Hilâfet Nedir/ Prof. Dr. Hayrettin Karaman
01 Ocak 1970
Hilâfet nedir?
Hilâfetin lûgat mânâsı, birinin yerine geçmek, arkasından gelmek ve temsil etmektir.
Bir fıkıh terimi olarak hilâfet, İslâm toplumumun ve devletinin başkanlığını ifade etmektedir. Aynı mânâda "imâret" ve "imâmet" terimleri de kullanılmaktadır.
Hz. Peygamber (s.a.v.) âhirete göçtükten sonra onun, "Peygamberlik, mürşidlik ve devlet başkanlığı" sıfatlarından son ikisinin ne olacağı, kime geçeceği ve nasıl geçeceği konusu ortaya çıkmıştı. Onun (s.a.v.) son peygamber olduğu biliniyordu, artık yeni bir peygamber gelmeyeceğine göre bu sıfatı ile ilgili bir problem yoktu. Diğer iki sıfatı ise -ümmetin onlara ihtiyacı bulunduğundan- devam etmeli, birileri bunu temsil etmeli idi. Bir yandan bu ihtiyaç ve zarûret, diğer yandan Kitâb ve Sünnet'teki ilgili açıklamalardan hareket eden ümmet, bey'at denilen "bir nevi seçme ve yeminle itâat sözü verme" yoluyla Ebû Bekr'i, onun yerine getirmiş ve kendisine, "Allah Rasûlü'nün (s.a.v.) yerine geçen, vazifesini üstlenen" mânâsında "Halîfetu-Rasûlillah" demişlerdir. Hilâfet işte bu kelimenin masdarıdır (köküdür).
İrşad vazife ve yetkisinin de âlim ve kâmil müslümanlara geçtiği kabûl edilmiştir.
İslâmî bir yönetim hilâfetsiz mümkün müdür?
Bu sorunun cevabı hilâfet terimine verilen mânâya bağlıdır. Maksat "Belli özellikleri olan bir başkan bulunmadan İslâmî yönetim mümkün müdür?" demekse cevabı "mümkün değildir" şeklinde olur. Esasen hiçbir devlet yönetimi başkansız olmaz ve olmamaktadır. "Vazifeye getiriliş, vazife süresi, yönetim biçimi gibi şekille ilgili hususlar değişebilir mi? Bu değişikliklerle başa getirilen bir başkanın yönetimi İslâmî sayılır mı?" demekse bunun cevabı "evet, değişebilir ve sayılır" şeklinde olur. Şu hâlde bir yönetime İslâmî diyebilmenin asgarî şartı, belli özellikleri olan, yönetiminde belli ilkelere bağlı bulunan bir başkanın yönetimin başında bulunmasıdır. Başkanın özelliklerine aşağıda gelecek olan diğer bir soruda temas edilecektir. Bağlı bulunacağı ilkeler ise iki çerçeveye sokulabilir:
a) Kitâb ve Sünnet'te tecelli eden ilâhî irâdeye tâbî olmak.
b) Yönetimini ümmete veya temsilcilerine danışarak yürütmek.
Halîfenin bu ilkelere bağlı kalma mecbûriyeti ilgili naslar (âyet ve hadîsler) yanında genel hilâfet kavramına ve teorisine de dayanmaktadır: Allah Teâlâ ilk insanı yeryüzünde bir halîfe olarak yarattığı gibi2 bütün insanlara da bu hak ve sorumluluğu bahşetmiştir.3 Müfessir ve müctehidlere göre "insanın yeryüzünde halîfe olması" şu mânâya gelmektedir: Yeryüzünde Allah'ın hükümranlığını temsil etmek, kendi nefsi de dahil bulunmak üzere insanlar, diğer canlılar ve eşya üzerinde bu hükümranlık çerçevesinde tasarrufta bulunmak, emri altındakileri ilâhî irâdeye uygun olarak yönetmek..." İnsanlar fert olarak kendileri üzerinde, ayrıca aileleri ve tâbîleri üzerinde bu mânâda hilâfet vazife ve selâhiyetini -ve tabîî sorumluluğunu- îfâ ederler. Ferdi aşan, toplumu kapsayan konularda ise bu selâhiyet ve sorumluluğun -ümmeti temsil edecek olan- birisine devredilmesi gerekiyor; işte halîfe, ümmet adına bu selâhiyeti taşıyan kişi oluyor. Bu mânâda hilâfet, Allah tarafından insanlara verilmiş bir selâhiyet ve yüklenmiş bir sorumluluk olduğundan onu terketmek ve onsuz bir İslâmî yönetimden söz etmek mümkün değildir.
