100. doğum yıldönümünde Mehmet Ali Aybar Bağımsızlık ve Sosyalizm / İnan Kahramanoğlu
01 Ocak 1970
Bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm
Türkiye, altmış yıllık sağcı hegemonyanın sonunda bugün AKP’nin Kürt-İslamcı faşizminin diktası altında hızla yok oluşa giderken gerçek sola olan ihtiyaç da her geçen gün artıyor.
Ancak sola yönelik ihtiyacın bu denli arttığı bir dönemde büyük bir çelişki olarak, solun neredeyse silinme noktasına geldiği bir süreci de yaşıyoruz.
Bunda belki de en çok solun geleneksel bağımsızlıkçı, antiemperyalist ve Atatürkçü kimliğini kaybetmesinin etkisi var. Oysa Türk Solu 1960’lardan 1970’lere giderken sadece aydınlar arasında değil işçi ve köylülerden, memur ve öğrencilere kadar, toplumun yoksul ve ezilen geniş kesimleriyle güçlü bağlar kurmaktaydı. Tam da bu nedenle Türk solu, sağcı güçlerin ve onların arkasındaki Amerikan emperyalizminin ülke içindeki en büyük düşmanı haline gelmişti.
Bugün ise sol adına Türk solunun bütün birikimini reddeden, Türkiye’nin ulusal güvenliğini ve Türk milletinin geleceğini ilgilendiren her konuda iç ve dış iktidar odaklarıyla sıkı işbirliği içinde olan, Batının Türkiye üzerindeki tüm planlarının yedeğine düşmüş ve karikatürleşmiş bir sol anlayışla karşı karşıyayız. Bağımsızlığı milliyetçilik olarak karalayan, antiemperyalist duruşu gericilik olarak ifade eden, ne idüğü belirsiz bir özgürlük adına tüm toplumu şeriat karanlığına iten uygulamaları destekleyen bir “sol politika” ile “sol seçenek” yaratma iddiasında bulunanlar var bugün.
Elbette böylesi bir politik duruşun toplumsallaşmasını, halkın geniş kesimleri ile birleşmesini ve faşistleşme sürecine alternatif bir sol seçenek yaratmasını beklemek de hayalcilik oluyor.
O halde gerçek anlamda başarı kazanacak ve toplumun geniş kesimleri ile birleşecek bir sol politika nasıl ve hangi temeller üzerine inşaa edilecektir?
Mehmet Ali Aybar’ın politik duruşu bugün belki de en çok bu nedenle Türk solu için büyük dersler içeriyor
Aybar, bu soruya neredeyse kırk yıl önce şöyle cevap veriyordu: “Bütün meselelerimiz bağımsızlık noktasında düğümleniyor”
Türk solunun politik çizgisini de bu bağımsızlıkçı hat doğrultusunda bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm sacayağı üzerine oturtmaktaydı Aybar.
Bu formülün ideolojik ve politik dayanağı ise Atatürkçülüktü. Türkiye ancak Atatürkçü bir yol izleyerek bağımsızlığına yeniden kavuşabilirdi.
Bağımsızlık, Türkiye’yi Tanzimat’tan beridir sömürgeleştiren dış güçlere karşı Türk halkının bağımsız ve özgür yaşama iradesini yansıtırken, demokrasi bu özgürlüğün ülke içindeki olmazsa olmazıydı.
