« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

14 Eyl

2010

Süleyman Hilmi Tunahan

01 Ocak 1970

Güzeller güzeli ülkemize, için bulunduğumuz yüzyılda damga vurmuş birkaç kişiden biridir Süleyman Hilmi Tunahan hazretleri. Her devirde olduğu gibi çağımızda da, ki çağımızda her zamankinden çok çok daha fazla ihtiyaç duyulmuştur böyle yüce yürekli insanlara. Yıllar geçtikce toplumların yapısı yavaş yavaş bozulmaya mahkum oluyor, hele de batı dünyasının bize televizyon ve gazeler aracılığıyla empoze ettiği bozuk ahlaksal yapısını benimseme başladıkça, bu kötüye gidiş sürekli hız kazandı. İşte en çok da böyle zamanlarda ihtiyaç duyar bir toplum, maneviyat önderlerine. Allah’a şükür ki, bu toplum her zaman kendine maneviyat aşılayacak birilerini bulmuştur. Bu ekber insanlardan birisidir işte Süleyman Hilmi Hazretleri. Yaşadığı onca zorluklara rağmen, önüne çıkarılan yüzlerce, binlerce engele rağmen, bıkmadan usanmadan bildiği doğruları, HAK YOLUNU, RESUL NASİHATLARINI insanlara ulaştırmaya adamıştır hayatını. İşte odur ki bu yazımızın amacı, insanlarımız bu yüce şahsın hayatını bütün detaylarıyla öğrenilerse, okurlarsa olur ya kendilerine bir pay çıkarırlar da hayatlarına ve içinde yaşadıkları topluma yansıtırlar. Ne mutlu odur ki, RESUL’un ve onun her çağdaki elçilerinin yaşamını kendisine örnek alana…



Süleyman Hilmi Tunahan, Silistrenin Ferhatlar köyünden olup, 1888 (1034 H.) senesinde dünyaya geldi. Babası devrinin mâruf bir siması olan dersiâm ve hâfız, Osman Efendidir. Osman Efendi tahsilini İstanbulda tamamlamış, sonra Silistre’nin meşhur Satırlı Medresesinde yıllarca müderrislik yapmıştır.



Süleyman Hilmi Tunahanın ceddi İdris Beye dayanmaktadır. İdris bey, Fatih Sultan Mehmed Han tarafından Tuna Hânı olarak tayin edilmiş ve kendi kız kardeşi ile de evlendirilerek Fatihin eniştesi olmuştur.



Süleyman Hilmi Tunahan ilk tahsilini Satırlı Medresesinde ve Silistre Rüştiyesinde yapmıştır. Bilâhere tahsilini tamamlamak için İstanbula gelerek Sahn Medresesinde kaydolan, Fatih dersiâmlarından ve o devrin meşhur âlimlerinden Bafralı Ahmet Hamdi Efendi (Büyük Hamdi Efendi)nin ders halkasına devam eden SÜLEYMAN HİLMİ TUNAHAN 1916 senesinde Ahmet Hamdi Efendiden birincilikle icâzet almıştır. (H. 1335 r11; R. 1332)



Daha sonra o zamanki tâbiri ile dersiâm (yani profesör) olarak yetişmek üzere Süleymaniye Camii Medreselerinden Medresetül mütehassisiynden de birincilikle mezun olmuş, aynı yıllarda Medresetül kuzaatı da (yani eski Hukuk Fakültesini de) üstün bir derece ile bitirmiştir. Böylece bir taraftan dersiâm diğer taraftan da kaadilik yani hakimlik rütbelerine ulaşarak, devrinin zâhiri ilimlerini tamamlamıştır.



Mezûniyetini müteakip İstanbulda dersiâm olarak vazifeye başlayan Süleyman Hilmi Tunahan, bir müddet sonra medreselerin kapatılması üzerine vaizliğe tayin edilmiş, uzun müddet İstanbulun Sultanahmet, Süleymâniye, Yenicâmi, Şehzâdebaşı, Piyâlepaşa gibi büyük camilerinde halka vaaz ederek irşad vazifesinde bulunmuştur.



Bir taraftan vâiz olarak irşad hizmetlerine devam ederken diğer taraftan da (İlk defa 1946-1947 senelerinde bir hükümet kararnâmesi ile açılmasına izin verilen) Kuran kurslarında, arzu eden müslüman çocuklarına daha evvelce evinde kendi yetiştirdiği talebeleri ile, Kuran öğretmeye, zarûriyât-ı dîniyye denilen dînî ilmihal bilgileri okutmağa başlamışlardır. Bu kurslardan kısa zamanda bir çok talebe mezun olmuş, ve bunlar Diyanet İşleri Başkanlığı’nda müftü, vâiz, imam, müezzin, Kuran kursu öğretmeni olarak vazife almışlardır.



Süleyman Hilmi Tunahan amelde Hanefi, îtikatta Mâtüridî mezhebine mensup olup, meşreben Nakşî idi, ehli sünnet vel cemaate son derece bağlı idi. Kendisinden feyiz alan talebeleri ile, vaaz ve sohbetlerine devam eden kimselere en büyük tavsiyesi Ehli sünnet vel cemaat akîdesine ihlas ve samimiyetle sarılmaları idi.



Süleyman Hilmi Tunahanın talebelerine ve talebelerinin talebelerine (hocalarına nisbetle) Süleymancı denilmekte ise de, hakikatte bunun tamâmen uydurma bir tâbir olduğu Süleymancılık diye ne bir din ve ne bir mezheb ve ne de bir tarikatın mevcut olmadığı bizzat Süleyman Hilmi Tunahan’ın yakınları ve talebeleri tarafından katiyyetle ifâde edilmektedir.



Son devrin en büyük âlimlerinden biri olan SÜLEYMAN HİLMİ TUNAHAN, 6 Eylül 1959 tarihinde İstanbulda Kısıklıdaki evinde vefat etmiştir. Kabri Karacaahmet kabristanındadır.



Süleyman Efendinin 72 senelik ömrü boyunca pek çok talebe yetiştirdiği ve bu talebelerinin bir çok hayır dernekleri teşkil ederek Türk Milli Eğitimine çok büyük fâideler sağladıkları bir gerçektir.



