yönünü, kurumun içinde yaşadığı "mekân"daki değişmeler oluşturur. İç yapıdaki kemiyet/nicelik-keyfiyet/nitelik değişmeleri doğrudan doğruya dış yapıya/mekâna da yansımıştır. Bu sebepledir ki, konaktaki büyük aileden apartmandaki çekirdek aileye geçiş süreci bir arada ve iç içe yaşanmıştır.
***
Memduh Şevket Esandal’ın hikâye ve romanlarındaki Osmanlı-Türk toplumu veya ailesinin
Tanzimat dönemi hayatında en eski ve en geniş mesken tipi “konak”tır. Büyük Hızır Bey Konağı, Tirâzîde Sadullah Efendi Sokağı, Çamlıca’daki Konak isimli hikâyelerle Miras romanında, konaklarda yaşayan ailelerle karşılaşırız. Üstelik söz konusu metinlerin mekânları ve önemli ölçüde konuları da konaktır. Bu bağlamda üzerinde durulması geren en önemli hikâye Tirâzîde Sadullah Efendi Sokağı ve Büyük Hızır Bey Konağı’dır.

Birinci hikâyede, Tirazîzâdeler olarak anılan büyük ailenin değişen ekonomik, siyasî ve ahlâkî
şartlar sebebiyle içine düştükleri ekonomik sıkıntı ve ahlâkî yozlaşma yüzünden dağılmaya
sürüklenişleri; buna paralel olarak da çatısı altına sığındıkları konağın çökmeye yüz tutması
anlatılmaktadır.

“Asırlardan beri yaşamış ve bir hayli hayırsever yetiştirmiş olan Tirazîzâdeler ailesinin, Baba
Haydar tarafından, tenha bir mahallede, bir dört yol ağzında, bir ufak karakol, bir küçük çeşme karşısındaki bu eski konağı, denilebilirdi ki, bu Nimet Molla Beyle artık son günlerini yaşıyordu. Belli idi ki, Molla, kalıbı dinlendirdikten biraz sonra, burası da İstanbul’un diğer birtakım büyük konakları gibi yıkılıp arsasında fakir bir mahalle vücuda gelecekti.” (GKK, Tirâzîde Sadullah Efendi Sokağı, s.215)

Bir önceki hikâyenin devamı mahiyetinde olan Büyük Hızır Bey Konağı’nda da, adı geçen
konağın yine değişen şartlar sebebiyle terk edilişi, zamanla harap hâle gelmesi ve mirasçıları tarafından satılması; sonunda da yıkılıp yerine bir mahalle kurulması anlatılmaktadır.

Dolayısıyla metin bir anlamda, Büyük Hızır Bey Konağı’nın hazin hikâyesidir.
“Tenhalaştıkça büyük konağı, ilkin her zaman demir kapısı kapalı duran taş odadan başlayarak cinler, periler sarmağa başladılar. Geceleri kapılar çalmağa, gümbürtüler, çıtırtılar duyulmağa, sesler işitilmeğe başladı.” / “Zaman bu eski konakla yalnız kalınca onu güzelce ezmeğe, sarsmağa başladı.

Pencerelerini kopardı, kiremitlerini düşürdü, saçaklarını kopardı, büyük bahçeyi yabanileştirdi, ona korkunç bir hal verdi.” (GM, Büyük Hızır Bey Konağı, s. 90/91)
Osmanlı-Rus Harbi esnasında bir süre muhacirlere mesken olan konak, onların da ayrılmasıyla büsbütün kaderine terk edilir. En sonunda yıktırılarak yerine otuz altı evlik “Hızır Bey Sokağı” kurulur.

