« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

06 Ara

2010

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Gözüyle Türk İnkılâbı ve İnkılâp Kadrosu

İlyas SÖĞÜTLÜ 01 Ocak 1970

ÖZET

Bu çalışma, Kemalist inkılâp kadrosunun en önemli figürlerinden biri olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun, içeriden bir

seçkin olarak, inkılâp kadrosu ve yöntemi hakkındaki değerlendirmeleri üzerine odaklanmaktadır. Zira Yakup Kadri’nin bu

bağlamda ortaya koyduğu eleştiriler, Türk modernleşmesi üzerine yeniden düşünme fırsatı sunabilecek derinliktedir. Yakup Kadri,

yaygın kanının aksine, inkılâp kadrolarını yeterince kararlı ve idealist bulmaz. O, bu durumu, eski rejimin idare-i maslahatçı

bürokratlarının yeni dönemde de sahne almasına bağlar. Yapılan inkılâpları ise daha çok yasalar düzeyinde ve devlet sınırları içinde

kalan modernizasyon çalışmaları olarak niteler. Dolayısıyla bu bakımdan Cumhuriyet, bütün kopuş iddialarına rağmen, Osmanlı

modernleşmesinin kimi yönlerini istemeden de olsa sürdürmüş olmaktadır. Ona göre gerçek inkılâp, toplumun iç dinamiklerini

harekete geçirecek bir modernleşme planının uygulamaya konulmasıdır. Bu da ancak geniş çaplı bir ekonomik kalkınma

seferberliği ile gerçekleşebilecektir. Zira Batı bu günkü düzeyine, büyük ölçüde bu ekonomik transformasyon sonucunda

ulaşmıştır. Batı’nın ekonomik yapısına has, onun ortaya çıkardığı kurumları taklit ederek bir Batı toplumu olamaya imkân yoktur.

Eğer, toplumsal yapıda köklü değişimi başlatacak projeler devreye sokulmaz ve kurumsal değişimler, toplumsal değişimlerle

beslenmezse, modernleşme, ancak yüzeyde kalacak ve eski, kendini bu biçimsellik altında sürdürmeye devam edecektir.



GİRİŞ



Toplumu belirli bir kalıba dökmek isteyen her kurucu inşacı rejim, kendine bir ideal dönem, bir altın

çağ efsanesi yaratır. Devrimin ilk yıllarındaki heyecan sönmeye ve somut gerçekler ağırlığını hissettirmeye

başladığında ise bu altın çağa olan özlem artar ve bu çağ, içinde, bütün toplumsal sorunlara hazır

çözümlerin bulunduğu bir dönem olarak tahayyül edilir. Hatta kimileri daha da ileri giderek bu sorunları,

bu ideal dönemden kasten ya da bir gaflet sonucunda uzaklaşılmış olmasına bağlarlar. Bir toplumun

karşılaştığı temel problemleri, “sınırları belirli bir idealden sapma” ile açıklama şeklindeki geleneksel

düşünüş tarzına sıkça başvurulan ülkelerden biri de Türkiye’dir. Pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de

bu altın çağ efsanesi, konuya ve ideolojik tercihlere göre farklılaşabilmektedir; “asr-ı saadet” “kanun-u

kadim”, “Atatürk dönemi” vb. Türk modernleşmesi açısından ise bu altın çağ, kurucu seçkinlerin

Cumhuriyet ideolojisini formüle ettikleri ve Türkiye’yi tam anlamıyla modern bir Batı toplumu olarak

kurmak üzere siyasi, hukuki ve kültürel inkılâpları uygulamaya koydukları erken cumhuriyet dönemidir.

Böylesi bir aşkınlaştırmaya konu olması nedeniyle bu dönem, Türkiye’nin modernleşmesi açısından realist

bir bakışla ele alınacak, üzerinde eleştirel değerlendirmeler yapılacak olan değil, öğretilecek, kavranılacak,

hatta ihya edilecek bir dönem olarak düşünülür. Bu bakış açısının hegemonyası yüzünden de bizzat

dönemin aktörlerinin ve tanıklarının o ideal döneme nasıl baktıkları ve kendi eylemlerini nasıl

anlamlandırdıkları sorusu çoğu kez ikinci planda kalır.

Bu çalışmayı yönlendiren saiklerden birincisi, o dönemi bir bütün olarak değerlendirecek kadar

yakından bilen bir tanık olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun, bu egemen bakışın aksine dönemin

koşulları, aktörleri ve inkılâp yöntemi hakkında yaptığı realist değerlendirmelerdir. İkincisi de bu

değerlendirmelerin, Türk modernleşmesi üzerine yeniden düşünme imkânını sağlayacak kadar sahici bir

niteliğe sahip bulunmasıdır. Bu varsayımdan hareketle, bu çalışmada bizzat Yakup Kadri’nin kaleme aldığı

eserleri dikkate alarak onun Türk inkılâbı hakkındaki görüşleri belirlenmeye çalışılacaktır. Ancak bu

çalışmanın sınırlı yapısı içinde, 1930’lu yılların başında ortaya çıkan ve Yakup Kadri’nin de kurucuları

arasında yer aldığı, Kemalizm’e teorik bir temel kazandırma çabasında olan Kadro dergisi çevresinin

iktisadi-sosyal-siyasal sistem önerileri üzerinde durulmayacaktır1.