Gerek Süleyman Efendi ve gerekse talebeleri lâikliğe aykırı hareketlerden, Atatürke ve Atatürk İlkelerine karşı gelmekten, dîni, şahsî çıkarlarına ve siyasete alet etmekten, Devletin temel esaslarını dine uydurmaya çalışmaktan, hiçbir mahkemede mahkum olmamışlardır. Merhûmun talebeleri kânunlara tam bir riâyetle daha ziyâde fakir ailelerin çocuklarına Türk Milli Eğitiminde başarılı olmaları, ailelerine ve milletine fâideli birer fert olarak yetişmeleri için yardım etmeyi ve ellerinden tutmayı, kendilerine âdeta bir vazife edinmişlerdir.



Ne var ki, bu hayırlı çalışmalarını yaparlarken, pek çok güçlüklerle karşılaştıkları da bir vâkıadır. Bu hayır sahibi kimselere akla hayâle gelmedik iftiralar atılmakta ve bu iftiralar zaman zaman (basına) kadar intikal etmektedir.

Meyveli ağaç taşlanır atasözünün verdiği teselli, insanlığa fâideli zâtların en kuvvetli dayanağıdır.



Gerek Süleyman Efendi (72 senelik ömrü boyunca) ve gerekse ondan ilim ve feyiz almış bütün talebeleri ve talebelerinin talebeleri başta kânunlara, selim akla, çağdaş medeniyetin nimetlerine, İslâm Dininin kâidelerine, kısaca, insanlığa fâideli her şeye ters düşen ne bir düşünce, ne de bir faaliyet içinde asla olmamışlardır.



Alfâbe değişikliği demek insanın geçmişi ile, kültürüyle bağının koparılması demektir. Dünyalar değerindeki ilmi ve fikri eserlerin kütüphâne raflarında tozlanması, çürümeye terk edilmesi demektir. Bırakın avam kesimi, ilâhiyat tahsili yapan gençlerin bile büyük kısmı bugün bu eserleri okuyup anlayamamaktadır. Bu da sonu yıkıma giden, toplumda maddi mânevi sıkıntılar meydana getiren bir durumdur.



Harf İnkılâbıyla alâkalı olarak, meşhur İtalyan Türkolog Prof. Rossi, Viyana da verdiği bir konferansında Güzel Türkçer’yi hiçbir kuvvet yıkamamıştır. Yeni harfler yıkacaktır. Bu harfler müslüman Türklerin geçmişleriyle, tarihleriyle, gelenekleriyle alâkalarını koparacaktır. diyordu.



Yeni devrin siyâsi simâlarının hâkim olduğu anlayışı en bâriz şekilde gösteren ifâde, Bizim ne şark ile, ne şark milletleriyle, ne müslümanlıkla, ne islam ilimleriyle münâsebetimiz yok. Onlardan bütün alâkamızı kestik kendilerini tanımıyoruz. Hâriciye vekili Tevfik Rüştü Arasın büyük bir cüretkârlıkla söylediği sözlerdi bunlar. Bu ülkeyi yöneten insanların zihniyeti bu yöndeydi. Buna benzer daha nice ifâdeler, beyânatlar vardır. Merakı olanlar TBMM zabıtlarını ve konuya ilgi duyan, değerli araştırmalar yapan yazarların eserlerini okuyabilirler.



İşte böyle bir devirde Süleyman Efendi vazifesini icrâ etmeye çalışıyordu. Vâizlik hizmetini hiç aksatmadan yapıyordu. Uzun müddet İstanbulun Sultanahmet, Süleymâniye, Yeni câmi, Şehzâdebaşı, Kasımpaşa camii kebir ve daha nice câmilerde vaaz etmiştir. Dedik ya İstanbulda o zaman mevcut olup da vaaz etmediği câmi yoktur desek yeridir. O kendisine Peygamber Efendimizin şu Hadis-i şerifini şiâr edinmiştir. Din nasihatle kâimdir. Din nasihatle kâimdir, Din nasihatle kâimdir.



Aynı zamanda mensubu bulunduğu Nakşî tarikatının başbuğlarından olan Şâh-ı Nakşibend Hazretlerinin Tarikunâ tarîkus-sohbet sözünü kendine düstûr edinmişti. Bulunduğu her mekânda irşad vazifesiyle uğraşmış, din ve îman mevzularını yasak olmasına rağmen her şeyi göze alarak en ince teferruatına kadar anlatmıştır.



Ayrıca Süleyman Efendi Süleymâniye Medreselerinde İslam Hukukundan başka Roma hukuku, Deniz ve Kara Ticaret Hukuku ile Devletler Hukuku da tahsil etmiş bulunmaktaydı. Süleyman Efendi bu kadar kısa zamanda bu ilimleri okumuştu ama nasıl ? Boş vakit geçirmek nedir bilmezdi. Derslere daha fazla vakit ayıra bilmek için uykusunu kısardı. Dünyada makam ve mevkide gözü yoktu. O maddi ve mânevi bütün ilimleri tahsil ederek ileride alacağı mânevi vazifeye hazırlık yapıyordu. Mâlum tek kanatlı kuş uçmaz diye bir söz vardır. Süleyman Efendi dine hizmet etmek, Ümmeti Muhammed’in kurtuluşunu temin etmek için bütün gayretini gösterip ilim tahsil ediyordu. İlim tahsili hususunda kapasitesini o kadar zorlardı ki, bazen okuduğu kitapların sahifelerine kanlanan gözlerinden kanlı yaşlar damlardı. Uykuya karşı amansız bir mücadele verirdi. Uykuya mağlup olmayıp, çok ders çalışmak için her gün bol miktarda kahve içerlerdi. Uzun kış gecelerini ders çalışarak, fâideli geçirmek için pencereden uzanıp aldıkları bir avuç karı sıkıştırıp kar topu haline getirdikten sonra, gömleği ile omurilik soğanı arasına koyardı. Vücudunun sıcaklığı ile yavaş yavaş eriyip sırtından aşağı akan kar suyu daima uyanık bulunmasını sağlardı.



Uykuya hasret öyle günleri geçerdi ki; Bir gün kendi kendine şöyle düşünür, Bir ay hiç bir şeyle meşgul olmam, istirahat eder, dinlenirim, bu geçen sıkıntıları unuturum. Ancak ileride de göreceğimiz gibi bu hayallerini uygulama sâhasına geçirmeye fırsat bulamayacaktır. Bu esnâlarda bir rüya görür ve kendisinin uykuya hasret kalacağını, mühim vazifelerin kendisini beklediğini, çok gayret etmesi gerektiği ikâzını alır.