Aybar, bugün Atatürkçülüğü otoriter ve baskıcı bir tek parti ideolojisi olarak göstermeye çalışan sola karşı, Atatürkçülüğün demokratik ve halkçı bir rejimin kuruluşunu sağladığını açıkça söylüyordu. Atatürkçülüğün bu demokratik ve halkçı yönelimini ise iki noktada açıklıyordu Aybar; birincisi 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılışı ile birlikte Atatürk Türkiyesi “halktan gelen aşağıdan yukarı bir hareket olduğu ve tarihimizde ilk defa yurtsever aydınlarla halkın elele verdiği” bir yeni devlet olarak kurulmaktaydı. Aybar, İkinci olarak da “Ulusal kurtuluş savaşımızın yöneticileri işin taa başından beri politik amaçların ötesinde ekonomik, sosyal ve kültürel amaçlar gütmüşler, toplumun temel yapısını değiştirmek kararı ile hareket etmişlerdir. Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti anayurdu düşman işgalinden kurtarmak, Musak-i Milli sınırları içinde ulusal bağımsızlığa kavuşmak için savaşırken aynı zamanda yeni devletin bir halk devleti olduğunu” söyleyerek halkçılık ve demokrasi arasındaki ilişkiyi tarif ediyordu. Böylelikle Meclis yoluyla demokratik bir idare kurularak, halkın temsilcilerinin, fiili işgalin devam ettiği bir dönemde dahi Meclis çatısı altında karar ve yetki sahibi olması sağlanırken, uygulanan halkçı siyasetle de tümüyle halkın çıkarlarını korumaya dayalı bir rejim kurulmaktaydı.
Aybar’a göre halkçılığın olağan doğrultusu sosyalizm olmalıydı. Sosyalizm bağımsızlık ve demokrasiyi gerçek anlamda kurumsallaştırmanın ve tüm topluma yaymanın yoluydu.
Aybar’ın 1960’larda çok doğru biçime saptadığı bu formül, Türkiye gibi ABD emperyalizminin dümen suyuna girmiş ve Kurtuluş Savaşı ile kazandığı herşeyi adım adım emperyalizme teslim eden bir ülkede, TİP’i, Amerikan karşıtı ve Türkiye’nin bağımsızlığı noktasında tavizsiz bir duruş sergileyen tek hareket olarak siyaset sahnesinin bir numaralı aktörü haline getirmişti.
Üstelik o dönemde sadece sağ iktidarlar değil, İnönü başta olmak üzere dönemin ana muhalefet partisi CHP de dahil olmak üzere tüm siyaset kurumu Türkiye’nin bağımsızlığının ancak Batıdan koparak korunabileceğini göremiyorlardı. Aybar haklı olarak “Lozan’da direnen İnönü’nün Marshall yardımını nasıl kabul ettiğini” sorguluyordu. Bu durum aynı zamanda Türk siyasetinin bütün kurumlarıyla ve tamamen ABD emperyalizminin güdümüne girdiğinin bir göstergesiydi.
Aybar’ın liderliğindeki TİP, bu süreçte “Üslere, NATO’ya hayır” kampanyaları düzenleyerek, ikili antlaşmalara ve Kıbrıs’taki emperyalist dayatmalara karşı çıkarak ve petrol başta olmak üzere milli ekonomiyi yıkıma uğratan her türlü uygulamaya karşı mücadele ederek Türk milletinin sesi olan bağımsızlıkçı ve antiemperyalist bir cephe hareketine dönüşüyordu.
Aybar, Meclis’te yaptığı tüm konuşmalarda da Türkiye’yi kıskaca alan Amerikan emperyalizmine karşı çıkıyordu. Aybar’ın ülkedeki Amerikan üslerine karşı çıkmak için söylediği “35 milyon metrekare vatan toprağı işgal altındadır” sözü Meclis’te sağ partilerin büyük tepkisini çekerken hem TİP’in antiemperyalist duruşunun güzel bir örneği oluyor, hem de bütün ülke çapında yankı yaratarak TİP’i toplumun gözünde daha da meşru bir noktaya taşıyordu.
Bu tam bağımsızlıkçı politikanın sonucunda TİP kısa zamanda neredeyse ana muhalefet partisi haline gelmişti. Meclis’te yalnızca 15 milletvekili ile temsil edilmesine rağmen TİP, Türkiye üzerindeki emperyalist kuşatmalara karşı sesini yükselten tek hareketti ve adeta toplumun gözü kulağı durumundaydı.
