YAŞAMI VE YAPITLARI
Rıfat Ilgaz, annesi Fatma Hanım ve babası Hüseyin Vehbi Bey’in yedinci çocuğu olarak Cide’de doğdu. Doğum tarihi, nüfus kaydında 24 Nisan 1327 (7 Mayıs 1911) olarak geçse de, kendisi, annesinin sözlerine dayanarak 1910 Şubat’ında, bir salı günü doğduğu sonucuna ulaşmaktadır.
“Annemden duyduğuma göre, ‘derin kar’da dünyaya gelmişim. Derin kar, Karadeniz kıyılarına 1910’da yağmış. Kimi yerlerde evlerin saçaklarına kadar yükselmiş. Annem, şubat ayında salı günü doğduğumu söylerdi. Karadeniz şivesine göre salıya ‘saali’ dendiği için adımın da Salih olmasını önermiş. Babam, ‘Hadi ordan! Salı ile Salih’in ne ilgisi var?’ demiş.”
Altı yıllık ilkokulun ilk beş sınıfını babasının memurluk yaptığı Cide’de, son sınıfını Terme’de okudu. 1924’te Kastamonu’ya, ablasının yanına giderek ortaokula yazıldı.
Şiir yazmaya o dönemde başladı; ilk manzumesi 27 Temmuz 1927 günlü Nazikter gazetesinde yayımlandı. Sevgilimin Mezarında adını taşıyan şiir ‘Bedbaht bir aşığın defterinden’ diye bir girişten sonra şöyle sürüyordu: “Issız yollar içinde düşünceyle gezerken, / İçimdeki sızıyı bu yolla da sezerken, / Dimağımı mazinin hâtırasında ezerken, / O harap mezarınla yine mi karşılaştım!.. // Üstündeki topraklar yoğrulmuş, külçeleşmiş, / Zamanın pençeleri yer yer çukurlar eşmiş, / Yoksa beni arayan nazarların mı deşmiş? / Yine sükût bulmayan denizler gibi taştım. // Mezarını kaplayan bu çiçekler ne solgun!.. / Üstündeki benekler gözlerinden de dolgun. / Yaşadığın son günler hayatım kadar olgun, / Bu coşkun yaşayışa sen öleli alıştım. // Her gece uğraştığım hayal senindir ey kız! / Kalbimde parlamadı başka aşk, başka yıldız. / Söyle mezarcığın da kalbim kadar mı ıssız? / Ölüm kadar mı basit!.. Mâbed kadar mı sessiz..”
1926 yılında Hüseyin Vehbi Bey, oğluna gönderdiği mektubunda şöyle diyordu: “Oğlum, ben senin mühendis, doktor olmanı düşünüyordum. Sen kalktın şair oldun, yazar oldun. Ne istersen ol, karışmam; ama neyi iyi yapacağına aklın yatıyorsa onu yap. İstersen zurnacı ol; ama zurnayı en iyi biçimde (sen) çal!..”
2 Temmuz tarihi, 1993’ten önce ilk olarak 1928’de damgasını vuracaktı Rıfat Ilgaz’ın hayatına. Mahallede arkadaşlarıyla oynarken, okuduğu okulun hademesi bileğinden yakaladı. “Yürü! Müdür Nuri (Tamaç) Bey istiyor seni!” dedi. Okula gittiğinde, müdür üstü başı toz toprak içindeki Mehmet Rıfat’ı görüp, “Hele şu şaire bak! Maarif Vekili’nin karşısına çıkacak adam kılığı var mı şunda!” deyince oraya niçin çağrıldığını anladı. Bakan Mustafa Necati ile şair Faruk Nafiz (Çamlıbel) Karadeniz gezisinden dönerlerken Kastamonu’ya uğramışlardı. Kastamonu İstiklâl Mahkemesi Başkanı iken kendisi de Açıksöz’de yazılar yazan Necati Bey, ilk iş olarak o günkü Açıksöz’ü istemişti. İkisi de bir şiire dikmişlerdi gözlerini: Sazını Çalana. Altındaki imza: Mehmet Rıfat... Şimdi tanışmak istedikleri bu şair karşılarındaydı. Faruk Nafiz, “Demek Sazını Çalana adlı şiiri yazan büyük şair bu, öyle mi?” demişti, şaşkın şaşkın... Sonra bir kez daha okuduğu şiirin bir dörtlüğü şöyleydi: “Ey yaralı kalplere bin bir teselli katan, / Karanlığa bakarak inle, durmadan inle! / Ey sazıyla ağlayan, ey sazıyla ağlatan, / Zulmetleri parçala coşkun nağmelerinle.”... Mustafa Necati, “Yaşa delikanlı! Bugüne kadar hiçbir şairin başka bir şairin eserini hem de onun karşısında böyle severek okuduğunu ne gördüm, ne dinledim. Faruk’un bu jesti de, en az bu şiir kadar duygulandırdı beni! Şairi candan kutlarken ona da teşekkür ederim ayrıca... (Öğretmenlere dönerek) Bu gibi şairler çok lâzım bize. Sazını çalanlara seslenirken, memleket halkına da seslenmesini bilen böyle şairler istiyoruz biz!” dedi. Faruk Nafiz ise, Mehmet Rıfat’ın bütün şiirlerini görmek istedi ve küçük şairin evden getirdiği şiir defterini uzun uzun inceledikten sonra şu notu düştü: “Kastamonu’dan geçerken tanıdığım genç ve kıymetli şair Mehmet Rıfat’a sevgilerimle ve takdirlerimle...”
O yıllarda, ayrıca, Açıksöz (Kastamonu), Güzel İnebolu, Güzel Tosya, Samsun gazetelerinde şiir ve yazıları çıktı Rıfat Ilgaz’ın.
Sarı Yazma adlı romanında yazdıklarına bakarsak o yıllarda yazdığı şiirleri beğenmemeye, şiirlerinde toplumcu bir çizgi aramaya başladığını görürüz.
“...Dışardan mı bulmalı, yaşayışımdan mı çıkarmalıydım? (...) Toplumcu bir bilinç gerekirdi bana. Buna sanat kültürü, dil ustalığı, yeni bir biçim becerisi de eklenmeliydi. Bu gereği duyuyordum, hele Nâzım Hikmet’in 835 Satır’ını okuduktan sonra... Gel gelelim, son sınıfa geçtiğim yıl, aradığım şiirin başka, yazdığım şiirin başka olduğunu, duygularımın doğrultusunda çok bireysel, bireysel olduğu kadar da kişisel bir şiire yöneldiğimi anlıyordum...”
Liseden ayrıldı; yatılı olarak Muallim Mektebi’nde öğrenim gördü. 1930’da burayı bitirdi; altı yıl süreyle Gerede (Bolu), Akçakoca ve Hendek ile Düzce arasındaki Gümüşova’da ilkokul öğretmenliği yaptı. Bu arada askerlik görevini tamamladı (1933-1934).
1934 yılında Soyadı Kanunu’nun çıkması üzerine ‘Ilgaz’ soyadını alan Mehmet Rıfat’ın, o güne kadarki nüfus teskeresinde ‘Paçacıoğlu diğer mahdumu Mehmet Rıfat’ yazılıydı.
“Öğretmenliğimi, sanatımı, edebiyatımı Kastamonu’da kazandım; orada seçtim... Öyleyse Kastamonu’yu simgeleyen bir soyadı bulmak zorundaydım. Böyle olunca da, Ilgaz’ı seçecektim...”
Sınav vererek 1936’da girdiği Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü’nü 1938’de bitirdi ve Adapazarı Ortaokulu Türkçe öğretmenliğine atandı; ancak daha derslere başlamadan, enstitünün son sınıfında yakalandığı tüberkülozun ilerlemesi üzerine rapor alıp İstanbul’a giderek Yakacık Sanatoryumu’na yattı. Başhekim İhsan Rıfat, onu ünlü ‘beş numara’ya yatırdı ve önce berberi çağırttı. Sarı Yazma’da bu olayla ilgili şunları yazdı Rıfat Ilgaz:
“Hastabakıcı Muzaffer Hanım’ın getirdiği berber acı acı gülüyordu:
‘Bir daha hiç çıkmaz belki de...’
‘Allah korusun, daha çok genç!’
‘Çıkar!’ dedim. ‘Hiç merak etme sen. Buradan saçlarımı uzatıp çıkacağım, görürsünüz!’
Açıktan açığa gülüyordu:
‘Bu beş numaradan öyle mi?’ ...”
Beş numaralı oda, yatanın sağ çıkmadığı odaydı. Bir gün, tuvalete doğru yürümeye başladım. Görenler şaşakalmışlardı:
“Vay anasını! Beş numaradan kendi ayağıyla çıkan ilk adam bu!”
Buradan çıkınca Adapazarı’na dönüp derslere girdiyse de, tedavisini sürdürmek için İstanbul’a naklini istemek zorunda kaldı. Ciğerlerine ise on günde bir pnemoktraks, yani hava verme işlemi uygulanıyordu. Hava vermek amacıyla Yakacık Sanatoryumu’na gittiği bir gün Nâzım Hikmet ile karşılaştı.
“Bir gün bankların üzerinde Nâzım Hikmet’e benzeyen biri oturuyordu. Yanında koruyanlar da(!) vardı... Şöyle bir kestirdim; ‘Bu Nâzım’dır.’ dedim. Yanına gittim, selâm verdim, iliştim. Koruyanlar rahatsızlandılar. Ben kayıtsızca, çekinmeden konuşmaya başlayınca benden korkmadılar. Bana ‘Siz ne vesileyle geldiniz?’ dedi. Hava almaya geldiğimi anlattım. ‘Yahu çok acaip bir şey!’ dedi...”
Ekim 1939’da Karagümrük Ortaokulu’nda Türkçe öğretmenliğine başlayan Ilgaz, artık dergilerde şiirler yayımlıyordu. Bir ara 1940 Kuşağı’nın ürünlerine yer veren Yürüyüş dergisinin sorumlu yazı işleri müdürlüğünü üstlendi. Nâzım Hikmet’in şiirlerini ‘İbrahim Sabri’ imzasıyla yayınlıyordu. Nâzım Hikmet ise Bursa Cezaevi’nden yazdığı ve sonrasında Bursa Cezaevi’nden Vâ-Nû’lara Mektuplar adlı kitabında yer alan bir mektubunda şöyle diyordu:
“Gençlerin içinde çok beğendiğim şairler var, hepsinin ismini aklımda tutamıyorum, isimleri henüz yer etmedi; ama şiirlerini pek beğeniyorum. Şöyle aklımda kalanları sıra tefriki yapmadan sayayım: (Hasan İzzettin) Dinamo, Suat Taşer, Rıfat Ilgaz, A.Kadir, Orhan Kemal, Saffet Irgat vesaire...”
1992 yılında Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan anısında Orhan Kemal şöyle demişti:
“Nâzım’ın yanında bulunuyordum. Dehşetli etkisi altındaydım. Nâzım ‘Kendi sesini bul!’ diye bağırdı. Rıfat Ilgaz’dan, Celal Sılay’dan örnekler gösterirdi...”
