« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

20 Ara

2010

Batılı Üç Eserde ‘Romantik Kurban’ Cem Sultan

Nesrin TAĞIZADE-KARACA 01 Ocak 1970

Özet:

XV. yüzyılda Batılıların ‘Zizim’ adını verdikleri Cem Sultan, tarihi

bir kişilik olduğu kadar bizde ve Batıda edebiyat ve sanata da konu

olmuş dramatik bir hikayenin kahramanıdır. Ağabeyi II. Bayezid ile

girdiği fakat kaybettiği taht mücadelesi, on üç yıl süren sürgün ve esaret

hayatı, renkli kişiliği, şairliği ve şiir meclisleri ile özgün bir karakterdir.

Doğu ile Batının aynı derecede ilgisini çeken bu şahsiyet, Batı ile

ilişkilerimizin de başlangıcı mahiyetinde olup siyasi, diplomatik ve tarihî

bir öneme sahiptir. Bu çalışmada; Cem Sultan portresi ve Mısır, Rodos,

Fransa ve İtalya’daki sürgün dönemi; ‘öteki’ konumundaki üç Avrupa’lı

yazarın Türkçeye çevrilmiş üç eseri üzerinden değerlendirilecektir.

Bunlar; İvo Andriç ‘Uğursuz Avlu’, Vera Mutafçıyeva ‘Cem Sultan’

ve Eduard Sablier ‘Cem Sultan-Bourganeuf Mahpusu’ dur.



“Hüsrev-i âlem şehenşâh-zâde-i hâkaan-ı Rûm

Sâhib-i cûd u kerem şehzâde Cem Sultân’dur”



Osmanlının devletten imparatorluğa geçiş sürecinde yaşamış olan Cem Sultan

(1459-1495) Osmanlı şehzadeleri içinde ‘Sultan’ olamadığı halde Sultan

Cem, Cem Sultan olarak anılan kişiliği, konumu ve dramatik sürgün hayatı

ile Osmanlı tarihinin hazin hikayelerinden birinin kahramanıdır. Devlet

adamlığı ve şairliğinin yanında sanatçıları meclisinde ağırlaması ve onlarla

şiir ve eğlence âlemleri düzenlemesi ile de tanınır.

XV. yüzyılda Batılıların Zizim adını verdikleri Cem Sultan, tarihi bir kişilik

olduğu kadar hayatının trajik çizgisiyle bizde ve

Batıda, edebiyata ve sanata konu olmuş bir şahsiyettir. Ağabeyi II. Bayezid

ile girdiği taht mücadelesi, on üç yıl süren sürgün ve esaret hayatı ile olduğu

kadar renkli kişiliği, şairliği ve şiir meclisi ile özgün bir karakter olan Şehzade

Cem’in hayatı ve özellikle Rodos, Fransa ve İtalya’da geçen gurbet ve sürgün

dönemi ülkemizde ve batıda geniş yankı bulmuş, hakkında pek çok eser

yazılmıştır.



Hayatıyla ödediği ve maiyetindekileri de birlikte sürüklediği bu kader birliğinin

trajik hikayesi bizde ve “öteki” bağlamındaki Batı’da; tarih başta olmak

üzere roman, tiyatro, şiir, resim, opera, çizgi roman, radyofonik oyun, belgesel

metinler gibi edebiyat ve sanat eserlerine konu olmuş, hayat hikayesi ve

konumunun stratejik öneminden dolayı hem Doğu hem Batı tarihinin ve

coğrafyasının ortak konusu olarak ele alınarak farklı düzlemlerde işlenmiştir.

Otuz altı yıllık kısa bir ömre galibiyeti, yenilgiyi, görkemi, çileyi, sefaleti, zevki,

saltanatı, sultanlığı, aşkı, sürgünü ve tutsaklığı sığdıran bu kişilik; Türkçe,

Fransızca, İngilizce ve Sırpça’da romanlaştırılmıştır. Mitolojide tanık olunabilecek

bir hayat hikayesinin sahibi olarak yüzyıllar boyunca insanların ilgisini

çekmiştir. Doğu ile Batının kendi açısından paylaştığı bu konu, Batı ile ilişkilerimizin

de başlangıcı mahiyetinde olup siyasî, diplomatik ve tarihî bir öneme

sahiptir.



Osmanlı hanedanının en renkli ve o ölçüde talihsiz isimlerinden biri olan

Cem Sultan, kültür ve edebiyat tarihimiz açısından da önemlidir. Arapça,

Farsça, Latince, Yunanca ve İtalyanca bilen, Türkçe ve Farsça Divan sahibi

olan şehzade, Şeyhi, Necati, Nizami ve özellikle Ahmet Paşa gibi isimlerin

etkisinde kalmış, duyarlılık, incelik ve ayrılık dolu sürgün yıllarında duygulu

ve etkileyici gazel ve kasideler kaleme almıştır (Durak 1997: 74-95). Osmanlı’nın

önemli kültür merkezlerinden biri olan Konya’daki valiliği sırasında

etrafında oluşan ‘Cem Şairleri’ diye anılan edebî topluluğun edebiyat muhitleri

içinde farklı bir yeri vardır. Sa’dî-i Cem, Sirozlu Kandî, Sehâyî, Haydar

Çelebi, Lâ’lî, Aynî, Şâhidî, Türâbî gibi şairlerinden oluşan bu topluluğun

varlığı, “İhsan” ve “caize” kaygısının çok ötesindeki bir dostluğa, vatanı birlikte

terk etmeye, sürgün ve esaret hayatının sıkıntılarına ve ölünceye kadar

talihsiz şehzadenin yanından ayrılmamaya kadar giden bir kader birliğine

dönüşmüştür (Horata 2000: 92 ).