Böylece Süleyman Efendinin maddi tahsil hayatı noktalanmış oluyordu. Devrinin akli ve nakli ilimlerini en iyi derece ile tahsil etmişlerdi. Artık Süleyman Efendi müfessirdi, muhaddisti. Zira Medresetül Mütehassisinin tefsir ve hadis bölümünden icâzet almıştı. İcâzet, işin maddi yönünü gösteriyordu. Fakat o dersiamlık ve vâizlik hayatında bunu bil fiil icra ediyordu. Seçmiş oldukları mevzuu ile ilgili âyet ve hadisleri mutlaka okurlardı.



Süleyman Efendinin Kaadılığı da vardı. Zîra Medresetül Kuzât (Hukuk Fakültesi) mezunuydu. Hukûki meselelere karşı engin bir vukûfu vardı. Lâkin o hiç bir zaman kâdılık yapmaya teşebbüs etmemiştir.



Süleyman Efendi(K.S)’nin hayran olduğumuz husûsiyetlerinden biride şu idi. Hazret bir meselenin izâhını yaparken dâima delille konuşurdu. Konuşmaları mutlaka bir âyet-i celîle ve hadis-i şerife istînâd ederdi. Yeri geldiğinde derhal Arapçasını da okurdu. Âyet ve Hadis-i Şerif ile irtibatlandırmadan konuştuğuna hiç rastlamadım. Bunun daha ilerisi var mı? Tam bir Osmanlı müderrisi idi. Ayrıca bir müceddid husûsiyeti taşıdığını her hâl ve hareketiyle ispat ediyordu.



Gerçekten de Süleyman Efendi, zâtına mahsus tatlı bir üslupla hitap ederdi. İstanbulda vaaz etmediği câmi pek kalmamıştır dersek mübalağa yapmış olmayız. Her yerdeki vaazında; onun konuşmalarından istifâde etmek için ve onunla tanışabilmek için büyük kalabalıklar olurdu. Âyet-i Kerimelerin ve Hadis-i şeriflerin sebebi nüzul ve vurûdunu da dikkate alarak tefsirini, îzahını akıllarda en iyi derecede kalacak şekilde yapardı. Konuşmalarında dini, dünyevî, insanlar için faydalı olan şeylerden bahsederdi. O devirde yasaklanmış olan bazı meseleleri bile dile getirmekten korkmazdı. Bir gün Sultan Ahmet Camii vaazında Cezayirli müslümanlardan bahsetmiş , hükümetimizin onların aleyhine olan tutumlarını eleştirmiş devlet yardım etmiyor bâri biz müslümanlar hiç değilse dua ile yardım edelim, Cezayir müslümanları, kadınları kollarındaki bileziklerini, parmaklarındaki yüzüklerini vererek İstiklâl harbinde bize yardım etmişlerdir. Eğer onlara yardım etmezsek, onların hürriyet ve istiklalleri için geceleri kalkıp hiç değilse iki rekat namaz kılıp yalvarmazsak mesul oluruz efendiler deyip onlar için dua etmişlerdir. Bundan dolayı da karakola celbedilerek ifâdesi alınıp mahkemeye sevk edilmiştir. Bir hayli mahkemeden sonra berâet etmiştir.



Süleyman Efendi (K.S.) dünya politikasını dış ve iç siyaseti takip ederdi. Her gün gazete aldırır ve dış politika ile ilgili kısımlarını okurdu. Pratik zekâsının ve tecrübesinin ürünü olarak ilerde nasıl bir siyâsi yol takip edileceğini kestirir ve bunda isâbet ederlerdi. Tahsil hayatının sona ermesinden sonra da boş vakit geçirmek nedir bilmezdi. Hep halkı irşad etmek için vaazlarda bulunur, vaaz haricinde yine kendini sevenlerle bir araya gelip, Ümmet-i Muhammedin evlâdına nasıl fâideli oluruz diye istişârelerde bulunurdu.



Talebe Temin Etmede Takip Ettiği Yol ve Yöntemler:

İlk zamanlar talebe bulma sıkıntısı çeken Süleyman Efendi (K.S.) eline geçen talebeleri kendinden ayrılmayacak şekilde bağlamıştı. Yani onlara hem ders okumanın faziletlerini öğretiyor, hem de talebeliği sevdiriyordu. Bir anne ve babanın çocuklarına gösteremeyecekleri ilgiyi, şefkati talebelerine o gösteriyordu. Talebe onun velî nimetiydi. Onların her şeyiyle ilgileniyordu, her türlü sıkıntılarını giderir, onlarla hemhâl olurdu. Hasta oldukları zaman da bizzat kendisi götürür veya ehemmiyetli bir işi varsa bir başkasıyla doktora gönderirdi. Bu hususu doktoru Kamil Karakayalı Bey bizzat müşâhede etmiştir. Onun anlattıklarına göre Süleyman Efendinin (K.S.) tıpa tabâbet bilgisine de meyli vardı. Doktor Kamil Karakayalı onun bazı bilgilerinden kendisinin de istifâde ettiği söyler.



Bir gün bir zat Süleyman Efendiye müracaatla: Efendi hazretleri oğlumu okutmak istiyorum, ne ücret alıyorsunuz? Diye sordu. Süleyman Efendi (K.S.) de sen çocuğunu hemen getir, talebeden para alınmaz. Talebeye para verilir. Okusun da, dinine, kitabına, milletine hizmet etsin buyurdular. Nitekim, zât-ı şerifleri buyurdukları gibi eski âdetleri kökünden değiştirip, bu usûlü ihdâs ettiler. Görülmemiş bir uygulamaydı bu, talebeden para almadığı gibi harçlık da veriyordu. Talebenin iâşesini zaten kendisi karşılıyordu. Memuriyetten aldığı paranın bir kuruşunu kendisi için harcamamıştır.Hatta bu hususta şahsî mülklerini satarak talebelere harcamıştır. Her gün derse başlamadan önce talebelerinin hâlini hatırını sorardı. Bir sıkıntıları varsa onu elinden geldiğince halleder, derse başlayacak olan talebeyi psikolojik yönden zinde tutardı. Bazen de tatlı latifeler yapardı. Bu sâyede talebeler onu bir hocadan çok, kendileri üzerine titreyen merhametli bir baba olarak görürlerdi.



