« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

08 Kas

2010

ABDULLAH BİN MÜBÂREK (Merve 118 / Hivt 182)

01 Ocak 1970

Horasan, vaktiyle İslâm'a beşiklik yapmış, değerli fıkıh ve tasavvuf âlimleri yetiştirmiş aziz beldedir. Cüneyd-i Bağdadi, Bişr-i Hafî, Seriyyü's-Sakati ve sohbetini edeceğimiz Abdullah bin Mübârek Hazretleri gibi tasavvuf büyüklerinin buralarda yetiştiklerini düşünürsek bölgenin değerini daha rahat anlamış oluruz.

118'de (M. 736) Merve'de dünyaya gelen Abdullah bin Mübârek, zamanında her geçen gün daha fazla zenginleşen dinî ilimlerin tasavvuf bölümünü iyice hazmetmiş. çevresindeki mâneviyat büyüklerini de ziyaret ederek, coşan iç dünyasını onlardan aldığı ilhamlarla da tahkim ve tezyin etmiştir.

Fakirlik ve mahrumiyet gibi geçici şeyler İbn-i Mübârek gibi mâneviyat büyüklerinin gönül dünyalarını asla karartmamış, bir bağda bekçilik etmek bile onları küçüklük hissine itmemiştir. Bilâkis böylesine tenha ve tefekküre müsait yerlerde, gönüllerini Yaradanlarına bütün samimiyetleriyle açmış, olanca melekeleriyle Rablarına teveccüh edip, mânevi feyiz ve ilhamlara mazhar olma fırsatı elde etmişlerdir.

Nitekim bir keresinde bekçilik ettiği bağın sahibi gelip, İbn-i Mübârek'ten olgun üzüm ve nar istemiştir. Ancak, İbn-i Mübârek'in getirdiği üzüm ve narlar henüz ekşi olduğu anlaşılmış, bağ sahibi ikinci defa gönderildiğinde de yenecek lezzette meyve getirmediğini görünce sormuş:

"Evlâdım, sen burada bekçi değil misin? Neden olgunlaşanlardan getirmiyorsun?"

İbn-i Mübârek'in cevabı şu olmuştur:

"Efendim, siz beni bağınıza bekçi tutarken üzüm ve narlarınızdan yiyebileceğimi söylemediniz ki, nerede hangisinin olgunlaştığını anlayıp size getireyim? Bu bakımdan sizden fazla bilgiye sahip değilim."

Bekçisindeki bu doğruluk ve sadakat karşısında büyük bir takdir hissine kapılan zengin bağ sahibi, durumu iyice tedkik eder, Abdullah'ın takvâsının diğer hareketleriyle de te'yid edildiğini görünce, tereddütsüz teklifini yapar:

"Abdullah, benim kızıma talip olanlar çoktur. Ancak, onların hiç birinde sende gördüğüm takvâ kuvvetini görmedim. Belki de onlar servetimin çokluğunu düşünmekteler. Şayet rıza gösterirsen, kızımı sana verip seninle iftihar etmeyi arzuluyorum."

Abdullah, böylece hizmetini ettiği zenginin kızını alır ve bu servetle İslâm'a daha fazla hizmet imkânı elde edip. mânevi feyizlerini daha geniş sahalara neşretme fırsatı bulur.

Demek, o günlerin fakiri böyle fakir, zengini de böyle zengindi.

Kendisi ikinci hicrî asrın başında yaşadığı ve Resûlüllah Efendimizi görmek şerefine nail olmadığı için sahâbeden sayılmaz, ancak, sahâbenin kadrini iyi bilir, eşsizliğini takdir ederdi.

Bir gün şöyle bir sual sordular:

"Resûlüllah'ın yanında bulunmuş olan Hazret-i Muâviye mi efdâl, yoksa daha sonra birinci asrın sonunda gelmiş olan Halife Ömer bin Abdülâziz mi?"

Şöyle cevap verdi: "Vallahi, Muâviye'nin, Resûlüllah'ın arkasında giderken yuttuğu tozlar, Ömer bin Abdülâziz'den efdâldir. Resûlüllah'ın arkasında namaz kılarken Resûlüllah, "Semia'llahü limen hamideh" dedi. Muâviye de. "Rabbenâ leke'1-hamd" diye karşılık verdi. Bu söz de öylece bâki kaldı: Bundan gayri ne söylenebilir?..

Abdullah bin Mübârek, zühd ve takvasıyla herkesin hürmetini kazanmıştı. Kılı kırk yararcasına haram-helâl titizliğinde bulunur, hele şüpheli şeylerden büsbütün kaçınırdı.

