Kalbimdeki Reşat Nuri Güntekin
Selim İleri 01 Ocak 1970
Vaktiyle bir yazı yazmıştım; adı "Kalbimizdeki Reşat Nuri"ydi. On üç on dört yıl geçti. Edebiyatımıza yürekten bağlı kişilerin dışında, Reşat Nuri kalbimizde hatırasını koruyor mu, bilmiyorum.
Gerçi romanlarından yola çıkılarak gerçekleştirilmiş televizyon dizilerinin gördüğü rağbete bakıp, koruyor demek mümkün. Ama söz konusu dizilerde Reşat Nuri'nin soylu eseri darmadağın ediliyor, tanınmaz hale getiriliyor, kimse umursamıyor. Bu irkiltici umursamazlığa şaşakalarak, 'kalbimizdeki' Reşat Nuri diyemiyorum artık. Sadece kendi sevgimi, hayranlığımı söylemeye çalışıyorum.
Çalıkuşu romancısından okuduğum ilk eser bir öyküydü, "Kirazlar", çok acı bir öykü. Belleğim kandırmıyorsa, ilkokul üçüncü sınıftaydım; "Kirazlar" ders kitabımızda yer almıştı. Şimdilerde, sorsanız, "Kirazlar"ın yazarlık hayatımda ilk itici güç, yola çıkarıcı olduğunu söyleyebilirim. Geriye dönüp baktığımda, "Kirazlar"dan üstün bir etkileniş hatırlayamıyorum.
Reşat Nuri okumalarım galiba hep böyle oldu. Meselâ, yaz ortasında, sıcak temmuz günleri; o sıcak temmuz günlerinde ürperip titreyişim akla sığacak gibi değil. Odama kapanmış, yatakta titriyor, derin bir acıyla kavruluyordum. Bu, Reşat Nuri Güntekin'in Akşam Güneşi romanıydı.
Gözyaşlarımı tutamıyordum, diyemeyeceğim. Acı öylesine yoğundu ki, ağlamak, arınmak olasızdı. 1920'lerden kalma Akşam Güneşi, yazılışından nice yıllar sonra, edebiyat tutkunu bir yeniyetmeyi allak bullak ediyordu. Hele roman bitip, faciayı andırır 'son'la baş başa kalınca, büsbütün yemeden içmeden kesilecektim. İntiharı andırır bir son... İntiharı diyorum, çünkü Akşam Güneşi'nde yeşil gözlü Jülide'nin çekip gidişiyle Nazmi için hayat sona erer. Ömrün geçiciliği ortasında, yaşını başını almış Nazmi Bey için, genç, hırçın, 'mükedder' Jülide bir akşam güneşidir. Son bir kez parlar ve söner.
Edebiyat tarihçileri, eleştirmenler, Reşat Nuri'nin eserlerinde geniş memleket coğrafyasının varlığını özellikle vurgularlar. Bunda, babasının askerî hekim, kendisinin Millî Eğitim Müfettişi olması ne ölçüde rol oynamıştır, bence ayrıca araştırılmaya değer. Meselâ Akşam Güneşi'nin geçtiği yer, bir bakıma, roman için yaratılmış düşsel bir yerdir. Aynı şekilde, Çalıkuşu'nun köyleri, kasabaları gerçeklikteki haritada karşımıza çıkmaz.
Anadolu'yu yazdığı ileri sürülmüş Reşat Nuri, İstanbul'u çoğu kez roman başlangıçlarında ve roman sonlarında mekân edinmiştir. Ne var ki, çok çarpıcı gözlemler, tespitlerle.
Necatigil, Miskinler Tekkesi'nde eski hayatımızın birçok cephesiyle belirdiğini söylüyor. Bu sebepten, Miskinler Tekkesi'nin bir "töre romanı" olduğuna işaret ediyor. Gerçekten de Miskinler Tekkesi, çok geniş coğrafyasında, bütün imparatorluğun son dönemine açılır. Fakat artık geriye bir 'istihza' kalmış; şan, debdebe sona ermiş. Geriye o acı istihzanın eşliğinde tüyler ürpertici yoksulluk, yoksunluk kalmış.
Asıl bildiri, Tamaşalık mahallesinin tasvirleri aracılığıyla iletilir: Tepeler, çukurlar, kızgın kayalar, "sade bir dâva" sayılan ölüm, yarı çıplak çocuklar... "Ancak günün birinde de bu çocuklardan bir veya birkaçının fistolu ipek entariler, boncuklu pelerinler; kıvırcık başlarında kordelâlar, hatta renkli Japon şemsiyeleriyle ortaya çıktıklarını, oyuncak bebekler gibi ellerinden tutularak gezdirildiklerini görürdünüz. O vakit, hemen anlamalı ki, o günlerde kibar mahallelerinden birinde bir ufacık kız çocuğu ölmüştür."
Miskinler Tekkesi, toplumsal karabasanın tarihî perspektifini Sultan Mahmut'a kadar genişletir. Mekân, bu kez, payitaht İstanbul. Anlatıcının dedesi, "o büyük adam", Sultan Mahmut'un "önünde kalan ekmek kırıntılarını yüzüne gözüne sürerek toplar, sırf bu iş için yaptırılmış bir sedef kutuya koyarak dualar, senâlarla el üstünde konağa" getirirmiş.
