YOLLARIN ŞAİRİ: FARUK NAFİZ ÇAMLIBEL
Mehmet Ali VAR 01 Ocak 1970
Yol ve yolculuk, insanlık tarihi kadar eskidir. Yolculuk Hazret-i Âdem’den beri insanlığın hayatında var olagelmiştir. Tarih; göçlerin, seferlerin, ayrılık ve kavuşmaların hikâyeleri ile doludur.
Yol ve yolculuk teması, Türk edebiyatında birçok yazar ve şair tarafından kullanılmıştır. Yol kavramını şiirde en çok kullanan şairlerden birisi de Faruk Nafiz ÇAMLIBEL’dir. Ünlü şairin «Han Duvarları» kitabını ele aldığımız zaman bunun birçok örneklerini görmekteyiz.
Faruk Nafiz, görevi icabı, İleri gazetesinin muharriri, edebiyat öğretmeni ve «Şark Vilayetleri Tedkik Heyeti» üyesi olarak Anadolu’ya birçok seferler yapmıştır. Bu yolculukları esnasında memleketi daha iyi tanımış ve şiirinde memleket edebiyatı meydana getirme ideali yer almıştır. Bu düşüncenin ürünü olarak, meşhur «Han Duvarları» şiirini yazmıştır.
Han Duvarları, şairin Ankara’dan Ulukışla yoluyla Kayseri’ye yapmış olduğu yolculuğu anlatır. Mesnevî biçiminde 7+7=14’lük hece vezniyle yazılmıştır. Şairin «Han Duvarları» şiirini yazdığı hanın Niğde’de olduğu belirtilmektedir. Türk edebiyatında çok önemli bir yol hikâyesinin anlatıldığı şiir, zengin teşbih ve kafiyelerle örülmüş mühim bir şâheserdir.
Han Duvarları şiiri:
Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,
Bir dakika araba yerinde durakladı.
mısralarıyla başlayıp devam ederken, güzergâh; şairi Orta Anadolu’ya bağlayan Ulukışla yoludur:
Gidiyorum, gurbeti gönlümde duya duya,
Ulukışla yolundan Orta Anadolu’ya.
Yolculuk aynı zamanda bir ayrılık demektir. Şairin, sıladan ayrılmanın verdiği acıyla yüreği yanmaktadır. Ve bu yüreğin yaktığı ateşle, hava bile ılımaktadır. Bu mısrada «yüreğin ateşi» ile «havanın ılıklığı» arasında «hüsn-i ta‘lil» sanatı yapılmaktadır:
İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık!
Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık,
Uzun yolculuk insan için yorucu ve sıkıcıdır. Bir de vasıtanın at arabası olduğunu düşündüğümüzde bu tamamen çekilmez olur. Dönen, kıvrılan uzun yollar, yılan gibi tehlikeli ve çetindir. Yollar uzadıkça sıkıntı artar, umutlar azalır:
Bu ıslıkla uzayan, dönen, kıvrılan yollar,
Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar
(…)
Nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi,
Yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi.
Gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine,
Yol, hep yol, daima yol... Bitmiyor düzlük yine.
Ne civarda bir köy var, ne bir evin hayali,
«Sonun ademdir!» diyor insana yolun hâli.
Yolculuk uzadıkça, şair gözünde tekerlekler ile yollar arasında bir ünsiyet oluşur, kişileştirilen bu varlıklar arasında konuşmalar başlar. Tekerlekler yollara bir şeyler anlatır, belki de dert yanarken, yollar elinden bir şey gelmediği için midir yoksa omuz silkip umursamadığından mıdır, tepki vermez:
Tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor,
Uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor
Yolların etrafı açık, tenha olmasına rağmen; yolculuğun verdiği yorgunluk ve rahatsızlık insanı bir anlamda çaresizleştirir, hasta eder. Onun için insan, bir an önce yolun bitmesini ve yurduna kavuşmayı arzu eder. Yolda kalma, bugünkü şartlarda bile hiç arzu edilmeyen bir durumdur. Bir menzile ulaşmak, bir hana varmak geçici de olsa insana rahatlık ve huzur verir:
Tanrı yardımcı olsun gayrı yolda kalana,
Bir menzile vararak atları çektik hana.