İslâmî yönetim düşüncesinde otorite kime aittir? "Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyenler, fâsıkların, zalimlerin, kâfirlerin ta kendileridir" âyet-i kerimelerinin "yargıya" işaret ettiği ve dolayısıyla otoritenin "Allah'a değil, ümmete" ait olduğunu savunanlar var. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?
Ana kaynaklarda hâkimiyet ve otorite ile ilgili iki kelime vardır: mülk ve hüküm. Mülk hem devlet, hem de memleket, ülke, mülk konusu eşya ve mâlik olmak mânâlarında; hüküm ise hem devlet yönetimi, hem de şer'î talîmat ve adlî karar mânâlarında kullanılmaktadır. Mülkün ve hükmün Allah'a ait bulunduğunu, Allah Teâlâ'nın kullarına mülkü ve hükmü (bu selâhiyetleri) vekâleten verdiğini, yöneticilerin ve halkın bu konularda da Allah'a hesap vereceklerini ve O'na karşı sorumlu olduklarını ifade eden pek çok âyet ve hadîs vardır.4
Soruda işaret edilen âyetler, hem hükmün çeşitli mânâları, hem de bir bütün olan Kur'ân-ı Kerîm'in diğer âyetleri göz önünde tutularak yorumlanmalıdır. Mezkûr âyetlerde geçen "hüküm" kelimesinin yargıya işaret ettiğine mânî karîne vardır, ayrıca yargıya işaret ettiğini kabûl etseniz de otoritenin ümmete değil, Allah'a ait olduğunu bildiren, gösteren deliller mevcuttur:
a) Âyetlerde Allah'ın gönderdiği talîmata göre hükmetmeyenlerin kâfir, zâlim ve fâsık olacaklarından söz ediliyor ve bu üç vasıf üç ayrı âyette zikrediliyor. Eğer âyet yargıya işaret etmiş olsaydı "Allah'ın hükmüne göre hükmetmeyenler"in yalnızca zâlim değil, aynı zamanda kâfir ve fâsık olmaları gerekirdi. Halbuki İslâm inanç ve düşüncesine göre bir kimse, iman ettiği hâlde şerîatle değil de bir başka kanunla amel ettiği takdirde kâfir olmaz, fâsık ve zâlim olabilir. Şu hâlde âyetlerin doğru yorumunun şöyle olması gerekir: İman konusunda Allah'ın hükmünden sapanlar kâfir olurlar, amel (uygulama) konusunda Allah'ın hükmünden sapanlar fâsık olurlar, adâlet tevzîi konusunda Allah'ın hükmünden sapanlar ise zâlim olurlar. Bu yoruma göre de hüküm, yalnızca yargıya işaret etmeyip, imanı, ameli ve nizâmı içine almaktadır.
b) Otoritenin Allah'a ait olduğunu bildiren âyetlerin yukarıda örneklerini sunmuştuk. Burada ise bahse konu âyetlerin (soruda geçen üç âyetin) yine otoritenin Allah'a ait olduğuna delâlet ettiğini göstereceğiz: Allah'ın gönderdiği ve indirdiği ile (yani şerîat ile) hükmetmeyenler, şerîat yerine başka kanunları koyanlar kâfir, zâlim ve fâsık oluyorlar; âyetler bunu söylüyor. Bunun mânâsı en azından teşrî selâhiyetinin Allah'a ait olmasıdır ve yine Allah'ın, kanunlarını uygulamayanları, "kâfir, fâsık ve zâlim" oldukları için; yani ağır suç ve günah işledikleri için cezâlandıracağıdır. Eğer otorite Allah'ın değil de ümmetin olsaydı, ümmet Allah'ın indirdiği ile -hangi mânâda olursa olsun- hükmetmediler diye cezâlandırılmaz, bundan dolayı Allah karşısında suçlu, günahkâr ve sorumlu olmazlardı.