1943 yılında ilk kitabı Yarenlik ile yazın dünyasına başarılı bir adım atan Rıfat Ilgaz’ın, sonraki yıllarda aynı başarılı ve düzeyli çizgisini koruduğu uzun bir yolculuğa böyle başladığını söyleyebiliriz. Yarenlik’teki Kitaplar adlı şiirinde ‘bütün dünyası’ kitaplar olan şair Rıfat Ilgaz ile tanışırız: “Üç odalı bir ev kiraladığım gün, / kurtulacak kitaplarım / merdiven altındaki şeker sandığından. / Belki de gün geçtikçe, / tabanında halı döşeli / bir kitaplığım olacak. / Benden söz açıldı mı / önce kitaplarımın sayısı söylenecek / sonra baremdeki derecem… / Bense her şeyden uzak / kitaplarımın ortasında kendimi unutacağım! / Evde bulunmadığım günler / "Meşgul!" diyecek beni soranlara / güler yüzlü hizmetçim. / Başka bir gün masamın başında / en kalın kitabımı okur görünürken / bastıracak misafirlerim… / En yakın dostumun bile / dalgın dalgın bakıp yüzüne / ismini soracağım! / Çıkarırken gözlüğümü / eski mahalle arkadaşıma / ‘Nerede tanıştıktı, / yabancı gelmiyor yüzünüz,’ diyeceğim; / dalgınlığım onları güldürmeyecek. / Sorarlarsa dünyanın gidişini / duvardaki büyük adam resimlerine bakarak / Eflâtun'dan satırlar okuyacağım.”
Sabahattin Ali, Nisan 1943’te Yurt ve Dünya dergisinde 1940 Kuşağı’nı tanıtan bir yazı yazdı. Bu yazıda Yarenlik’ten de söz ediyordu: “Şair büyük mevzulara palavralı şeylere hiç yanaşmamış. Basit, gündelik hadiselerden, apartman kapıcılarından, kolculuktan yetişme bir memur olan babasından, sanatoryum arkadaşlarından, mahalle komşularından bahsediyor. Hemen bütün şiirlerin mevzuu, kendi küçük dertleri, arzuları. Ama hayret! Bunların hiçbiri sadece Rıfat Ilgaz’ın dertleri değil. Hepsi, hepsi geniş bir kitlenin, bir insanlığın dertleri. Sosyal şiir nedir diyenlere bu kitabı göstermek lâzım. Onun asıl kudreti, ferdilikten kurtulup cemiyetin malı olabilmesinde, kendi küçük dünyasındaki bütün şahsî meselelerin sosyal mahiyetini kavramasında ve bunları üçüncü şahsın bitaraflığı ile anlatabilmesindedir.”
Kasım 1943’te Nişantaşı Ortaokulu’na atandı. Aralık ayındaki Tosya depreminin ardından annesiyle ağabeyini görmek üzere Tosya’ya gitti ve zatülcenpe yakalandı. Dönüşte rapor almak zorunda kaldı. Bu sıralarda (1944 başında) Sınıf adlı şiir kitabı yayımlanmıştı. Bu kitabında, Çocuklarım adlı şiirinde bir öğretmenin şair, bir şairin öğretmen duyarlılığını görürüz: “Yoklama defterinden öğrenmedim sizi, / benim haylaz çocuklarım! / Sınıfın en devamsızını / bir sinema dönüşü tanıdım, / koltuğunda satılmamış gazeteler… / Dumanlı bir salonda / kendime göre karşılarken akşamı, / nane şekeri uzattı en tembeliniz… / Götürmek istedi küfesinde / elimdeki ıspanak demetini / en dalgını sınıfın! / İsterken adam olmanızı / çoğunuz semtine uğramaz oldu okulun / palto, ayakkabı yüzünden. / Kimimiz limon satar Balıkpazarı’nda / kiminiz Tahtakale'de çaycılık eder; / biz inceleyeduralım aç tavuk hesabı, / tereyağındaki vitamini / ve kalorisini taze yumurtanın! / Karşılıklı neler öğrenmedik sınıfta, / çevresini ölçtük dünyanın, / hesapladık yıldızların uzaklığını, / Orta Asya'dan konuştuk / lâf kıtlığında. / Neler düşünmedik beraberce / burnumuzun dibindekini görmeden / bulutlara mı karışmadık! / ‘Hazan rüzgârı’nda dökülmüş / ‘hasta yapraklar’a mı üzülmedik! / Serçelere mi acımadık, kış günlerinde / kendimizi unutarak!”
Sınıf hakkında, 15 Mart 1944 tarihli Yurt ve Dünya’da Pertev Naili Boratav’ın bir yazısı çıktı: “Rıfat Ilgaz, genç neslin en çok vaad eden şairlerinden biridir. Hatta o şimdiden çağdaşları arasında kendine has bir üslûpla sivrilmiş görünüyor. Onun ilk kitabı Yarenlik ile ikinci kitabı Sınıf’ı karşılaştırınca bir sene kadar bir zamanın bile şairin sanatında bir gelişme gösterdiğini anlamak mümkün olur.
Rıfat Ilgaz’ın meziyeti, başka bir vesile ile de söylediğim gibi, gürültülü mevzulardan kaçması, asıl sanatlık değerleri bulamadıkları için, tantanalı isimler ve sıfatları, önemli vakalar ve şahısları sıralamak suretiyle tesir yapmak isteyenlerin kötü geleneğinden kendini kurtarmış olmasıdır. Onda ‘bazı cevherli genç sanatkârlarımızın zayıf tarafı’ diye gösterebileceğimiz ‘bohem’ ve ‘snobluk’ merakı da çok şükür yok. O, her gerçek sanatkârda olduğu gibi, şahsiyetini silmek suretiyle bir şahsiyet sahibi olunabileceğini anlamış görünmektedir. Şiirlerine konu ararken, uzaklara gitmek veya yükseklere çıkmak lüzûmunu duymuyor, kendine en yakın muhitleri, en iyi bildiği insanları ve nesneleri kâfi görüyor. Bize ispat ediyor ki, her hadise, en küçüğü, en ehemmiyetsizi bile şiirin mevzuu olabilir. Yeter ki bunu söyleyecek dili bulabilelim. Yeter ki, şiire, sırf kendi duygularımızın dar çerçevesinden taşıp bütün insanlara geçebilecek cinsten bir çeşni verebilelim.”
Rıfat Ilgaz’ın şiirlerinde vakanın gerçekliğindeki ağırbaşlılığı ve sade, çıplak realizmi bulursunuz. Kin, gayz, nefret yok... Belki birazcık alay var. Onun şiirlerinin asıl örgüsünü sevgi ve merhamet teşkil ediyor. Basit, şatafatsız, gürültüsüz insanlar... Fakat iyi insanlar...”
Yirmi beş gün satışta kalan Sınıf, şubat ayında sıkıyönetim kararıyla toplatıldı. Tutuklanacağını öğrenen Ilgaz, hastalığı nedeniyle bir süre kaçak yaşadıktan sonra 24 Mayıs’ta polise teslim oldu ve Tophane’deki askerî cezaevine gönderildi. Yokuş Yukarı adlı kitabında cezaevine, dört yaşındaki oğlu Aydın’ın ‘erkekler görüş günü’nde kendisini ziyarete gelişini şöyle anlatıyor Ilgaz: “Dört yaşında cezaevinin kapısını öğrenecekti. Erkeklerin görüş günü kuyruğa girip babasına temiz çamaşır getirecek, aynı çantayla kirlilerini alıp eve götürecekti. Simiti altı yaşında görüp tanımıştı ama, tüm çocuk hastalıklarını, kızılı, kızamığı, uyuzu, boğmacasıyla birlikte, daha okula gitmeden öğrenmişti.”
Rıfat Ilgaz’ın başyapıtlarından olan Karartma Geceleri adlı romanı, öğretmen-şairin kaçak olarak geçirdiği iki buçuk aylık dönemi konu eder. (Bu romandan uyarlanan, Yusuf Kurçenli’nin yönetmenliğini yaptığı ve Tarık Akan’ın başrolde oynadığı aynı adlı film de, yurt içinde ve dışında birçok ödül alarak, büyük başarı kazanmıştır.) Cezaevinde, ırkçılık-turancılık davası sanıklarıyla birlikte yatarken, bilirkişinin kitabında suç olmadığını belirtmesine karşın, 10 Ağustos 1944’te 1 No’lu Örfî İdare Mahkemesi’nce altı ay hapse mahkûm edildi.
Öğretmenliği ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ndeki öğrenciliği sona ermiş; bir kez daha hastalanmıştı. Cezaevinden çıkınca Heybeliada Sanatoryumu’nda tedavi gördü.
O yıllara dair, en ilgi çekici ayrıntılardan birisi yine Yokuş Yukarı kitabında anlatılmaktadır. 6 Ağustos 1945 günü, yani İkinci Dünya Savaşı’nda Amerika Birleşik Devletleri’nin Japonya’ya atom bombası attığı gün, Lambo’nun Meyhanesi’nde Orhan Veli ile karşılaşan Ilgaz’ın o gece geç saatlere kadar yaptıkları ‘gelecek’ tartışması şöyle yansır Yokuş Yukarı sayfalarına: “Dostluğumuz Hiroşima’ya bomba düşer düşmez başladı nedense (...) Barış yapan, Japonlarla Amerikalılar değil, bizdik sanki... Savaş bitince Orhan Veli’nin şiirleri de değişmiş, içtenlik kazanmıştı. Garip Bildirisi’nde karşı olduğunu belirttiği ne varsa şiirlerinde görülmeye başlanmıştı.”
Yeniden öğretmenliğe alınmak üzere başvurdu ve 1946 Kasım’ında Boğazlıyan (Yozgat) Ortaokulu’na atandı. Aynı ay içinde Markopaşa adlı mizah gazetesinin ilk sayısı yayınlandı. Olağanüstü bir ilgiyle karşılandı. O dönemin en çok satan muhalefet ve halk gazetesi oldu. Satışı atmış bine ulaştı.
İki ay kadar öğretmenlik yaptıktan sonra İstanbul’a, Validebağ Sanatoryumu’na gönderildi. O sırada görülmekte olan ve siyasal bir nitelik taşıyan ‘Hasan Ali Yücel–Kenan Öner’ davası dolayısıyla mahkemeye gönderdiği tanıklık mektubu, Millî Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer’i güç durumda bırakmıştı. Bunun üzerine işine son verildi; 1947 Haziran’ında öğretmenlikten ve sanatoryumdan çıkarıldı.
29 Ekim 1948 – 30 Ocak 1949 tarihleri arasında Markopaşa’nın sorumlu müdürlüğünü üstlendi. Aziz Nesin, Sabahattin Ali ve Mim Uykusuz’un da yönetimine katıldıkları, sık sık kapatılan, bu nedenle ad değiştirerek Malûmpaşa, Merhumpaşa, Alibaba, Yedi Sekiz Paşa ve Hür Markopaşa gibi adlarla yayımlanan bu gazetedeki kimi yazılardan dolayı Rıfat Ilgaz birkaç kez tutuklandı, mahkûm edildi. (Haftalık Markopaşa ve soyundan gelen gazeteler ancak 77 sayı çıkabilmiştir. Tam 99 hafta – 99 sayı çıkamamıştır. İlk sahibi Sabahattin Ali öldürülmüştür. Bu gazeteler aleyhine on altı dava açılmış, yazarları toplam olarak 8 yıl 2,5 ay mahkûmiyet cezası almışlardır.) Zaman zaman sanatoryumda yatarak ve rapor alarak cezaevinden çıktı ve sonunda Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinin ardından çıkarılan genel af yasasından yararlandı.
