12 Eylül’ün hesabını vermeden 12 Eylül’den hesap sorulabilir mi? / Ruşen Çakır
01 Ocak 1970
Fethullah Gülen cemaati denince bugün aklımıza ilk olarak medya geliyor. Birden fazla dilde günlük gazeteler, haftalık dergiler, televizyon kanalları (en son Kürtçe yayın yapacak kanal kuruldu), radyo istasyonları ve yayınevleriyle neredeyse bir medya imparatorluğu söz konusu.
Ama yıllar önce durum farklıydı. Cemaat, yayıncılık konusunda çok çekingendi ve bu nedenle 1978 yılında yayın hayatına atılan, merkezi İzmir’de bulunan ve “ağlayan çocuk” posteriyle bilinen Sızıntı dergisi çok önemli bir boşluk dolduruyordu. İşte yayınladığımız illüstrasyon Sızıntı Dergisi’nin l989 Mayıs sayısından. Küçük bir hücrede, elleri, ayakları bağlı genç bir adam görüyoruz. Belli ki işkence görmüş ve ölmüş. Sızıntı Dergisi’nde bu resimden kalkarak bir soru soruluyor. Ama bu sorunun muhatabı işkenceci katiller değil. Sızıntı öldürülen gencin imanını sorguluyor: “Burada, böyle hicran ve gurbetle noktalanan hayat, bari ötelere açık olsaydı! Ya değilse...”
Bu illüstrasyonu 21 yıl sonra gündeme getirmemin nedeni, Anayasa değişikliği referandumunun, HSYK ve Anayasa Mahkemesi’nin yeniden yapılandırılması maddelerini gizleyip asıl amacın 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle hesaplaşmak olarak sunulması ve tabii ki Gülen cemaatinin bu konuda cansiperane bir mücadele sergilemesi.
Asker ve darbe övgüsü
Tam 25 yıldır bir gazeteci olarak İslami cemaatleri yakından izlemeye çalışıyorum. Konuyla ilgili herkes gibi ben de Fethullah Gülen’in ve cemaatinin 12 Eylül askeri darbesine karşı çıkmadığını, daha sonra kurulan askeri rejimle asla çatışmaya girmediğini ve 12 Eylülcülerin anayasasına da itiraz etmediklerini çok iyi biliyorum. Bir örnek verelim.
1980’li yıllarda “M. Abdülfettah Şahin” müstearıyla Sızıntı’da başyazılar kaleme alan Fethullah Gülen “Asker” başlıklı bir yazısında şöyle demişti: “Her milletin tarihinde asker bir tepe varlıktır (...) Bir de anadan doğma asker-millet vardır. O, asker doğar, askerlik türkülerinden ninniler dinler ve asker olarak ölür. Aşıktır askerliğe, serhad boylarına, akına ve kavgaya (...) Onun süngüsü, yüz defa iniltimizi dindirdi ve ateşimize su serpti. Yakın tarihimizde dahi kaç defa onda mazinin tebessüm eden çehresini ve yıldırımlaşan celadetini gördük... Eğer, atik davranıp da yıllardan beri hazırlanan karanlık emellerin önüne geçmeseydi, bütün bir millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktı. Tuğa selam, sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan yüce başa binlerce selam..!”
12 Eylül 1980 askeri darbesini “imalı” bir şekilde destekleyen Gülen başka yazılarda da övgülerini sürdürmüştü. Yine zamanında M. Abdülfettah Şahin adıyla çıkan ama yıllar sonra Fethullah Gülen’in kendi adıyla yeniden basılan “Çağ ve Nesil” adlı kitapta darbe şöyle tanımlanmıştı: “Düşmanı kıskıvrak yakalama ve bir zaferdir. İçtimai bünyenin, harici bir kısım erâciften temizlenme, arındırılma ve aslına ircâ zaferi (...) Ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe, istihâllerin son kertesine varabilmesi dileğimizi arzediyoruz.”