Klâsik âlimlerin eserlerinde "halifenin", "ehlu'l-halli ve'l-akd" tarafından belirleneceği, halkın da bey'at edeceği söyleniyor. Fakat ehlu'l-halli ve'l-akd kimlerden oluşacak ve bunları kim seçecek, bu pek açıklığa kavuşturulmuş değil.
Hilâfet kavramının üzerine binâ edildiği temel düşünceyi yukarıda açıklamıştık. Buna göre, Allah rızâsına ve irâdesine uygun yönetim sorumluluğu bütün ümmet fertlerine ait idi. Fertlerin teker teker bu sorumluluğu yerine getirmeleri mümkün olamıyacağı için bey'at yoluyla "kamu yönetiminin en üst sorumluluk makâmını" bir ehil kişiye vekâleten devretmeleri gerekiyordu. Bu devri bütün ümmet yapacaktır. Devrin şeklini ise zaman ve zeminin şartları belirler. Bir günde ve makûl bir sürede bütün ümmetin bey'at etmesini mümkün kılacak şartlar bulunduğunda bey'at doğrudan (tek dereceli) yapılır; bu şartlar bulunmadığı, devletin belli bir süre başkansız kalmasının sakıncalar doğurması hâlinde ise bey'at ve seçim iki dereceli seçimlere benzer şekilde yapılır. Halk meclis üyelerini seçer, meclis üyeleri de adaylar arasında birini başkan olarak seçer ve ona bey'at ederler, arkasından imkânlara göre belli bir süre ve şekil içinde bütün ümmet fertlerinin bey'at etmeleri sağlanır. Meclisin seçtiği bir başkana, muvâfık muhâlif bütün ümmet fertleri bey'at ederler, muhâliflerin bey'at ve itâat etmeme hakları yoktur; çünkü itâatsizlikten fitne, kargaşa, anarşi doğar. Seçimde ve bey'atta daha başka şekiller de uygulanabilir. Bu sebeple din, şekil üzerinde durmamış, ümmeti belli bir şekle mahkûm ve mecbûr etmemiştir. Önemli olan ümmetin, doğrudan veya temsilcileri vasıtasıyle ehil olan birini başkan olarak seçip bey'at etmeleridir (başkan ilâhî talîmata riâyet ettiği müddetçe ona itâat sözü vermeleridir.)
Adayların birden fazla olması hâlinde seçim nasıl olacak?
İlk dört halîfe zamanında uygulanan şekillere bakılırsa -ki bunlar ümmet için örnek uygulamalardır- şunlar yapılabilir:
a) Müzakere, tartışma ve değerlendirme yoluyla adaylar elenerek bire indirilir ve ona bey'at edilir.
b) Adaylar kendi aralarında konuşarak feragât edenler çekilir, geriye bir aday kalırsa ona bey'at edilir. Birden fazla aday kalırsa kendi aralarında, hakemlik, kur'a vb. ile aday sayısını bire indirirler ve ona bey'at edilir.
c) Ümmetin çoğu (veya temsilcilerin çoğu) kime daha çok oy vermiş (bey'at etmişlerse) o halîfe olur, diğeri talebinden vazgeçerek birincisine bey'at eder.
Halife adaylarında ne gibi şartlar aranacaktır?
Halîfe adaylarında aranacak şartları belirleyen ölçü vazifenin mahiyet ve gerekleri ile makamın ilk ve asıl sahibinin (Hz. Peygamber'in [s.a.v.]) vasıflarıdır. Bu iki ölçüden hareket edilerek ortaya bazı şart-vasıflar konmuş, bunlardan bir kısmı üzerinde birleşilmiş, bir kısmının ise şart olup olmadığı tartışılmıştır.
Üzerinde birleşilen vasıflar halîfenin müslüman, iyi ahlâk sahibi, bilgili (ictihad derecesinde bilgili), erkek, vazifeyi îfâ edecek kadar rûh ve beden sağlığına sahip ve reşîd olmasıdır.
