KIBRIS HAREKÂTININ MANASI
Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu 19 Haziran 2007
Milletlerin hayatında öyle başarılar vardır ki, onun manevî değeri ve mânâsı, sağladığı maddi kazancın çok üstündedir. Hattâ büyük maddi zararlara sebep olduğu halde, manevî bakımdan baha biçilmez değerler taşır. Gene öyle yenilgiler vardır ki, maddi kayıp olarak hiç bir şey ifade etmez ama, manevî yönden milleti yıkar, çökertir. Mânâya değer veren şerefli insanların hayatlarında görüldüğü gibi...
İşte Kıbrıs harekâtı da Türk Milleti için manevî değeri maddi kazancını çok aşan bir başarıdır. Gerçi bir yandan oradaki yüz yirmi bin Türk'ün hayatı , bir yandan da, adanın Türkiye'nin güvenliği bakımından sahip olduğu hususiyetler asla küçümsenemeyecek derecede önemlidir. Fakat bu harekâtın sağladığı "mânevi gelir" her şeyin üstündedir. Eğer, bir çoklarının sandığı gibi, gaye yalnız adadaki Türklerin hayatını kurtarmak olsaydı, bunu başka türlü halletmek de mümkündü. Onları, şimdiye kadar yapıldığı üzere, topluca ana vatana göç ettirirdiniz. Diğer yandan, Kıbrıs'a sadece bütün Türkiye'nin askeri güvenliğini ilgilendirdiği için değer vermiş olsaydık, feza çağı silahlarının ülkeler değil kıt'alar arası mesafeleri bile ortadan kaldırdığını düşünerek, meseleyi hafife alırdık. Bu sebepledir ki, Türk devletinin, belki de yavru vatanda yaşayan soydaşlarımızın sayısından fazla Mehmetçiği feda etmeyi göze alarak giriştiği harekâtın mânâsı; çok büyük ve bambaşkadır. Bu tavır tam TÜRK'çedir, Türk'ün tarihi geleneğine, milli karakterine, yaratılış felsefesine ve cihangirlik ülküsüne göredir. Değil yenilmek ve gerilemeğe, yerine saymağa bile tahammül edemeyen taşkın coşkun ve cesur ruhunun tam icabıdır. Onun içindir ki, bizce Kıbrıs yalçın kayalıklardan ibaret bomboş bir ada dahi olsaydı, Türk milleti Yunanistan'a "peki" demezdi. Dememelidir. Başkaları için sadece askerî üs değeri taşıyan Kıbrıs, bizim bakımımızdan millî bir şeref davasıdır. Bir kere harekât önemli imtihandır. Kendi kendimizle hesaplaşmadır. Dost ve düşmanı tanımamıza imkân veren bir tecrübedir. Aldığımız mesafeyi gösteren bir ölçüdür. İşte, konuyu ancak bu anlayışla ele alırsak, doğru ve iyi değerlendirebiliriz. Şimdi harekatın muhasebesini yapalım. Askeri bakımdan : Harekâtın muhakkak ki en şerefli yanı kazandığımız askeri zafer. Böyle bir zafer dostlarımızı alışık olandan daha fazla sevindirirken, düşmanlarımızı da kıskançlıkla kıvrandırmış ve dehşete düşürmüştür. Doğrusunu söylemek gerekirse, herkes üzerinde beklenmeyen bir sürpriz şaşkınlığı yaratmıştır. Anlaşılıyor ki hiç kimse silahlı kuvvetlerimizden bu ölçüde bir başarı ümit etmiyormuş.
Gerekceleride şudur :
1- Türk ordusu elli yıldan beri savaş görmemişti. Bu, tarihimizin savaşsız gecen en uzun aralığıydı. Bunca durgunluktan sonra ordumuz acaba rahata alışarak uyuşmamış mıydı?
2- Türk ordusu, Cumhuriyet'in kuruluşundan beri, savaşçı değil barışçı, bir felsefeyle yetiştiriliyordu. Hücum için değil , savunmak için hazırlanıyordu. Eğitiminin hedefi buna göre tayin edilmişti. Tamamıyla yanlış yorumlanan "Yurtta sulh cihanda sulh" sözü, git gide, "kimseye bir karış toprak vermeyiz, kimseden de bir karış toprak istemeyiz" şeklinde formülleşmişti. Sonra, eskilerin "bir lokma bir hırka" tekerlemesi ile ifade ettiği bu "derviş felsefesi," devlet adamları tarafından ordumuza da benimsetilmek istenmişti. Böyle bir hava içinde yetişen silahlı kuvvetlerin savaş kabiliyetini yitirmesi normal değil miydi?
3- Son elli yıl içinde gerek savaş tekniği, gerekse silah ve malzeme geniş ölçüde ilerlemiş, değişmiş ve artmıştı. Bu şartlar altında artık yüreklerdeki cesaret ve kalplerdeki iman ikinci, üçüncü plana düşüyordu. Kimse, "zafer süngünün ucundadır" ilkesine güvenmemeliydi. Hal böyle olunca, yarım asır önceki şartlara göre büyük başarırlar gösteren Türk askeri, bakalım bugün de aynı seviyeyi tutturabilir miydi? Yoksa "tüfek icad oldu mertlik bozuldu" sözünün ifade ettiği mazereti tekrarlamak zorunda mı kalacaktı?
