İSTANBUL’UN FETHİ VE GERÇEKLER
29 Mayıs 2007
Araştırmacı-yazar Erdoğan Aydın'la 29.05.2006 tarihinde yapılmış bir söyleşi
• 553 yıldır tartışılıyor: Fatih'in Başveziri Çandarlı Halil Paşa, divan görüşmelerini oklarla Bizans tarafına gönderdi mi; Bizans'tan içi altın dolu balıkları rüşvet olarak kabul etti mi?
Tamamen mizansen. Çandarlı, aç gözlülük yapmayacak kadar kendisini Osmanlıyla özdeşleştirmiş birisi.
• O zaman Çandarlı'nın bir karalama kampanyası sonucunda idam edilmesi "derin devlet" işi mi?
Güncel dile çevirirsek, evet. Çünkü iki temel hizip var; bunlardan biri Zağanos Paşa'nın devşirme hizbi, diğeri de Çandarlı Paşa'nın Türk geleneği hizbi. Birincisi fetihçiliği, ikincisi varolan egemenlik alanının niceliği yerine niteliğinin arttırılmasını savunuyor. Çandarlı için çıkarılan rüşvet söylentileri de karşı hizbin bir oyunu.
• Geçelim gemilere; gemiler karadan mı yürütüldü, uçuruldu mu, ne oldu?
Gemilerin karadan yürütülmediğini artık neredeyse herkes kabul ediyor. Bu bir masal.
• Aslında gemi yürütmek daha önce Venediklilerin yaptığı bir şey; yani çok da imkansız değil?
Ama onlar ovada yürütmüş ve aylarca sürmüş. Burada ise iki geceden bahsediliyor. Üstelik alan düz değil, yokuş. Tümsekler ve çukurlarla dolu. Sık bir ormanlık alan. Sadece yol üzerindeki ağaçları kesmek bir ay alır. Eğer gemiler Kasımpaşa'dan indirilmiş olsaydı zaten Bizanslılar da daha yoldayken gemilerin gelişini görürdü.
• Peki Bizans'ın 22 Nisan sabahı birden bire karşısında görünce paniğe kapıldığı o 72 gemi nereden çıktı?
Evliya Çelebi ve Müneccimbaşı'nın da söylediği gibi o gemiler Halic'in ormanlık bölgesinde kalan, iç taraftaki Okmeydanı'nda yapıldı. Muhtemelen topların ve hisarın inşasında olduğu gibi yapımına kuşatmadan 7-8 ay önce başlandı.
• Peki Ulubatlı Hasan var mı; burçlara bayrak dikti mi; yoksa bu da mı hayâl?
Tıpkı gemilerin geçirilmesi gibi, aslında olmayan bir şey. Fatih daha saldırı öncesinde burçlara ilk bayrak diken askere tımar vereceğini ilan ediyor. Ama kayıtlarda bu nedenle tımar almış bir asker yok. Dönemin tarihçilerinin hiçbirinde de Ulubatlı Hasan diye birinden söz edilmez.
• O zaman Francis "Şehir düştü" adlı kitabında nereden yazıyor?
Francis, o kitabı savaştan 25 yıl sonra ve tamamen bir senaryo gibi yazıyor. Öyle bir yeniçeri olsa bile adının Ulubatlı Hasan olduğunu Francis nereden bilecek? Ayrıca tam Malkoçoğlu filmi gibi. Kafasına taş gelmesine, binlerce ok göğsüne saplanmasına rağmen bayrağı diken bir askerden bahsediliyor. Ne yazık ki Edison'larımız Pasteur'lerimiz olmayınca bu tip mitolojik kahramanlara ihtiyaç duyuyor, çocuklarımızı Ulubatlı Hasan olmaya özendiriyoruz.
• İyi de, kafasına kızgın yağ dökülenler ya da surlara çıkarken elleri kesilenler de yeteri kadar "Ulubatlı Hasan" değil mi?
Ben de tam olarak bunu söylüyorum: 1453'te binlerce Ulubatlı Hasan var, binlerce Ulubatlı Yorgo, binlerce kahraman var. Tek bir Ulubatlı Hasan aramaya zaten gerek yok.
• Ulubatlı sancağı dikmediğine göre o zaman aslında açık kalan Kerkoporta kapısından girildiği doğru mu?