YAKUP KADRİ VE KEMALİST ELİT

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Manisa’nın tanınmış ailelerinden birinim çocuğu olarak 1889’da

Kahire’de doğdu. 1908’de İstanbul’da başladığı hukuk öğrenimini yazarlık tutkusu uğruna yarım bırakarak

1909’da Fecr-i Âti topluluğuna katıldı. 1916’da tedavi için gittiği İsviçre’de üç yıl kadar kaldı. Mütareke

yıllarında İkdam gazetesindeki yazıları ile Kurtuluş Savaşı’nı destekledi. 1921’de Ankara’ya çağrıldı ve

kendisine önemli bazı görevler verildi. Hâkimiyet-i Milliye ve Cumhuriyet gibi gazetelerde yazılar yazdı.

1923-31 yılları arasında Mardin, 1931-34 yılları arasında da Manisa mebusu olarak TBMM’de yer aldı.

Yakup Kadri, Kemalist hareketin özünü oluşturan Türkiye’nin modernleş(tiril)mesi idealini içtenlikle

benimsemiş aydınlardan biridir. O, Mustafa Kemal, İzmir’e girdiğinde karargâhında bulunan birkaç

gazeteciden biri olacak kadar Atatürk’e yakındır. Ancak bütün bunlar onu, inkılâp kadrosu ve inkılâpların

yerleşmesi için benimsenen yöntem hakkında eleştirel düşünmekten alıkoymamıştır. Belki de Yakup Kadri’yi pek

çok çağdaşından ayıran başlıca önemli yanı budur. O, Atatürk’le yakınlığının aksine, CHP üst kadrolarının

çoğu ile soğuk ve mesafeli bir ilişki içinde olmuştur Bunda onun açık sözlü ve her şeyi kolayca

kabullenmeyen kişiliğinin payı büyüktür. Zira o pek çokları gibi, karizmanın büyüsüne kapılarak

gerçeklerden uzaklaşmış değildir. Politik davranarak mevki kazanmak yerine, düşüncelerini açık yüreklilikle

ortaya koymayı tercih etmiş ve bunun sonuçlarına katlanmaktan da çekinmemiştir. Nitekim inkılâp

sürecinde daha aktif rol alması bu yüzden engellenecek ve bir süre sonra da Ankara’dan uzaklaşması

sağlanacaktır2.



YAKUP KADRİ’NİN MODERNLEŞME ÖNERMESİ



Tüm Kemalist seçkinler gibi Yakup Kadri de, Türkiye’nin bütün boyutlarıyla çağdaş ve Batılı bir

toplum olmasından yanadır. Onun özlemini duyduğu Türkiye, “Güzel, zengin ve ileri bir ülke”dir. O, bu

Türkiye’nin yaratılmasını, ulusal kurtuluş savaşının ikinci safhası olarak görür3. Yakup Kadri’ye göre,

inkılâpların başarıya ulaşması için, toplumsal yapıyı kökten değiştirecek uzun erimli planlara, kararlı ve

canhıraş çalışmalara ihtiyaç vardır. O, tıpkı diğer Kemalist seçkinler gibi, inkılâbın ancak devlet ve seçkinler

marifetiyle gerçekleştirileceği ve bu süreçte halka söz hakkı tanımanın sakıncalı olduğu kanaatindedir. Bu

konuda, o yılların egemen bakış açısı olan devletçi ve bürokratik düşünüş biçiminden o da nasibini almış ve

toplum meselelerinin güçlü bir devlet aracılığı ile çözülebileceğine inanmıştır (Karaömerlioğlu, 2002: 128-

129). Keza, içinde yer aldığı Kadro hareketinin temel bakış açısı da bu yöndedir (Aydemir, 1968: 85).

Mensubu olduğu Kadro çevresi gibi Yakup Kadri de, Türk inkılâbının katı bir plan ve program

dâhilinde yürütülmesinden yanadır (Ertan, 1994: 262-263). Çünkü ona göre Türkiye’de modernleşmenin,

kendiliğinden bir süreç olarak yaşanmasının nesnel koşulları mevcut değildir (Karaosmanoğlu, 1987: 218).

Bu durumda değişim, ancak devlet ve seçkin bir kadro aracılığı ile gerçekleştirilebilir. Devletçi değişim için,

Türkiye ile benzer koşullara sahip olmaları nedeniyle örnek alınabilecek ülkeler, Sovyet Birliği ve İtalya’dır.

Fakat O, bu ülkelerdeki rejimlerin dayandığı ideolojilerden ziyade inkılâp metotlarına sempati

1 Bu konuda bakınız:Mustafa Türkeş, Kadro Hareketi, İmge Kitabevi, Ankara 1999. İlhan Tekeli-Selim İlkin,Bir Cumhuriyet

Öyküsü Kadrocular ve Kadroyu Anlamak, Tarih Vakfı Yayınları,İstanbul 2003.