Nâzım Hikmet, Novoyo Vremya (Yeni Zamanlar)’da, 1952’de Markopaşa hakkında şunları yazdı: “... İkinci Dünya Harbi biter bitmez Sabahattin Ali Markopaşa gazetesini çıkarmaya başladı. Bu, Türkiye’de o zamana dek olmayan bir politik mizah gazetesiydi. Markopaşa,emperyalizmin aleyhinde yazıyor, Türkiye gericiliğiyle ve burjuva partileriyle alay ediyordu. (...) Markopaşa’nın demokrasi, ulusal bağımsızlık ve barış uğrunda ve emperyalizme karşı yürütülen savaştaki rolü çok önemlidir.”
Arkadaşı Fahir Onger’in masrafını ödemesiyle Ocak 1948’de üçüncü şiir kitabı Yaşadıkça’yı bastırdı. Bu olayı, Cart Curt adlı kitabında şöyle anlatıyordu Rıfat Ilgaz:
“ ‘Tamam mı,’ diye sordu, ‘yeter mi 450 lira?’
Yeter dedim şaşkınlıkla.
Utana sıkıla çıkardı cebinden: ‘Al!’ dedi. ‘Çıkar kitabını! Satınca verirsin.’
Fahir’in hazırda bu kadar parası olabileceğini düşünmemiştim. Bundandı şaşkınlığım işte! (...) Benden çok sevindi, kitabımın çıktığına...”
Eylül 1948’de Bakanlar Kurulu kararıyla Yaşadıkça toplatıldı.
Ocak 1953’te kendi olanaklarıyla bastırdığı Devam adlı şiir kitabı da toplatılıp hakkında kovuşturma açıldıysa da, mahkûm edilmedi.
Bu tarihten sonra basında çalışmakla birlikte, gazete ve dergiler imzasına pek yer vermediler. 1952-1960 arasında Tan gazetesinde düzeltmen, dizgici ve röportaj yazarı olarak çalıştı. İlhan Selçuk ve Turhan Selçuk’un çıkardıkları mizah dergisi Dolmuş’ta imzasız ya da ‘stepne’ takma adıyla yazdı. Diğer yazarların ‘vites’ ya da ‘dişli’ takma adlar kullanırken Ilgaz’ın, bu adı seçmesinin nedeni dergiye iki aylık gecikmeyle katılmasıdır. Hababam Sınıfı ile Bizim Koğuş (Pijamalılar) bu dergide yayımlandı.
1954’te Üsküdar’da Sabah Oldu adındaki şiir kitabının ilk basımı Tan Yayınları’ndan çıktı.
1961 Anayasası’nın yürürlüğe girmesinden sonra kendi adıyla yazı ve şiir yayımlayabilme olanağına kavuşan Rıfat Ilgaz, Demokrat İzmir, Akbaba, Vatan, Yeni Gün, Yeni Ulus gibi yayın organlarında ve kimi edebiyat dergilerinde sürekli olarak yazdı. Bir ara ‘Sınıf Yayınları’nı kurarak kendi kitaplarını yayımladı.
1968 yılının Eylül ayında Asya-Afrika Yazarlar Birliği’nin üyesi olarak Özbekistan’ın Taşkent şehrinde düzenlenen toplantıya (Oktay Akbal ile) katıldı. On gün kadar konuk olarak Taşkent’te kaldı. Moskova Yazarlar Birliği’nin yeni binasında bir toplantıya katıldı. Başkan Konstantin Simenov’dan sonra bir konuşma yaptı. Konuşmasını Türkolog Radi Fiş çevirdikten sonra ‘Aydın mısın’ şiirini Türkçe okudu. Uzun uzun alkışlandı. (Radi Fiş, yıllar sonra 19 Aralık 1991’de Kastamonu’da aynı şiiri Rusça olarak okuyacaktır.) Karakılçık adlı şiir kitabında da yer alan şiir şöyleydi: “Kilim gibi dokumada mutsuzluğu / Gidip gelen kara kuşlar havada / Saflar tutulmuş top sesleri gerilerden / Tabanında depremi kara güllelerin / Duymuyor musun // Kaldır başını kan uykulardan / Böyle yürek böyle atardamar / Atmaz olsun / Ses ol ışık ol yumruk ol / Karayeller başına indirmeden çatını / Sel suları bastığın toprağı dönüm dönüm / Alıp götürmeden büyük denizlere / Çabuk ol // Tam çağı işe başlamanın doğan günle / Bul içine tükürdüğün kitapları yeniden / Her satırında buram buram alın teri / Her sayfası günlük güneşlik / Utanma suçun tümü senin değil / Yırt otuzunda aldığın diplomayı / Alfabelik çocuk ol // Yollar kesilmiş alanlar sarılmış / Tel örgüler çevirmiş yöreni / Fırıl fırıl alıcı kuşlar tepende / Benden geçti mi demek istiyorsun / Aç iki kolunu iki yana / Korkuluk ol”
1971’de Basın Şeref Kartı aldı. 1972’de Hababam Sınıfı Baskında ve Hababam Sınıfı Uyanıyor adlı mizah kitapları çıktı. Aynı yılın Temmuz ayında Halime Kaptan romanını yazdı. Kendisinin kurduğu Sınıf Yayınları’ndan Palavra, Tuh Sana, Çatal Matal, Bunadı Bu Adam, Keş, Al Atını, Altın Ekicisi, Bizim Koğuş adlı kitaplarını yayınladı.
1974’te Karartma Geceleri’ni yayınladı.
“1944 yılının 7 Haziran’ı. Bugün 6 Haziran 1944’te olabilirdi. Tepesindeki lâmba günün kesinliği üstünde açıkça bir şey belirtmiyordu. Acaba 8 Haziran da olabilir miydi? Hayır, bu pis odada günler o kadar çabuk geçemezdi. Verdikleri ekmek sayısından çıkartmak da kolay değil günün tarihini. İlk gün hiçbir şey verilmemişti, su bile. Helaya uzun işlemlerden sonra çıkarıldığı için ertesi gün helanın musluğundan içebilmişti suyunu. Daha ertesi gün ekmek yerine kılıfsız bir matra uzatılmıştı kapıdan. Ekmeğin kaçıncı gün verilmeye başlandığını kesin olarak hatırlamıyordu...”
Aynı yıl içinde Güvercinim Uyur mu adlı şiir kitabı çıktı. Kitaba adını veren aynı adlı şiir "Güvercinim Uyur mu, / Çağırsam Uyanır mı?" girişinden sonra şöyle sürüyordu: “Sömürgen cami güvercinleri sizin olsun/ O doyumsuz lapacı güvercinler / Kurşun buğusu güvercinleri severim ben / Kanat uçları çelik yeşili // Kuş dediğin piyerlotisiz yaşamalı / Adaksız avlusuz şadırvansız / Buluttan süzmeli suyunu / Kuşçular çarşısında tüy dökmemeli / Benim güvercinim tunç gagalı / Kimlerin bakışı kardeşçedir / Kimlerin bakışı düşmanca / Kendisi hangi kavganın güvercinidir bilir // Tüneyip acımanın saçaklarına / Miskin sevilerle bitlenmez / Kanadından çok pençesine güvenir // Barış taklaları süzülmeler / Gagalarda zeytin dalı / Perendeler maviliklerde / Tüm gösteriler resimlerde kalmalı / Güvercin dediğin uyanık olmalı / Tüyler duman duman öfkeden / Yanıp tutuşmalı gözbebekleri / Sevgiden tıpır tıpır bir yürek / Özgürlüğünce dövüşken”
Hasan İzzettin Dinamo Yeni Ortam’da 8 Ekim 1974’te çıkan yazısında Güvercinim Uyur mu hakkında şöyle diyordu: “1940 toplumcu sanat kuşağının büyük şairlerinden biri olan Rıfat Ilgaz, küçük burjuva şiirini bir yana attığı o günden beri toplumcu şiirin sivri çakmaktaşlarıyla örtülü yokuşlarında soluğu kesilmeksizin yürümekte, şiirinin hızı durmadan artmaktadır. Topluma umut adayan düşüncenin bütün sorumunu yüklenerek bunu bir yandan şiir ile bir yandan da mizah kitaplarıyla, oyunlarıyla dile getirmekte, böylece idealistin en çetin yollarından Sisifos’unkini seçmiş bulunmaktadır. Halkın umudunu bataklıktan çıkararak yokuş yukarı sürmekte, tam ışıklarının mutlu bir gül bahçesine döndüğü yaşayış dağının doruğuna çıkmakta, bunun korkunç ağırlığını omuzlarında duymaktadır. (...) 40 kuşağının bu korkusuz büyük şairinin son kitabını okuyanlar, yeni faşizmle de ne biçim dövüştüğünü şiirin bütün ustalıklarını, güzelliklerini göstererek, yaşın, başın bütün anlamını sanatına katarak yarattığını göreceklerdir.”
1974’te aynı zamanda basından emekli oldu.
“Mizah deyince toplumsal yergiyi anlıyorum. (...) Halkımız, bereket ki, gülmenin kararını en az bizim kadar biliyor. Hoca Nasrettin rahlesinden geçtiğinden...” dediği mizaha ilişkin yazısı 13 Eylül 1975’te Vatan gazetesinde yayınlandı. Aynı yıl içinde doğum yeri olan Cide’ye yerleşti. Cide’ye gidişiyle ilgili olarak Asım Bezirci’ye şu açıklamayı yaptı, Bezirci’nin Rıfat Ilgaz adlı kitabında: “Köşe yazarlığına biraz ara vermek, yaşamımı bölümlere ayırarak romanlaştırmak istiyordum. Orası doğduğum ve sevdiğim yerdi. Anılarımı orada daha kolay tazeleyebilirdim...” Sarı Yazma’da ise Cide ile ilgili söyledikleri, Rıfat Ilgaz’ın doğduğu toprakları ne denli sevdiğinin ve önemsediğinin en önemli göstergeleriydi: “... Cide, doğduğum eşsiz, benzersiz memleket... Ne iyi etmiş de anam beni bu cana yakın memlekette doğurmuş! Her şeyimi yitirdiğim günlerde Cide’nin belleğimin duvarlarına yansıyan görünümüyle dirilir, yaşama gücünü tazelerdim...”
Cide’de Cide Postası gazetesinde yazmaya başladı. Sarı Yazma, bu günlerde yazılmış bir romandır. Çevre köylere yaptığı gezilerde oradaki köylülerin sorunlarını dinledi, çözüm yollarını araştırdı. Ayrıca Cide ve çevresinde sosyal etkinliklerin düzenlenmesi konusunda yoğun çaba harcadı.
Burada yazarlığını sürdürürken, 28 Ağustos 1980’de Cide’de oturduğu evin karşısındaki yapı yıkıntısına bir pankart konmuş olduğu görüldü: “Rıfat Ilgaz, bu apartmandan çıkarılmazsa 31 Ağustos gecesi taranacak!” 12 Eylül 1980 askerî harekâtının ardından, 29 Mayıs 1981’de gözaltına alınıp gözleri bağlanarak Kastamonu’ya götürüldü. Orada sorguya çekildi ve hastalığı nedeniyle tutuklu olarak Ballıdağ Sanatoryumu’na gönderildi. Tutukluluğunun sona erdirilmesinin ardından İstanbul’a gelerek oğlu Aydın Ilgaz’la birlikte yaşamaya başladı.