Fatih'in tarihçisi Kritovulos böyle diyor. Kerkoporta kapısı Topkapı tarafında. İstanbul'un surları çift sur. Birinci surlar aşılınca, Bizanslılar içteki sura çekiliyorlar. Ama onlar bu kapıyı kapatamadan arkadan gelen Osmanlı askerleri şehre giriyor.
• Fatih'in aslında barışla girdiği iddiası?
Evet, pek çok tarihçiye göre deniz tarafından (Haliç-Unkapanı) savaşla, kara tarafından (Aksaray-Topkapı) barışla girilmiştir. Nitekim deniz tarafındaki kiliselerin camiye çevrilmesi, barışla girilen yerdeki Aksaray-Topkapı arasındaki kiliselerin kilise olarak kalması da bunun kanıtıdır.
• Barışla girildiyse askere üç gün yağma hakkı nasıl veriliyor?
Deniz tarafından girenler, ki ilk Bursa Subaşısı Cuba Ali Bey (Cibali adı buradan geliyor) girmiştir, yağmaya hemen başlıyor. Gemideki Türkler de peşinden. Askerler yağmaya dalınca Topkapı tarafını unutuyorlar. Oysa orada Bizans direnişi kuvvetli bir biçimde sürüyor. Bunun üzerine Bizans askerleri Fatih'e haber gönderiyor, "Bize can güvenliği sağlayacaksan kapıyı sana açalım" diye. Molla Gürani ve Akşemseddin kabul etmiyor. Çünkü savaşla girildiğindeki İslamlaştırma hakkından vazgeçmek istemiyorlar. Ama Fatih kabul ediyor ve dediğimiz gibi Aksaray-Topkapı arasındaki kiliseler, kilise kalıyor.
• Diyelim ki gerçekten de barışla girdi; bunun sonucu etkileyen herhangi bir tarafı var mı?
Elbette yok. Ancak fetihçi tarihçiler zannediyorlar ki barışla ya da açık kalan Kerkoporta kapısından girdiysek bunlar bizi daha az kahraman yapar. Bunu küçültücü buluyorlar. Oysa tarihe soğukkanlı bakmak lâzım.
• Türkler, şehre girdikten sonra Ayasofya'nın içine saklanan Bizans halkını kılıçtan geçirdi mi, geçirmedi mi?
Bu konuda da önemli bir tartışma var. Meselâ Evliya Çelebi Ayasofya'nın kan gölüne dönüştüğünü; buna karşın Lamartin kesinlikle Ayasofya'nın tabanına kan değmediğini söylüyor. Evet, Ayasofya'nın dışında direnç gösteren bazı papazlar öldürülmüş olabilir, ama bence Fatih Ayasofya'nın kapısı açıldığı ana yetişti ve olabilecek bir katliamı önledi.
• Fetihten sonra İstanbul için hiç "İslambol" denmiş midir?
Fatih için ve Osmanlı'nın resmi belgelerinde İstanbul'un adı "Konstantiniye"dir. İslambol lafı ise Fatih'i bize klasik İslamcı bir otorite gibi tanıtmaya çalışan, Fatih'ten çok Fatihçilerin bir uydurmasıdır. İstanbul adı "stanpolis"ten gelmedir.
• Fetih günü için 29 Mayıs diyoruz, ama aslında 7 Haziran olduğu da iddia ediliyor?
Osmanlı tarihçileri arasında 6 Temmuz, hatta 1 Nisan tarihini verenler bile var. İttihat ve Terakkicilere göre ise 11 Haziran. Kuşkusuz bu noktadaki en doğru tarihi bulmalıyız, ama bence öz itibariyle çok da önemli değil.
• Fetihle ilgili en yaygın iddialardan biri de Ortaçağı kapatıp Yeniçağı başlatmasıdır?
Fethin dünyadaki etkisi konusunda kendi kendimize gelin güvey oluyoruz. İşin doğrusu fetih, yarattığı psikolojik şok dışında Batı'da dikkate değer bir etkide bulunmamıştır. Kaldı ki, Batı'nın coğrafi keşifler sürecine başlaması fetihten 34 yıl öncedir. Gütenberg'in matbaayı buluşu 1440'tır. Yani İstanbul fethinden önce Batı istim almaya başlamıştır bile.
• Çelik Gülersoy, "Madem ki bu şehri bunca seviyoruz, o zaman bu şehir için canını veren Konstantin'in de bir köşeye, bir heykelciğini koymak gerekir" demişti?