2Kadro dergisinde 1934 yılı sonbaharında yayınlanan bir yazı, Atatürk’ün de bulunduğu bir ortamda Recep Peker tarafından şikâyet

ve tartışma konusu yapılır. Kadro’daki bu yazıya yönelik temel eleştiri; partinin ve hükümetin iktisat siyasetine aykırı fikirler taşıdığı

ve bu türden eleştirilerin parti içinde bir hizipleşmeye yol açma ihtimalidir (Karaosmanoğlu, 2004:36). Bu tür eleştirilerin sıklaşması

üzerine, devrimleri yapan ve yerleştiren çekirdek kadrodaki entelektüellerden biri olmasına rağmen daha fazla Ankara’da kalmasına

tahammül edilmez ve 1934 yılı sonlarında Tiran elçiliğine tayin olunur. O, bunun bir uzaklaştırma tayin olduğunun farkındadır

(Karaosmanoğlu, 2004:21-22). Kendi ifadesiyle Tiran kelimesinin fonetiği Fizan’a pek benzemektedir (Karaosmanoğlu, 2004:25).

1955 yılına kadar büyükelçilik anılarını kaleme aldığı eserinin adı da bu tayinin anlamını özetlemektedir: Zoraki Diplomat.

3 O, bu konudaki duygularını şöyle dile getirir: “Onu, Anadolu denilen bu çorak toprakları, bu kül ve kireç yığınlarının içinden,

geceyi gündüze katarak dişlerimiz, tırnaklarımızla söküp çıkaracaktık. Önder ikide bir ardına bakıp bu işin düşmanı denize

dökmekten zor olduğunu, fakat mutlaka bunun da üstesinden geleceğimizi söylüyordu” (Karaosmanoğlu,1987:119).

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Gözüyle Türk İnkılâbı ve İnkılâp Kadrosu

Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi • 23 / 2010

204

duymaktadır4. Metot konusunda bu ülkelerden yararlanılmalı ancak Türk inkılâbının kendine özgü bir

ideolojisi olmalıdır. Ne var ki böyle bir ideoloji hala mevcut değildir. Yakup Kadri, bu noktada Atatürk’ten

farklı düşünmektedir. Zira Türk devriminin tartışılmaz lideri olan Atatürk, teoriden çok aksiyon yönü ağır

basan ve politikaları zamanın ve şartların gereklerine göre belirleme taraftarı olan bir liderdir. Yakup

Kadri’nin Atatürk’le yaşadığı şu diyalog, bu görüş farkını ortaya koymaktadır:“Bir gün C.H.P. ilkeleri gözden

geçiriliyordu. Paşam, bu her bakımdan bir inkılâp partisidir. İnkılâp partisi ise bir ideolojiye, bir doktrine dayanmaksızın

yürüyemez. Yüzüme bir masumun yüzüne bakar gibi bakmış ve gülümseyerek “o zaman donar kalırız” demişti”

(Karaosmanoğlu, 1991: 150). Atatürk’ün bu sözlerle ne demek istediğini Yakup Kadri söyle yorumluyor: “Ben

hür düşüncemi ve hür irademi paslanmış demir kafesler içine hapsedemem. Bu hatayı işlersem milletime ve kendime daima

ileri gitme ve yaratma gücünü kaybettirmiş olurum” (Karaosmanoğlu, 1991: 150).



YAKUP KADRİ’YE GÖRE KEMALİST İNKILÂP YÖNTEMİ VE İNKILÂP KADROSU



1. İnkılâp Yöntemi

Onun Kemalist elit içinde yer alan birisi olarak Türk inkılabında gördüğü ilk temel eksiklik, henüz

yolun başında olunduğu halde, devlet seçkinleri içindeki bazı kişilerin inkılâbı olmuş bitmiş ve

tamamlanmış kabul etmesidir (Karaosmanoğlu, 1987: 118-119). Oysa Yakup Kadri’nin üzerinde durduğu

başlıca mesele, inkılâbın halk kitlelerine mal edilmesidir (Karaosmanoğlu, 2004: 19). Bu da ancak yasalar

yoluyla yapılan modernleştirici reformların işlevsel olabileceği nesnel koşulların var edilmesi ile mümkün

olacaktır. Aksi halde, inkılâp, yalnızca sözde ve kâğıt üzerinde kalmaktan kurtulamayacaktır. Oysa Mustafa

Kemal ve etrafındaki birkaç kişi dışında, devlet seçkinleri, yasal ve kurumsal düzenlemelerle her şeyin

başlayıp bittiğini sanmaktaydılar. Yakup Kadri ve mensubu olduğu Kadro çevresine göre esaslı bir inkılâp

için öncelikle güçlü bir “kadro” gereklidir. Bu birikime ve perspektife sahip olduklarını düşünen Kadro

çevresinin bu süreçteki konumunu Şerif Mardin yıllar sonra şöyle değerlendirmektedir:

“Kemalistler yönetmeliklerin ve tüzüklerin önemini çok iyi biliyorlardı, ama bazı çağdaş modernleştirme şemalarında,

toplumun yeniden kurulması için kitlelerin harekete geçirilmesi gerekliliğini ortaya koyan devrimci ve harekete geçirici yanı

gözden kaçırmışlardı. Yönetmeliklerin, Osmanlı yönetiminin bir ilkesi olduğu ölçüde, Kemalistlerin modernleşme

konusundaki görüşlerinde de geleneksel bir kurucu öğe vardı kuşkusuz. Kemalizm içinde, modernleşmenin örgütsel ve

harekete geçirmeye ilişkin yanını fark eden biricik akım bazı etkin Marksçıların da içinde yer aldığı Kadro dergisiydi”

(Mardin, 1992: 63-64).