Arap, Kureyş kabîlesinden ve Ehl-i Beytten (Hz. Peygamber (s.a.v.) soyundan) ma'sûm (hatâsız, günahsız) olması gibi bazı şartlar ve vasıflar tartışmalıdır.
Hilâfet ile saltanat arasında ne gibi farklar vardır?
Bundan önceki soruların cevaplarında hilâfet hakkında bilgi verilmiştir. Burada da saltanatın önemli özellikleri tesbit edilirse fark ortaya çıkacaktır.
Saltanat rejiminde hâkimiyetin kaynağı ve temsili bir şahısta toplanır ve bu şahıs, halkın seçimi ve rızâsı ile değil, kendi irâdesi ve gücü ile iktidara gelir, genellikle ölünceye kadar veya bir başka gücün onu zorla iktidardan düşürmesine kadar yönetimi elinde tutar, teşrî, icra ve kazâ yetkileri onun elindedir ve yerine geçecek olanı da kendisi belirler.
Hilâfette:
a) Hâkimiyetin kaynağı Allah'tadır, bunu, -Allah böyle istediği için- ümmet temsil eder ve bir elde toplanması gereken selâhiyetleri seçim ve bey'atla halîfeye devreder, ümmetin denetim selâhiyet ve sorumluluğu devam eder. Halkın hâkimiyeti Allah'tan geldiği ve O'nun rızâ ve irâdesi istikâmetinde kullanılıp temsil edildiği için hilâfet demokrasiden de farklıdır. Demokrasilerde hâkimiyet -teorik olarak- kayıtsız, şartsız halkındır.
b) Halîfe ümmetin rızâsı ile iktidara gelir ve iktidarda kalır.
c) Halîfe olma vasıfları devam ettiği ve görevini uygun bir şekilde yürüttüğü müddetçe iktidarda kalabilir.
d) Teşrî yetkisi Allah'a aittir (Kanun vâzıı Allah Teâlâ'dır). Ümmetin, müctehidlerin ve bunlardan birisi olarak halîfenin yetkisi, araştırma, yorum, ictihad, istişare yoluyla ilâhî kanunu keşfedip ortaya çıkarmak ve uygulamaktır. İlâhî kanunların kaynağı vahiy ve akıldır. Hüküm ve kanun önce açık vahiy ifadelerinde (âyetlerde ve hadîslerde) aranır, burada bulunanlar kanun şekline sokulur ve uygulanır. Meselenin, hâdisenin, konunun özel hükmü vahiy kaynağında yoksa, bu kaynağın genel (çerçeve) hükümlerine bakılır. Burada da aranan bulunamazsa yine -geniş mânâda vahye dayanan- fayda prensibine (akla) başvurulur; akıl, dînin amaçlarını ve bilimi, tecrübeyi, ihtiyacı.. göz önüne alarak en faydalı olan çözümü, uygulamayı keşfeder ve bu kanunlaştırılarak uygulanır. Zamanın ve şartların değişmesi ile fayda ve zarar durumu ve hükmü değişirse kanun da buna göre değiştirilir ve yeni kanun yine ilâhî ve şer'î olur (çünkü uygun metodlarla hep O'nun irâdesi keşfedilmeye çalışılmıştır, O'nun irâdesine uygundur diye benimsenmiştir).
Kazâ ve icrâ yetkileri ümmet adına halîfededir; halîfe bu yetkileri, ümmetin temsilcileri ile danışmalar yaparak Allah'ın irâdesine ve ümmetin menfâatine uygun olarak kullanır, kullandırır.
e) Halîfenin yerine geçecek olanı belirleme selâhiyeti halîfeye değil, ümmete aittir. Halîfe aday gösterebildiği gibi, başkaları da aday gösterebilir. Adayın halîfe olması ümmetin seçip, rızâ gösterip bey'at etmesine bağlıdır. Halîfenin çocuklarının ve yakınlarının, yerine geçme bakımından bir imtiyazları yoktur.
f) Hükümdarlar diledikleri kimselere danışarak veya hiçbir kimseye danışmadan devleti yönettikleri hâlde halîfe ümmete veya onun temsilcilerine -yönetimin amaca uygun olabilmesi için kimlere danışmak gerekiyorsa onlara- danışarak devlet işlerini yürütür.