Aslında Gülen de bir askeri darbe mağduruydu. 12 Mart 1971 askeri darbesinin ardından İzmir’de tutuklanıp yargılanması onun hayatında kritik bir eşik olmuştu. 12 Eylül darbesinin ardından da İzmir Sıkıyönetim Mahkemesi Gülen hakkında soruşturma açtı. Fakat adı arananlar listesine giren Gülen nedense bir türlü ele geçirilemedi. Halbuki kendisinin Türkiye’yi terk etmediği, özellikle Ege bölgesinde cemaat çalışmalarını sürdürdüğü söyleniyordu. Hatta bir iddiaya göre, Burdur’da gözaltına alınmış ama şehrin Emniyet Müdürü ertesi gün Erzurum’a “tayin edilmişti”.
İstisnalara dikkat
12 Eylül darbecileri “laikliği kurtarma” adına da yola çıkmış olduklarını söylüyorlardı fakat İslami kesime pek fazla dokunmadılar. Zaten bu kesimden kaydadeğer bir direniş de gelmedi. Hatta doğrudan ya da dolaylı olarak cuntacılarla pazarlık genel eğilim oldu. Bu noktada Milli Görüşçülerle Nurculuğun Yeni Asya kolunun birer istisna olduğunu vurgulamak gerek. Onlar da cuntaya boyun eğmeyip bedel ödediler.
Demem şu ki: Bugün 12 Eylül cuntasıyla hesaplaşmak iddiasıyla yola çıkanlar mutlak bir şekilde 12 Eylül’de ne yaptıklarının da hesabını vermek durumundalar. Eğer o dönemde yaptıklarını savunamayacak durumdaysalar kamuoyundan ve eğer bir grup vs. söz konusuysa kendi tabanlarından özür dilemelidirler.
Fethullah Gülen neden kendini riske atıyor?
Bilindiği gibi, Fethullah Gülen, bir tür resmi web sitesi işlevi gören www.herkul.org’da (isimde bir yanlışlık yok!) yayınlanan mülakatında açık ve net bir biçimde 12 Eylül’de yapılacak referandumda “evet” oyu kullanılması çağrısında bulundu. Onun “Değil sadece kadını erkeğiyle, çoluğu çocuğuyla ve dünyanın dört bir yanına dağılmışıyla hayatta olan insanları, imkan olsa mezardakileri bile kaldırarak o referandumda ‘evet’ oyu kullandırmak lazım. Mezardakiler bile kalksın. Ben zannediyorum kalkarlar da, ben zannediyorum ruhları koşar da. Çünkü demokrasi adına çok önemli bir adımdır” sözleri haklı bir şekilde geniş ilgi uyandırdı. Doğal olarak “hayır” için mücadele edenler kendisine tepki gösterdi, örneğin önce MHP lideri Bahçeli, ardından CHP lideri Kılıçdaroğlu “mezardakileri kaldıracağına ABD’den gelip kendisi oy kullansın” anlamında sözler sarf ettiler.
Bir gazeteci olarak 25 yıllardır Gülen’i, onun yazıp söylediklerini izlemeye çalışırım. Son mülakatın beni hayli şaşırttığını itiraf etmeliyim. Her şeyden önce şu noktanın altını çizmek lazım: Gülen’in, Nurcu hareketin ana gövdesinden kopup kendi cemaatini örgütlediği 1970 ortalarından itibaren Türkiye’de defalarca seçimler ve halkoylamaları yapıldı ama hiçbirinden önce bu kadar açık bir şekilde tarafını deklare ettiğine tanık olmamıştık. Çünkü Gülen stratejisini “siyasetten uzak durmak” ve “bütün partilere eşit mesafede bulunmak” ilkeleri üzerine oturtuyordu. Daha doğrusu oturttuğunu söylüyordu (ki son mülakatında referandumda bu kadar angaje olmasına rağmen aynı iddiasını koruyor ama MHP, CHP ve BDP’nin aynı kanıda olmadığı kesin) fakat onu ve cemaatini yakından takip edenler, her seçim öncesi cemaatin belli bir tercih içinde hareket ettiğini, bu tercihin de genellikle “en güçlü”den yana olduğunu biliyorlardı.