Talebelerine maîşet endişesi içinde olmamalarını tavsiye ederdi. Allah (c.c.) için okuyan kimsenin dünyalığının da iyi olacağını söylerdi. Talebelerine Oğlum ilimsiz ibâdetin tadı olmaz. Tek kanatlı kuş uçmaz. İnsanların dünyaya dalıp, istikbal sevdâsına daldıkları şu günde Mevlânın ilmini okuyacağız. O, insana iki cihanda izzet ve şeref veren âlî bir iştir. İhlas ve samimiyetle Allah (c.c.) ve Rasulüne yönelen, gölge gibi dünyayı ve hayrı kendine tâbi kılar. Ahirete çalışan, dünyayı elde eder. Dünyaya çalışan ise ahireti kazanamaz. Zîrâ âhiret hakikat, dünya haleftir. Eğer ağacı kökünden götürürsen gölge de beraberinde gelir diye mâlumat ve tavsiyelerde bulunurlardı. Bu yumuşak muâmeleden talebeler fevkalâde memnun olup etkileniyorlardı. Hocalarının gerçek bir âlim ve çok büyük bir mürşit olduğuna, ihlasla ve Allah (c.c.) rızası için bu işi yaptığına inanıyorlardı. Zaten doğrusu da bu idi.



Talebelik yapmak için Anadoludan çarıklarını sürüyerek gelen köylü çocukları izinli olarak veya Ramazan ayı münâsebetiyle evlerine İstanbul Beyefendisi olarak dönüyorlardı. Bunların bu giyim kuşamı, edepli halleri ve hepsinden önemlisi küçücük çocukların kürsülerden halka vaaz etmesi, bülbül gibi şakımaları milleti hayretler içinde bırakıyordu. Bu vesile ile yeni, yeni ders talebesi geldiği de oluyordu. Ders okurken baskın olur endişesi taşıyan talebelerine; Endişeye mahal yok. Burası Dâr-ül Emândır. (İnnellâhe Meanâ) Allah (c.c.) bizimle beraberdir. Sırrı bizde. Mahzun olmayın. (Nasırtü Birru’bi) sırrı bizde. Diyerek talebelerin yüreklerine su serperdi. Bu teselliler talebe için son derece önemliydi. Söylenilen sözler, gerçeğin tâ kendisidir, çünkü Cenâb-ı Hakk kendisine ve Rasulüne doğru hicrete çıkana, dinine hizmet edene elbette sıkıntı ve darlık vermeyecektir. Din düşmanlarının şerrinden muhafaza edecektir.



Dini Öğretmek İçin Verdiği Mücadele ve Talebe Bulamama Sıkıntısı:

Her şeyden evvel Silistreli Süleyman Efendi (K.S.), gerek tertemiz ve şerefli nesebi îtibâriyle, gerek zamanındaki geçerli ilimlerin tamamını biliyor olması ve gerekse şeriat-ı garrâ-i Muhammediye-yi harfiyyen yaşama gayreti sebebiyle, ulûm-u dîniyeyi öğretmeye tam ehil bir zâttı. İşte bu ehliyet ve dirâyet, ilmiye sınıfını yeniden diriltme ve yeşertme sevdasındaki onu ısrarlı kıldı.



Talebe okutmayı seçmişti, fakat talebe bulunmuyordu. O günkü idarenin din üzerine uyguladığı baskı ve zulümden korkan, sinen insanlar, bırakın okuyup yazmayı, Allah (c.c.) demekten bile korkuyorlardı. İslâmın 5 temel şartının bile yerine getirilemediği, hatta bir hatim, bir yağmur duası merâsiminin bile tertiplenemediği, kişinin kendi evlatlarını bile okutamadığı bir hürriyetsizlik ortamıydı. Hocalar hocalıklarını, müslümanlar müslümanlıklarını gizlemek zorundaydı. Herkes pireler gibi saklanıyor ve ortaya çıkmıyordu.



Süleyman Efendi Allah (c.c.)ın dinini öğretme işinin kendisine yüklendiğini biliyordu ve bu işin mesuliyetinin ne demek olduğunu da biliyordu. Çünkü kendisi ilim tahsil etmişti ve bu öğrendiklerini başkasına öğretmesi gerekiyordu. Öğretmez ise Allah (c.c.) indinde mesul olacağını biliyordu. Hatta kendisine niçin kendini bu kadar yıpratıyorsun diye soranlara: Yarın hesap günü var. Allah (c.c.)-ü Teâla kullarından soracak, Süleyman verdiğim ilimle ne hizmet ettin, onu sana bu kara topraklara getir de göm diye mi verdim? Derse ne cevap veririm derdi ve bu meyan da diğer âlimleri eleştirirdi. Zamâne âlimlerinin bu husustaki gafletleri büyüktür. Sözde vârisi Enbiyâyız derler. Nebilerin bıraktığı miras şeriat-ı Ahmediyeye hizmettir. Onlar kendi evlatlarına dahi öğretmiyorlar.



Evet onlar okutmuyorlardı. Ancak Süleyman Efendi okutmak istediği halde talebe bulamıyordu, talebe bulmakta güçlük çekiyordu. Hatta bu meyanda bazen dersiâm arkadaşlarını ziyaret eder, torunlarını okutup okutmadıklarını sorardı. Onlardan; nerede, artık böyle bir devirde nasıl okutabiliriz ki cevabını alınca çok üzülürdü. Kendisine verilmesi halinde okutabileceğini söylerdi. Ancak bu da kabul görmezdi. Talebe bulabilse her hâlükarda okutacaktı, birde talebe bulamayınca iyice kahroluyordu. Öyle anlarda gelir evindeki iki kızını okuturdu. Bunu yaparken düşüncesi; bâri onlara öğreteyim de onlarda yarın evlenince kocalarına öğretirler, çocuklarını okuturlar, hiç olmazsa kendilerini kurtarırlar fikriydi. Bazen talebe bulur, birkaç gün okuttuktan sonra onlarda kaçar giderlerdi.



Süleyman Hilmi Efendi (K.S.)’den, o zor günleri kendi dilinden dinleyelim:

Okutma imkânı yoktu, fakat okuyan dahi bulamadım. Bir zaman geldi, mebus (milletvekili) maaşı kadar para verip talebe okutmak istedim, bulamadım. Parayı alıp kaçıyorlardı, çünkü korkuyorlardı. O zaman ümidim kırıldı. Bu ilimler yeryüzünden kaybolacak diye korkuyordum. Bunun üzerine kızlarımı okutmaya başladım. İleride torunlarım olursa onlara öğretirler ve böylece bu ilimler yeryüzünden kaybolmaz, dedim. Fakat sonradan Cenab-ı Hakk sebepler halketti ve okutma imkanı buldum. Yaşlılardan başladık, gençler daha sonra geldi ve şimdi yürüyor. Bütün bunlar Cenâb-ı Hakkın bize lütfudur.



