ZİYA GÖKALP'İN DİN ANLAYIŞI
Y. Mustafa KESKİN 01 Ocak 1970
Özet: İçinde yaşadığımız toplumun din anlayışını daha iyi anlayabilmemiz, tarihsel
gelişimi içerisinde toplumda ortaya çıkan sosyal dönüşümleri ve bu dönüşümlerde etkili
olan aydınları iyi tahlil etmemize bağlıdır.
Buradan hareketle, araştırmamızın konusunu; din hakkında orijinal fikirler ileri süren
"Ziya Gökalp'in Din Anlayışı" oluşturmaktadır. Bu görüşleriyle Gökalp, sadece kendi
yaşadığı döneme değil, aynı zamanda, yeni Türk Devletinin kurulması aşamasına da
damgasını vurmuştur.
Giriş
İçinde yaşadığımız toplumu ve özellikle de onun din anlayışını daha
iyi tahlil edebilmemiz için tarihsel gelişim seyri içerisinde toplumda ortaya
çıkan sosyal dönüşümleri ve bu dönüşümlerde etkili olan aydınları iyi tahlil
etmemiz gerektiği inkar edilemez bir gerçektir. Bu aydınlar içerisinde Ziya
Gökalp'in yeri başkadır. Öyle ki, Güngör'ün de belirttiği gibi1 Türk milliyetinin
bütün unsurları gibi, dinin de Türk hayatındaki yerini ilk defa O anlatmıştır.
Ziya Gökalp, gerek meslekten sosyologlar ve gerekse üniversite dışı
çevreler tarafından üzerinde en çok araştırma ve inceleme yapılan düşünür2
1 Erol Güngör, "Ziya Gökalp ve Türkçülükte Din Meselesi", Sosyal Meseleler ve
Aydınlar, Ötüken Yay., İstanbul 1993, s.50.
2 Bu araştırmalar içerisinde, konumuz açısından özellikle Ünver Günay'ın, Erciyes Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisinin üçüncü sayısında yayınlanan "Ziya Gökalp ve
Din Sosyolojisi" ve Erciyes Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisinin sekizinci sayısında
ve aynı zamanda en çok okunan bir düşünür olarak karşımıza çıkar3. Onun
bu kadar ilgi görmesinin en önemli sebeplerinden biri, kendisinden sonraki
dönemi ve hatta günümüzü bile etkileyecek fikirler ileri sürmüş olmasıdır.
Gökalp'in Düşünce Hayatında Dinin Yeri
XIX. Yüzyıl Osmanlı Devletinde büyük buhran ve sarsıntıların ortaya
çıktığı yüzyıldır. Bunda, Batı karşısında, özellikle de teknik ve askeri sahalardaki
yenilgilerin büyük payı vardır. Öyle ki, Tanzimat Fermanı'yla başlayan,
Cumhuriyet ile sonuçlanan süreçte ortaya çıkan fikir akımlarına bakıldığında,
hepsinin de Batı karşısındaki geri kalmışlığımızı kabul etmek zorunda
kaldıkları görülür. Bu nedenle, dönemin Osmanlı aydınları, bu geri
kalmışlıktan kurtulmak ve modern batı seviyesini yakalamak için, farklı bir
takım çözüm önerileri ileri atmışlardır. Bu çözüm önerilerinin farklılıklaşmasında
din olgusundaki farklı anlayışlar ve dinin devlet ve toplumla ilişkisine
yaklaşımların önemli bir yeri bulunmaktadır.
Bu dönemde, kendilerine has farklı çözümleriyle üç siyasi akım dikkati
çekmektedir ki bunlar; Osmanlıcılık, İslâmcılık ve Türkçülüktür. Her üç akım
da çağdaşlaşma taraftarıdır ancak, çağdaşlaşma kavramı ve çağdaşlaşma için
izlenecek yolda özellikle İslâmcılar ve Batıcılar birbirlerinden ayrılmışlardır.