Roman kurgusu ile kaleme alınmış uzun metinlerden biri olan Çamlıca’daki Konak’ta ise
Besime’nin babası İsmail Efendi ve komşuları Hasip Efendinin konağı ile karşılaşırız.
“Langa’da tramvaydan indiler, Hasip Efendinin konağı birkaç adım ötede idi. Besime, dışarıdan ufak ve basık görünen büyük konağın, bir basamak aşağıda kalan, boyası, rengi solmuş kapısı önünde başını kaldırıp pencerelere baktı, kapısının üstünde, tahtadan yapılmış güneş şeklinde bir parmaklık ile kapanmış bir delik görünüyor, onun hizasında arasına derz edilmiş, bir parça sokağa meyletmiş bir taş duvarda iki ufak pencere, sonra, yukarıda yüzü sıvalı duvarında sık sık pencereler, bir harap cumba, daha yukarıda altı gene sıvalı saçak görünüyordu. (…)

Kapıyı açtılar, zemini toprak, tavanı basık geniş bir avluya giriliyordu, karşıda, maltataşlarıyla
döşenmiş geniş bir binektaşı görünüyordu ki, bunun bir tarafını ta tavana kadar yüksek, eski bir kafes örülmüştü. Sol tarafta ikinci bir binektaşı, çift bir merdiven ve avluya küçük bir penceresi olan bir asma oda vardı.” (GM, Çamlıca’daki Konak, s.54-55)

Esendal’ın aile hayatından önemli izler taşıyan Tirâzîde Sadullah Efendi Sokağı ve Büyük Hızır Bey Konağı hikâyelerindeki konu, Miras romanında Silahtar Ali Paşa Konağı olarak karşımıza çıkar.

Pek çok yönüyle bir hayli ortaklıklara sahip bu üç metin, aslında aynı konunun üç farklı yazımı olmalıdır.

Şefik Bey'in hatırlamalarından Miras'taki büyük ailenin (Silahtar Ali Paşa ailesi) konakta (Silahtar Paşa Konağı) yaşamış olduğunu öğreniyoruz. Çocukluğu burada geçen Şefik Bey, yıllar sonra konağı "geniş odaları, uzun koridorları, taş odaları, hamam daireleri" ile hatırlar. Ancak Silahtar Paşa Konağı, büyük ananın ölümü üzerine önce iç bütünlüğünü kaybetmiştir. Çünkü miras kavgaları yüzünden birbirlerine düşen büyük aile fertleri, konağın bölüm ve dairelerini birbirine bağlayan ara kapıları, koridorları kapatmış; dışarıdan yeni kapılar açmışlardır. Çok geçmeden “artık bir çatı altında” yaşayamaz duruma düşünce, konağı birer birer terk etmişlerdir.

“Konak boşaldıkça ne hazin bir hâl alıyordu! Boş ve perdesiz kalan odalarda, örtüsüz kalan
minderlerden keskin bir küf kokusu intişar ediyor, boş dairelerde hüznengiz kış rüzgârları ötüyordu.” (Miras, s.17)

Uzun süre tabiat, yaramaz mahalle çocukları ve kadirbilmez insanların saldırılarına göğüs
germeye çalışan Silahtar Paşa Konağı, Doksanüç Harbi’nde bir süre muhacirlere mekân olur. Onların da ayrılması ile birlikte tamamen kaderine terk edilir.

“Konak artık metruktu; bahçelerini ot basmış, duvarları yıkılmış ve büsbütün cinlerin ve perilerin istilasına uğramış, bütün mahalle halkını korkutan bir yer olmuştu. Mahallenin yaramaz çocukları gündüzleri bahçesine giriyor, meyve ağaçlarını yoluyor, geniş kuyularına taş atıyor, fakat binadan içeri girmeğe cesaret edemiyorlardı.” (Miras, s.19)

Konak sonunda mirasçıları tarafından yıktırılır; enkazı ve arsası satılır; yerine de kırk beş evli
“Silahtar Ali Paşa Mahallesi” kurulur.

Miras romanında, konağın ömrünü tamamlamasından sonra "yalı" ve "köşk" tipi mekânların aile ve sosyal hayatımızda bir parça ön plâna çıktığı gözlenir. Fıtnat Hanım ailesi Çiftecevizler'deki köşkle, Atiye Hanım ailesi ise Kuruçeşme'deki yalıda oturmaktadır. Ancak söz konusu mekân tiplerinin de vak’a zamanında ömrün tamamlamakta olduğu sezilir. Çünkü onlara hayat veren büyük aile, gerek ekonomik, gerekse kemiyet-keyfiyet açısından yaşama gücünü yitirmiş veya hızla yitirmektedir. Atiye Hanım’ın Kuruçeşme’deki yalısı, “beyaz boyaları dökülmüş, haraplaşmış” ve âdeta “metruk” bir mekân intibaı vermektedir. Ethem Efendi’nin yalısı çok daha haraptır.
“Bu yalı, harap ve korkunç bir yerdi. Bir köşesini bir taraftan rüzgârlar, denizler yıkıyor,
çöktürüyor; diğer taraftan Ethem Efendi’nin ailesi söküp yakıyorlar; diğer taraftan da oturuyorlardı.