6 Aralık 1982’de İstanbul’da Şan Müzikhol’ünde ‘55. Sanat ve 70. Yaş Günü’ kutlandı. Yine 1982’de Yıldız Karayel romanıyla Orhan Kemal Roman Armağanı’nı ve Madaralı Roman Ödülü’nü aldı.
Kulağımız Kirişte adındaki şiir kitabının birinci baskısı Çınar Yayınları tarafından yapıldı. Kitapla aynı addaki şiir şöyleydi: “Yaşlılar adına konuşmanın tam zamanı / Kütükte yaşı yetmişlerin arasındayım. / Bir tekerlemenin çağrışımında / İnanıvermeyin işimin bittiğine / Ne var ki dertlerimiz tasalarımız artıyor / Yaş ilerledikçe. // Biz yaşlılar türlü nedenlerden / Kuşlarla birlikte uyanmak zorundayız, / Saksıdaki karanfil bakım ister, / Tüm çiçekler, ağaçlar, parklar / Yollar, köprüler bakım ister, / Balıkçı barınağı, barınaktaki gemiler, / Gün domadan deniz fenerimiz, / Kıyılarımız, gökyüzü, bulutlar, / Bir uçtan bir uca esen rüzgâr… / Bütün gün gözümüz üzerlerinde olmalı. // Bu arada torun torba, çocuklarımız, / Martılarla birlikte çoğalan… / Onlar da bakım ister kuşkusuz. / Erken de kalksak, alaca karanlıkta / Hangi birine yetişebiliriz ki… // Biz yaşlılar için en önemlisi / Kuzeyden esen nemli rüzgârlar, / Karayel de önemli, gündoğrusu da… / Raporlar yazılmalı hava raporları, / Soğuk, sıcak tüm dalgalar, akımlar / Alçak basınç, radyolarda, yüksek basınç / Güneyden esen yellerle birlikte / Sisli puslu havalar da duyurulmalı. // Yaşlandıkça azıyor romatizmalarımız / Bir günümüz bir günümüze uymuyor, / Artıyor ağrılarımız sızılarımız / Kapıya kim vuracak belli olmaz, / Kulağımız kirişte olmalı.”
18 Şubat 1984’te İlhan Selçuk, Cumhuriyet gazetesinde Ilgaz ile ilgili yazdığı yazıda şöyle diyordu: “Rıfat Ilgaz artık kişi değil bir kurumdur. Herkes Hababam Sınıfı’nı bilir; yoldan geçen birini çevirin sorun, olumlu yanıt alırsınız. Rıfat Ilgaz halka malolmuştur; kendisi de sade bir insandır; gösterişten kaçar; sıradan aşçı dükkânında, alçak gönüllü bir meyhanede, sade insanların sıcak dostluklarında hayatın tadını bulur.
28 Nisan 1986’da, 75. yaşı dolayısıyla İstanbul Harbiye’deki Konak Sineması’nda bir kutlama gecesi düzenlendi.
12 Mart 1990’da, Türkiye Yazarlar Sendikası’nın Karaca Tiyatro’da adına düzenlediği ‘Ustalarla Birlikte’ adlı toplantıya katıldı.
19 Kasım 1991’de son şiirini kaleme aldı. “Elim birine değsin, / Isıtayım üşüdüyse / Boşa gitmesin son sıcaklığım!”
11-19 Aralık 1991’de, 80. yaşını kutlamak amacıyla Türkiye Yazarlar sendikası ile PEN Yazarlar Derneği’nce ortak etkinlikler düzenlendi:
13 Aralık’ta Ankara’da Kızılırmak Sineması’nda, 15 Aralık’ta İzmir’de İsmet İnönü Kültür Sanat Merkezi’nde, 17 Aralık’ta Kastamonu’da, 19 Aralık’ta İstanbul’da Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda toplantılar yapıldı. Bu ‘Rıfat Ilgaz Haftası’ içerisinde Kastamonu’da bir sokağa ‘Rıfat Ilgaz Sokağı’, Cide’deki Hastane Caddesi’ne ‘Rıfat Ilgaz Caddesi’ ve Belediye Parkı’na da ‘Hababam Sınıfı Parkı’ adları verildi.
1984’te Cide Postası gazetesi, Çınar Yayınları’nın katkılarıyla, ‘Rıfat Ilgaz-Cide Edebiyat Ödülü’ düzenlendi. O yıl şiir dalında yapılan yarışmada Birincilik Ödülü Seval Esaslı’nın Sekizinci Renk, İkincilik Ödülü Veysel Çolak’ın Fotoğraf Arkalıkları adlı yayımlanmamış kitaplarına verildi. 1986’da ikinci ve son kez ‘mizah hikâyesi’ dalında gerçekleştirilen yarışmanın birincisi Muzaffer Abayhan’dı.
1992’de Bakırköy Belediyesi, yaptırdığı kültürevine ‘Rıfat Ilgaz Kültürevi’ adını verdi. Kısa bir süre sonra kültürevinin bulunduğu kesim ayrı bir belediyeye dönüştürüldü ve Bahçelievler Belediye Başkanlığı seçimini Refah Partili aday kazandı. Yeni belediye başkanı, kültürevinin adını ‘Necip Fazıl Kültürevi’ olarak değiştirince basın, yazarlar ve aydınlar olaya büyük tepki gösterdiler. Rıfat Ilgaz, “Bu haksızlıktır, buna karşıyım. Ben bunu mahkemeye veririm, nitekim Refah Partili bu belediye başkanını mahkemeye verdim. Fazla bir manevî tazminat istemiyoruz. Sadece bin lira istiyoruz, bir de mahkeme masrafını ödesin diyoruz. Bu artık hukuk meselesi olmuştur.” diyordu.
Faruk Nafiz’in Kastamonu’yu Maarif Vekili Mustafa Necati ile ziyareti sırasında küçük Mehmet Rıfat ile tanışıp ona ‘büyük şair’ diye seslendiği tarih 2 Temmuz 1928 idi. 2 Temmuz bu kez, 1993’te Ilgaz’ın yaşamına damgasını vurdu. Sivas’ta çıkan olaylar sonucu birçok yazar ve şair arkadaşının öldüğü haberini alması onu çok üzdü. Özellikle, çok yakın dostları olan Asım Bezirci ve Nesimi’nin de ölenler arasında olmasına dayanamadı. Asım Bezirci’nin ölümü üzerine görüşlerini 5 Temmuz günü Cumhuriyet’e anlattı: “Artık hiçbir şeye inanmıyoruz. Yaşama da inanmıyoruz. Artık yaşam yalama oldu. Evden dışarı çıkmamak mı lazım? Bizim aklımız ermez oldu. Asım benim çok eski dostum. Benim için yıllarca çalışıp kitaplar yazan değerli bir yazar. Yazar, kitapları yalnız kendisi için yazmaz. Kitaplar birer sevgi derlemeleridir. Asım aylarca günlerce benimle yattı, kalktı. İyi günlerimde gülmüş, hapishanelerle, kelepçelerle ağlamış. Gözlerinin önünde 81’de kelepçeliyim. Asım yanımda, Türkiye’de yaşama da ölüme de inanılmıyor. Asım Bezirci yaza yaza kayboldu gitti işte. İnsanca yapabileceğimiz tek şey şimdi Asım’ı saygıyla anmak.”
Rıfat Ilgaz’ı 7 Temmuz 1993 günü yitirdik. Zincirlikuyu’daki mezarı Asım Bezirci’ninki ile yan yanadır.
Oğlu Aydın Ilgaz’ın girişimiyle, 15 Ekim 1993 günü Beyoğlu’nda Rıfat Ilgaz Kültür Merkezi açıldı. Aydın Ilgaz, buranın Rıfat Ilgaz ile ilgili her türlü belge, fotoğraf, film vb. nin sergileneceği; video gösterimlerinin yapılacağı; konuşma ve panellerin düzenleneceği bir kültür kurumu olarak örgütlendiğini açıkladı.
26 Eylül 1993’de Esenkent Belediyesi, kentlilerden gelen istek üzerine, yaptırdığı 4500 kişilik anfitiyatroya ‘Rıfat Ilgaz’ adını verdi.
Rıfat Ilgaz, o yıl düzenlenen 12. TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’nın ‘Onur Yazarı’ seçildi. Ilgaz’ın ömrü ‘onur yazarı’ olduğu fuara katılmasına yetmedi.
RIFAT ILGAZ’IN ŞİİR ANLAYIŞI
Rıfat Ilgaz Haziran 1976’da Militan Dergisi’nde çıkan ‘Şiir Anlayışım’ başlıklı yazıda kendi şiir anlayışını açıklamıştı:
“Çağının gerçekleri, sorunları içinde tarihsel görevinin bilincine varması gereken bir şairin eylemi söz konusudur bugün.
Şairin, tek başına duyduğunu düşündüğünü, gerçekleri saptayıp yansıtması, önemini yitirmiştir. Topluma yeni biçimler vermekte olan işçi sınıfının değiştirici bir bireyi olarak yaşama yeni bir anlam katması, geleceğe güvenini açığa vurması, iyimser bir duyarlık içinde çağının yeni gerçeklerini belirtmesi görevi başlamıştır şairin.
Bu görevin dışında kalmış olan şair, sanatının çekiciliğini, coşturuculuğunu, atılımlara götürücü, hız verici niteliğini yitirmiş demektir. Sanatla halk arasındaki uyumu yeniden kurma görevi sömürü düzeni hızını artırdığı sürece kaçınılmaz bir eylem olmalıdır.
Her yeni çağ aşağıdan yukarıya doğru itilerle oluşup gelişirken, toplumla içli dışlı olması gereken şair de gerçekçiliğin yeni biçimlerini yaratmaya itilmektedir. Şair, toplumu değiştirme, oluşturma çabası içinde kendisini de değiştirip oluşturacaktır. Bu gerçeği Brecht ile birlikte yineleyebiliriz:
“Her yeni çağ gerçekçiliğin yeni biçimini ortaya koymak zorundadır.”
Şairin amacı, bu gerçekleri öğrenmekle bitmiyor. Bunları yapıtına bilgi olarak koymak, şairi sanat dışı gereksiz çabalara götürür. O, bu gerçekleri içeriğine uygun bir biçim içinde yansıtmak zorundadır. Şair, coşku ve hayranlık yaratan kişidir. Bu coşku ve hayranlık, benzer koşullar içinde yaşayanlar arasında mümkündür. Bir şiirin etkileyici ödevi, bu koşulların içindekilerle yüz yüze geldi mi başlar. Bu bakımdan şair yan tutan kişi sayılır. “Sınıf zıtlıkları sürüp gittikçe ulusal olma niteliği başlar.” sözü de bir bakımdan yanlıştır. Ulusun ulus olma koşullarına uyan, sanatını bu sorunların gerçekleşmesi için görevli tutan şair ulusallık çizgisine ulaşmış sayılır.