Doğrusu, Fatih bugün yaşasaydı, o da bunu söyleyebilir, en azından anıt mezarını koruyor olurdu. Çünkü Fatih, Konstantin'in öldürüldüğünü duyduğu anda hemen cesedini buldurttu ve onun kesik başına bakarak 'Allah seni ne kadar yüksek yaratmıştı ve seni imparator yapmıştı; niçin boş yere helak olmak istedin" dedi. Sonra da Hıristiyan geleneklerine göre gömdürttü. Ancak sonradan gelen şeriatçı zihniyet bu mezara da tahammül edemedi. Oysa ki Konstantin tam Fatih'e layık bir rakipti, ikisi de İstanbul'u aşkla seviyordu ve Fatih de bunu bildiği için onu takdir ediyordu. Bir açıdan baktığımızda aynı sevgili için çarpışan iki erkek gibilerdi.
• Fatih'ten bahsettikçe aslında akla bir isim geliyor: Atatürk?
Önemli benzerlikler var. İkisi de laik. İkisi de çağının çok ötesinde. İkisi de bilimsel ve siyasal seviyeyi yükseltmek için atılımlar yapmış. İkisi de içlerinden çıktıkları toplum ve hatta kendi kadrolarıyla kavga etmek zorunda kalmış. Atatürk de önce savaştığı Venizelos'la sonradan barış yaptı, takdir etti. Tıpkı Fatih'in Konstantin'e yaptığı gibi.
• Fatih'in İstanbul'u aldığı 29 Mayıs 1453 mü daha önemli, yoksa Mustafa Kemal'in İstanbul'u işgalden kurtardığı 6 Ekim 1923 mü?
6 Ekim; çünkü birincisi vergisini verdiğimiz, yurttaşı olduğumuz devletin kuruluşu açısından; ikincisi de anti-emperyalizm açısından, yani işgalcilere karşı çıkan bir gün olması nedeniyle 6 Ekim daha önemli.
• 29 Mayıs emperyalist mi?
Emperyalist değil, ama objektif baktığınız zaman sonuçta işgalci. Fakat Ortaçağ'da yaşanması nedeniyle de normal. Bizim bunu çok fazla yüceltmemiz bir Ortaçağ geleneğini olumlamak da oluyor.
• 29 Mayıs'la 16 Mart 1920'yi (İstanbul'un işgali) de bir tutmuyorsunuz, değil mi?
Asla tutmuyorum. Çünkü insanlık 1453'te çok daha ilkeldi; oysa 1920'ler insan haklarının telaffuz edildiği bir dönem. O yüzden 1920, işgal devletlerinin tarih önünde siyasi sorumluluğu olan bir olaydır, ama 1453 için bunu söyleyemeyiz.
• 1453'ün 1492'den farkı?
Bu çok iyi bir örnek: Çünkü Batı'nın "Amerika'nın keşfi" diye kutladığı gün, kıtanın yerlileri için "Amerika'nın işgali" ve "soykırım" günüdür. Tüm insan haklarına inananların yorumu da aynıdır. 1453'ün 1492'den en büyük farkı da bu zaten. Fatih, isteseydi Avrupalıların İnka’ları yok etmesi gibi Bizans halkını yok edebilirdi; ama yapmadı. Bence İstanbul fethinin en üstün yanı bu.
• Fetihçilik zihniyetiyle aramıza mesafe koyma fikri elbette kabul; peki ama 1453 sayesinde İstanbul'da yaşıyor olduğumuza bile sevinmeyelim mi?
İşte o zaman "Benim yerime İstanbul'da Nora yaşıyor olabilirdi" diye düşünmek gerekiyor. Nora'yla empati kurmak, kalkıp buradan gidelim demek değil. Ama empatinin şöyle bir faydası var: Geçmişteki işgalleri kim yaparsa yapsın, istersek biz yapmış olalım, 2006 yılında artık onları büyük şenliklerle kutlamayalım ki bugün yapılan işgalleri de normal sayma hakkımız olmasın. Elbette, Fatih'i tarih içindeki değeriyle, erdemleriyle anıp, sahiplenelim. Ama 60 bin kişinin öldüğü, bir şehrin yakılıp yıkıldığı, tecavüzlerin yaşandığı, insanların köleleştirildiği, kellelerin karpuz gibi deniz üzerinde yüzdüğü tarihteki bir olayı bugün büyük övgülerle anarsak ne İsrail'in Filistin işgaline karşı çıkabiliriz ne de Amerika'nın Irak işgaline...