Konak ailesi için 'asalet', görkemli "konak ve bir miktar da Arap ve Çerkes halayık" demektir. Gerçek bir yangın, asaleti bir ölçüde sona erdiriverir ama, konağın yangından sonraki durumu, söz konusu yangına toplumsal karabasanla ilintili simgesel anlamlar da yüklemiş gibidir:
"Tavanlardan kopup sarkan muşamba parçaları üstündeki boyalı ve yaldızlı resim artıkları; kış gelirken kenarlarına bez, yahut kâğıt şeritler çirişlenen ve rüzgârlı havalarda köçek zilleri gibi şıngırdayan battal pencereler; renkli camları kırıldıkça yerlerine âdi cam ve bazan da mukavva takılan merdiven camekânları; içinde çok kere bir gaz tenekesi, kuru soğanla biraz kuru fasulye ve pirinçten başka bir şey bulunmayan kiler odası; haremle selâmlık arasındaki dönme yemek dolabı; bakkaldan günü gününe alınan kömürü mangalda üfleyerek yakan Arap bacılar; sabahları küçük hanımlarla küçük beyleri dizlerinin arasında Çerkesçe şarkılı masallarla oyalayarak saçlarının sirkesini ayıklayan dadılar, misafirlerin eteğini öpen başı kundaklı, ayağı çoraplı Anadolulu ahretlikler..."
'Çöküş'ü, romanımızda, böylesine yoğun aktaran, görsellikle yansıtan başka 'tek cümle' hatırlamıyorum.
Reşat Nuri'nin arada uğrayıp geçtiği İstanbul'da, konakla birlikte imparatorluk da çatırdar. Müstebit Abdülhamid tahttan indirilir; İttihat ve Terakki'nin göstermelik dürüstlüğü, zaptırapta alışı toplumsal karabasanı daha da çoğaltır. Her yeni devir giden devri aratmaktadır. Romancının serinkanlı, gizli ve biraz merhametsiz- istihzası sürüp gider. Eski Hastalık'ta, Cumhuriyet rejimi, Züleyha'nın dayısını... İstiklâl Harbi'nin "dünyanın en medenî ordularını memleketten kovmak gibi" algılayan Şevket Bey'i, "iki idare meclisi âzalığı ve bir şirket komiserliğiyle" ödüllendirir. Şevket Bey'in payitaht İstanbul'daki işbirlikçi yaşamı, Cumhuriyet'te de, üstelik aynı evlerde, aynı lokallerde, aynı tantanayla devam etmektedir...
Bir geçiş dönemi yazarı sayabileceğimiz Reşat Nuri, çok ilginçtir, âdeta 'değişmez' bir İstanbul kaleme getirmiştir.
Çalıkuşu, imparatorluğun son dönem İstanbul'unda başlar. Kozyatağı'ndaki köşk, Feride'nin Anadolu'da gördüklerine kayıtsız, varlığını sürdürmekten ötesini reddeder. O kadar ki, Kozyatağı'ndaki köşkü, Besime Teyze'yi ilgilendiren, sadece o kırık aşk hikâyesi, Feride-Kâmran ilişkisidir. Harap, yorgun Anadolu bu köşke asla sızamaz.
Damga'da Halis Paşa'nın Erenköyü köşkü, Fındıklı'daki konağı ya da mebus Cemil Bey'in Bebek'teki yalısı, Kısıklı'daki bir başka köşk, hepsi toplumdaki uğultuya sağırduyarlıdır. Demin andım, Eski Hastalık'ta, Erenköyü'ndeki köşk, Kuruçeşme'deki konak, Cumhuriyet'in ülkülerini benimser görünerek, eski ortamı ayakta tutmanın yollarını arar.
Hele, imparatorluktan Cumhuriyet'e geçişi kendi zaman diliminde barındıran Kızılcık Dalları, Nadide Hanımefendi'nin Pendik'teki köşkü, Saraçhanebaşı'ndaki konağı, Reşat Nuri ironisinin artık doruk noktalarıdır.
Yaprak Dökümü'nün git git çöken evi, herhalde bir yas şarkısı sayılmalı...
Böylesine zengin eleştirili bir romancılık, bir ömre kolay kolay sığar mı diye düşünüyor insan. Reşat Nuri'nin okuru hemen kavrayan sıcak anlatımı, romandan romana aynı gücü koruyabiliyor. Konuların, kişilerin zaman zaman benzerlik yansıtması bu romanları bir 'tekrar' duygusuyla okutmuyor. Tersine, her yeni verim, Reşat Nuri romancılığına yeni bir pekişme / pekiştirme imkânı sağlıyor. Çalıkuşu'nun masalsı havası, sözgelimi, Kızılcık Dalları'nda sivri dilli bir gerçekçilikle yüz yüze gelir. Feride'nin İstanbul'daki mutlu yaşantısıyla Gülsüm'ün Pendik'teki köşkte başına gelenler yan yana okunsa, ne demek istediğim açık seçik anlaşılacaktır.
Fakat Reşat Nuri hep yanlış anlaşılmış. Ölümünden sonra, Yakup Kadri çapında bir romancı bile neler söylüyor, alıntılıyorum: "Milletlerarası edebiyatta büyük klasik trajedilerle kapanmış ve en yüksek örneklerini verip tükenmiş telâkki edilen bir sanat hassası birdenbire bir Türk romanında yeniden tecelli etmiş, Feride adında Dame de Sion'lu Türk kızı, Reşat Nuri'nin elinde, bize İphigénie'yi, bizi Chimène'i hatırlatan bir vakar, bir iffet, bir ahlâk ve seciye örneği haline girmiştir."