Evet önce yaşlılar gelmişti. Süleyman Efendi bir yandan İstanbulun değişik camilerinde vaaz ediyor, bir yandan da camilerin müezzinliklerinde, apartman bodrumlarında, bulabildiği her yerde talebe okutmaya çalışıyordu. İlmiyye sınıfının ilk tohumları şekillenirken, aynı zamanda vaazlarıyla ve husûsi sohbetleriyle, ilmiyye sınıfını maddeten ve mânen destekleyecek gönüllüler halkasını teşkil etmeye çalışıyordu. Önce yaşlılar gelmişti. Gedik paşadaki Azakzaâde apartmanının bodrumunda, Avukat Osman Bey, Hacı Refik, Mehmet Efendiyle oluşan halkaya, sonra, sonra, Biletçi Hüseyin efendi, Tüccar Çırpanlı Mustafa Efendi, Beypazarlı Terzi Ali Bey, Kalaycı Hocalar dâhil oluyor. Samimiyetle, İhlasla söylenen Allah (c.c.) lafzının etrafındaki çember gittikçe büyüyordu.



Yeni, yeni tutuşan kandillerin etrafında, yeni halkalar oluşuyordu. Topçular da, Kısıklı da, Şehzâdebaşında. Bu arada gizli polis teşkilatının amansız takipleri sürüyordu. Tutuklamalar, nezâretler, sorgular, işkenceler, zulümler, onun azimli ve şerefli direnişi karşısında eriyip gidiyordu. İstanbulda bunalttılar, Çatalcanın Kabakçaya, oradan Kuşkaya mağarasına…





Yine yakaladılar, Toroslara gitti. Toros yaylalarında çadırlarda talebe okuttu.. Yıldıramadılar, durduramadılar. Bizim hiç duracak zamanımız yok. Ümmet-i Muhammedin evlatları Cehenneme bir sel gibi akıp giderken, biz onlara seyirci kalamayız. Bu selden ne kütük kurtarırsak kârdır diyordu. Vâizlik belgesini iptal ettiler. Hiç oralı olmadı. Güya maddi imkansızlıklarla yoracaklar, ona rahatsızlık vereceklerdi. Biz, değil yorgunluk, rahatsızlık, mezara gidiyor dahi olsak, okumak, okutmak ve hizmet denince, koşarız buyurmuştu.



Hâlisâne niyetle yola çıkıldığı için halka yavaş, yavaş genişliyordu. Küçükte olsa, bu sevindirici manzara 1943 yıllarına tekâbül ediyordu. Süleyman Efendi, 1924 yılından bu yıllara kadar didinmiş, göz yaşları dökmüş ki; Bunların meyvesi olarak bu sevindirici tabloların ilk temelleri teessüs etmiştir.Günümüzde bu tablolar dallanıp budaklanmış, her tarafa yayılmıştır. Zaten İslam dâvası garip gelmiş garip gidecektir. Hz. Peygamber (S.A.V.)de yıllarca kendisine îman eden bulamamıştı.

Müşriklerin her an baskısı altındaydı. Az olan müslümanlar rahat bir şekilde ibâdetlerini yerine getirip İslâmi ilimleri öğrenemiyorlardı. Ama Allah (c.c.) Rasulünün gece gündüz demeyen gayretleri sonucu İslam dini zamanla neşv-ü nemâ bulmuştur. Süleyman Efendinin de karşılaştığı zorluklar ve sıkıntılar sanki insana Hz Peygamberin bisetinin ilk yıllarını andırıyor.



Yaşlı da olsa, gelen bu talebeler Süleyman Efendinin yüreğine su serpiyordu. Yeni, yeni talebe geldikçe âdeta dünya onun oluyordu. Bu denli kendini islâma, dine hizmete ve bu millete adamıştı.



1949 da resmi Kur’an kurslarının açılmasına izin veren kanunla, nizamlı, intizamlı, yerleşik olarak başlayan teşkilatlanmalar, 1950 Demokrat Parti iktidarının getirdiği nisbeten rahat ortamda, hızla inkişâf etti.



Süleyman Hilmi Efendi (K.S.)’den:



A) Kuran Harf Ve Harekeleri: Kuran-ı Kerimi öğrenmede yepyeni bir tertip ve usül olan bu Elif cüzü altı sahifeden oluşmaktadır. Efendi Hazretleri bu eseriyle kubbeyi habbe yapmış, yani hazmı, yutulması zor olan şeyi küçültmüş ve hazmı yutulması kolay hâle getirmiştir. Böylece Kuran-ı Kerim-i öğrenmeyi birkaç güne hatta saate sığdıran bir iksir olmuştur.



Diğer Elif cüzleri ile uzun zaman, hatta bazıları aylarca okuduktan sonra Kuran-ı Kerim-i okumayı öğrenebilirken bu elif cüzü ile birkaç günde Kuran-ı Kerim-i okumak mümkündür. Bu elif cüzünün de kendine has bir okutma usulü vardır. İnanılmayacak bir şey değildir. Kendimiz öğrendiğimiz gibi yaz tatillerinde, sıbyan mekteplerinde, küçücük yavrulara dahi bir haftada öğretiyoruz.



B) Risâle-i Kibrit-i Ahmer: Seyr-u sülûk için bâzı ehemmiyetli mevzuları ihtiva eden bir risâledir. Ehillerinin ziyâdesi ile müstefid olabileceği bir eserdir.



C) Mektuplar Risâlesi (Bazı mesâil-i mühimme): Yine bunda da tarikat erbâbının hallerinden, sohbet ve âdâbından tarikat ehlinin ictinâb etmesi gereken şeylerden bahseden, hacimli bir kitaptır. İçindeki mâlumatlar hakikaten sadra şifadır. Okuyan kimseyi derin derin düşündürecek olan fâideli bir eserdir.