İnkılâp kadrolarına yönelik bu eleştirilerinde Yakup Kadri yalnız değildir. Dönemin seçkin gazetecisi ve

Atatürk’ün yakın çalışma arkadaşlarından Falih Rıfkı Atay da benzer serzenişlerde bulunur: “Kanunla işleri

bitirdiğimizi sanmak ve meseleyi memleketin üst katı meselesi saymak bizim eski hastalığımızdır. Tanzimat’tan beri bir

asır, sadece bu üst katı havalandırarak geçmiştir. Milletin yüzde seksen beşi için Tanzimat’tan beri bir gün bile geçmiş

olmadığını düşünmüyorduk ” ( Atay, 1984: 447).

Yakup Kadri, her şeyi olup bitmiş farz edenlere karşın, inkılâbın henüz başlangıç evresinde olunduğunu

Panaroma adlı eserinde bir taşra öğretmeninin ağzından şöyle dile getirir:

“Yıllar yılıdır, geceli gündüzlü haykırıp durduğumuz inkılâp kelimesinin daha i harfi bile buraya aksedememiş.

Kabahat kimde? Halkta mı? Hayır, bin kere hayır; kabahat, bir inkılâbın plansız, teşkilatsız ve tekniksiz yapılabileceği

hayaline kapılanlardadır. İki üç maddelik bir kanun, valiye, polise, jandarmaya birer emir (…) her şeyi olmuş bitmiş farz

ediyoruz; bu kanunların, bu emirlerin –kafanın içi şöyle dursun- hatta dışını bile değiştiremediğini görmek istemiyoruz.

Umumi müfettiş bey, -halkı Avrupai yaşayışa alıştırmak için- misafirlerini akşam yemeğine smokinle kabul ediyor; bizim,

lisenin müdürü ise, bütün gün mektebin içinde ökçesiz terlikle dolaşıyor; biri yeni sosyal nizamı kurmak, öbürü kafaları

işlemek gibi iki çetin vazifeyi üzerlerine almış bu adamların her ikisi de bence, başka başka bakımlardan inkılâp

metodumuzdaki aynı axiome hatasının kurbanıdırlar. Ne o, ne de bu bir şey yapmaya muvaffak olamayacak; her ikisi de

ağır bir çarkı, boşlukta döndürüp duracak” ( Karaosmanoğlu, 1987: 109-110).

Yakup Kadri’nin başlıca endişesi, toplumsal yapıda köklü bir değişimi başlatacak projeler yapılmaz ve

yasal ve kurumsal reformlar, toplumsal değişimlerle beslenmezse, modernleşme ancak yüzeyde kalacak ve

4 “Rusya (...) bize konstruktif, yani yapıcı ve kurucu bir inkılâp tipi göstermiş oluyor (...). Faşizm, eski İtalya’nın iskeleti üstünde

yeni bir İtalya, yeni, genç ve canlı bir İtalya kurmuştur...”(Yakup Kadri, 1933: 29)

eski, kendisini bu biçimsellik altında sürdürmeye devam edecektir. Toplumda kökü derinlere giden bir

değişimin olabilmesi için uzun erimli planlara ve idealist ve kararlı kadrolara ihtiyaç vardır5.

Yakup Kadri’ye göre gerçek inkılâp, ancak geniş çaplı bir ekonomik kalkınma seferberliği ile

gerçekleşebilecektir (Karaosmanoğlu, 1987: 120)6. Zira Batı, bu günkü düzeyine, gerçekleştirdiği büyük

ekonomik dönüşüm sonucunda ulaşmıştır. Modernliğin siyasi, idari, hukuki, düşünsel ve kültürel tüm

boyutları, bu dönüşüme paralel olarak ortaya çıkmışlardır. Bu nedenle, Batı’nın ekonomik yapısına has,

onun ortaya çıkardığı kurumları taklit ederek bir Batı toplumu olamaya imkân yoktur. Ne var ki, Yakup

Kadri ve mensubu olduğu Kadro çevresine göre Cumhuriyet’in kurucu kadroları nezdinde,

modernleşmenin ekonomik boyutu yeterince önem kazanamamıştır (Tekeli-İlkin, 2003b: 463). Yakup

Kadri için modernleşmenin nirengi noktası “sanayileşme” ve onunla atbaşı giden “iktisadi kalkınma” dır

(Tekeli-İlkin, 2003a: 522). Modernliğin siyasi ve kültürel boyutları da ancak ekonomi sahasındaki değişime

paralel yürüyecektir. Oysa o günkü kimi iktidar kadrolarınca, modernliğin bu farklı boyutları arasındaki

nedensellik ilişkisi tersinden kurulmuş ve öncelik, laik eğitim yoluyla kendisinde çevresini değiştirebilme

gücünü gören rasyonel insanın yetiştirilmesine verilmiş ve bu insan tipinin modern toplumu inşa edeceği

düşünülmüştür. Yakup Kadri ise laik eğitimin, tek başına, köklü bir değişimi sağlayabileceği kanaatinde

değildir: “Talim, terbiye, iyi örnek bunların hepsi geçici şeylerdir. Ve çevre değiştirmedikçe insanın değişmesine imkân

yoktur” (Karaosmanoğlu, 1997: 42)7. “Çevre” yi değiştirecek en güçlü parametre ise “ekonomi” dir.