Örneğin Gülen’in 12 Eylül 1980 askeri rejimine muhalif olduğunu asla görmedik, bu bağlamda 1982 Anayasası’na da kesinlikle karşı çıkmadı. Hatta sırf zorunlu din derslerini anayasaya soktu diye Kenan Evren’i nerdeyse “cennetlik” ilan ettiğini de biliyoruz. Ama hemen sonra Turgut Özal’a yakın durdu. Onun gerilemesiyle Tansu Çiller’le çok iyi ilişkiler kurdu ve nihayet Bülent Ecevit ile tesis ettiği samimiyet sayesinde merkez sola da uzandı. Gülen, yıllar boyunca arasının hiç iyi olmadığı Milli Görüş hareketiyle, ancak AKP’nin kurulup tek başına iktidara gelmesiyle yakınlık kurdu.
Gülen’in aldığı risk
Mülakata dönecek olursak, şu soru karşımızdadır: Gülen neden yıllardır epey yararını gördüğü “siyasetlerüstü” görünümünü riske ediyor? Kendisi “demokrasi” diyor ama demokrasinin ayaklar altına alındığı dönemlerde herhangi bir direniş göstermiş olmadığı için bu açıklama tatminkâr değil. Aynı mülakattan, AKP’nin referandumu bir tür “12 Eylül ile hesaplaşma” gibi sunmasından fazlasıyla rahatsız olduğunu da görüyoruz. Onun bu tutumunu “müminler intikam peşinde olamazlar” diye gerekçelendirmeye çalışması da, değil 12 Eylül gibi kanlı darbelerin, darbe planlarının bile en ufak sorumlusuna kadar bulunup hesabının sorulması için ellerinden geleni yapan bir cemaatin başında olduğu düşünülürse fazla tatminkâr olamıyor.
Gülen “o paketin içinde milletimizin istikbali için çok önemli maddeler var; bu itibarla da değişiklik paketi bu yönüyle desteklenmeli ve ‘evet’ oyları böyle bir niyetle verilmelidir” derken herhalde kadınlara pozitif ayrımcılığı veya ombundsmanlığı değil HSYK ve Anayasa Mahkemesi’nin yeniden yapılandırılmalarını kastediyor.
Kendisinin bu maddelere ne kadar önem verdiği ölüleri bile oy kullandırtmaya çağırmasından anlaşılıyor. Ama bu çağrısı aynı zamanda onun referandumun sonucundan pek de emin olmadığını düşündürtüyor. Eğer bazı çevrelerin ısrarla ileri sürdüğü gibi sandıktan “evet” oylarının çıkması kesinse Gülen’in bu araştırmalardan muhakkak haberi olur ve bu nedenle bu tür bir mülakat vermeye gerek duymazdı.
Son bir not: Bugün “evet” için gayret sarfedenlerin hatırı sayılır bir bölümünün dün aynı anayasaya coşkuyla “evet” demiş olduğunu hatırlattığınızda (ki ben geçen bir yazımda Gülen’in 12 Eylül’e aşırı desteğini kendi kaleminden aktarmıştım) hemen size “İnsanlar askeri yönetim bir an önce gitsin diye anayasa oylamasında yoğun biçimde ‘evet’ oyu kullanmışlardı” cevabını yapıştırıyorlar. Hal böyle olunca “evet” demiş olan 15 milyon 215 bin kişiyi “demokrasiye geçişi hızlandıranlar”, “hayır” diyen 1 milyon 626 bin kişiyi de “demokrasiye geçişi yavaşlatanlar” olarak tanımlamak gerekir