'Tüm hayatı boyunca çizgisinden ödün vermedi' / A.Mümtaz İdil
01 Ocak 1970
Demirtaş Ceyhun’u 1984 yılında tanıdım. Kişisel tanışmamdı bu. Akademi Kitabevi Ödül töreninde karşılaştık. Asım Bezirci, Ataol Behramoğlu ve Demirtaş Ceyhun...
Üçü de o sıralarda yaman revaçta olan “toplumcu gerçekçilik” akımının önde gelen isimleriydi.
Ben de “Gerçeklik ve Roman” adlı kitabımla bu zincire bir halka daha eklemeye çalışmıştım. Ama Demirtaş Ceyhun’dan da Asım Bezirci’den de haberim yoktu. Ataol Behramoğlu’nu ise aynı okuldan mezun olma dışında pek tanımıyordum.
Behramoğlu’na bir keresinde Puşkin’in bir burjuva şairi olduğunu yazmıştım. Bir şiirinde Puşkin, “Ya tolka meşçanin,” diyordu. Yani, “Ben yalnızca bir küçük burjuvayım.”
Ataol Behramoğlu da, Puşkin’in onru kastetmediğini belirten bir mektup göndermişti.
“Militan” dergisi çıkıyordu o sıralar. Birikim’de Murat Belge Marksizim ve toplumcu gerçekçilik döktürüyordu!
Sovyetler Birliği sallanıyor da olsa, henüz ayaktaydı.
Mihail Şolohov yeni ölmüştü. New York Times dergisi İlya Ehrenburg’u yerden yere vuran bir yazı yayınlamıştı. Allan Robe Grille’nin “Yeni Roman” kitabı elden ele dolaşıyor, Stefan Zweig’in intiharı yeniden tartışılıyordu.
Henry James’ten bu yana romanda kale olan “gerçekçilik” akımı, tüm darbelere rağmen dimdik ayakta ürünler vermeyi sürdürüyordu.
Bu ürünlerin Türkiye’deki temsilcilerinden biri de Yaşar Kemal ile birlikte Demirtaş Ceyhun’du.
Edebiyata doğru yerden bulaşırsanız, “yoksulluk ve aşağılanma” sizi bekliyor demektir. Çünkü vahşi kapitalist dünya asla gerçekçiliği barındırmaz.
Bu yüzden John Steinbeck ancak Vietnam Savaşı’nı öven yazılar yazdıktan sonradır ki Pulitzer ödülünü alabilmiştir.
Demirtaş Ceyhun bunu yapmadı. Onun hedefi aslında Nobel falan da değildi. Bildiğimiz gerçeklerden yola çıkıyor ve bunu anlatıyordu. Geldiği bölge bunun için yeterince malzeme barındırıyordu çünkü. Ama gerçekçilik akımı keskin bir bıçak sırtıdır. Fazla gerçeğe gömüldüğünüzde de basitleşir ve iter.
İşte bu dengeler Türkiye’nin “karşı devrimci edebiyatçıları” tarafından çok iyi kullanıldı ve bilinmeze yolculukların insanların ilgisini daha çok çektiğinin farkına varıldı. Gazetelerde günlük falını okumadan kapıdan çıkmayan insanların giderek çoğaldığını “toplumcu gerçekçiler” fark edemedi.
Ve bu ülke artık toplumcu gerçekçilik nedir unuttu.
Toplumcu gerçekçi yazarlar yalnızca Sovyetler Birliği’nde yaşardı sanki de, Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla birlikte Şolohov, Ehrenburg, Pasternak, Polevoy, Simonov, Foster, Hemingway, Saroyan, Unamuno ve daha nicesi anılmaz oldu.
Türkiye zaten hazırdı bu akımı “halı altına” süpürmeye. Ümmet ile toplum arasındaki farkı ortaya çıkarır korkusuyla cemaatler zaten karşıydı toplumculuğa. Gerçekçilik ise asla ele alınmayacak bir konudur dinciler için.
Peki “liberal” diye geçinen takıma bakarsak: Onlar için de toplumcu gerçekçilik “miyadını” doldurmuş bir akımdır. Bu tür yazarlar “dinozor” muamelesi görmektedir. Yaşar Kemal büyük lokma olduğu halde, hiç uğramadığı sataşmalara bu dönemde uğramıştır.
Varsa yoksa, metafizik tabanlara dayalı “sanal” dünyaların anlatıldığı ve ucu Stephen King romanları gibi “bilinmeyen güçlere” uzanan romanlar ve yazılar gündeme getirildi.
Demirtaş Ceyhun, “dinozor” grubunun temsilcilerinden biriydi ve tüm hayatı boyunca toplumcu gerçekçi çizgisinden ödün vermedi. Bu yüzden de “büyük kanallarda”, önemli “edebiyat programlarında” boy gösteremedi.
Bilineni yazmak olarak nitelendiriliyordu bu usta yazarların yaptıkları. Oysa yaşam “aşk, inanç, para ve varoluş” arasında dört koldan sıkışmıştı ve bundan kurtuluşun yolu bireyseldi.
Bu yüzden de yıllardır toplumu kurtarmaya çalışan ekipler, insanlar ve güçler hüsranla sonuçlanan bir hedefe doğru hızla koşmuşlardı.
Demirtaş Ceyhun’u kaybettik. Böyle bir edebiyat-kültür adamını kaybetmenin ne anlama geldiğini edebiyat dünyasını iyi bilenler bilir.
Eserlerini alt alta sıralamanın ve bu eserlerinde ne anlatmaya çalıştığını okurla paylaşmanın burada hiç anlamı yok.
Okur onu kitaplarından tanımalı, Demirtaş Ceyhun’un kitapları, “liberal edebiyatçılara” inat yok satmalı. Hem insanlar yeniden ve daha büyük bir coşkuyla “toplumcu gerçekçiliğe” dönmeli hem de böylesi değerlerimizin giderek şaklabanlaşan ve deforme edilen “Aşk-ı Memnu”, “Dudaktan Kalbe” gibi magazinleştirildiği dönemde, Demirtaş Ceyhun ve benzerlerine sahip çıkmalıyız.
Basma kalıp bir yazı bitişi, ama öyle...