Bir gün emanet olarâk bindiği bir atın üzerinde giderken kendisine yolda bir mektup vermek istemişler, mektubu almayan İbn-i Mübârek şöyle karşılık vermiştir:

"Bu atı sahibinden alırken sadece kendimin bineceğini söyledim, başka ağırlık yükleyeceğime dair izin almadım. Bu yüzden, sahibinin haberi olmadan bir mektup ağırlığını dahi yüklemeye kendimde bir selâhiyet göremiyorum. Böyle yaparsam. emanete hıyânet etmiş olmaktan korkarım..."

Acaba, o günlerin insanları, böylesine takvâ sahibi mâneviyat büyüklerini nasıl karşılıyorlardı?

Nusûs kitabında halkın İbn-i Mübârek'e gösterdiği alâkayı ifade eden şöyle bir vak'a, bu suale cevap olabilir:

"Rakka'da halk bir adamın arkasına düşmüş, gidiyordu. Peşinden gidilen adamın ayağında ise, ne sağlam bir ayâkkabı, ne de sırtında yamasız bir cübbe vardı. Hepsi de eski ve yamalıydı. Hârun Reşîd'in hanımlarından biri, bu durumu geriden görünce:

"Kimdir bu adam ki, halk bölük bölük peşine düşmüş gidiyor?" diye sordu. Dediler ki:

"Bu, Horasan âlimlerinden Abdullah bin Mübârek'tir."

Hanım kendini tutamayarak konuştu:

"Vallahi padişah Hârun değildir. Asıl padişah işte budur. Biz bunca memurlarımızla, bunca hazırlıklarımızla beraber bu kadar halkı severek peşimizden sürükleyemiyoruz. Ama bunların hepsinden de mahrum olan şu şeyh, bizden çok fazlasını arkasına düşürüp götürebiliyor."

Bir sözü şöyledir: "Biz ilmi, dünyaya kavuşmak için öğrendik. Ama ilim bizi dünyayı terke zorladı."

İtaatsızlıkta bulunan çocuğundan şikâyete gelen bir babaya sordu:

"Sen oğluna hiç beddua ettin mi?"

"Evet, canımı çok sıktığı zamanlarda ettim."

"Sen kendi elinle kötü yapmışsın çocuğunu. Baba ve annenin çocuğu hakkındaki duası reddolunmaz. Resûl-i Ekrem Efendimiz, mübârek dişini kıran kavmine: "Yâ Rab, kavmime hidâyet eyle. Onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar!" diye dua etti. Sen de böyle bir anlayış içinde olsaydın; ziyan etmezdin. Resûl-i Ekrem'in bu sabrı ve metaneti, ziyan getirmedi, sonunda kavminin imanlarına sebeb oldu."

Fırat yakınlarında "Hiyt" denilen kasabada hicrî 182 yılında vefat etti. Kabri el'an ziyaretgâhtır.



Şu sözler Ona aittir:

"Oturup bin lira sadaka vermekten çalışıp bir lira borç vermek efdâldir."

"Kazanç için çalışmak tevekkülü bozmaz."

"Eğer gıybet edecek olsam ana-babamı gıybet ederdim. Hiç olmazsa sevabımı onlara vermiş olurdum."

"Zengine karşı vekarlı, fakire karşı alçak gönüllü olmak tevazudur."



Abdullah ib Mübareğin tevbe etmesinin sebebi;

Bir cariyeye meftun olmuştu. Cariyeye öyle vurulmuştu ki, yerinde duramıyordu. Bir kış gecesi gidip aşık olduğu kadına ait evin duvarı durup, sabaha kadar onu bekledi. Ma'şûkasıda (Cariye) da duvara çıktı. Sabaha kadar birbirlerini seyrettiler. Gece sabaha kadar kar yağmıştı. Sabah ezanı okununca, yatsı ezanının okunmakta olduğunu sanmıştı. Ortalık aydınlanınca, bütün gece sevgilisinin halinde ve güzelliğinde müstağrak olmuş bir halde bulunduğunu anladı. Kendi kendine,

-Yuh sana ey ibni Mübarek!Utan! Sırf nefsin heva ve hevesi için böyle mübarek bir gecede sabaha kadar ayakta dikildin durdun. Eğer imam, namazda uzun bir sure okusa deli olursun, dedi. Bunun üzerine derhal gönlüne ir dert düştü. Tevbe edip kendini ibadete verdi.

Ziyaret -> Toplam : 125,27 M - Bugn : 28941

ulkucudunya@ulkucudunya.com