Hilâfetin Asr-ı Sa'âdetten sonra dejenere olması ve 1924'te fiilen kaldırılmasının İslâm dünyasında ne gibi etkileri olmuştur?
Hz. Peygamber (s.a.v)'den sonra hilâfetin şartlarını taşıyan ve bu vazifeyi hakkıyle yürüten beş halîfe (Hulefâ-i râşidîn: Hz. Ebû Bekir, Ömer, Osman, Alî, Hasen) gelmiştir. Muâviye b. Ebî Süfyân'ın haksız başkaldırısı ve çeşitli hîle ve düzenlerle iktidarı ele geçirmesinden sonra gerçek hilâfet dönemi sona ermiş ve saltanat dönemi başlamıştır. Bundan sonra gelen yöneticiler, halîfe ismini taşısalar bile hakikatte hükümdardırlar, sultandırlar. Yönetimin el değiştirmesi ve -bilhassa amme hukûku sâhasında- icrâsı bakımından İslâm'a (şerîate) riayet etmemiş, kendi menfâat ve arzularına göre hareket etmişlerdir (İstisnalar var ise de genel gidiş bu istikâmette olmuştur). Şerîat amme hukûku ve siyaset dışında uygulanmış, sıra devlet başkanının seçilmesine, vazife ve sorumluluklarına, halk-yönetici ilişkilerine, vergi ve devletlerarası ilişkilere gelince şerîattan önemli ölçülerde yan çizilmiş, halk ve ulemâ da bu eğri gidişe, yan çizmeye dur diyememiş, bozulanı düzeltme gücüne ulaşamamıştır. Bu dönemde saltanatın en önemli menfî etkilerini; bilim, düşünce ve söz hürriyetinin kısıtlanması, nüfuz suistimâlinin yaygınlaşması, ictihad yerine taklîdin hâkim olması, İslâm'ın teori olarak insanlığa sunduğu ideal nizâmın kurulamaması şeklinde sıralayabiliriz. Müsbet etkisi ise ismen ve kısmen de olsa halîfelik unvanını taşıyan makamın saygınlığı ve bu saygınlığın bir uzantısı olarak birleştirici vasfı olmuştur. Bu sâyede halk (ümmet) ve güç merkezleri (beyler, sultanlar, emîrler..) güçlü veya zayıf bir şekilde bir merkeze bağlanmışlar, sonuç olarak önemli ölçüde "İslâm ümmeti" yapısı vücut bulmuştur. 1924'te hilâfet fiilen kaldırılınca bir mânevî otorite boşluğu doğmuş, ümmet tesbih taneleri gibi dağılmış (daha önce başlayan dağılma hızlanmış) millî devletler teşekkül etmiş, fakat buna hazır olmadıkları ve aralarında tesanüt de kuramadıkları için bunlar da bağımsızlıklarını sürdürememiş, çoğu müstemleke hâline gelmiştir. Zaman içinde yakasını müstemlekecilerden kurtaran İslâm ülkeleri ve toplumları bu defa da kimlik bunalımına ve ekonomik sömürge (sömürülme) tuzağına yakalanmışlardır. Bugün dünyada birden fazla blok, birleşme ve dayanışma yapıları vardır, bunlardan hiçbiri İslâm devletlerine ve toplumlarına ait değildir. İslâm Konferansı Teşkilâtı böyle bir bloklaşmaya adım bile olamamıştır. İslâm Ortak Pazarı ise sadece sözde ve hayalde mevcuttur. Osmanlı Devleti açısından baktığımız zaman hilâfetin kaldırılmasının menfî etkileri arasında liderlik kaybını, sınırlar bakımından büyük ölçüde küçülmeyi, -halîfelerin şahsî mülkü olduğu ve sahip çıkılmadığı için- Musul petrollerinin elden çıkmasını ve milletlerarası siyasî gelişmelerde önemli hak iddiâları imkânlarının ortadan kalkmasını saymak mümkündür.
Bugünkü şartlarda hilâfet kurumunun tesisi tekrar mümkün mü?