D) Hepsinden önemli olan CANLI ESER diye hitap ettiği talebeleridir. Eser müessirine delâlet eder. Kaidesince talebelerine bakarak Süleyman efendi nin zâhiri ve bâtınî cephesini bir nebze olsun anlama imkanı buluruz. Bin bir sıkıntılarla yetiştirilen bu iman nesli bugün aynı saflığı, aynı kararlılığı muhafaza etmektedir. Tasavvufi inançları gereği; sanki efendi hazretleri aralarındaymış gibi daima onun rûhâni terbiyesindedirler. Bu anlayış onları hizmet hususunda hep dinamik tutuyor. Onun en büyük kerâmetlerinden birisi ,öyle bir devirde tek başına o kadar talebe yetiştirmesi ve kalıcı bir kuruluş olan Kuran Kurslarını tesis etmesidir. Onun yetiştirmiş olduğu talebeleri, yıllarca bu milletin mânevi susuzluklarını gidermiş ve geçmişlerinden ve dinlerinden kopmalarını önlemişlerdir.



Süleyman Efendi de oturup ciltler dolusu eser yazabilirdi, bunu yapmaya kapasitesi yok değildi. Bilakis muâsırlarından daha yetenekliydi. Ancak o, bazı sebeplerden dolayı eser yazmaktan kaçınmıştır. Kendisine niçin eser yazmadığını soranlara bir defasında şöyle cevap vermişti. Biz kitap yazıp eserlerimizin raflarda çürümesini arzu etmedik. İlmimizi yaşayan nesillere aktarıyoruz ki, onlar eser yazarlar, biz eser yazacak eserleri yetiştirdik. Böylece ilmimizi gelecek nesillere miras bıraktık. Selefin mum ışığında yazdığı paha biçilmez, hazine gibi eserlerin bir kısmının toprağa gömülerek çürüdüğünü, bir kısmının da kütüphane raflarında tozlanmaya terkedildiğini gördüm. Medreseleri kapanmış, yazısı değiştirilmiş, dini, ilmi ve kültürü yok olmaya yüz tutmuş zamanımızda, kitap yazmaktansa, yazılmış olan ilmi eserleri anlayacak ve anlatacak, ilmi, satırdan sadır’a intikal ettirecek, yaşatacak talebe yetiştirmeyi daha lüzumlu bulduğumdan kitap yazmadım buyurmuştur.



Süleyman Efendi Hz. nin Faaliyetleri: Süleyman Hilmi Tunahan (K.S.) Efendi Hazretleri Ehl-i sünnet Velcemaat inancına bütün talebelerini eksiksiz bağlı olarak yetiştirmiştir. Tedris zincirine aldığı Emâli ve Nesefi adlı metin kitaplarla, İslam akâidinin ve ehl-i sünnet düşüncesinin temelini öğretirken, Şerh-i Akâid (Kestelî) ile de, günümüzdeki ve tarihteki sapıklıkları talebelerine tanıtmış ve dalâlet fırkalarına düşmekten korumuştur. İnanç sapıklığı içinde bir tek talebesi yoktur.



1)



2) Türkiyede İmâm-ı Rabbâni Hazretlerini tanıtmıştır. Onun öğüt ve hadis-i şeriften sonra en muteber kitabı iki ciltlik aslı Farsça olan Mektûbât adlı eser, ilk defa onun talebeleri tarafından Arapça olarak yeniden bastırılmış ve ilim erbâbının hizmetine sunulmuştur.



3-İslâmiyeti, tercüme kitaplardan yâhut kendi yazdığı eserlerden öğretmek yerine, Hz. Alinin (R.A.) hazırladığı Emsileden başlayarak, bütün büyük ulemânın bilhassa Osmanlı Medreselerinin takip ettiği Temel ders kitapları vasıtasıyla İslamiyeti kaynağından, orjinal dilinden Arapça’dan okutmuş ve öğretmiştir. ÖŞÜR farizasını Türkiyede yeniden ihyâ için çalışmıştır.

4) Tarikatı, sadece hoş sohbet vasıtası haline getiren son devrin tembelliğini yıkmış, onu, kitleleri harekete getiren, şeriat için çalışan insanların hareket ve heyecan vasıtası kılmıştır. Bu yüzden kerâmete îtibar etmemiş, kendisi kerâmet izhârından müstağni davrandığı gibi, talebelerine de aynı yolu tâlim etmiş, En büyük kerâmet, ümmet-i Muhammede hak yolu telkin etmektir. Buyurmuştur.



5) Lâik maarifin din adamı yetiştiremeyeceğini yetiştirmekte samimi olmayacağını olamayacağını temel fikir olarak ortaya koymuştur. Hayatı boyunca İslamiyeti RESMİ İDEOLOJİNİN tasallutundan ayrı tutabilmek için çalışmış ve kendi teşkilatlandırdığı müesseseler KURAN KURSLARI bünyesinde buna muvaffak olmuştur.



6) Bilhassa son iki asırda Hıristiyan Batı hıyânetinin tesirinden kurtulamamış ŞAM ve KAHİRE ulemâsı ve CÂMİÜL-EZHER yerine İSTANBUL müderrislerini ve OSMANLI medreselerini örnek almış ve talebelerine OSMANLIyı misal göstermiştir.



7) Kendisine mânevi salâhiyet verildiği andan itibaren hem KÂDİRİ ve hem de NAKŞÎ tarikıyla vazife tarif etmiş,zamanında ŞEYH olarak tanınanlara haber göndererek, onları kendisinin varlığından ve selâhiyetinden haberdâr etmiştir. Said-i Nursi, Abdülhakim-i Arvasi Hazretleri ve Sami efendi dahil tanınmış birçok zevâtla muhabere etmiştir.



8 ) Sahte şeyhlerle, tasavvufu ve tarikatı İslamiyetin dışına çıkarmak isteyenlerle mücâdele etmiştir. Bilhassa VAHDET-İ VÜCUTÇU geçinen İnsan da Rahmandır. Allahtır, abid ile mabud arasında fark yoktur diyenlere karşı mücadele vermiş, BİZ HAYATTAYIZ, demiş ve onların faaliyetini tesirsiz hale getirmiştir.



9) Kuran-Kerimi en kısa zamanda okumayı öğreten ELİF CÜZÜNDEN başka kitap yazmamıştır. Bir zamanlar Akâid Dersi okuturken başlattığı Takrir yazdırma işinden vazgeçmiş ve talebelerine şöyle demiştir: Duydum ki bazıları hocalarının yazdığı kitabı okumak her şeye yeter diyorlarmış ve yerine göre KUR-AN dan üstün tutuyorlarmış. Ben talebelerimin bu sapıklığa düşmelerinden korkarım. Her ilim yazılıdır. Ben anahtarını size okutuyorum.