Mehmet Ali Aybar TİP’in toplumda bu denli destek bulan dış politikasını ise açıkça Atatürk’ün tam bağımsızlık politikasına dayandırıyordu: “Atatürk’ün dış politikasına dönüş Türkiye’mizi ne yalnızlığa mahkum eder, ne de bizim savunma gücümüzü azaltır. Tam tersine bağımsız bir dış politika izleyen Türkiye özellikle Üçüncü Dünya Devletleri arasında sempati ve dostlukla karşılanacağından yeni bağlar kurulmasına yol açar”
Aybar bu tespitin devamı olarak Türkiye’deki siyasi partilerin de Kurtuluş Savaşı dış politikasına dönülmesini isteyenler ve istemeyenler olarak ayrılması gerektiğini belirtiyordu. Aybar sağ partileri bu politikanın tümüyle karşısında tanımlanırken TİP başta olmak üzere sol/sosyalist partiler doğrudan bu politikanın savunucuları olmaktaydılar.
Türkiye’ye özgü sosyalizm
Mehmet Ali Aybar o dönemde sol içinde kalıplaşmış ve katılaşmış teorik yanılgılarla da ciddi bir hesaplaşmaya girmişti. 1960’lar Türkiyesinin solu, kendisini Atatürkçülüğün ve Kuvayı Milliye hareketinin devamı olarak görmekteydi. Ancak 1970’lere giden süreçte bu duruşta belirli sapmalar meydana gelmiş ve nihayet 70 sonrasında sol, Marksist dogmaların ve fraksiyon çatışmalarının etkisiyle Atatürkçü kimliğinden tümüyle kopmasına sebep olacak bir yola girmişti.
Aybar, sol içinde tam bağımsızlıkçı ve antiemperyalist bir sosyalist anlayış oluşturmaya çalışmaktaydı ve bu da sol içinde Aybar’a yönelik bir tepkiyi beraberinde getirmişti. O dönemde Atatürkçülükten kopmuş bir kısım sol, ABD’ye karşı Rusya’ya yanaşma çizgisi izlemekteydi. Aybar’ın yarattığı ilk kopuş da “Tanzimat Marksistleri” olarak adlandırdığı muhalefet cephesine karşı Atatürk dönemi Türkiyesi’nin dış politikasını yeniden canlandırmak olarak ortaya çıktı.
Ancak bunun da ötesinde toplumsal bir proje olarak, Türkiye’nin kendi ihtiyaçlarından ve kendi özgün konumundan kaynaklanan bir sosyalist modele ihtiyaç vardı ve burada da dayanak noktası yine Atatürkçülüktü. Atatürk’ün miras bıraktığı tam bağımsızlık politikası sadece dış politikada değil mali askeri siyasi ve kültürel her alada tam bağımsızlığı içermekteydi. Aybar’a göre “Atatürk hepimizi yeni bir savaşa çağırmaktaydı: İktisadi Kurtuluş Savaşı”
Bu iktisadi savaş doğrultusunda “Osmanlı imparatorluğundan devraldığımız yabancı sermaye kalıntılarını, imtiyazlı şirketleri, Düyun-u Umumiye idaresini bir bir söküp atmış; Osmanlı Bankası’nı zararsız hale getirmiştik. Ve yerli üretimimizi gümrük duvarları ile korurken, bir yandan da hızla sanayileşme yolunu tutmuştuk”
Aybar, Atatürkçülük ve sosyalizm arasındaki bağı kurarken de Atatürk’ün söylemlerinden yola çıkmakta ve şöyle demekteydi: “Verdiğimiz savaşın adı: Bağımsızlık savaşı, Kurtuluş Savaşı idi. Kimden kurtulacaktık? Kimlerden bağımsız olacaktık? Emperyalizm ve kapitalizmden. Bu açık açık söyleniyordu.
Atatürk ayrıca, yaşamak, kurtulmak için çalışan ve çalışmak zorunda olan emekçi bir halk olduğumuzu vurguladıktan sonra, çalışmadan yaşamak isteyenlerin toplumumuzda yeri olmadığını söylüyor ve halkçılık, ‘toplumun düzenini emeğe dayandıran bir doktrindir’ diyordu.
Emperyalizme, kapitalizme karşı savaşan ve toplum düzenini emeğe dayandıran bir rejim sosyalist bir rejimdir. Ve de halkçı olduğu için de demokrasiye yönelik bir rejimdir.