Batıcılar, Batının ilim ve tekniğinin yanında kültür ve ahlakından da
iktibaslar yapılması gerektiğini savunurken; İslamcılar yalnızca ilim ve tekniğinin
alınmasını, Batının kültürüne karşı kapılarımızı kapatmamız gerektiğini
savunmuşlardır. Bu hususta- aralarında derece farkı olmakla birlikte-
Milliyetçiler ve İslâmcılar, Batıcılara karşı birleşmişlerdir4. Ancak, İslamcılar
Batının fen ve tekniğini; kültür olarak da asr-ı saadette yaşanan gerçek
İslam'ın temel alınmasını savunurken, milliyetçi çevreler ise, Batının fen ve
tekniği , İslâm'ın inanç ve ibadeti ile Türk Kültürünün bir sentezini savunmuşlardır.
Bu noktada, her üç akım da Batının ilim ve tekniğinin alınması
taraftarı iken, Batıcılar ve Milliyetçilerin de "laiklik" konusunda hem fikir
oldukları dikkati çekmektedir.
Üç akım çevresinde toplanan dönemin aydını, Batının hızlı yükselişini
takip edip anlamaya çalışan, kendi toplumunu içine düştüğü durumdan kurtarmak
için gayret gösteren ve bunun için her türlü çareye başvuran eklektik
aydın tipidir. Aydınlarımızın kafasındaki "niçin geri kaldık" soruları çerçevesinde
Avrupa'ya öğrenci gönderilmeye başlanır. II. Abdülhamit tarafından
yayınlanan "Ziya Gökalp'in Sosyolojisi" adlı makaleleri ile, Güngör'ün daha önce adı
geçen makalesi en önemli yere sahiptir.
3 H. Bayram Kaçmazoğlu, Türk Sosyolojisi Tarihi Üzerine Araştırmalar, Birey Yay.,
İstanbul 1999, s.9.
4 Osman Kafadar, Türkiye'de Kültürel Dönüşümler ve Felsefe Eğitimi, İz Yay., İstanbul
2000, s.168.
gönderilen öğrenciler, büyük ölçüde Batı hayranı olarak, sanatta, edebiyatta
ve felsefede Batıdaki birçok akımın temsilciliklerini yapmaya başlarlar. Ancak
hiçbir ekol, memleketimizde tam mânasıyla Batılı anlamda yerleşmez
ancak, Batıdakinin taklidi olarak kalır.
Avrupa'da öğrenim görmeye giden öğrenciler, etkilendikleri çevrelerin
çözüm önerilerini ülkeleri için çözüm olarak sunarlar. Bunun için bir araya
gelirler ve I. Jön Türk Kongresi'ni Fransa'da toplarlar. Bu kongrede iki akım
ve iki lider ön plana çıkar. Bunlar: Prens Sabahattin ve liberalist düşünce ile
Ahmet Rıza'nın liderliğini yaptığı ve Ziya Gökalp' in teorisyenliğini üstlendiği
devletçi, milliyetçi düşünce.
Ziya Gökalp'in hayatını ve fikri gelişim sürecini incelediğimizde,
O'nun fikir hayatını iki dönem içerisinde incelemenin, kendisinin din hakkındaki
görüşlerini daha iyi anlayabileceğimizi kolaylaştıracağı kanaatindeyiz
Bu dönemlerin ilki, fikir hayatının Diyarbakır'da geçen dönemi; ikincisi
ise, 1909'da Diyarbakır delegesi olarak İttihat Terakki Cemiyeti'nin kongresine
gitmesiyle başlayan dönemdir. Ancak, bu dönemleri net olarak birbirlerinden
ayırmak mümkün değildir. Zaten, böyle bir girişim, insan fıtratına da
aykırıdır. Bu dönemleri birbirlerinden ayıran temel etmenler; etkilendiği fikir
odakları, entelektüel endişeleri ve toplumsal bunalımlara sunduğu çözüm
yollarındaki farklılıklardır. Her dönem, bir öncekinden fikrî ve kültürel bir
miras devralmış ve bir sonrakine devretmiştir. Gökalp'in böyle fikrî bir dinamiklik
içerisinde olması, O'nun yeniliklere açık, arayış içinde bir düşünür
olduğunu gösterir. Ancak, konumuz açısından bizi esas olarak ilgilendiren
şey, söz konusu iki dönem içerisinde O'nun dine bakışındaki değişimlerin
anlaşılması ve açıklanmasıdır.
a. Birinci Dönem
Asıl adı Mehmet Ziya olan Gökalp, 1976 yılında Diyarbakır'da doğmuştur.