10) Süleyman Hilmi Tunahan Efendi Hazretleri, cemiyetten uzakta yaşamak yerine, cemiyetin içinde Müslümanlığı yaşatmayı tercih etmiş ve Dışımız halk ile içimiz hak ile buyururken, İslâmiyete ters düşen kılık kıyafete de katiyen itibar etmemiştir.(Kendileri kış-yaz ceketten uzunca, pardesü den kısaca olan bir kıyafet tercih etmişlerdir.)



11) Dünya gündemini yakından takip etmişler,bu mevzuda İmâm-ı Rabbâni Hazretlerinin devrinin zâhiri idârecilerini bilmeyen hidayete kavuşmuş değildir sözünü şiar edinmişlerdir. ( Her sabah bir Yeni Sabah gazetesi aldırıp, Dış politika yazarının yorumlarını okutturduklarını talebeleri anlatmaktadır.) Günlük hadiseleri ve dünyadaki Müslümanların meselelerini câmi kürsülerinden dile getirmiş, yerine göre, zamanın Başbakanına cami kürsüsünden hitap ve tavsiyeleri olmuştur.



12) Talebelerini hayatlarında daima itidâle teşvik etmiş, ifrat ve tefridden uzak kalmalarını tavsiye etmiştir.



13) Kısacası Süleyman Efendi (K.S.) Hazretleri, Kuran-ı kerimde bahsedilenleri yaşamış ve yaşamak istemiş, sünnet-i şerife uygun bir hayat sürmüştür. Her işini İslam üzere ayarlamıştır. Süleyman Efendi Hazretleri budur . İslâmiyetten başka bir ölçü onu tarif edemez. Allah (c.c.) şefaatine nâil eylesin (AMİN)



Bu gün onun açtığı Yurtlar dünyanın her tarafına yayılmış, Amerika, Avrupa, Türki cumhuriyetlerinin tamamı, Rusya, G.Afrika ve diğer ülkelerde Allah (c.c.) ın kitabını okutmaya ve yaymaya çalışmaktadırlar. Onun yurtları ve yurtlarında kalan öğrencileri hiçbir adli olaya karışmamışlar, ve Yurtlarında bu gün çeşitli okullara ve Üniversitelere giden binlerce vatan evladına hizmet vermektedirler.



Said Nursi Hazretleri’nin Süleyman Hilmi Efendi Hazretleri Hakkında Söylediği Sözler:

Süleyman Efendi, işâret buyurulan zattır…

Bediüzzaman Said Nursiyle ilgili olarak Yeni Asya Gazetesinde 3 Mayıs 1976 tarihinde Av. Abdurrahman Şeref Laçla yapılan mülâkattan iktibas edilmiştir.

Bizim bugün başlıca vazifemiz; îmanı muhafazaya çalışmaktır. Bunu yapıyoruz. Biz tedrîsat yapmıyoruz. İslâmın esâsı maddi ve mânevi kurtuluşun kaynağı olan Kuran-ı Kerimin okutulup öğretilmesi ve yalnız Türkiyeye değil, bu yolla bütün dünyaya yayılması işini birâderim Süleyman Efendi ve Onun tesis eylediği Kuran Kursları yapıyor. Hem de çok kısa zamanda yapıyorlar. Eskiden 10-15 senede öğrenilen İslâmi ilimleri şimdi Kuran Kursları 1-2 sene içinde öğretiyorlar. Âlim yetiştiriyorlar. Fakih (Fıkıh âlimi) yetiştiriyorlar. Müfessir yetiştiriyorlar. Bu hâl bir mûcize-i kurâniyyedir.

Bugünkü bu şaşılacak hal hakkında ben küçük yaşlarda iken; benim gözlerime doğru bir ışık çakmış ve beni ikaz eylemek istemişti. O zaman her halde tekâmül etmemiş olduğum için anlayamamışım. Şimdi anlıyorum, îzah edeyim. Ben 6 yaşında iken Şirvan’dan Siirte gittim. Bir çok İslâmi ilimleri, Kuran-ı Kerim’in mûcizesi olarak çok kısa zamanda ve sür’atle tahsil eylemiş bulunuyordum Siirtteki büyük Müslüman âlimlerle münâzaraya girdim. Hepsini mağlup ettim. O büyük âlimler hayret içinde kaldılar ve beni takdir eylediler. Ben bu hâlime çocukluk sâikası (hevesiyle) ile mağrur oldum.

İşin esâsını o zaman anlayamamışım. Halbuki bu hâl bana bir işâretmiş. Sanki Rabbim bana demek istemiş ki: Ey Said, ileride bir zaman gelecek İslâmiyet sıkışacak neşr-i Kuran, neşr-i İslâm için uzun seneler bulunmayacak. Bunları bir senede, iki senede öğrenmek ve öğretmek ihtiyacı hâsıl olacak. İşte o zaman nasıl ki, şimdi sen; kısa bir zamanda büyük âlimlerle münâzaraya tutuşacak kadar ilim kudreti iktisap ettin. Seninkinden çok daha kısa zamanlarda, İslâm âlimleri yetişecek ve ehl-i küfür ile mücâdele edecek sevgili kullarım ortaya çıkacak. Ben o zaman bu işareti anlayamamışım. Ama şimdi hakikat tezahür etmiş bulunuyor. Biraderim Süleyman Efendi işâret buyurulan zâttır. Büyük tedris işi ile meşgul oluyor. Onun Kuran Kursları; Neşri Kuran ve Neşri İslâmı bütün dünyâyı hayretlere gark edecek çok kısa zamanda başarıyor.

İşte o zamanın din mazlumlarından birisi olan Said-i Nursî, Süleyman Efendi Hazretleri hakkında bu sözleri söylemiştir.

Süleyman Efendi, tarikatı sadece hoş sohbet vâsıtası hâline getiren son devrin tembelliğini yıkmış onu, kitleleri harekete getiren, şeriat için çalışan insanların hareket ve heyecan vâsıtası kılmıştır. Bu yüzden kerâmete itibar etmemiş kendisi kerâmet izharından müstağni davrandığı gibi talebelerine de aynı yolu tâlim etmiş. En büyük kerâmet ümmeti Muhammede Hakk yolu telkin etmektir. Buyurmuştur. Kendisine mânevi selâhiyet verildiği andan itibaren hem Kâdirî hem de Nakşî tarikatıyla vazife tarif etmiş, zamanında şeyh olarak tanınanlara haberler göndererek onları kendisinin varlığından ve selâhiyetinden haberdâr etmiştir. Said-i Nursi, Abdülhakim Arvâsi,ve Adanalı Sâmi Efendi de dâhil bir çok zâtlarla muhâbere etmiştir. Süleyman Efendi cemiyetten uzakta yaşamak yerine, cemiyetin içinde Müslümanlığı yaşatmayı tercih etmiş ve dışımız halk ile, içimiz Hak ile buyurmuşlardır.