2.İnkılâp Kadrosu

1932’de kaleme aldığı Yaban romanında modernleştirilecek, dönüştürülecek olanın, yani halk

kitlelerinin hali pür melalini deşifre etmeye çalışan Yakup Kadri, yıl 1954 olduğunda bu kez merceğini

inkılâpçı kadroların üzerine koyar ve kurtarıcıların, inkılâpçılıklarını sorunsallaştırır, kendi ifadesiyle deşeler.

Yakup Kadri’nin penceresinden Türk inkılâbının ikinci temel eksiği, kararlı ve vizyon sahibi bir

“kadro”sunun olmamasıdır. Zira onun “oportünistlerden, bürokratlardan devşirme başıbozuk bir kalabalıkla bir

inkılâp hareketinin yürütülemeyeceği” (Karaosmanoğlu, 2004: 35) ifadesi, bu kanaatini yansıtmaktadır. Her

şeyden önce inkılâp kadroları arasında, tam bir duygu ve ideal birliği yoktur. Çünkü maalesef eski düzenin

geleneksel egemenleri, yeni düzende de sahne almışlar ve sürece eklemlenmişlerdir (Karaosmanoğlu, 1987:

556;Boratav, 2006: 15). Karizmanın kurumsallaşması, rutinleşme ve idare-i maslahatçı tavrın kısa bir sürede

siyasi hayata hâkim olmasının başlıca nedeni budur. Onun, CHP Umumi Kâtibi Recep Peker ve parti

merkez heyetine ilişkin değerlendirmeleri bunu göstermektedir:

“Bu heyeti teşkil edenlerin çoğu ise bazı vali ve umum müdür eskilerinden ibaret olup amirlerine “Beyefendi” diye hitap

ederler ve birtakım kâğıtları imzalatmak için “huzur”a girerlerken ceketlerini iliklerlerdi. İşte, Cumhuriyet Halk Partisi

umumi katibine göre inkılabın asıl ileri karakolu bunlardı ve bunlardan başka kimse olamazdı” (Karaosmanoğlu, 2004:

36-37).

Görüldüğü üzere Yakup Kadri’nin inkılâp kadrosuna dair değerlendirmeleri en az Yaban’daki Anadolu

köylüsü tasviri kadar serttir: Ona göre “Cumhuriyet Halk Partisi’nin üç yüz kişilik meclis kadrosu içinde inkılap

heyecanın duyan ve liderin dehasına gerçekten inanmış olanlar parmakla sayılacak kadar azdı(r)” (Karaosmanoğlu,

5 Yakup Kadri, kendi önerisinin temelini oluşturan “plan” kavramına, olası yanlış anlaşılmalar için şöyle açıklık getirir: “İnkılâbın

bir zorlama ameliyesi olduğunu bilmekle beraber, Rusya’da Almanya’da birçok barbarca tezahürlerini görüp işitmekte olduğumuz

bir terör rejimi taraftarı da değilim (…) halkın polis ve jandarma yumruğuyla ileriye doğru itilebileceğine asla ihtimal

vermeyenlerdenim” (Karaosmanoğlu, 1987: 114).

6 Ancak Yakup Kadri’ye göre inkılâp kadroları bu seferberlik için gerekli kararlılıktan uzaktırlar: “Bu seferberliğe senin tabirinle

ekonomik kalkınma seferberliğine kimi çağırabilirsin? Heyhat! Dünkü kahraman inkılâp önderleri bile bugün ipekli

röpdöşambrlarına bürünmüş, fağfur banyolu kâşanelerinden dışarıya başlarını uzatmak istemez oldular (…) Halk ise, Tih

Sahrasında kıtlığa uğramış Beni İsrail gibi eli böğründe, gökten inecek kudret helvasını bekliyor ve ümitlerinin boşa çıktığını

görünce Musa’dan yüz çevirip ve onun gösterdiği mucizeyi unutup homurdanmaya başlıyor. Kayadan sular fışkırtan, denizler

ortasında yollar açan, nice müdafaasız boynu Firavunların satırından kurtarmış olan Musa, şimdi Çölde tek başına kalan bir

adamdır (Karaosmanoğlu,1987:120).

7 Nitekim bunun en tipik örneği, Yaban’daki kahramanlardan Mehmet Ali’nin askerliğini tamamlayarak köyüne dönmesinden kısa

bir süre sonra, kendisiyle birlikte köye gelen komutanı ve romanın aydın figürü olan Ahmet Celal’in etkisinden sıyrılıp askerlik

öncesindeki haline dönmüş olması ve köyündeki diğer insanlar gibi düşünmeye ve davranmaya başlamasıdır (Karaosmanoğlu,

1997:42).

2004: 31-32)8. Panaroma’da, idealist bir inkılâpçının ağzından taşranın vaziyeti şöyle anlatır: “…Büyük Millet

Meclisi “zabıtname külliyatını” dolduran ileri inkılâp kanunlarının hiçbiri henüz hayata geçmemiş ve Kemalizm prensipleri

çorak vatan topraklarına kök salmak şöyle dursun, henüz birkaç kişinin elinde evirilip çevrilmeye mahkûm birer

laboratuar nebatı halinde kalmaktan kurtulamamıştır ” (Karaosmanoğlu, 1987: 43).