İlkokulu, askeri rüştiyeyi ve mülkiye mektebini Diyarbakır'da okumuş,
bu sırada amcasından Arapça ve Farsça, okul müdüründen de Fransızca
dersleri almıştır. Öğrenimini tamamlamak için İstanbul Baytar Mektebi'ne
yazılmış ancak, Abdülhamit yönetimine karşı faaliyetlerinden dolayı tutuklanmış,
dokuz ay tutuklu kaldıktan sonra memleketine sürülmüştür.5 O'nun
Osmanlıcılık fikrini savunduğu ve bizim de Ziya Gökalp'in fikri hayatında
birinci dönem adını verdiğimiz dönemde, Diyarbakır eşrafından olan babasının
da tesiriyle Gökalp, Namık Kemal'in etkisindedir ve dolayısıyla Osmanlıcıdır6.
Bu dönemde Gökalp İslâmî ilimlerle ilgilenmiş, kelâm ve tasavvuf
5 İhsan Işık, Yazarlar Sözlüğü, Risale Yay., İstanbul 1990, s.359.
6 Günay, "Ziya Gökalp'in Sosyolojisi" , EÜİFD,, Sayı:8, s.40.
özel olarak ilgisini çekmiştir. Bu sıralarda, sonraki fikir hayatını etkileyecek
olan intihar teşebbüsünde bulunur.7
Bu dönemde, babasının yazı işleri müdürlüğünü yaptığı Diyarbekir gazetesinde
yazdığı dinî içerikli yazılardan da anlaşılacağı gibi, dinî hassasiyetleri
yoğunluktadır. O'nun dinî içerikli yazıları, o vakitler Diyarbakır'a sürgün
edilmiş olan Derviş Vahdeti'nin gazetesi olan Volkan'daki yazılarıyla
daha da ön plana çıkar. Zaten Gökalp'in o dönemden elimize ulaşan tek tazısı
da Volkan'da yazdığı İçtimâ-i Siyâsî İ'tizâl-i Siyâsî başlıklı yazısıdır.
Gökalp, söz konusu yazısında, İcma, cemaat, cuma, ehli sünnet vel'cemaat
gibi kavramlardan yola çıkarak, İslam'ın toplumsal bir din olduğunu ispatlayacak
deliller ileri sürer. O'na göre İslam, Araplar'ı çadırdan, Türkler'i ise,
bozkırdan kurtarıp medeni hale getirmiştir. Aynı yazıda, içtihat meselesine
değinmekte ve içtihat kapısının kıyamete kadar açık kalacağını belirtmektedir
8.Ayrıca, bu sıralar Diyarbakır'da görev yapan Abdullah Cevdet ile de
tanışır ve sonraki hayatında önemli yer işgal edecek olan İttihat ve Terakki
sempatizanlığının tohumları da böylece atılmış olur9.
İttihat Terakki Fırkası'nın ülke üzerindeki etkinliği artmaya başlayınca,
dayısının da tesiriyle, İttihat Terakki Diyarbakır şubesini kurmuştur. Bu
sıralar Peyman gazetesinde bir dizi makale yayınlar. Bu makaleler serisi
Gökalp'in bu dönemdeki din anlayışını tahlil bakımından önemlidir. Yazılarında
hürriyeti; Allah'tan başkasına kul olmamak şeklinde tanımlar.