Hilâfet kurumu ilk halîfeler ve ilk sultanlar dönemlerine ait şekiller içinde düşünülürse, "yeniden tesisten" maksat bu şekillerde tesis ise mümkün değildir. Ancak hilâfetin bir özü, bir de şekli vardır. Şekil bir yana bırakılır da özün yeniden tesisi düşünülürse bunun mümkün olduğu kaâatini taşıyorum. Hilâfetin özü, "İslâm ümmetinin birliği, beraberliği, bu birliğin siyâsî ve hukûkî yapıda temsili, yapının İslâmî amaçları gerçekleştirmeye yönelik olmasıdır". Bu özün çeşitli şekillerde gerçekleşmesi mümkündür. Meselâ İslâm ülkeleri, kısmen veya -ideal olanı- tamamen anlaşarak birleşik devlet, konfederasyon, federasyon vb. bir yapı meydana getirseler ve bu yapının bir meclisi ve başkanı olsa, ortak yapı ile ünitelerin karşılıklı ilişkileri, hak, selâhiyet ve sorumlulukları belirlense hem bir mânâda İslâm Birliği (İttihâd-ı İslâm), hem de özü itibarıyla hilâfet gerçekleşmiş olur. Yeter ki bu yapının siyâsî, sosyal, hukûkî, iktisâdî nizâmı İslâm şemsiyesi altında gerçekleşmiş bulunsun! Yapının daha gevşek, ünitelerin daha hür olacakları başka şekiller de düşünülebilir ve bunların tamamı, hilâfetin özüne yönelik adımlar veya bu özün bizzat kendisi olabilir.
Hilâfetin tekrar fonksiyonlarını îfâ etmesi "dünya dengelerini" nasıl etkiler?
Bugün dünya dengeleri; çeşitli toplumlar, medeniyet ve kültürler -bunların hak ve menfâatleri, korunmaları, gelişmeleri- açısından bozuk ise, dengesiz ise, sonucu haklı olan değil, güçlü olan belirliyorsa -ki durum tamamen böyledir- bu dengelerin yeniden kurulması şarttır. Eğer güçlü alternatiflerle ideal dengeler yeniden kurulmazsa, tek tip toplum ve medeniyetin (Batı toplumu ve medeniyetinin) karşısına insanın bütün boyutlarını kuşatan farklı medeniyet ve kültürler konulamazsa kirlenen ve bunalan dünyamızı büyük felâketlerin beklediğini söylemek kehanet sayılamaz. İslâmî amaçları gerçekleştirmek için hilâfetin özü yeniden kurulur ve gerçekleştirilirse bu insanlık için bir kazanç olur. Çünkü İslâm'ın amaçları arasında insan hakları, din ve vicdan hürriyeti, bütün kapsamıyla gerçek mânâda adâlet, fazîlet ve ahlâk vardır. İslâm Birliği'nin amacı içte maddî ve mânevî kalkınmayı, bunun için dayanışmayı ve yardımlaşmayı, İslâm insanını, kültür ve medeniyetini geliştirip korumayı gerçekleştirmektir. Dışta (dünyada) ise adâletin, hürriyetin, insanca yaşamanın, maddî ve mânevî olarak gelişmenin gerçekleşmesine katkıda bulunmaktır. Amacı bunlardan ibâret bulunan bir oluşumun dünya dengelerini müsbet olarak etkileyeceğinde şüphe yoktur. Ancak burada "müsbet" kavramı mutlak veya İslâmî bakış açısına göredir. Kendi egoist menfâat ve isteklerinin sarsılmasını, kurduğu sömürü düzeninin bozulmasını müsbet değil, "menfî" olarak değerlendirenler açısından baktığımız zaman da mezkûr yapılaşmanın bazı menfî etkileri olacaktır; ancak dünyanın bu etkilere de susamış bulunduğu kanâatini taşıyoruz.
--------------------------------------------------------------------------------
2. Bakara: 2/30.
3. En'âm: 6/165; A'râf: 7/69, 74; Yûnus: 9/14, 73..
4. Bakara: 2/107; Âl-i İmran: 3/26; Mâide: 5/18; İsrâ: 17/111; Hacc: 22/56; Mü'min: 40/29; Hadîd: 57/5; (hüküm için): Âl-i İmrân: 3/79; Mâide: 5/43; En'âm: 6/57; Yûsuf: 12/40.