Yakup Kadri’ye göre inkılâp kadroları, enerjilerini, kâğıt üstünde kalan bu düzenlemelerin hayata

aksedebilmesi ve yerleşikleşmesi için gerçek politikalar geliştirmeye sarf edecekleri yerde mebusların kimi

arsa spekülasyonu (Karaosmanoğlu, 1987: 277), bürokratların bazıları ise makam ve nüfuzlarını şahsi çıkar

elde etmekte kullanmakla meşguldürler (Karaosmanoğlu, 1987: 25-31).

O, inkılâplara önderlik edecek olan meclis kadrosundan da memnun değildir: ‘Oturumlara çok az mebus

katılmakta, onların da bir kısmı uyuklamakta ve bir kısmı ise esasa değil usule dair konularda basmakalıp bazı sözleri

tekrarlayıp durmaktan başka bir şey yapmamaktadırlar’ ( Karaosmanoğlu, 1987: 43). Meclis oturumlarında yeni

öneri ve eleştirilerin ifadesine fırsat verilmemektedir. Örneğin, söz almak isteyen bir mebusa, başkan, hangi

konuda söz istediğini sormakta ve belirtilen her hususu, parti gündeminde böyle bir konu olmadığı

gerekçesiyle geri çevirmekte, hasbelkader söz almış olsanız bile zülfü yâre dokunacak bir konuya

değinmeniz durumunda meclisten yükselen sesler, bağırıp çağırmalarla konuşmanız engellenmektedir

(Karaosmanoğlu, 1987: 146).

Yakup Kadri, mevcut kadrolara yönelik bu eleştirilerinden sonra zihnindeki “ideal inkılâpçı” portresini

şöyle çizer: ‘Kimin ne dediğine aldırış etmeden, çevresini bireysel çabalarıyla değiştirebileceğine inanan,

kararlı, aktif birey. Aşırı eleştirel bir ruh halinin yaratacağı karamsarlıktan uzak, ancak auto-critique’i ihmal

etmeyen, yaptıkları üzerine eleştirel düşünme yürekliliğine sahip olan, başarılı insan’ ( Karaosmanoğlu,

1987: 112-113).

Oysa inkılâp kadroları arasında bu niteliklere sahip olanların sayısı fazla değildir. Yapılan inkılâpların

biçimsel düzeyi aşıp özsel bir nitelik kazanamamış olmasının en temel nedeni de budur. Oysa inkılâp

kadroların tavırlarına bakıldığında çoğu bu hususta bir kaygı içinde değildir. Yakup Kadri bu rahat ve her

şeyi olmuş bitmiş sanan kadroların durumunu şöyle anlatır:

“Herkes şapka giyiyor, sakal ve bıyıklar tıraş edilmiştir, kadınlar peçelerini sıyırmışlardır; soireée’ler soireée’leri

(suvare) balolar baloları takip ediyor (…) On yıl içinde, bozkırın ortasında, bin yıllık İstanbul şehrinden daha mükemmel,

daha medeni binaları caddeleri ve meydanları ile bir devlet merkezi kurulmuştur. Yüzlerce binlerce kilometrelik demiryolları,

bir vücuttaki şahdamarları halinde dağınık vatan parçalarını birbirine bağlamak üzere doğuya, batıya, dal budak salıyor.

Evet, bunların hepsi gerçektir. Fakat birer tarihi vakıa olarak bunların kıymeti nedir? Festen şapkaya geçmenin kavuğu

atıp fesi giymekten daha büyük bir ehemmiyeti mi vardır? Tanzimatçı dedeleriniz de tepeden tırnağa kıyafet değiştirmişlerdi

(…) Garp sisteminde okullar, kışlalar, hastaneler açmışlardı, tersaneler, tezgâhlar, kızlarına okuyup yazma öğretmişler,

musiki dersi verdirmişlerdi. Lakin bütün bunlar, elli altmış yıl sonra bir yeniçeri kıyamından farkı olmayan 31 Mart’ları

(…) Babıâli baskınlarını önleyebildi mi?” (Karaosmanoğlu, 1987: 44).

Onu bu kadar sert bir eleştiriye yönelten başlıca saik, yüzeyde kalan reformların her zaman için bir ters

dalga ile kolayca ortadan kaldırılma tehlikesidir.

Görüldüğü üzere Yakup Kadri, inkılâpların daha çok dış görünümün çağdaşlaştırılması ile sınırlı

kaldığından yakınmaktadır. Onun için esas mesele, savaşların, göçlerin, istibdadın perişan ettiği halkın refah

seviyesini yükseltecek, yoksulluk, çaresizlik çemberini kıracak esaslı bir dönüşümün gerçekleştirilmesidir.

Sahici bir inkılâp ancak bu şekilde olur ve Kemalist üst yapı devrimleri ancak bu durumda kök salıp,

yerleşikleşebilir. Aksi halde yapılan inkılâplar; “tepesi yerde, temelleri havada ve her an devrilmek tehlikesi içinde bir

Ehram” (Karaosmanoğlu, 1987: 44) gibi kalmak durumundadırlar.