İnsan; yemeğini yemiş, uyumuş ve dinlenmiş olarak yola çıktığı zaman yolculuk daha kolay gelir. Hele kar dinmiş, hava açıksa yolculuk daha da güzel olacaktır. Ancak şairin yola bakış şeklini, ondaki ruh hâlini de unutmamak gerekir:
Sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı,
Güneşli bir havada yaylımız yola çıktı...
Bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde
Ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde,
Uzun bir yolculuktan sonra İncesu’daydık,
Bir handa, yorgun argın, tatlı bir uykudaydık.
Şair, yapmış olduğu bu yolculuğu uzun zaman unutmayacaktır. Aynı zamanda hanların nice çilekeşleri kucakladığı, bağrında ne hayal ve sıkıntılar ile onları barındırdığını hatırlayacaktır. Köyleri, şehirleri, yolcuları sevdiklerine ulaştıran, yolcu gelmediği zaman da onların yokluğuna ağlayacak yolları hep yâd edecektir:
Aradan yıllar geçti, işte o günden beri
Ne zaman yolda bir han rastlasam irkilirim,
Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim...
Ey köyleri hudûda bağlayan yaslı yollar,
Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar,
Ey garip çizgilerle dolu han duvarları,
Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları...
Nihat Sami BANARLI, Faruk Nafiz’in memleket edebiyatı ideali için şöyle der: “O’nun «Sanat» isimli şiirinde, bizzat yapmaya çalıştığı bu memleket edebiyatının bir felsefesi vardır. Bu manzûmede egzotik veya kozmopolit sanat zevkiyle yerli ve millî sanat anlayışı ustalıkla karşılaştırılır ve şair, sebebini de belirterek bu ikinci sanatı tercih eder.
Faruk Nafiz «Sanat» isimli şiirinde yol kelimesini mecazî anlamda gidilen yol, meslek olarak almıştır. Bu şiirde Anadolu’nun saf ve gerçek sanatı ile batı anlayışının sanatı veya Avrupa meraklılarının sanatı karşılaştırılır.” (a.g.e. önsöz s. 5)
Başka sanat bilmeyiz, karşımızda dururken
Yazılmamış bir destan gibi Anadolu’muz.
Arkadaş, biz bu yolda türküler tuttururken
Sana uğurlar olsun... Ayrılıyor yolumuz.
Aruz vezniyle yazılan «Kızıl Saçlar» şiirinde ise uzaktan gelen bir kağnı ve yanındaki köylü kızının hikâyesi anlatılır. Konu Anadolu insanının çektiği ıstıraplardır:
Önce baygın bir iniltiydi yamaçtan duyulan,
Sonra bir gölge belirmişti kuş uçmaz yoldan:
Asya’nın titreterek bağrı yanık toprağını
Geliyor, baktım, uzaktan sökülen bir kağnı...
«İnleyen, memleketimdir bu tekerlekte!» dedim;
«Hangi bir köylü bu kağnıyla sürünmekte?» dedim.
Canlı bir yüz bana yaklaştı, mehâbetle dolu;
Kim bu? Nerden bu geliş? Hangi yolun yolcusu bu?
Şairin, yolu konu edindiği başka bir şiiri; «Yolcu ve Arabacı»dır. Yolculuğun sıkıntılarının işlendiği şiirde gurbet kapkara, hasret de ölümden acı olarak sunulur. Yolculuğa, eziyete katlanmanın sağladığı tek teselli menzile veya sılaya kavuşma arzusudur.
Gurbet ademden kara, hasret ölümden acı,
Ne zaman tükenecek bu yollar, arabacı?
Henüz bana; «Yolunun sonu budur.» denmedi,
Ben ömrümü harcadım, bu yollar tükenmedi.
«Çoban Çeşmesi» şiirinde «yol» kelimesi hayatın ufuklarına ulaşılan bir vasıta olarak kullanılmıştır. Yol bazen yanık Ferhat’a, bazen vefasız Aslı’ya, bazen de «Çoban Çeşmesi»ne geçit veren fedakâr bir yârendir.
Gönlünü Şîrîn’in aşkı sarınca
Yol almış hayâtın ufuklarınca,
O hızla dağları Ferhat yarınca
Başlamış akmağa çoban çeşmesi...
Yol kelimesi «Ali» şiirinde «namluna dayanır, yola dalarsın», «Yeni Kerem» şiirinde bebekken gurbete gidip, büyümüş olarak sılaya dönen bir kızın hikâyesi anlatılırken kullanılır:
Kucakta çıkmıştın yola bir seher,
Sılaya bir akşam yaya dönmüşün...