Süleyman Hilmi Tunahan Efendi Hazretleri’nin Nasihataleri



Bir Üniversite Talebesine Nasihatleri;



Adapazarılı bir zât olan Osman Eslek, Ziraat Fakültesi’ne devam ettiği yıllarda, Süleyman Efendi (K.S.) Hazretlerinin yanında ve himâyesinde bulunuyordu. Süleyman Efendinin, akrabalarından olan bu genç talebeye, beş maddelik bir nasihatı vardır ki, bütün üniversite talebelerinin dikkatle öğrenmesi ve uyması gereken düsturları ihtivâ etmektedir.

Süleyman Efendi Hazretleri (K.S.), nasihatları sıralamadan önce de Evlâdım, bu beş hususa riâyet edersen, hem cemiyette îtibarın hem de âhirette yerin iyi olur buyurmuşlardır. Bu nasihatlere muhatap olan Osman Eslek tarafından Hasan Arıkan Hoca efendiye ve ondan da bize intikal etmiştir. Beş maddede toplanan bu güzel nasihatlar, şöyledir:



1) Allah (c.c.) yolunda ol, dosdoğru ol, verdiğin sözün eri ol. Evlâdım, ağzın laf ediyorsa dilinle doğru ol, sözünle doğru ol. Sana inanan kişilere karşı sözünden cayma. Eğer sözünü tutarsan söz olur ve seni Cennete götürür, tutmazsan köz olur. Elinle doğru ol. Kolunu, muzırda değil yardım işinde kullan. Tartıyla iş yapıyorsan terazinde, ölçüyle iş yapıyorsan metrende ve litrende doğru ol. Doğrunun doğruluğu bütün sülâlesine akseder, hepsini hayra götürür.



2) İnsanları sev ve kimseyi kendinden alçak görme. Tevâzu sahibi ol, zîra en hâlis ziynet alçak gönüllülüktür. Mütevâzi olan kimse, en güzel ziyneti takınmıştır. Kimseyi kendinden aşağı görme. Hayatta haset etmeden say, kıskanmadan sev. Bazı insanlar, başkasındakini istemez. Öyle olma. Gıpta et, fakat haset etme. Zira Allah (c.c.)ın huzuruna fesatla çıkılmaz.Memur olduğun zaman, sana gelen vatandaşlara sakın yüksekten bakma, yanına geleni ayakta bekletme. Yanında, daimâ bir sandalye bulundur ve oturtuver. Biraz dinlendirdikten sonra hâlini sor, işini hallet. Sakın ha, bugün git yarın gel deme İşini, o gün bitir. Eğer öyle yapmazsan on parmağım yakanda olacaktır.Eğer memursan ve başında müdürün varsa, haset etmeden say, kıskanmadan sev.İnsanlar muhteliftir. Bazısı daha kabiliyetli, bazısı daha yakışıklıdır. Ben niye onun yerinde olmayayım deme, elindekinden de olursun. Allah (c.c.) bana bir verirse, arkadaşıma, komşuma iki versin diye düşünürsen, seninki üç olur. Eğer arkadaşın veya komşun böyle düşünmüyorsa, onunki ikide kalır.Senden daha iyi hizmet edecek olan varsa, makâmını ona ver. İşte vatanperverlik budur.



3) Çalışkan ol, üretici ol. Zîra Peygamber Efendimiz çalışmak ibâ dettir buyuruyor. Evlâdım, alınteri olmadan hiçbirşeyin kıymeti bilinmez. Tarlanı ek, mahsülünü al, komşuna ver, ağaç dik… Sadaka-i câriye, iyi evlat yetiştirmek, ilmi eser bırakmak ve ağaç dikmektir ki, ağaç dikmek en efdalidir. Bunun için biz, heykel dikmeyeceğiz, yeşil ağaç, yeşil âbide dikeceğiz.Bir dut ağacı 400 sene, ceviz ağacı 700 sene, kestane ağacı 900 sene, çınar ağacı 1500 sene yaşar. Ihlamur ağacı dik, çiçeği şifalıdır. Bursa’da Osman Gazinin ve Orhan Gazinin diktiği bin senelik çınarlar var. Ben bekarken, her sene bir ağaç dikerdim. Şimdi evliyim ve yengen için de her sene bir ağaç dikiyorum. Ben reklam sevmiyorum, kendini methetmek gibi oluyor. Bu yüzden herkese söylemedim, fakat sen bil. Benim Fatih ve Beyazıt Camii yanında birer tane çınar ağacım var.



4) Bildiğini öğret, temiz ol ve temizliğinle örnek ol. Münevver kişi, münevvir kişi demektir. Öyleleri var ki, üç fakülte bitirir de, hasedinden, kıskançlığından (dolayı) hiçbir şey öğretmez. Gerçek münevver, bildiğini yapan ve öğreten kişidir. Temizlik, ibadettir ve imanın yarısıdır. Eğer sokakta birisi hata yapmışsa (yola pislik atmışsa) sen, onu ayağının ucu ile örtüver…



5) Günde en az bir kişiye iyilik et, gönlünü al. Çünkü cennetin yolu, gönül almaktan geçer. Gönül almak, Cennetin Firdevs kapısını açmaktır. Bu beş maddenin en kolayı, fakat en içten geleni de budur. Bir gönül kazanmak, 40 vakit namaza bedeldir. Bir gönül kırmak ise, 40 vakit namazın sevabını kaybettirir. Ben sabahları kalkarken, Ey Allah (c.c.)ım, bana, bugün bir kişiye iyilik yapmak nasip eyle diye dua ederim. Evden çıktığında veya eve dönerken karşından gelen ilk kişiye selam ver. Onun vermesini beklersen olmaz, evvela sen ver. İşte o zaman, o da sana karşılığını verecektir. Veren el, alan elden, sunan gönül, alan gönülden azizdir…

Ziyaret -> Toplam : 125,24 M - Bugn : 124593

ulkucudunya@ulkucudunya.com