Sanatçı yeni biçimler bulacak dedik. Tutan biçimleri boyuna yineledi mi kendi gelişimini dural bir duruma getirdi demektir. Onu önce beğenen halk, bir gün beğenmeyebilir. Halk da değişen bir beğeni içindedir. Kalıpçılık, şairi akan zamanın gerisinde bırakır. Dil de halkın beğenileri içinde değişken bir gerçektir. Şair kıvrak ve işlek bir şiir dilini kendi beğenisine göre düzdüğü sözlükle sağlar. Halkla kendi arasında özel bir anlaşma aracı bulur. Dil gelişip oluşurken değişmeyen yanını titizlikle saklar. Şair kalıcı yana da el attı mı halkla bağlantısını kendi eliyle kurdu demektir. Yunus Emre’nin taze kalışı işte bu değişmez yanı bulup sanatına mal etmiş olmasından ileri gelir.
Şiir bir uyarlık işidir. Hegel’in bir tanımlaması değerini uzun yıllar yitireceğe benzemiyor: ‘Fikirle biçimin uyarlığı, tutarlığı güzeli doğurur.’
Salt biçimcilik diye bir sorun yoktur bizim anladığımız şiirde. Hele şiirin düzen ve düşünceleri geleneksel kalıplara dökme işi sanılması çoktan anlamını yitirmiştir. Biçimcilik, soyut bir teknikçilik, kendi kendisiyle yetinen, kendi dışında herhangi bir amacı olmaksızın kendi kendisiyle var olan bir çabaydı eskiden. Tutucu sınıfın işine gelen bir anlayıştı. Oysa yeni özlerle yeni biçimler ortaya getirme çabası bizi diri bileşimlere götürmektedir. Ortaklaşa atılımlardan güç alan sanatçı, belli bir zamanda toplum için zorunlu olanı gerçekleştirir. Yaratma özgürlüğü bu durumdan zedelenmez, tersine onunla gelişir.”
1940 ŞİİRİ
“1940 Kuşağı’nın oluşmasında İkinci Dünya Savaşı etkendir dedim; çünkü kuşak öyle kendiliğinden oluşmaz, bir toplumsal konum gerekir. Hem bu, yaşa göre de belirlenmez ki; 1950, 60, 70 diye sürüp gitsin. 1940 kuşağını toplumcu şairler oluşturmuştur. 1940 yılında şiir yazan başka şairler de olabilir; ama kapatın imzalarını, hangi çağın şiiri olduğunu kestiremezsiniz. Nabzı atan, çağına tanık şiir, toplumcu şiirdir. 1940’larda şiir yazmak başka şey, 1940’ların özünü kavramak başka şeydir. Diğer sanatçılar da kendilerine göre yol tutturmuşlardır. Kimisi Fransız şiirinin etkisinde, kimisi, Ahmet Kutsi’ler falan, memleketçi bir sanat sürdürüyorlar; ama ayakları yere basmıyor. Naziler geldi, geliyor, dendiği günlerde, biz toplumcuyuz diyorduk. Sanatçının yaşadığı çağdan soyutlanabileceğine inanmıyor, bunun mücadelesini veriyorduk. Atom bombası, bir dönemin kapandığını, yeni bir dönemin başladığını simgeliyor. Bomba atılmadan bir gün önce beni görüp yolunu çevirenler, bir gün sonra en kabadayı özgürlükçü kesilmişlerdir. Buna da dikkat etmek gerekir.
1940 Toplumcu Kuşağı ‘gerçeği yaz da nasıl yazarsan yaz’ mantığında değildi hiçbir zaman. Bugün diğer arkadaşların da şiirleri irdelendiğinde, konularımızın yaşamdan alınmış olduğu görülür; ama bunu şiire dönüştürmek için verilen özgün çaba da görülür. Tabii herkes bunda başarılı olamamış olabilir. Her zaman da öyledir zaten. Önemli olan o çabayı vermiş olmamız. Şiirin sadece kendini tatmin olmadığını da düşünürsek, mesele daha da açıklık kazanıyor. Vezinli, kafiyeli, hatasız şiirler ben de yazdım; ama şiir sadece güzel yazmak değildir. Bir de sanatçının sorumluluğu var. Yaşadığımız dönem İkinci Dünya Savaşı, bundan soyutlayamazdık kendimizi. Biçim önemlidir şiirde, ama içeriği hapsetmediği, sınırlandırmadığı, oyuna dönüşmediği ölçüde. İçeriğe yeni olanaklar kazandırabildiği ölçüde. Yani, özü kavrayacak bir biçim.
İki satırla karalamak kolaydır; ama bir de bugün nabzı atan şiire bakalım. Kimler çeviriye benzeyen şiirler yazıyor, kimler fildişi kulelerinde, kimler yaşama yakın, insana yakın olanlarda kimlerin etkisi var. 1950-60 arası hiçbir yerde doğru dürüst yer verilmeyen bizler, nasıl yok olmamışız. Bugün yine neden ve niye okunuyoruz. Ya da bizi yok sayanlar, böyle on yıla dayanabilirler mi? Ve on sene, yirmi sene sonra okunacaklar mı, müzelere mi kaldırılacaklar? Sorunun cevabı burda işte. Hem kendi sorunlarından kaçmayan, çağla hesaplaşabilenler mi kalabilir? Burayı da iyi düşünmek gerekir.
1940 ondalık kesirlere uyarak kuşaklanmış bir şiir akımı değildir. Şiirde gerçek devrimi yapan Nâzım Hikmet bu desimal kurala uyarak yapmamıştır yeniliğini. Şiiri hececilerden almış, kendine özgü, yani şiirin değil kendisinin kişiliğine uyarak yapısal yeniliğini yapmıştır. Ondan sonra gelen tüm yenilikçiler onun yürekliliğinden güçlenerek yolunu ve kendini bulmaya çalışmıştır. Ben ancak bunlardan biriyim... Hem Hikmet gibi yapmak istedim, hem de ona biçim bakımından, giderek içerik bakımından bile benzememeye çalıştım. Sanırım 1940 kuşağı arkadaşlarım da birbirlerine benzemediler ürünleriyle.
MİZAH ANLAYIŞI
Önce benim anladığım mizah nedir bunu açıklayayım: Bir kez yazınsal tür değildir. Bir başka yazınsal tür ile birlikte vardır. Romanla, öyküyle, şiirle... Olaylara özgün bakış açısıdır mizah. O açı nedir, ne olmalıdır? İnsanlara salt anlamsız kahkahalar mı attıracak, yoksa güldürürken bir şeyler de sezdirecek mi? Ayrım burada yatıyor. Güldürmeyle düşündürme arasındaki ilişkide. Günümüz mizahında –bazı mizahçı arkadaşları değerlendirmemin dışında tuttuğumu belirteyim- amaç çoğu kez hoşça zaman öldürtüp eğlendirmeye doğru eğilimli. Oysa 40’lı yılların mizahının başat niteliği güldürürken düşündürmekti... Toplumun yanlış işleyen yanlarını vurgulama, gerçeklerini gösterme, uyarmaydı. Yani ağızların kulaklara varması değildi istenen, dudaklar kımıldasın yeterdi. Güldürmek, eğlendirmek belki araç oluyordu; ama temelde istenen buydu. O dönemlerin çoğu mizah yapıtlarına bakın, görebilirsiniz bunu. Nitekim, benim Hababam Sınıfı da yanlış işleyen eğitim sistemimizden doğmuştur, onun yergisidir. Diyeceğim, tümüyle alırsak bir nitelik ayrımı söz konusu.
Hayır, benim amacım tümüyle güldürmek olmamıştır hiç. Tedirgin eden, tedirgin etmeye çalışan bir mizahtır. Uyuşturup yapıştıran, sakinleştirici bir mizah değil. İşlediğim olaylar olumsuz olabilir, ya da sıradan ve ilgisiz kişileri konu edebilirim. Ancak, amacım, izleyene olumlunun, yararlının, doğru davranışın ve sağlıklı tutumun ne olduğunu göstermektir. Hep bozuk düzenin köküne gitmeye çalıştım. Gözümü toplumdan hiç ayırmadım. Kulağımı da halktan. Beni saran ve yaşadığım olayların tanıklığı da gözlemlerime katkıda bulundu.
ROMAN ÜZERİNE
Mizah romanlarım deyince akla, Hababam Sınıfı, Bizim Koğuş, Meşrutiyet Kıraathanesi gibi romanlarım geliyor. Oysa bu Yıldız Karayel, Karadeniz’in Kıyıcığında, Karartma Geceleri, Sarı Yazma türünden bir roman. O zaman bu romanlara ne diyeceğiz? Mizah romanı olmayan roman. Ben böylesi bölümlemelere, sınıflandırmalara karşıyım. Köy Romanı-Kent Romanı, Mizah Romanı gibi bölümlemeler eskimiştir. Roman, romanın kuralına uygun olarak yazılmışsa romandır. Roman, bütün tekniği, ölçüleri içinde, kompozisyonuyla romansa romandır. Ama anı romanıdır, köy romanıdır, kent romanıdır, tarihsel romandır.
Beni anı romanı yazmakla suçladılar. Diyelim ki Sarı Yazma bir anı romanıydı, son romanım Yıldız Karayel de bir anı romanı olsa gerek. Yetmiş yaşına gelmiş bir yazar ister istemez anılarını malzeme olarak kullanacaktır. Benim romanlarımda adı geçen kişiler, tipler ‘gerçeğe uymuyor’ sözünü kullanmamışlardır. ‘Sen bu olayı öyle anlatmışsın.’ deyip geçmişlerdir. Hababam Sınıfı’nın kahramanlarından Kel Mahmut (Nihat Dicleli), televizyonda bu diziyi izledikten sonra bana mektup yazdı, memnun olmuş; ama Kel Mahmut tıpatıp aynı mıdır? Hayır. Anlattığım kişiler de böyle anılmaktan tedirgin değiller.
Bir yapıt ya romandır ya değildir. Bu yanıtım köy romanları olgusu için de geçerlidir. Emile Zola’ya Döl Bereketi, Toprak romanlarından ötürü köy romancısı mı diyeceğiz?
Kanımca otobiyografide egemen olan zaman planı, yani kronolojidir. Bu bakımdan bu tür yapıtlara roman demek bile gerekmez. Oysa benim anı romanı olarak eleştirmenlerin inceledikleri romanlarımı kendimden soyutladığım halde; amacım, yaşamımı saptamak değil. Bu anıları malzeme olarak romana yakışır biçimde kullanmak.
Nedense, eleştirmenler benim mizah hikâyeciliğime kadar gelirler de, romancılığım üzerinde fazla durmazlar. Benim değer verdiğim eserlerimin başında Karartma Geceleri gelir. Sınıf isimli kitabımın toplatılmasından sonra tutuklama emri çıktı. Hastayım o sıralar ve Nişantaşı Ortaokulu Türkçe öğretmeniyim. Tutuklanma emrimin çıkacağını da biliyorum. Kitap toplatılmış çünkü, sıkıyönetim dönemi. Onun için bir süre saklanmak gereğini duydum, kaçma değil. Hastayım, bir sorguya, sıkıntılı bir sorguya katlanmak zor. İki buçuk aylık bir saklanma dönemim oldu İstanbul içinde. Polis tarafından arandığımı biliyorum, eve gelmişler, ev aranmış falan. İşte Karartma Geceleri bu iki buçuk aylık dönemin romanıdır ve o günlerin sorunları da paralel olarak gelişir o romanda
HABABAM SINIFI
Hababam Sınıfı, bir eğitim yergisidir. Mizah hep beyazdır, olumludur. Mizahta gülme ana öğe değildir. İsteyen ağlar, isteyen güler. Ben yergi yapıyorum, komedi bile düşünmüyorum. Hababam Sınıfı’nda üç şeyin yergisi yapılmıştır: Kopyanın, ezberin, uydurma saygının... Benim mizahım düşündürmeye dayanır. Hababam Sınıfı’nda bize yakışmayan eğitimsel şeylerin yergisini yapıyorum. Ezberleten hocayla alay edilmiştir. Bugün bunları yapan hesap makineleri var. Çocukların belleği makine değildir. Ezberin eğitim değeri de yoktur. Bellekten kopya çekmektir. Ezber, kopyayı körükler. Savunma mekanizması gibi... Ben şiirlerimden hiçbirini ezbere bilemem. Kopya çekmek ezberlemekten daha eğitseldir. Biraz yaşantı vardır, hiç olmazsa...