«Kolsuz» şiirinde sağ kolu omuz başından kesilmiş, sol kolu ile cenk eden yiğit bir askerin hikâyesi anlatılır. Burada kahramanın gölgesi yolu karartacak kadar yüceltilir:
Bir dağdı gölgesi karattı yolu
Yol kavramı; «Ebediyet Yolunda» âhiret yolculuğu anlamındayken, «Ferhat» şiirinde yolun kenarında yolcusuna ağlayan dağları dile getirir.
«Yağmur Duası» adlı şiirde; «Yolunu beklemekten gözlerimiz karardı, neye geç kaldın, ağa?» derken yol kelimesi mısralarda, bir deyim içinde yer bulur. Şiirin devamında:
Yollara dökülmüştü çobanlarla davarlar,
Gürbüz delikanlılar, doksanlık ihtiyarlar.
Kızgın günün altında tutuşurken ortalık
Gitgide artıyordu gürültü, kalabalık...
Nihâyet halkalandı musallada ahâli,
Dediler ki: «Duâya gelecek şimdi vali.»
diyerek zamanında valilerin de yağmur duasına katıldığını bizlere hatırlatmaktadır.
Faruk Nafiz «Benimle Yürüyene» şiirinde şair namzetlerine, bu yola düşüp işin çilesini çekenlere nasihat etmektedir. Önlerine birçok engel çıkabileceğini, bu uğurda saçların da ağarabileceğini bildirmektedir. Şair hayat yolunda karşısına çıkan hainlerden dertlidir:
Yolcu, keder çekme ki bu diyâra düşenin
Yolunda otlar biter, mezarında çiçekler!
Karaltılar belirir başında her köşenin,
Her geçidin ucunda bir gözü kanlı bekler.
Varsın, tan ağarmadan kumral saçın ağarsın,
Sen sonu cennet olan yolundan dönme! Varsın
Yolunu kesmek için zincirini koparsın
Dokuz yıl artığınla beslediğin köpekler.
Aynı durum «Şair» şiirinde, şairin anlatışından eşyanın, olayların künhüne, inceliklerine doğru bir yol zuhur ettiği şeklinde ortaya çıkar:
Eşyâyı tanırken hepimiz sâde dışından
Esrârına yol bulduk onun anlatışından.
«Bugün Yoldan Geçenler» şiirinde ise taş oluktan dökülen bir su başında duran ve her geçen yolcuya bir başka söz bulan sırma saçlı güzel yolu ve yoldan geçenlerin hâlini anlatır. Yolun bahtı hep dertten yana açıktır:
Bahtı açık olmalı yolun ki dertten yana,
Gördük bir ayaksızın çıktığını meydana.
Son cenkten arta kalmış bir adsız olsa gerek...
Hece vezniyle 1949 yılında beyitler hâlinde yazılan «Vahdet-i Vücud» şiirinde kendi yarasından habersiz, şafağın manzarasından gül toplamaya çalışan bir çocuk anlatılır. Buradaki yolculuk dünyadan âhiretedir:
Lâkin bu çocuk yolcu, habersiz yarasından,
Gül derlemek ister, şafağın manzarasından...
Han Duvarları kitabının son bölümlerine doğru «Allahaısmarladık» adlı şiirde terk eden, vefasız yârin evinin pencerelerini; «Yavrusunun yoluna dalan bir dul bakış»a benzetir. Daha sonra ayrılığın verdiği acıyla şöyle seslenir bu dünyaya:
Bir sarı yaprak gibi düştü gönlüm yoluna,
Buğulu gözlerimden geçmediğin gün olmaz:
Benim kadar titremez hiçbir yiğit oğluna,
Hiçbir ana kızına bu kadar düşkün olmaz...
Yol ve yolcu mazmunları şüphesiz başka şair ve yazarlarımız tarafından da ele alınmıştır. Fakat memleket edebiyatı meydana getirmek idealiyle, bin dokuz yüz yirmili, otuzlu yıllarda Anadolu’nun yollarına düşen Faruk Nafiz’de bu konular daha belirgindir. Türkçesindeki kuvvet ve dilindeki sadelik de onun önemini daha da artırmaktadır.
Yolundan gidenlere selâm olsun...