Atatürk ne demokrasiye ne sosyalizme benzemiyormuş derken de Avrupa’daki rejimlere ve Sovyetler Birliği’ne benzemediğimizi belirtmek istiyordu herhalde. Çünkü bu açıklamalarını sosyal öğretiye yani sosyolojiye dayandıran bir kişinin demokrasiyi, sosyalizmi yadsıması ters bir iş olur. Bence ‘biz bize benziyoruz’ diyen Atatürk, demokrasinin ve sosyalizmin bizim tarihsel koşullarımız içinde biçimleneceğini ifade etmek istemiştir. Tartışmasız olan yanı ise yukarıdaki alıntının Kurtuluş Savaşı yıllarında Atatürk’ün emeğe dayalı, hakkın hukukun çalışarak elde edileceği ve de çalışmadan sırtüstü yatanların içinde yer alamayacağı bir rejim düşündüğüdür. Çıkan sonuç budur”
Aybar, Atatürkçülük ve sosyalizm arasındaki ayrımı kaldırıp antiemperyalist ve antikapitalist olarak tarif ettiği Bağımsızlık Savaşı’nın sosyalist karakterini tespit ederken aslında Türk solu açısından çok önemli bir teorik çıkarsamanın da eşiğine kadar gelmişti. Aybar’ın bu teorik tespitleri bir adım daha ileri götürülebilseydi hem Türk solu, hem de Türkiye kesinlikle bugünkünden çok daha ileri bir konumda olurdu.
Oysa 1970’lere giden süreçte Atatürkçülükle sosyalizmi bir arada tarif etmek bir yana Atatürkçülükten ciddi bir kopuşun yaşandığı bir yola girilmişti. Zaten bundan sonrası da Aybar’ın bu bağımsızlıkçı fikirleri dolayısıyla TİP’ten tasfiye edilmesi ve bu sürecin sonunda sol maskeli bugünkü marjinal ve halktan kopuk unsurların ortaya çıkmasıdır.
Solun seçim kazanma olanağı
Türkiye’ye özgü bir sosyalist hareket yaratma ihtiyacını Aybar’ın yanı sıra YÖN dergisinde Doğan Avcıoğlu da yapmaktaydı ama, Aybar’ın önemi, bu fikri bir siyasal parti çatısı altında toplumla buluşturarak ve doğrudan halk kitleleri içinde örgütlenerek gerçekleştirmeye çalışması ve bunda da önemli başarılar kazanmasıdır.
Türk solu bugün Aybar ve TİP’ten kırk yıl sonra yeniden ciddi bir yol ayrımında. Sol, ya yeniden silkinerek geleneksel bağımsızlıkçı, antiemperyalist ve Atatürkçü kimliğine dönerek tam bağımsız Türkiye özlemini giderecek bir rotaya girecektir, ya da halktan kopuk, kendi ülkesine ve halkına yabancı, marjinal bir hareket olarak yok olup gidecektir.
Bugün sağın ve Kürt-İslamcı faşizmin her geçen gün taban genişlettiği ve bunun sonucunda sandıktan her seferinde daha da güçlenerek çıktığı bir dönemde sol, hem antifaşist mücadelenin başına geçmek hem de sağı sandıkta yenilgiye uğratmak gibi zorlu bir görevle karşı karşıyadır.
Mehmet Ali Aybar, Türk solu içinde bu yolu açan ilk isimdir. TİP de 1960’larda sağcı DP-AP çizgisinin tıpkı bugün AKP örneğinde olduğu gibi büyük bir seçmen desteği yakaladığı ve solun da yine aynı şekilde güç kaybettiği bir dönemde son derece iyimserdi ve sonuç alıcı bir yol önermekteydi: “Seçimlerde bin bir dolap döndürülüyor ve fakir halk kandırılıyor. Bu şartlar altında TİP emekçi yoksul halkın oyunu nasıl alacak?