Bu romandan üç oyun çıkardım. İki milyondan fazla seyirci bu oyunları katıla katıla seyretti. İki milyon seyirci dediğim zaman bir iki profesyonel tiyatroyu ele alarak çıkarmıyorum bu toplamı. Benden izin alıp da oynayan, almadan oynayan yüzlerce okul, dernek, hatta askerî birlikleri düşünüyorum. Bu edebiyat olayı üzerinde başta İlhan Selçuk olmak üzere, yalnız gazete ve fıkra yazarları durmuştur. Edebiyatçı eleştirmenlere gelince: Bunlar belli nedenlerle övülmesi, tutulması gerekenlere ayırma zorunluluğu duymuşlardır kalemlerini. Belli nedenler mi dedik... Bu nedenler belli olmasına karşın, o kadar çok türlüdür ki... Şairden, hikâyeciden, romancıdan kişilik bekleyen bu övme ve yerme ustaları bu niteliği hiç kendilerinde aramazlar.
Neden yazdım bugünün Hababam Sınıflarını? Bunları (İcraatin İçinde, Uyanıyor, Sınıfta Kaldı, Baskında) aslında hapishanede yazmaya başladım. Düşünüyordum, ‘Bugün Hababam Sınıfı olsa, bugünün konuları olsa, nasıl yansır okula, öğrenciye diye. Olaylar var, her gün gazeteleri okuyorum... Bugünün sorunları nedir, nelerdir diye üstünde düşünüyordum. Baktım yeni yeni olaylar var. Ve Hababam Sınıfı’nın görüşlerinin halen geçerli olduğunu gördüm, başladım yazmaya. O zaman benden Milliyet gazetesi istedi bunları. Önce on tane filan istediler. Yazdıklarımı verdikçe de yenilerini... Derken on beşe, on yediye çıktı. Gazetede yayımlandı. Demek ki sevildi, tutuldu diye düşündüm. Yazdıkça yazıyordum, sanki o günlerde de, bütün olaylar beni bekliyormuş gibiydi. Türkiye’de yaşadığımız yeni şeyleri, taze olayları yazmaya başladım, Hababam Sınıflarında. Buna belki, modern Hababam Sınıfı demek daha iyi olur. Hatta İlhan Selçuk bir yazısında şöyle demişti: “Hababam Sınıfı yalnızca okullarda mı var? Yaşamımızın içindedir Hababam Sınıfları.”
ÇOCUK ROMANLARI
Yetmiş yaşın bana kazandırdığı deneyimlerden en başta geleni küçümsenmeyecek çocuk ve torun sayısıdır. Çocuklarımın, torunlarımın büyümeleri sırasında karşılaştığım küçük küçük sorunlar, bende onların da dünyasına girme isteği yaratmıştır. Ayrıca, deneyim için, on beş yılı bulan öğretmenliğimi de göz önünde tutarsak, çocuk yakından tanıdığım bir varlıktır. Çok küçük yaşta öğretmenliğe başlamam, ilkokulun ilk sınıflarında çocuklara arkadaşlık kurmamı da sağlamıştır. Yani çocuklarla ilişkim genç yaşımda başlamıştır. Böylece çocukların yaşamına karıştım. Onların beğenilerini, özentilerini, serüvenci yanlarını yakından izledim. İlk ürünlerimi verirken bu deneyimlerden yeterince yararlandığımı sanıyorum. On kadar çocuk kitabım var; daha çok roman. Çocuk şiirleri yazmadım değil; ama dergilerde kaldı. Kimisinin altında adım bile yok.
Rıfat Ilgaz’ın RÜŞVETİN ALAMANCASI adlı öykü kitabından bir öykü:
SIÇAN ARTIĞI
Soru sormak yetkisinde olan çok yetkili kişi, kaşlarını devirip, gözlerinin akını belirterek kurulduğu yüksek kattan gürledi:
“Nedir bu saçmalar?”
Önünde açılı duran, yayınladığım kitaptı.
Sayfaları tiril tiril titredi bu gürleyişten. Beni de kitabımın sayfalarına benzetmek için üst perdeden bir daha gürledi:
“Haaa? Sana soruyorum, nedir bu saçmalar?”
Bu suçlama ağır da olsa, bir eleştiri özelliğinin sınırlarını aşmıyordu. Hoşgörüyle karşılamasını bilmeliydim. Bundan ötürü ona çıkışacak duruma düşersem, ondan ne farkım kalırdı; sustum. Susmam bile onu deli etmeye yetmişti.
“Yalan!” diye bağırdı, “Hepsi yalan bu yazdıklarının! Bu sefalet nerde var? Hangi memlekette?”
Suçlama eleştiri sınırlarını aşıyor, kişiliğime kadar uzanıyordu. Ben mi yalancıydım? “Ben gördüklerimi yazdım!” dedim, “Bunların sefalet anlamına geldiğini siz söylüyorsunuz?”
“Biz mi söylüyoruz, sen mi yazıyorsun?”
“Hiç hoşuma gitmez bu sözcük, bir şair olarak... Hiçbir yazımda kullanmadım bu sözcüğü!”
“Ama bütün çizdiklerin sefalet tablosu! Aç çocuklar... Çöp tenekelerinden ekmek arayanlar... Fırın önlerinde kuyruğa girenler...”
“Ben gerçekçi bir yazarım. Gördüklerimi yazıyorum, uydurmuyorum!”
“Sefalet var mı memlekette, yok mu, onu söyle!”
“Siz bilmiyor musunuz efendim?”
“Ben sana soruyorum!”
“Gördüklerimi olduğu gibi yazdım. Var mı yok mu gerisini siz bulup çıkarın!”
“Diyelim ki, gördüğünü yazdın... Ne halt etmeye yazarsın bunları?”
“Görmeyenlere göstermek için!”
“Hıı!.. Demek öyle!.. Göstermek için haaa!.. Göstereceksin de ne olacak?”
“Sadece göstermiş olacağım, bir sanatçı olarak...”
“Göstermekle iş biter mi? Söyle, göstereceksin de ne olacak, diyorum?”
“Bunu da gösterdiklerim söylesin.”
“Milleti ayaklandırmak için öyle mi? Senin yaptığın düpedüz kışkırtıcılık!”
“Aydın olarak, sanatçı olarak bana düşen iş, gerçekleri göstermek.”
“Öyle demek! Uyarmak, kışkırtmak, ayaklandırmak! Alın götürün bunu! Atın içeri! Görsün çöp tenekelerini karıştırmayı içerde!”
Atılmam için, ilk iş, üstümün başımın aranması gerekiyordu. Yazılarımda sözkonusu ettiğim çöp tenekelerine, gözlerinin kuyruğu ile bakmak istemeyenler, ceplerime öylesine bir saldırdılar ki, ne varsa içlerinde döktüler masanın üzerine. Başladılar didik didik incelemeye:
“Bir mendil!”
Silkeleyip, içine baktılar.
“Bir paket sigara!”
Sigaralardan birini açıp tütününü incelediler.
“Bir düğme!”
Işığa tutup deliklerine baktılar.
“Bir kalem!”
“Ne!.. Kalem mi?”
“Evet bir kurşun kalem!”
“Ayır onu şuraya!”
“Bir defter!”
“Onu da ayır şöyle! Boşaltın helanın yanındaki odayı!”
“Başüstüne!”
“Kapatın bu adamı oraya!”
Kapattılar. Dört duvar arasına tıktılar beni. Tavanda on mumluk bir lâmba... Dışarda gündüz olsa bile, burda gece... Duvarlardan birinde kitap büyüklüğünde bir cam, üstü tozla toprakla sıvanmış... Olduğu gibi duvara çakılmış sanki... Bir de kapı... Ortasında ufacık bir üçgen... Bir çifet gözün sığabileceği büyüklükte... Bakıyorum, içinde gerçekten de bir çift göz... Bana bakıyor... Bir çift göz, ya da iri bir burun:
“Diğelip durma!” diyor, “Otur!”
Bunları bir çift göz mü söylüyor, burun mu, belli değil. Oturalım, peki! Oturalım ama nereye? Oturmak, dikilmekten iyidir elbet. Ne iskemle var, ne hasır. Ne de boylu boyunca uzanacak bir ranza. Yerler toz içinde... Hem de nasıl toz, adım attıkça tozuyor.
Bir kaşıntıdır başladı ayaklarımdan... Çıkıyor dizlerime doğru... Dizlerimden de daha yukarılara... Eğilip kaşıyorum. Çoraplarımın konçlarını sıyırıp bakıyorum, pireler yüzüme atlıyor. Şimdi ne olacak? Kaşımakla kurtuluş yok. En iyisi üzerinde hiç durmamak, düşünmemek... Varsın onlar benim üzerimde dursunlar... Elllerimi ceplerime sokup başlıyorum gezinmeye. Gezinirsem bacaklarımı daha az sararlar gibi geliyor bana. Bir uçtan bir uca arşınlıyorum.
Üçgenin içindeki burundan yeni bir buyrultu çıkıyor: “Gezeleme!”
Ayakta dikilmeme razı oluyor demek. Dikilip kalıyorum bir süre. Yorgunluk omuzlarıma bastırınca çöküveriyorum olduğum yere. Pireler bu kez de bileklerimi sarıyor. Bileklerimden daha içerilere... İçim dışım pire oluyor.
Bir süre tatlı tatlı kaşındıktan sonra gözlerim kapanıyor sanki... Sırtımdan paltomu çıkarıp seriyorum döşeme tahtalarının üzerine, bolu boyunca uzanıyorum. Özgür bir kişiye beni en çok benzetecek olan uykunun kollarına bırakabilirim kendimi. Ama nedir beni uyuklamaktan alıkoyan? Gözlerimi kapadığım halde uyutmayan?.. Kutu kutu içinde kapanıp kalmış olmam mı? Yoksa uykumun içine, kapıdaki üçgenden yabancı bir burunun sokulması mı? Yalnızlığımın içine pirelerin terslemesi mi yoksa? Hiçbiri değil! İçimden, midemden doğru gelen bir şey... Bir kazınma, bir ezilme... O işte... Açlık! Biraz da susuzluk!