Yalının yukarı katı hemen kâmilen haraptı. Camları, çerçeveleri kırılmış, sökülmüştü. Bazen selli bir yağmur yağınca dam akıyor ve en alt katta oturanlar, odanın içine leğenler, tencereler dizip öyle barınabiliyorlardı.” (Miras, s.209)

Fıtnat Hanım’ın köşkü, yalılara göre daha “muntazam” ve “mefruş” bir görüntüye sahiptir.
“Burası, Çifteçevizler’de, geniş bir bağ içinde, muntazam, mefruş bir daireydi. Harem, selamlık, aşçıları, uşaklarıyla bu daire Asım’ın hemen ilk defa tanıdığı bir âlemdi. Her yer döşenmişti. Bir tarafta kırılmış bir ayağı iğreti takılmış bir masaya, bozulmuş bir koltuğa tesadüf olunuyordu. (...) Ağır perdeler örtülmüş salonlar, masaları, avizeleriyle sessiz duruyordu. Yerlere yumuşak halılar döşenmişti.” (Miras, s.128)

Ayaşlı ile Kiracıları'nda konak, köşk ve yalılardan hiç söz edilmezken; Vassaf Bey'de ise adı
geçen mekânların yerinde “yeller estiği" söylenir.

“Senin sorduğun o eski yalıların yerlerinde yeller esiyor. Tuğrul’un büyük babasından kalan yalı, daha Tevhit Bey Peşte’deyken yanmış. Arsasının yarısı da satılmış, oraya da yan yana iki yalı yapılmış, bugün onlar da eskimiş. Boyaları dökülmüş, tahtaları kararmış..” (Vassaf Bey, s.204)

Esendal, Türk ailesinin mekâna bağlı hayatındaki değişim veya yozlaşma sürecinin en çarpık
sonucunu, Ayaşlı ile Kiracıları romanında dikkatlere sunar. Toplumumuzun yeni tanımakta olduğu bu mekân, “apartman” kavramında ifadesini bulur. Yeni Türk devletinin başkenti Ankara'nın mesken sembolü "apartman"dır artık. Üstelik her dairesinde bir ailenin oturduğu bir apartman değil; mutfak, banyo ve tuvaletinin müşterek olarak kullanıldığı, dokuz odasının her birinde farklı kültür, meslek, yaş ve cinsiyetteki insan ve ailelerin oturduğu bir apartman dairesi. "Pansiyon" kelimesinden başka bir kavramla ifade edilemeyecek söz konusu mekândaki bu insan ve aileler (toptan 16 kişi) her türlü mahramiyetten uzak, âdeta "komün hayatı" yaşarlar.

“Yeni yapılmış büyük bir apartmanın dokuz odalı bir bölüğünde oturuyoruz. Bu bölüğü Ayaşlı İbrahim Efendi adında biri tutmuş, isteyenlere oda oda kiraya veriyor... Odalar, loşça bir koridorun iki yanına sıralanmış, dizilmiş. Koridorun en sonunda banyo odasıyla mutfak var.” (Ayaşlı ile Kiracıları, s.11)

Centilmen Asilzadeler Pansiyonu isimli hikâyenin ne iş tuttukları, nereli ve kim oldukları
bilinmeyen sözde “asilzâde” yozlaşmış genç kahramanları da pansiyonda yaşarlar Öte yandan
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren yeni başkent Ankara’da konut ile ilgili bir başka sıkıntı, ev yokluğu ve kiraların pahalılığıdır. Bakanlıkların neredeyse bir odada oturduğu günlerde, memurlar hanlarda kalmakta, samanlıktan bozma odalarda yaşamaktadırlar (Ankara’da Kiralık Ev). Bazı ev sahipleri kiracılarından “hava parası” isterler (Hava Parası). Ev ve işyeri kiralaması konusunda aracılarla pazarlık ederler (Kira Pazarlığı). Ev sahipleri kötü kiracıların hoyratlığı; kiracılar da kötü ev sahiplerinin kaprisleri yüzündenden sıkıntı çekerler (Ev Ona Yakıştı).