4- Türk ordusu, son on beş yılda dört defa siyasete karışmıştır. Bir orduyu en fazla yıpratan ve onun savaş gücünü zayıflatan şey de budur. O yüzden zaman ve enerjisinin yarısını bir kısım âciz ve hâin politikacıların meydana sürdüğü iç düşmanları temizlemek için harcanmıştır. Ayrıca da, gene dört defa kendi bünyesinde küçümsenemeyecek "operasyonlar" yapmıştır. Böylece, hem maddi manevi bakımlardan yıpranıp zayıf düşmüş olmalıdır.
5- Türk ordusu - kendisine uzun müddet yetecek modern silah ve savaş malzemesine sahip değildir. Onun için tek başına bir savaşa giremez girse de kazanamaz.
İşte ilk bakışta herkesi inandırabilecek kadar kuvvetli ve isabetli görülen bu tahminler, Kıbrıs harekâtının başarılması ile tamamen iflas etmiştir. Türk askeri bilinen bütün tarihi hasletlerini muhafaza etmektedir. Çağın bütün imkân ve şartlarına derhal intibak etmiştir. O gene dünyanın en güçlü en savaşçı askeridir.
Şairin :
"Fıtrat değişir sanma, bu kan yine o kandır" hükmü tam bir hakikatin ifadesidir.
Her türlü menfi çabalara rağmen Türk'ün milli bünyesi henüz sarsılmamıştır. Siyasi bakımdan :
1. Kıbrıs harekâtı isbat etmiştir ki Türkiye'de siyasi ikdidar mevkiinde bulunanlar, kendi felsefeleri ne olursa olsun, Türk milletinin ve ordusunun milli davalar karşısında takındığı kararlı, tavra uymak zorundadırlar. Üç beş zavallı politikacı ile beş on kozmopolit aydının menfi telkinleri. Türk devletinin varlığını ilgilendiren meselelerde hiç bir mânâ taşımıyor. Tarihi devlet anlayışımız, bir altın damarı gibi, bütün organlarda devam ediyor. Aldatılmış olanlar kısa zamanda uyanıyor.
2. Bu harekât, ümit edilir ki bizim batı dünyasına gözü kapalı hayran ve teslim olan budala aydınlarımızla saf siyaset adamlarımızın da gözlerini açıp kendilerine gelmelerini sağlamıştır. Herkes bir kere daha görmüş ve inanmıştır ki, Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur. Batının ne kadar maymunu olursak, onların önünde ne kadar diz çöker, boyun eğer, el oğuşturursak ve takla atarsak, gözlerinde kıymetimiz o derece düşmektedir. Bu metodlarla Hıristiyan dünyasını bize ısındırmanız ve onlara şirin görünmemiz mümkün değildir. Onun için mutlaka milli kültürümüze ve benliğimize dönmeliyiz. Türklük ve tarih şuuru içinde bulunarak, kendimizi herkese 'kabul ettirmeliyiz. Dünyadaki yerimizi ve ağırlığımızı yeni baştan tayin etmeliyiz.
3. Milletlerarası meselelerde hakkınızı alabilmeniz için "hukuken haklı" olmanız yetmez. Haklılığın yanında, kuvvetli, kararlı, atak ve şahsiyetli olmak da 'lâzımdır. Kuvvetin ölçüsü nüfusun çokluğu, ordunun savaşçılığı, ağır sanayi ile harb sanayiinin milli oluşudur. Kararlı, atak ve şahsiyetli olabilmek için de millet fertlerinin uzak milli hedeflere ulaşmak ülküsü ile yetiştirilmesi gerekir. Eğer biz yarım asır boyunca bu anlayışı benimsemiş olsaydık, Kıbrıs dâvası şimdiye kadar çoktan halledilip, sıra batı Trakya, on iki ada ve Kerkük'e gelmişti.
4. Türkiye'de herkesin "tehlikeli fikir" saydığı Turancılık ülküsü, demek ki, ne boş bir hayal, ne de büyük bir tehlike imiş. Devlet niyet ederse, yahut mecbur kalırsa, vaktiyle elimizden zorla koparılmış vatan parçalarını yeniden kazanabiliyormuş. Üstelik, böyle bir hareket bütün milletçe tam bir gönül birliği halinde tasvip ediliyormuş.
5. Güçlü ve kararlı bir milli hareket karşısında "süper devletlerin" de, "dünya kamu oyu"nün da tesiri mutlak değil, sınırlıdır. Kimse başkası için tehlikeyi göze almaz ve fedakarlığa katlanamaz. Bundan dolayı ilerdeki milli meselelerimizi de aynı metotla halletmemiz gerekmektedir. Ayrıca, hem milli menfaatimiz, hem tarihin yüklendiği vazife, hem de dünya muvazenesini sağlamak bakımından Orta Doğu ve İslâm âleminde görülen "lider boşluğunu" doldurmağa mecbur olduğumuz da anlaşılmıştır.