10.Ayrıca, Meşrutiyeti yıkmaya çalışanlar gibi, Osmanlı'yı yıkmaya çalışanları
da mürteci diye isimlendirir 11.Genel olarak makalelerinde din, tasavvuf,
medrese konularına değinir ve bu konuda şöyle der: "Batıda bütün kemalin
kaynağı fendir. Oysa, Şarkta da her feyzin membaı dindir... İslâm dini,
İslâm devletlerinden önce gelmektedir. Başka memleketlerde dinin menbaı
devlet olduğu halde, Ceziret'ül Arab'da devletin masdarı dindir." Ayrıca,
İslam'ın bir cevher-i hakikat olduğunu; şâşâlı bir medeniyet kurmak için
dinimizin yeterli olduğunu; bunun da içtihad merkezleri konumundaki medreseler
aracılığıyla olacağını ileri sürer. Ülkenin geri kalmışlığının sebebinin
medreselerdeki eğitimin duraksamasından kaynaklandığına inanır ve bir dizi
7 Hans Frayer, İçtimâi Nazariyeler Tarihi, (Çev. Tahir Çağatay), 3. Baskı, Ankara 1977,
s.369.
8 Ziya Gökalp, "İçtimâ-i Siyâsî İ'tizâl-i Siyâsî", Makaleler I, (Haz. Ş. Beysanoğlu), İstanbul
1976, s.113-115.
9 Alaatin Korkmaz, Ziya Gökalp, Aksiyonu, Meşrutiyet ve Cumhuriyet Üzerindeki Tesirleri,
İstanbul 1994, s. 92.
10 Ziya Gökalp, "Hürriyetin Menbalarına Doğru", Makaleler I, (Haz. Ş. Beysanoğlu), İstanbul
1976, s.58-59.
11 Ziya Gökalp, "Yeni Osmanlılar", Makaleler I, (Haz. Ş. Beysanoğlu), İstanbul 1976, s.62.
önlem sunar. Dini cehaletin olduğu yerde istibdatın olacağını ve İslam medeniyetinin
olduğu yerde ise hürriyetin var olacağını savunur. 12
Gökalp, yine aynı dönemdeki yazılarında, İslam medeniyetinde, tarih
içinde önemli vazifeler ifa etmiş olan Tekkeler konusuna da değinir. Tekkelerin
başlangıcını İslâmiyet'in başlangıcına kadar götürür ve bunların başlangıcını
Ashab-ı Suffa'ya dayandırır. O'na göre, başlangıçta oldukça faydalı
hizmetler gören bu kurumlardan çoğu, eski fonksiyonlarını tamamen yitirmiş,
hatta, sapık akımlara kaynaklık eder durumlara gelmişlerdir. Bunun için
Tekkelerin, asrın ihtiyaçlarına göre ıslahını önerir 13.
Bu dönemde Gökalp'in üzerinde fikir ileri sürdüğü bir diğer husus da,
din ile bilim arasındaki ilişkidir. İlmi, insan neslinin mümtaz bir hâssesi
olarak tanımlayan Gökalp'e göre, "ilim ne kadar gelişirse gelişsin, insan
vicdanında müşterek giderek tatmin meydana getiremeyecektir. İlmin bu
eksikliğini giderecek tek bir mukaddes kuvvet vardır ki, o da dindir. İlmin
nuru, iman gücüyle birleşirse büyük bir kuvvet-i pür nimet doğar. Bu iki
kuvvet, insanlığın muazzez kurtuluş rehberleridirler." O'na göre, din tevekkül;
bilim ise; tedbirdir ve asla çatışmazlar.14
Bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi, bu dönemde Gökalp, toplumsal geri
kalmışlığı, dinin anlaşılıp yaşanılmamasına bağlayan ve kurtuluş çaresi
olarak dinin özüne döndürülmesini savunan İslamcılarla büyük benzerlik
içindedir. O, söz konusu fikirleriyle, geleneksel dinî anlayıştan ayrılan, dinde
yeniliği savunan ıslahatçı bir düşünür görünümündedir. Tam anlamıyla bir
Osmanlıcıdır. Laiklik henüz onun kafasında kendine yer bulamaz. Ancak
ileride Gökalp'in din anlayışında büyük değişiklikler olacak, bütün fikirlerinin
miğferini oluşturan din, yerini farklı miğferlere bırakacaktır.