Herkes birbirini uyandıracak dilinin döndüğü kadar gerçekleri birbirine anlatacak: TİP de kendi olanaklarını kullanıp halkın sosyalist eylem içinde bilinçlenmesinde, uyanmasında, örgütlenmesinde öncülük edecek; yoksul emekçi halk birgün tamamen uyanmış gerçekleri öğrenmiş olacak. O zaman para kuvveti de, bin bir dolap da emekçi halkı sandık başına gitmekten ve oyunu kendi partisine vermekten alıkoyamayacaktır. Bu, elbete ki zaman ve emek ister; fakat en doğru yol budur”
Aybar Türkiye İşçi Partisi ile birlikte 1965 seçimlerinde Meclis’e girdiğinde Türk solu açısından önemli bir kırılmayı gerçekleştirmişti. Türkiye İşçi Partisi kendisini açıkça Atatürkçü ve sosyalist olarak ifade eden bir partiydi ve bu sol çizgisi ile 1960 yılında kurulduktan sonra kısa bir süre içinde toplumda ciddi bir uyanışın öncülüğünü yapmıştı. Türkiye, gerçi 27 Mayıs’la birlikte sağcı DP iktidarının alaşağı edildiği bir süreci yaşıyordu ama bu müdahaleye rağmen sağın karşısına hem örgütsel hem de politik anlamda bir alternatif çıkarılabilmiş değildi. Nitekim 1965 seçimlerinde de, askeri müdahale ile giden sağ sandıkla yeniden gelmişti.
Sosyalist sol ise gençlik ve aydınların öncülüğünde dinamik bir toplumsal güce dönüşmüştü ama bunun daha da ileri götürülmesi ve halkla buluşturulması gerekiyordu. Aybar’ın liderliğindeki TİP bu süreçte ortaya koyduğu politik çizgi ile geniş işçi ve köylü kesimlerinin de sosyalist mücadelenin içine katılmasını sağladı ve sağcı politik mekanizmanın Türkiye’ye bağımsızlıktan bağımlılığa sürükleyerek sömürge durumuna sokan uygulamalarına karşı halkın sesi olmayı başardı.
Böylelikle Türkiye tarihinde ilk kez sosyalist bir parti hem de açıkça sosyalist bir programla halka gitmekte ve halktan büyük destek görmekteydi. Atatürkçülük, bağımsızlıkçılık ve sosyalizm birlikteliği de, solun sağa karşı seçim kazanmasını sağlayacak formül olarak ortaya çıkıyordu.
TİP, bu politik çizgi sayesinde işçi ve köylü ile buluşmakta, üniversite gençliği ve aydınların katılımıyla birlikte Türkiye’de iktidarı alabilecek bir potansiyele sahip bir siyasal harekete dönüşmekteydi.
Aybar TİP’in bugüne de ışık tutan bu başarısını şöyle ifade ediyordu: “Halkımız sosyalizmi benimsemeye hazırdır yalan ve iftira kampanyasına rağmen, son seçimlerde Türkiye işçi Partisi’nin bütün köylerden oy almış olması bunun açık delilidir. Maya tutmuştur. Bu gerçeği bilmezlikten gelenler hata içindedirler”.
Ancak Aybar’ın ortaya koyduğu bu çizgi süreç içinde TİP’ten tasfiye edildi ve Türkiye TİP ile yakaladığı kitleselleşme ve iktidara yürüme şansını yitirdi. Neredeyse kırk yıldan beridir de sosyalist bir partinin bırakın iktidara gelmesi, Meclis’e girmesi bile mümkün olmadı. Bunun tek sebebi TİP ile başlayan sürecin devam ettirilememesidir. TİP’in yarattığı birikim en başta sağcı ve Amerikancı güçlerin marifetiyle yok edildi ama, Aybar ve TİP’in mirasını devam ettirmektense onu reddetmeyi seçen solun da en az o kadar hatalı olduğu bugün ortaya çıkıyor. Türk solu bu politik yanlışın cezasını bugün her alanda fazlasıyla ödüyor.
Mehmet Ali Aybar, TİP’i kitleselleştiren ve Meclis’e taşıyan siyasi çizgiyi değerlendirirken “Biz Türkiye sosyalistleri Kurtuluş Savaşı Türkiyesi’nin uzantısıyız” diyordu. Peki, bugün Aybar’ı anmak için sempozyumlar düzenleyip onun Atatürkçü ve sosyalist kimliğini gizlemeye çalışanlar; Kurtuluş Savaşı Türkiyesi’ni reddettiğinizi göre, sahi siz neyin uzantısısınız?