Saatim yok. Olsaydı onu da bırakmazlardı belki... Bilginin her çeşidi yasak olduğuna göre, zaman bilgisi verecek saati de yasak ederlerdi. Tavandaki on mumluk kandil bile, odayı aydınlatmaktan çok, zamanımı şaşırtmak için asılmış olacak tepeme. Geceyle gündüzü birbirine karıştırmam için... Şu halde açlığımın süresini bile hesaplamak olanağından yoksunum. Belki otuz altı, belki de kırk sekiz saattir gırtlağımdan ne kuru, ne de sulu bir nesne geçmedi.
Uykunun, açlıkla cenkleştiği uzun bir süre içinde, odamın kapısı şangırtıyla açıldı. Açıldı değil, aralandı. Bir kol uzandı dışarıdan, kucağıma bir ekmek düştü, yumruğum büyüklüğünde. Ufak da olsa bir ekmekti bu. Mis gibi kokuyordu. Uzun süre bakakaldım yüzüne. Sonra sevgi ile öptüm. Bu duyarlık, bu içten gelen sevgi gösterisi açlığımı giderecek yerde, büsbütün arttırdı. Başladım bir ucundan kemirmeye. Kuruydu, kupkuru... Özgürlüğümü elimden kaçırma karşılığı kazanmıştım bu ekmeği ben. Tek kuruş vermeden kazanmıştım. Sertliğine kim bakardı, çiğneyip yutuyordum. Bir kırıntısını bile bırakmadan yiyip bitirmem işten bile değildi. Yarılayınca durakladım birden. Ya gerisi gelmezse! Ya bir daha kapı aralanıp kucağıma bir başkası atılmazsa! Söz dinlemeyen açlığıma, gem vurmasını başarmalıydım. Elimde duran yarım ekmeği özenle başucuma koydum. Yeniden paltomun bir ucunu üstüme çekip kıvrıldım olduğum yere.
Uyumam içiç artık hiçbir engel kalmamıştı. Kapanıvermişti birden gözlerim.
Ne insancıldır şu uyku. Ne özgürü ayırt eder, ne tutsağı. Giriverir hemen koynuna. Şunu da söyleyebilirim biraz daha ileri giderek... Zengine karşı daha nazlıdır da, yoksula hemen veriverir kendini. Ne altındaki ot yataktan iğrenir, ne üstündeki çuldan, çaputtan tiksinir.
Bir tıkırtıyla açtım gözlerimi. Odamın kişiyi deli eden suskunluğunda müthiş bir tıkırtıydı bu... Dönen makarayı, ya da çarkı andıran bir gürültüydü. Kapı mı açılmıştı yoksa? Tıkırtıyla değil, şangırtıyla açılırdı kapım. Yoksa?.. Bir şeyler sezinler gibi olmuştum... Neredeydi ekmeğim benim? Başucumdaki ekmeğe çevirdim başımı. Yotu!
Birden dikiliverdim ayağa!.. Nereye giderdi bu ekmek! Uyurken üçgenin içindeki burun hortum gibi uzayıp almamıştı ya! Üçgene kuşkuyla baktım, ne bir çift göz vardı, ne de bir burun... Bütün bunları toplayıp götürmüştü nöbetçi denilen kişi. Belki de kapının dibinde kestiriyordu. Döşeme tahtalarını boylu boyınca izledim, bakışlarımla. Na, orada, oracıkta, yere çakılmış gibi duruyordu yarım ekmek!.. Bir deliğe sıkışmıştı. Koşup aldım. Deliğin içinde kalan yanı tırtıl tırtıl olmuştu. Anlaşılıyordu her şey. Uyurken iri bir sıçanın baskınına uğramıştım.
Ekmeği yavaşça başucuma, eski yerine. Paltomun bir kanadını üstüme çekip kıvrıldım, geçtim tavşan uykusuna.
“Hey namussuz!” dedim, “Bula bula beni mi buldun! Benim gibi eli kolu bağlı bir tutsağı!”
Tokluk çağımızda öğretmişlerdi bize, sıçanın artığı yenmezdi. “Keşke bir insan artığı olsaydı!” dedim.
Tepem atmıştı. Olmazdı böyle şey! Bu sıçanı ne yapıp yapıp yakalamalı, vermeliydim cezasını. Tek servetim olan ekmeği, elimden almaya kalkışmasını yanına koymamalıydım.
Çok geçmeden aradan bir tıkırtıdır başladı. Göz kapaklarımı aralayıp baktım. Önümden hızla uzun bir kuyruk geçti. Başucumda durdu. Sağa, sola oynarken ekmek de kımıldıyordu yerinden. Yarım daire çeviren kuyruk, geçti ekmeğin arkasına. Sipsivri iki kulak boşlukta dönüyor, havada uygunsuz bir ses arıyordu. Benden hiçbir davranış beklemediği ortadaydı. Gözleri fıldır fıldır odanın dört bucağında dolaştığı halde, bana dönüp bir kez bile bakmıyordu. Enayiliğim üzerine kesin bir yargıya varmış olmalıydı. Bu vurdumduymazlık, bu iplemeyiş daha da koymuştu bana. Onun gözünde, burnundan maşayla tutulup bu odaya atılmış bir sıçan ölüsünden hiçbir farkım olmaması gerekiyordu. Ona göre sırf aptallığım yüzünden girmiş olmalıydım bu kapana.
“Dur seeen!..” dedim, “Diyelim ki kapana kıstırılmış bir sıçanım ben, elime geçen ekmeği gelip aşırmak yakışır mıydı senin gibi özgür bir sıçana? Bütün kapılar senin için açık değil miydi, ardına kadar? İstediğin zaman kuyruğunu, kulağını sallaya allaya çıkamaz mıydın dışarı? Dışarıdaki bütün fırınlar, senin bir işaretine bakmıyor muydu? Kimse senden para mı isteyecek, karne mi soracaktı? Bırak kuru ekmeği, pastırmalar, sucuklar, salamlar ne güne duruyordu dükkânlarda? Senin gibi özgür sıçanların bir işaretine bakardı bütün bunlar!”
Dört ayağının arasına almış, itekliye itekliye götürüyordu ekmeğimi. Başını çevirip göz ucuyla bile bakmıyordu benden yana. Ben, bu kadar mı hımbıl, bu kadar mı zavallıydım!
Birden ok gibi fırladım yattığım yerden. Hızla koşarak çıktığı deliğe ayağımın tabanını basıp kapattım. Öbür ayağımdaki pabucu çıkarttım, aldım elime. O, benden önce deliğe varmak istemişti ama, çok geç kalmıştı. Benden hiç böyle bir açıkgözlülük beklemediği belliydi. Bu umursamayışını çevikliğiyle kapatmak istemişti ama başaramamıştı. Rüzgâr gibi koşmuş, hızını alamadan ayağıma çarpmış, iki karış yukarı fırlayıp öbür yana sırt üstü düşmüştü. Toparlanmıştı birden, ters yöne doğru hızla atılmıştı. Başka bir delik olabilir mi diye düşündüm, korktuğum boşunaydı. Ekmeğin başında bir an dikildi, iki ayağının üstünde durdu düşündü. Bastığım deliği inceliyordu. Delikten bir hayır gelemeyeceğini pek çabuk anlamış olacaktı ki, odanın içinde fırıl fırıl dönmeye başladı. Bu dönüş biraz da bana hedef vermemek içindi. Kaldırdığım pabucu, kimin kafasına fırlatacağımı kestirmiş olmalıydı. Hızla koşarken bile gözlerini benden ayırmıyordu. Kendisi kadar enayi olmadığımı anlatabilmiştim sonunda. Üstelik bu durumda kendisinden daha da güçlüydüm. Onunsa savunmak için hızından başka hiçbir olanağı yoktu. Böyle aptalca koşup durursa çok geçmeden bu olanağını da yitirecekti. Üstelik en kutsal varlığını, özgürlüğünü de kaçırmıştı elinden. Beni buraya kapatanlar her şeyime el koyduklarını sanmakla ne kadar aldanıyorlardı. Bir sıçan karşısında, hiç olmazsa denk bir güçteydim. Bir yaratığın özgürlüğüne el koymakta, onu kendi kurallarıma göre cezalandırmakta hiç de onlardan aşağı kalır yanım yoktu. Tek başıma suçluyu yakalıyor, tek başıma cezasını verebiliyordum. Hem de görülmedik bir çabukluk içinde ve şu durumda...
Hızının azaldığı bir sırada, kafası budur diye, salladım elimdeki pabucu. Yedek Subay Okulu’nda öğretmişlerdi bize. Canlı hedeflerin tırnağının ucuna nişan alınacağını... Üzerimize doğru gelen canlı hedeflerin... Tam üzerime doğru gelirken ayaklarına doğru sallamıştım ama, tutturamamıştım. Bu öğretide bir bozukluk olduğu ortadaydı. Pabuç, iki ayak boyu, geriye vurmuştu. Demek bize öğretilen canlı hedeflerin içinde, sıçan kadar küçük olanları yoktu. En küçüğü insan büyüklüğünde olmalıydı.
İkinci kez atışa geçmek için, deliğe bastığım ayaktaki pabucu çıkarıp almalıydım elime. Ustaca ayak değiştirdim. Eğilip ayakkabıyı aldım elime. Sıçan hâlâ kulakları düşük, tüyleri kabarık koşup duruyordu. Ben ayak değiştirirken, beliren umut ışığı da sönüp gitmişti.
Bu kez, iki pabuç boyu ileriye savurmalıydım elimdekini. Hem kafamı, hem kolumu kullanarak nişan aldım. Tam üzerime doğru gelirken fırlattım. Kafamdan geçenleri sanki anlamış gibi, birden değiştirivermişti yörüngesini. Öylesine hızla savurmuştum ki, ayakkabının, döşemeye çarpmasıyla boyum kadar havaya sıçraması bir olmuştu.
Pabucun çıkardığı gürültü deliye döndürmüştü sıçamı. Hızını öylesine arttırmıştı ki, virajları alamıyor, bu hızla duvarda koşuyordu. Gözlerimle izleyemiyordum koşmasını. Onunla birlikte dikildiğim yerde ben de fırıl fırıl dönüyordum.
Ayakkabılarımın çıkardığı gürültü kapının arkasında kestiren nöbetçiyi uyandırmış olmalıydı. Çipil çipil iki göz üçgenin içinden çıkıştı bana:
“Ne oluyor, nedir bu gürültü be!”
Olanı biteni birden kavrayamamıştı. Neden sonra topaç gibi fırıl fırıl dönen sıçanı görebilmişti. Ne yapacağını hesaplamadan şangır şangır açtı kapıyı. Kim bilir, içeri girip ezecekti postallarıyla sıçanı. Tam kapıyı aralayıp içeri girecekti:
“Kapat!” diye bağırdım, “Kaçıyor!”
Nöbetçinin ödevi kim olursa olsun kaçırmamaktı. Şaşırdı birden, kapıyı kapatmak istedi, beceremedi. Kaçırmıştı sıçanı ayaklarının arasından...
“Tuh!” dedim, “Kaçırdın!”
Kapıyı olduğu gibi aralık bırakıp düştü sıçanın peşine. Postallarının çıkardığı seslerden anlıyordum koştuğunu. Yapamadığım işi, ona yaptırmak için bağırdım kendimden geçerek:
“Koooş!.. Kaçıyor!..”
Ayak sesleri doldurmuştu koridoru. Bilen bilmeyen düşmüştü sıçanın peşine.
“Tut, kaçıyor!”
“Nah işte!”