b. İkinci Dönem
1909 Yılında İttihat Terakki Fırkası'nın büyük kurultayı için Selanik'e
gitmesi, fikirlerinden bir kısmının sorgulamasını ve yeni açılımları beraberinde
getirir. Gökalp, burada ulusçu eğilimlerle karşılaşır ve bunun sonucunda,
önceki fikirlerinde bir takım değişmeler meydana gelir. Bu dönem, yaklaşık
olarak Osmanlı İmparatorluğu'nun 1918 yılında I. Dünya Savaşı'nı
kaybettiğinin kesinleşmesi ve İttihat Terakki Fırkası'nın kendini feshedip,
liderlerinin yurt dışına kaçışına kadar sürer.
Gökalp, Selanik'te kaldığı müddet içerisinde, toplumun içinde bulunduğu
sorunları çok daha yakından görme fırsatı bulmuş, kendince yeni çö-
12 Ziya Gökalp, "Medreseler", Makaleler I, (Haz..Ş. Beysanoğlu), İstanbul 1976, s.79-82
13 Ziya Gökalp, "Tekkeler", Makaleler I, (Haz. Ş. Beysanoğlu), İstanbul 1976, s.83-87.
14 Ziya Gökalp, "Din, İlmin Bir Netice-i Zaruriyyesidir", Makaleler I, (Haz. Ş.
Beysanoğlu), İstanbul 1976, s.98-102
züm yolları sunma gereği hissetmiştir. Durkheim, Comte ve diğer batılı düşünürlerin
görüşleriyle tanışması, yoğun olarak bu döneme rastlar.15
Günay'a göre, "üstadı Durkheim'in anlayışına paralel olarak Gökalp,
toplumsal yaşayış gerçeğinin temeline toplum üyelerinin ortaklaşa duyuş,
düşünüş ve tasavvurlarından ibaret bulunan, kendisinin maşeri vicdan adını
verdiği kollektif tasavvurları yerleştirmekte ancak, Durkheim'den farklı
olarak, kavim dinleri adını verdiği ilkel ve çok tanrılı halk dinleri ile uluslararası
büyük dinler (ümmet dinlei) arasında bir ayırım gözetmek suretiyle,
birincileri maşeri vicdanın sembolik bir yansıması olarak görmesine karşın;
ikincilerin insan ve toplumu aşan transandantal özünü göz önünde bulundurmayı
ihmal etmemektedir. Bununla beraber Gökalp, ümmet dinleri adını
verdiği bu ikinci kategoriye dahil bulunan dinlerin, bir yönüyle ilâhi kaynağa
dayalı bulunmakla birlikte, bir başka yönüyle onların toplumsal bir ortamda
hayatiyet bulmak durumunda olmaları sebebiyle, maşeri vicdanın bir tür
ifadesinden başka bir şey olmayan örften kaynaklandıklarını belirtmektedir.
Örfler ise, toplumdan topluma değişmektedir. Nitekim, böyle olduğu içindir
ki, örfî değişikliklere paralel olarak meydana gelen dinî-sosyal dğişim süreçlerinin
ve merhalelerinin tahlil ve tetkikine yönelen Gökalp'in, din sosyolojisi
ve hattâ tüm Gökalp Sosyolojisi, dinamik bir sosyoloji olarak karşımıza
çıkmaktadır."16
Gökalp'in ilkel dinlerle ilgili önemli bir tespiti de, "en geniş şekli altında
dahi kavim dinin belli bir toplumla sınırlı kalmış ve o kavmi, kâinatın
merkezi sayan bir dünya görüşünü aşamamış olmasıdır. Buna karşılık, üyelerini
sırf dinî bir bağ ile birbirine bağlayan ümmet dinleri ile birlikte din, kavimler
arası bir özellik kazanmıştır. Bu son durumda kavim, ümmet camiası
içerisinde bir alt gruba (şa'b) durumuna düşmekte ve bu durumda toplum,
biri kavim, ötekisi de ümmet dairesi olmak üzere iki dereceli bir şekil almaktadır.