Hemen belirtelim ki Memduh Şevket Esendal’ın aile için uygun gördüğü ve arzuladığı ideal
mesken tipi "ev"dir. Apartmana olan eleştirisi bir tarafa; onun pek çok hikâyesindeki aileler evde yaşarlar. Daha da önemlisi, bilinçli olarak kurguladığı ideal aile öreklerine hep evi uygun görür. Meselâ Ayaşlı ile Kiracıları’nda Bankacı kahraman ve arkadaşı Dr. Fahri’nin kurdukları mutlu aileler, apartmana değil, eve taşınırlar. Olay örgüsü 1930 sonrası Ankara'sında yaşanan Vassaf Bey'de ise, ailenin apartman çarpıklığından kurtulup tekrar "eve" geçtiği görülür.

Yukarıdaki hikâye ve romanlarda da yer yer sezilebileceği gibi, aslında Esendal, Türk
toplumunun aile kurumunda yaşamakta olduğu değişimden muzdariptir. Bu duyguyu, Hacı Dedemin Evi hikâyesinde, ev ve aile ile ilgili kaybedilen güzellik ve kıymetlerin hüznünü kahramanı Zehra Hayriye’nin dilinden ifade ederken daha iyi anlarız. Çocukluk yıllarını Karadeniz kıyılarındaki bir kasabada, Hacı Dedesinin sevgi, huzur, gönül rahatlığı dolu mütevazı evinde yaşamış olan kahraman, Merzifon ve Samsun’daki tahsilinden sonra zengin bir koca ile evlenmiş, Avrupa’nın birçok ülkesini gezip görmüştür. Evliliğinde mutludur da. Bütün bunlara rağmen Hayriye, Hacı Dedesinin evinde yaşadığı o güzel yılların rahat, huzur ve sevgi ortamını bir daha bulamamıştır.

“Nerede o, gözlerinin içi gülen saatçi Hayri Efendi. (...) Nerede o anam, o güzel ince kadın; (..)
Onu, kır çiçeklerine benzetirdim. Hamamdan çıkıp da ıslak saçlarını taramakla bir güzel oluşu vardı.

Nerede o Hacı Dedem, kış günü daha ortalık ağarmadan kalkar, ninemin koynundan çıkıp soba başında oturan Hacı Dedemin kürkü içine sokulur, otururdum. (...)

Nerede o ninem, o Zarife Kadın? İki gözlüğünü üst üste takıp yemenisinin kıyısına oya yapar, beni de yanına oturtup masal söylerdi.

Nerede o ilk yazlar, o çiçekli kırlar. O Dereköyü, o Tekkiraz’ın bahçeleri! (...)
Nerede o evimiz, o döşeme tahtaları silinmiş, üstüne ev dokuması kilimler serilmiş odalarımız. (...)
Tertemiz yaygılarla örtülmüş minderler. Mis gibi kokan bohçalar. (...) Nasıl oluyor da birtakım evlere bu rahat havası siniyor? Bu rahat, zenginlik demek değildir. Çok zengin yerler gördüm, oralarda insanlar cehennemin ta ortasında yaşıyorlar gibiydi. Benim dedemin evindeki o gönül rahatlığı neydi?
Onu ne kadar özlüyorum!” (Hacı Dedemin Evi, İ.Ç., s.104-105)

Memduh Şevket Esendal, Türk toplumu için hayal ettiği ideal hayat düzeyini, ütopik bir metin
olan Yurda Dönüş isimli hikâyesinde dile getirir. Doğu Anadolu’dan itibaren kahramanı şaşırtacak ölçüde gelişmiş bulunan “yurdumuz”da en çok dikkati çeken gelişmelerden biri meskenlerdir. Söz konusu meskenler, bahçe içinde tek katlı (en çok iki katlı), kırmızı kiremitli ve aşı boyalı “ev”lerdir.