Ancak Yakup Kadri, bu türden bir değişimi gerçekleştirmesi gereken devimci kadroların çoğu hakkında

tam bir düş kırıklığı içindedir. Öyle ki bu kişiler yüzünden, temeli fazilet ve feragate dayanması lazım gelen

bir devrim, daha ilk günlerde bir yozlaşma tehlikesiyle yüz yüze kalmıştır. Yakup Kadri’ye göre bunun

8 İnkılap kadroları hakkında Yakup Kadri ile aynı hayal kırıklığını yaşayan Falih Rıfkı Atay’a göre; “Daha devrimin ikinci yılında

Atatürk ve eserlerine inananlardan çoğu, bir fırsatını bulup memleketten çıkmak veya memlekette rahat ve kazanç mevkilerini elde

etmekte sabırsızlanmakta idiler. Bu harap vatandan uzakta, bu yoksul halktan ırakta, Avrupa şehirlerinde bir devlet konağına

yerleşerek, devlet arabası ve devlet dövizi ile ömürlerini hoşça geçirmek veya Çankaya’daki nüfuzlarını iş piyasasına satarak bir iki

vurgunda nesillik servet edinmek hırsı, Çankaya’daki ihtilalci yuvasını saray havası ile zehirliyordu(…)Atatürk, devrimci bir lider

olarak ordusuz komutana benziyordu” ( Atay,1984:447).

başlıca nedenlerinden biri, eski rejimin kadrolarının, bu yeni dönemde de sahne almaları, yani devlet ve

hükümet makamlarına yerleşmeleridir9. Türk milletinin tarihinde yaşadığı en büyük devrimin inşasında

görev alması gerekenlerin “kimi arsa spekülasyonları, kimi idare meclisi azalıkları, kimi taahhüt işleri, kimi de türlü

türlü şekillerde komisyonculuk peşine düşmüş bulunuyordu” (Karaosmanoğlu, 1984: 100). Bu kabil olaylar öyle bir

noktaya ulaşmıştı ki; hükümet, milletvekillerinin devlet sektöründeki müesseselerde idare meclisi azası

olmalarını yasaklamak zorunda kaldı (Karaosmanoğlu, 1984: 102)10. Yakup Kadri, İsmet Paşa’nın ‘siyaseti

ticarete alet edenler’ olarak adlandırdığı bu kişilerin sayısı tahmin edilenden de fazladır. Zira “Zeytinyağı

piyasasını inhisarı altına alan bakan mı istersiniz; karaborsacıları koruyan vali, umum müdür vesaire mi istersiniz, o

devirde bunların her köşe başında size sırıttıklarını görebilirdiniz” (Karaosmanoğlu, 1984:184). Kişisel çıkarlar çoğu

kez inkılâp davasından daha önemli olabiliyordu. Bu tutum içinde olanların başlıca uğraşı, iktidar

yelpazesinde daha bir üst makama çıkmaktı. Çıkanlar da bütün enerjilerini orayı muhafaza etmeye

harcıyorlardı (Karaosmanoğlu, 1987: 151).

Yakup Kadri aynı biçimselciliği taşra yöneticilerinde ve parti teşkilatlarında da görür: Valilerin başlıca

meşguliyetleri, lokantası, büfesi, oyun odaları, dans ve konferans salonlarını içine alan lüks hükümet

konakları yaptırmaktır. Gerçekte bu binalar, merkezden gelen devlet ricalini ağırlanması dışında fazla bir işe

yaramamaktadır (Karaosmanoğlu, 1987: 53-54). Vali ve belediye başkanları asıl görevleriyle, yani halkın

gerçek sorunları ile pek az ilgiliydiler11. Çünkü merkezi yönetimde olduğu gibi Cumhuriyet Halk Partisi’nin

taşra teşkilatları da çok kısa bir sürede idareyi maslahatçı mahalli eşraf ve mütegallibe sınıfının eline geçmişti

(Karaosmanoğlu, 1987: 56-57).



SONUÇ YERİNE

Yakup Kadri’nin yukarıdaki değerlendirmeleri göstermektedir ki, toplumun iç dinamiklerine

dayanmayan ve aktörü toplum olmayan, yalnızca siyasi kararla ve yukarıdan biçimlendirici bir yöntemle bir toplumda ancak sınırlı bir değişiklik yapılabilmekte, değişimin, devlet sınırlarını aşıp toplum katlarına ulaşması mümkün olamamaktadır. Hatta bu yöntem, esaslı ve kendi kendini besleyen bir süreç olarak modernliği yaratmak için uygun olmamak bir yana, bu yönde bir değişimin nesnel zeminini aşındırıcı bir işlev de görebilmektedir. Zira kurumsal modernizasyon, zaten sermaye birikiminin son derece sınırlı olduğu azgelişmiş bir toplumda, sivil toplumun elinde kaldığı takdirde daha sahici bir değişime aracılık edebilecek kaynakların tükenmesine yol açacağından modernliğe geçişi zorlaştırabilme gibi bir sakıncayı da

içinde barındırmaktadır. Yakup Kadri, Cumhuriyet seçkinleri içinde bu gerçeğin ayırdına varabilen ve bunu derinlemesine analiz edebilen nadir inkılâpçıdan biridir. Ancak ne var ki onun eleştirileri, Atatürk dışında mevcut iktidar kadrosunca olumlu karşılanmamış ve en kısa zamanda merkezden uzaklaşması sağlanmıştır.