“Kim kaçıyor be!”
“Kaçıyor işte, koş!”
Kabaralı postal sesleri... Mekanizmaların açılıp kapanmaları... Seslenmeler, komutlar:
“Kaçıyor, tut!..”
“Kes önünü, koş!”
“Kaçıyor!..”
“Doldur kapa!”
“Tuh, yazık! Kaçtı!”
Kapıyı içerden çektim üzerime. Üçgen geldi gene eski yerine. Neden sonra üçgendeki gözler de geldi.
Fare artığı yarım ekmek, duruyordu yerinde. Elimi bile süremiyordum. Öğrettiklerini, çok sağlam belletmişlerdi bana. Sıçan artığı yenmezdi, dara gelince ancak insanların artığı yenirdi. Bu artıklar, sabahları çöp tenekelerinden aranabilirdi. Ekmeğin yalnız parayla değil, karneyle verildiği zamanlar, daha da değerlenirdi bu nesne. Ekmek değerlendikçe artığı da değerlenirdi tabi... O kadar değerlenirdi ki çocuklar sabahları çöp tenekelerinde bile arayabilirlerdi. Çocuklar arayabilirlerdi ama, şairler bu konuyu alıp kullanamazlardı. Ekmeğin artığını ele almak yasak değildi, yasak olan bu konuyu ele almaktı.
Pireli odanın, sıçan önünden arta kalan ekmeğini mi soruyorsunuz?
Yıl 1944... İkinci Dünya Savaşı yılları... Biz savaşa girmedik. Bu yüzden savaşa giren uluslar gibi, sıçanları yakalayıp yemedik. Savaşın dışında kaldığımız için, bizi savaşa sokmayanlara, üzerimize çullanmayanlara kendi ekmeğimizi verdik... Biz, bu ulusun şairleri de, sıçanların önünden artan ekmeklerle yüz yüze geldik, böyle, hapishanelerin pireli odalarında. Az şey mi, böyle bir sorunla karşılaşmak adam olana! Az şey mi, sıçan artığı ekmeği ele alıp da düşünmek, yenir mi, yenmez mi diye... Yemenin de, ele alıp düşünmenin de suç olmadığını bilmek! Yalnız çocukların çöp tenekelerinden ekmek artığı aradıklarını yazmanın suç olduğunu öğrenmek, böyle hapishanelerin pireli odalarında!..
YOKUŞ YUKARI Adlı Kitabından Rıfat Ilgaz’ın Bir Anısı:
STEPNE’DEN ÇEVİRİ
Dolmuş dergisinin en hızlı günleriydi. Hababam Sınıfı öyküleri üçten ona, ondan yirmiye, yirmiden de otuza doğru ilerliyordu. Ben, “Keselim mi artık?” diye sordukça, İlhan Selçuk:
“Aman kesme, iyi gidiyor!” diyordu.
Gerçekten de iyi gidiyordu Hababam Sınıfı. Kabataş Lisesi’nde yatılı okuyan oğlum, bana yeni yeni olaylar getiriyor, anılarımı zenginleştiriyordu. Ölümsüz Üniversiteli Haydar, kaldığımız Yeşiltulumba Sokağı’ndaki evimizin bir odasında Haydarpaşa Lisesi’nde başından geçen olayları anlatıyor, üç gün sonra anlattıklarını dergide okuyunca:
“Olmuyor!” diye küplere biniyordu. “Ben sana böyle mi anlattım. Bu Tulum Hayri de nereden çıktı? O sözleri ben söylemiştim, bizim fizik öğretmeni Sarı Kenan’a. Sen tutmuş Tulum Hayri’ye söyletiyorsun!”
“Bakma kusura Haydar’cığım, o kadarcık olur. Senin anılarını yazmıyorum ki... Beni padişah efendimizin vakanüvisi mi sandın!”
Haydar’ın güvensizliği bu yazıların gerçeğe uymamasından değil, benim mizah yazıları yazamayacağıma inanışından geliyordu. Birçok arkadaşa göre ben 1940 Kuşağı’nın hızlı şairlerindendim. Bu tür yazıları nasıl yazabilirdim. Mizah çok başka bir işti. Mizaha mizah yazarı olarak başlamalı, böylece de sürdürmeliydi. İşin tuhaf yanı, ben de başka türlüsünü düşünmüyordum. Adımı ancak şiirlerimin altında görmeliydim. Mizah öyküleri yazmak benim gibi bir şaire yakışmazdı.
Sınıf adlı bir kitap çıkarıp Türkiye’mizde 142. maddeden ilk kez içeri tıkılan anlı şanlı bir şairdim. Markopaşa dönemini üstü kapalı atlatmıştım. Tek başıma bu ünlü dergiyi yürüttüğüm yıllarda bile yazılarımın altında adım yoktu. Sahibi ve sorumlu müdürü olarak adımın geçtiği yıllarda bile kimi yazıları benim yazdığıma kimse inanmıyor, ben de inanmamaları için elimden geleni yapıyordum. Yalnız, Basın Savcısı’nın karşısına çıkınca dipten doruğa ben yazmış görünmeliydim, bir iki arkadaşı kurtarmak için. Nasıl olsa yazsam da yazmasam da gidecektim okkanın altına, sorumlu müdür olarak.
Bir gün İlhan Selçuk:
“Dolmuş’taki Hababam Sınıfı öykülerini bir kitapta derleyelim.” deyince şaşırmıştım. Kitabın bir yazarı olacaktı. Gelenek böyleydi. Şairliğimi iki paralık edip adımı böyle bir kitabın üstüne koyduramazdım. Öyküler dergiden kesildi. Turhan Selçuk güzel bir kapak çizdi. Hababam Sınıfı’nın haytaları jimnastiğe çıkar gibi dizilmişlerdi çift sıra... Başlarında da Kel Mahmut... Bu kapağa adımın yazılmaması için hiçbir engel kalmamıştı. Ortalık süt limandı artık. Hele böyle bir kitabın, basın savcısını kuşkulandırması için bir neden de yoktu ortada. İlhan:
“Koyalım adını.” dedi, “Hiçbir sakınca yok!”
“Hayır!” dedim. “Gene dergideki gibi Stepne yazılsın kapağa!”
“Derginin adı Dolmuş olunca Stepne’nin bir anlamı olabilir; ama bir kitabın üstünde Stepne ne anlama gelir!”
“Onu okurlarımız düşünsün!” dedim.
Kitap çıktı. Yazarı Stepne... İster Dolmuş’un yedek lastiği olsun, ister kitabın yazarı... Okuyucu kafasını bu konu üzerinde hiç yormadan beş bin kitap, dergi gibi eriyip gitmişti. Kitapçı vitrinlerinde yerini bile almaya vakit kalmamıştı. Aldığım iki yüz elli lira, mizahtan, mizah kitaplarından aldığım ilk telif ücretiydi. Şairlik adımı kullanmadan mizah yazarı olmuş, kitap çıkarmış, ilk kez kitaptan para kazanmıştım.
Dergi kapandıktan sonra geriye kalan yeni Hababam Sınıfı öykülerinin bir bölümünü de Tan Basımevi’nde Haluk Yetiş basmıştı. Nasıl olsa kitap kendini sattıracaktı. Bu bakımdan, dizgi, baskı hacıbaba işi olmuştu. Kapağını bile Turhan Selçuk’un dergideki çizgilerinden yararlanarak ben düzenlemiştim. Olmuşken olsun dedim. Ünü Rıfat Ilgaz’ı çoktan aşan Hababam Sınıfı’na ilerde sahip çıkabilmek umuduyla kapağa da adımı koydurdum. Birinci kitabın her bakımdan bir devamı olduğu halde ilk eleştiriler çok umut kırıcıydı:
“Birincisi çok daha güzeldi. Ne gerek vardı bu ikincisine?”
Oysa dergide severek okudukları öykülerdi bunlar. Kitap olarak derlenince mi gereksizleşiyor, değerden düşüyordu? Bu tür eleştiriyi yapanların gene de iyi niyetli arkadaşlar olduğunu sonradan öğrendim.
Babıâli demirbaşlarından dağıtıcı Faruk kitabı evirip çevirdikten sonra:
“Nerde Stepneee...” demişti, “Nerde Rıfat Ilgaz... Herif yazmış... Ancak iki hikâyesini okuyabildim bu yeni kitabın. Bırak dostum sen bu işleri!”
Ne demek istediğini anlayamamıştım. Şaşkın şaşkın bakıyordum yüzüne:
“Rusçan fena değil!” dedi. “Doğrusu ilk kitabı çok güzel çevirmişsin!”
Ben Rusça biliyordum haaa?.. Haraşo’dan başka tek sözcük bilmiyordum Rusça olarak. Şaşkınlıkla sordum:
“Ben mi çevirmişim. Hangi yazardan?”
“Hangi yazardan olacak! Stepne’den.”
“Yani bu Stepne Sovyet yazarı, öyle mi?”
“Bırak lâf cambazlığını... Ha Sovyet yazarı, ha Rus yazarı... Hepsi bir kapıya çıkar... Baktın birincisi iyi gitti, ikinciyi de sen yetiştirdin geriden.”
Babıâli’nin Kral Faruk’u beni sinemacılarla karıştırıyordu. Ya da Mayk Hammer üreticilerine benzetiyordu. Bir koyundan iki post çıkarmakla suçluyordu yani... Haklıydı bir bakıma. Yanlışlığı birinci kitabın kapağına Stepne koymakla değil, ikinci kitabın üstüne kendi adımı yazmakla yapmıştım. Hey garip kişi! Durup dururken ne diye böyle işlere özenirsin! Baban da mı mizah yazarıydı? Şairlik neyine yetmiyordu senin?
CART CURT Adlı Kitabından Bir Yazısı:
İSTANBUL’U DİNLİYORUM
Anlatıyor bir balık meraklısı:
“Burdan on beş, yirmi yıl önce şu Haliç var ya... Allah seni inandırsın, Haliç’te ağla kefal tutarlardı. Nah pabuç gibi kefaller!.. Kör olayım, çekerken ağ patlardı!”
“Ne oldu kefallere?” diye merakla soruyorsunuz, “Kim kaçırdı bu kefalleri Haliç’ten?”
“Daha Kasımpaşa’ya varmadan deniz bitiyor! Galata köprüsünü geçtin mi, ötesi lâğım! Kokudan burnunun direği kırılır. Bu suda kefal nasıl yaşasın!”
Fatih’in gemilerinin girmesiyle, ünü tarihlere geçmiş olan ‘Altın Boynuz’ paslanmaya yüz tutmuş, bugün bu boynuzdan sadece bir helâ kokusu kalmıştır. İşyerlerinin pisliği buraya akar, evlerin lâğımı buraya akar, çöpü, süprüntüsüyle birlikte... Unkapanı Köprüsü, bu helâ çukurunun kapısıdır sanki...
Bizim balık meraklısı: “Ben Belediye Başkanı olsam n’aparım biliyor musun?” diye soruyor.
“N’aparsın?”
“Uzatırım Kâğıthane Deresi’ni Kilyos’a. Yani Karadeniz’e... Karayel bindirdi mi, dalgalar Haliç’te patlar... Ne kadar pislik varsa Sarayburnu’ndan Marmara’ya!.. Bir karayeldir başlar. Pırıl pırıl olur Haliç’in sula