“Çok geçmeden, yol, bizi bir sırtın arkasına saklanmış bağlar, bahçeler içine soktu. (…) İki
yanımızda tarlalar, bağlar arasında pencere kapakları, saç damları kırmızı aşı boyasına, duvarları fildişi akına boyanmış, birer katlı evler görüyorum.” (G.M, Yurda Dönüş, s.150)

“Buralarda yaşamak ne kadar kolaylaşmış, nasıl rahatlamış. Buraya kadar geçtiğim yerlerde
büyük, iri, kocaman yapılar görmedim. Yalnız ne yana baksanız evler, bağlar, bahçeler ve şenlik gözden kaybolmuyor. Ben yurdumuzdan çıktığım yıllarda buraları hemen de boş ovalardı.” (G.M, Yurda Dönüş, s.175-176)

Kemal Satır’ın Memduh Şevket Esendal’la alâkalı hatıralarında naklettiği bir anekdot,
yazarımızın aile ve onun mekânı konusundaki düşünleri hakkında çok daha aydınlatıcıdır.
Kemal Satır, İkinci Dünya Savaşı yıllarının sıkıntılı günlerinde CHP Genel Sekreteri olan
Esendal’ı ziyaret eder. Gayesi, memleketin içinde bulunduğu kötü durumu, bunun çözüm yollarını anlatmak, fikir alış verişinde bulunmaktır. Kemal Satır’ı sanki hiç dinlemeyen Memduh Şevket Esendal durmadan şu cümleleri mırıldanmaktadır:
“ - Patatesli güzel bir et (yemeği)... Sağlıklı çocuklar... Güzel bir kadın, aile öyle olmalı... (...)
Bahçe içinde güzel evler olmalı... Çiçekler ekilmeli... İnsanlar mutlu (olmalı)...”3

Hulâsa; Esendal’ın yukarıdaki hikâye ve romanlarında görülen “konak-yalı-köşk-apartman pansiyon”çizgisindeki değişme/küçülme/yozlaşma, öncelikle Türk ailesinin nicelik ve nitelik
bakımından yaşamakta olduğu değişme/küçülme ve yozlaşmanın da açık ifadesidir. “Konak”la aynîleşen “büyük aile”, “apartman dairesi” veya “pansiyon”da “çekirdek aile” hâline gelmiş; hatta bu seviyede de birlik ve bütünlüğünü kaybetmiştir. Aile kurumuna bağlı olarak ortaya konmaya çalışılan bu olgu, toplumumuzun sosyo-kültürel sosyo-ekonomik ve sosyo-politik hayatına ait kıymet hükümlerindeki bozulma, çözülme ve yozlaşma olgusunun da boyutlarını gözler önüne sermektedir. Bu açıdan, İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e geçişimizin serüveni ile ailenin yaşadığı değişim süreci arasında bir paralellik kurmak, hiç de mübalâğa olmayacaktır.

Konak-köşk-yalı-apartman-pansiyon çizgisi, aynı zamanda sosyal zamanın ve devrin
sezdirilmesinde de önemli fonksiyona sahiptir. Aslında söz konusu mekân tiplerinin “sembolik” niteliklere sahip olduğu açıktır. İlk üç mekân tipi, hem büyük ailenin hem de Tanzimat-Meşrutiyet devrinin; apartman -romandaki hâliyle- hem yozlaşmış çekirdek ailenin hem de Cumhuriyet döneminin; ev ise, ideal çekirdek ailenin sembolüdür. Unutulmamalıdır ki, her bir mekân tipi belli bir aile yapısı ve belli bir zihniyet, dünya görüşü, hayat tarzı, ekonomik gücün mekâna yansımış somut ifadesi ve sonucudur.

3 Mehmet Kemal, “Raftaki Demokrasi -3-”, Cumhuriyet, 26 Nis. l980

Ziyaret -> Toplam : 125,27 M - Bugn : 30308

ulkucudunya@ulkucudunya.com