Cumhuriyet modernleşmesinin belki de en temel zaafı, bir eleştirellik ve düşünümsellik zemininde biçimlenmemiş olmasıdır ki bunu en tipik örneği bu yönde bir çabanın içinde olan Yakup Kadri’nin zoraki diplomat yapılmasıdır.



Türk toplumunda “modern olan” ın yapısal ve yerel olarak ortaya çıkabilmesi için yapılacak olan, onun herhangi bir aşamasını mitleştirmek ve sorgulanamaz kılmak değil, olanı eleştirel bir gözle sürekli yeniden değerlendirmektir. Zira zaten modernlik denen şey, eleştiri hattı üzerinden ilerleyen ve onunla vücut bulan bir olgudur. Bir dönemin mitleştirilmesi ve efsaneleştirilmesi ise karşılaştığımız sorunları aşmamıza değil, olsa olsa onlarla yüzleşmeyi bir süre ertelememize, gittikçe reel olandan kopmamıza, yabancılaşmamıza neden olacaktır. Yakup Kadri, yazdıkları ve eleştirileri ile bu yabancılaşmanın önünü almaya, “ Ne vakit sönmüş bu ateş? mi diyeceksin (…) Bu ateş, Kemalist Türkiye’nin anahtarlarını Babıali tembelhanesinin bekçileri eline teslim ettiğimiz gün sönmüştür. O uğursuz ve fosil müessesenin dalkavuk izzetlileri, idareyi maslahatçı saadetlileri, mankafa devletlileri aramıza katıldıkları –yalnız aramıza katılmış olsalar neyse- devlet, hükümet makamlarının, hatta Meclis ve Parti teşkilatının başına geçtikleri andan itibaren bence bir inkılâp rejiminden bahsetmeye imkân kalmamıştır…” (Karaosmanoğlu,1987:56-57).



Ancak ona göre maalesef bu yasaklar bütün milletvekillerine eşit tatbik edilmedi ve tam bir tarafsızlık sağlanamadı

(Karaosmanoğlu, 1984: 104-105).

11Vali’nin lüks hükümet konağı inşa etmekle meşgul olduğu bu şehrin vaziyetini yazar şöyle özetliyordu: “Şehrin pisliği,

bakımsızlığı, tozu, çamuru artık en vurdumduymaz, en hırlanba yerliler tarafından bile çekilemez bir hale gelmişti. Tek gezinti ve

nefes alma yeri olan Millet Bahçesi’ni yabani otlar bürümüştü. Dış mahallelerde çirkef suları sokakların ortasında akıp

gidiyordu…” (Karaosmanoğlu,1987:55-56).

modernleşmenin toplumla bağını kurmaya ve onu kendi ifadesiyle ‘boşlukta dönüp duran ağır bir çark’olmaktan çıkarmaya çalışmıştır.



KAYNAKLAR

Atay, Falih Rıfkı (1984). Çankaya, İstanbul: Bateş A.Ş.

Aydemir, Şevket Süreyya (1968). İnkılâp ve Kadro, (2.Baskı). Ankara: Bilgi Yayınevi.

Boratav, Korkut (2006). Türkiye’de Devletçilik, (2.Baskı). Ankara: İmge Kitabevi.

Ertan, Temuçin Faik (1994). Kadrocular ve Kadro Hareketi, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları.

Karaosmanoğlu, Yakup Kadri (1979). “Ankara, Moskova, Roma” Kadro, Cilt:2, (Tıpkıbasım). Yay. Haz:

Cem Alpar, Ankara: Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Yayınları.

Karaosmanoğlu, Yakup Kadri (1984). Politikada 45 Yıl, (2.Baskı). Yay. Haz: Atilla Özkırımlı, İstanbul:

İletişim Yayınları.

Karaosmanoğlu, Yakup Kadri (1987). Panaroma, (3.Baskı). İstanbul: İletişim Yayınları.

Karaosmanoğlu, Yakup Kadri (1991). Atatürk, (5.Baskı) Yay. Haz: AtillaÖzkırımlı, İstanbul: İletişim

Yayınları.

Karaosmanoğlu, Yakup Kadri (1997). Yaban, Yay. Haz: Atilla Özkırımlı, İstanbul: İletişim Yayınları.

Karaosmanoğlu, Yakup Kadri (2004). Zoraki Diplomat, (3.Baskı). İstanbul: İletişim Yayınları.

Karaömerlioğlu, Asım (2002). “The Peasants in Early Turkish Literature” East European Quarterly,

XXXVI, No.2, June 2002, pp.127-153.

Mardin, Şerif (1992). “Türk Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar: Merkez-Çevre İlişkileri” , Türkiye’de

Toplum ve Siyaset, (3.Baskı). Derl. Mümtaz’er Türköne-Tuncay Önder, İstanbul: İletişim Yayınları, ss.34-76.

Tekeli, İlhan ve İlkin, Selim (2003a). Kadrocular ve Kadro’yu Anlamak, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt

Yayınları.

Tekeli, İlhan ve İlkin, Selim (2003b). “Türkiye’de Bir Aydın Hareketi Kadro” Cumhuriyet’in Harcı -Birinci

Kitap, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, ss.449-484.

Ziyaret -> Toplam : 125,33 M - Bugn : 86857

ulkucudunya@ulkucudunya.com