Bu durumda din, ümmet dairesi ile alakalı olduğundan, onu en azından
ilk kaynağı itibariyle artık sosyal zümre vicdanının bir yansıması saymaya
imkan yoktur. Gökalp'in bu ayrıma dayalı olarak ileri sürdüğü en orijinal
görüşü ise, bu iki toplum tipinde dinin mevkiî ve fonksiyonlarının farklılaşmış
olduğunu tespit etmesidir.17 Nitekim O'na göre, kavim devrinde din,
kavme, yani cemiyete tabi olup, cemiyet örf ve âdeti arasında bir şeydir.
Oysa, ümmet devrinde kavimlerin cemiyetten müstakil bir dinleri mevcuttur.
18 "Ümmet dinlerinin belirgin bir özeliği de, onların, toplum hayatında varlıklarını
dinamik bir şekilde devam ettirebilmek için, içinde bulunduğu toplumun
ma'şeri vicdanlarının ifadesini oluşturan örflere uyma zorunda olmalarıdır.
Bu bakımdan da ümmet döneminde din, ümmetle oluşan yeni sosyal
15 Korkmaz, a.g.e., s.170.
16 Günay, Ziya Gökalp ve Din Sosyolojisi, s.224-225.
17 Günay, "Ziya Gökalp ve Din Sosyolojisi", s.227.
18 Ziya Gökalp, Malta Konferansları, (Haz. M. F. Kırzıoğlu), Ankara 1977, s.54.
bünyeye uyum sağladığı ve aynı zamanda sosyal bünyeyi şekillendirdiği
gibi, öte yandan sosyal bünye değişikliklerine de uymak zorunda kalmaktadır.
19 Esasen O'na göre, her devrin ayrı bir siyaset biçimi vardır Nitekim,
İmparatorluk döneminin siyaset biçimi emperyaliz; Ümmet dönemininki ise,
imparatorluktur.20 Buna karşılık, Gökalp'e göre, bilime dayalı bulunan modern
medeniyet bu tür tekelcilikleri ortadan kaldırmakta ve dünyanın tüm
dinî ve kavmî zümrelerine açık olacak şekilde bütün insanlığa yönelmektedir.
21.Bu mânada, daha önceleri müşterek bir devlet ve medeniyete girerek
şahsiyetlerini kaybeden kavim, uzun müddet şahsiyetini kaybettikten sonra
tekrar millet tipi altında ortaya çıkmaktadır.22 Gökalp'e göre, toplumsal evrimin
çeşitli merhaleleri içerisinde vücut bulmuş olan türlü toplum tipleri
arasından bu tür bir kültürel birlik ve bütünlük, sadece millet tipinde gerçekleştiğinden,
hakiki cemiyetler de ancak milletlerdir. Millet, öteki toplum
şekillerinden farklı bir tip olduğundan, bu yeni toplum tipi içerisinde dinin
konumu ve fonksiyonlarında bir takım değişimler söz konusu olmaktadır.23
Gökalp, hakiki cemiyet tipi olarak tanımladığı Millet devrinin kendine
has bir dini anlayışı ve devlet şekli olduğunu iddia eder. Ancak, millet kavramını
ırkçılık anlamında kullanmaz. Nitekim, O'nun savunduğu milliyetçilik
düşüncesinde millet, ırkî, kavmî, coğrafî, bir birlikteliği değil, dil ve dince,
yani aynı terbiyeyi almış fertlerden oluşan birlikteliği ifade etmektedir. Yani,
kültür milliyetçiliğidir.24
Yeni fikir sisteminde milliyetçiliğe, dinî anlamın yerini tutacak biçimde
geniş ve kutsal bir çerçeve çizen Gökalp, tasarladığı projeyi bir ideoloji
olarak öne sürer25