Otoriter demokrasiler / Rıza Türmen
01 Ocak 1970
Günümüzde demokrasiden anlaşılan sadece serbest seçimler değil. Bununla birlikte, hukuk devleti, kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, temel hak ve özgürlükler, çoğulculuk gibi bir değerler sistemini kapsıyor. Bu değerler sistemi demokrasinin özünü oluşturuyor. Aynı zamanda, siyasal iktidarın keyfiliğe kaçmasını önleyici bir fren görevi görüyor. Bu frenler olmazsa Alexis de Tocqueville’in deyimiyle “çoğunluğun istibdadı“ doğabilir. Siyasal iktidarın demokrasi testi, kendisini sınırlayan, hatta bazen “kan kusturan” bu değerlere ne denli saygılı olduğu.
Alexis de Tocqueville’in 1840’da yazdığı “Amerika’da Demokrasi” kitabındaki gözlemleri bugün için de geçerli. “...Siyasal iktidarlar toplumun yüzeyini küçük, karmaşık bir kurallar ağı ile kaplarlar. Öyle ki en iyi zekâlar... bile bunu asamazlar. Bireyin iradesi ortadan kalkmaz ama yumuşar, bükülür ve yön verilir. Bir eylem yapmaktan çok eylem yapmaktan vazgeçirilir. Böyle bir güç imha etmez ama var olmayı ortadan kaldırır... Halk hükümet tarafından güdülen sessiz bir sürüye dönüşür... Böyle bir kölelik biçimsel bazı özgürlüklerle, hatta halk egemenliği ile kolaylıkla bağdaşabilir.”
Tocqueville’in işaret ettiği tehlikenin somut örneklerini günümüzde görüyoruz. Rusya’da Gorbaçov döneminde demokrasi umudu doğmuştu. Bu umutlar önce Yeltsin döneminde zayıfladı. 1993 Anayasası ile Yeltsin, zayıf bir parlamento, bağımlı bir yargı ve hiçbir sınırlamaya tabi olmayan bir başkanlık yaratarak totaliter bir demokrasinin kapılarını açtı. Bunları antidemok-ratik güçlerin varlığıyla haklı göstermeye çalıştı.
Putin döneminde ise bu süreç hızlandı. Putin’in iki hedefi vardı: Yerel yönetimler ve basın. Yerel yönetimlerin bağımsızlığına “süper valiler” atayarak son verdi. Basın ise tehditlerle, tutuklamalarla sindirildi. Bugün Rusya’da basının durumuna bakarsak Putin’in stratejisinin başarılı olduğunu görürüz. 2000 yılında, hükümet yanlısı bir konsorsiyum, ülkenin son bağımsız TV kanalı olan NTV’yi satın aldı. İşten atılanlar eski patronla birlikte yeni bir TV kanalı kurmaya kalkınca, vergi memurlarının hışmına uğradılar.
Venezuela’da Chavez seçilince, ilk yaptığı iş yasama ve yargının bağımsızlığına son veren bir anayasa referandumuna gitmek oldu. Referandumla kabul edilen anayasada bütün yetkiler “kurucu meclis”te toplandı. Kurucu meclisin yetkileri arasında yargıçları görevden almak da var.
Bu örneklerle Türkiye’yi yan yana koyarsak, bir gazetenin pazar ilavesinde “10 benzerlik bulun“ bulmacası yapabiliriz.
Demokrasinin en temel özelliklerinden biri de çoğulculuk. Başka bir deyişle, birbirlerinden bağımsız, farklı görüşlerde güç merkezlerinin bulunması ve bunlar arasında özgür bir çekişme olması. Oysa Türkiye’de siyasal iktidar, bağımsız güç merkezlerinin varlığını kabul edemiyor.
Yargı, basın, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları, sendikalar iktidarın görüşleri çizgisine getirilmeye çalışılıyor. Yeni anayasa paketindeki yargı reformu gerçekleşirse yargı bağımsızlığı kâğıt üzerinde kalacak. Muhalif basının alanı giderek daralıyor. Sabah gazetesi iktidara yakın çevreye satıldı. Doğan Grubu gazeteleri vergi cezalarıyla sindirilmeye çalışılıyor. Bu gazeteler de iktidara yakın bir alıcıya satılırsa operasyon tamamlanacak. Üniversiteler, YÖK’ün atadığı, meslektaşlarınca desteklenmeyen rektörler aracılığıyla hizaya getiriliyor. Öte yandan, yasalara aykırı telefon dinlemeleri, sabahın erken saatlerinde insanların evlerinde yapılan aramalar, bulunan her şeye el koymalar, nedeni belli olmayan gözaltılar, tutuklamalar toplumda korkuya, sindirmeye yol açıyor. Korku ve sindirme demokrasiyle bağdaşmayan kavramlar.
Bu yatay güç yoğunlaşması yanında, devlet kadrolarının siyasal iktidar yanlılarıyla doldurulması seklinde dikey güç yoğunlaşmasını da görüyoruz.
Ayrıca ders kitaplarındaki değişikliklerle, Türkiye’de siyasal iktidarın ideolojisine uygun insanlar yetiştirilmeye çalışılıyor.
Bütün bunlar Türkiye’yi tek boyutlu bir demokrasiye götürüyor. Bunlar olup biterken, hükümetin Kürtlere geç kalmış bazı demokratik haklar vermesi Türkiye’yi gerçek bir demokrasi yapmaya yetmiyor.
Türkiye otoriter bir demokrasiye giden bir süreç mi yaşıyor, yoksa gerçekleşmiş bir olguyu mu?