Batı literatüründe olduğu kadar bizde de Cem’in hayatını ve özellikle sürgündeki

on üç yılı konu alan eserler büyük ölçüde Vâkıât-ı Cem Sultan

(Horata:2001: 73) adlı esere dayanır. Cem Sultan’ın maiyetinde bulunanlardan

biri tarafından (kuvvetli bir ihtimalle Haydar Çelebi) yazılmış olan bu

kronik, şehzadenin hikayesine yönelik kısa notlardan oluşan bir günlük düzeninde

Şehzadenin ölümünden (1495) yirmi yıl, Sultan II. Bayezid’in ölümünden

iki yıl sonra kaleme alınmış olup (1514) içeriği itibariyle Batı coğrafyasına

ve Batı dünyasına açılan ilk eser niteliğindedir. (Horata 2001: 73)

Bu yazıda; Cem Sultan olayını edebi düzleme taşıyan ve eserleri Türkçeye de

çevrilen batılı yazarlar örneklemesinde Sırp kökenli İvo Andriç,* Fransız

Edouard Sablier* ve Bulgar Vera Mutafçıyeva* da bu kronikten büyük ölçüde

yararlanmışlardır. Edouard Sablier’in eserinin arkasında verdiği kaynakça

bölümünde, Batı literatüründen bir çok eserin yanında Tâcü’t Tevârih ile

Tağızade-Karaca, Batılı Üç Eserde ‘Romantik Kurban’ Cem Sultan

169

birlikte Vâkıât-ı Cem Sultan’ın Fransızcaya çevrilmiş nüshaları da yer alır.

(Sablier 2001: 167)

Söz konusu eserlere geçmeden önce Cem Sultan’ın portresini ve hayat hikayesinin

ana çizgilerini hatırlamak yerinde olacaktır. (Bu konuda bk Baysun

1945; 69-81)



Fatih Sultan Mehmet’in küçük oğlu olan Cem, 23 Kânun (Ocak) 1459’da

Edirne’de doğdu. Annesi, menşei hakkında farklı rivayetler bulunan Çiçek

Hatun’dur. On yaşına kadar sarayda özel hocalar tarafından eğitildi ve Arapça

ve Farsçanın yanında İtalyanca ve Rumca öğrendi. 1469’da on yaşındayken

Kastamonu Sancak Beyliğine gönderildi. Otlukbeli savaşı için giden

babasından haber alınamaması ve ordunun mağlup olduğu söylentileri üzerine

sancak beyliğinden döndükten sonra etrafındakilerin teşvikiyle ümeradan

sadakat yemini almaya kalkıştı. Babası zaferle dönünce kendisini bu

yola teşvik edenler idam edildi.



1474’te kardeşi Şehzade Mustafa’nın ölümü üzerine Karaman eyaletine tayin

edildiği için Konya’ya yerleşti. Etrafında önemli ilim ve sanat adamlarından

bir muhit oluşturdu. Fatih’in son yıllarında avcılık, atıcılık, çeşitli silah kullanmak,

ata binmek, güreş gibi konularda kendisini geliştiren, sağlam yapılı,

fizik olarak gösterişli bir genç olarak yetişen Cem’le Amasya valisi olan ağabeyi

II. Bayezid arasında gizli bir rekabet başladı.



Fatih’in Gebze yakınlarında ölümünden sonra (1481) daha çabuk hareket

eden II. Bayezid babasının yerine tahta çıktı. Bunu tanımak istemeyen Cem,

ağabeyinin babasının şehzadeliği kendisinin ise padişahlığı sırasında doğmuş

olduğunu, babası tarafından kendisinin padişahlığına işaret edildiğini ve

buna hazırlandığını ileri sürdü. Tahta kendisinin lâyık olduğunu düşünen

yirmi iki yaşındaki şehzade, kardeşinin kuvvetlerini mağlup ederek Bursa’da

Anadolu padişahlığını ilan etti. On sekiz gün süren saltanatı sırasında hutbe

okutarak adına sikke bastırdı. Ardından Bayezid’le barış ve uzlaşma yolları

aramaya başladı. İki taraf aynı yıl tekrar karşı karşıya geldi ve yenilgiye uğrayan

Cem, Konya’ya geri çekilmek zorunda kaldı ve takip edildiğini öğrenince

ailesi ve kırk kişilik bir kafileyle Kahire’ye gitti ve Sultan Kayıtbay’a sığındı.

Bu sırada Hac görevini yerine getirdi. Beyliğini yeniden kurmak için iki kardeşin

çekişmesini çok iyi kullanan Karamanoğlu Kasım Bey tahrikiyle şansını

bir defa daha denemek istedi fakat askerî ve idarî yönden durumunu daha

da güçlendiren II. Bayezid karşısında tutunamadı. Konya’dan halkın gözyaşları

arasında ayrılmak zorunda kaldı ve mücadelesine Rumeli’de devam

etmek üzere Rodos şövalyelerine sığındı.



Şövalyelerin reisi Pierre D’Aubusson, Şehzade Cem ile padişah olduğunda

Rodos’tan alınan adaların geri verilmesi yolunda yaptığı pazarlığın yanında

II. Bayezid ile de yıllığı kırk beş bin düka altın karşılığında anlaştı. Rumeli’ye

geçmeyi düşünen şehzadenin önce Savoia dükasına bağlı Villefranche’ye,

buradan da veba salgını sebebiyle güney Fransa’daki Nice’e götürülmesini

sağladı. Pierre D’Aubusson, Papa IV. Sixte’ye ve Avrupa hükümdarlarına

yazdığı mektuplarda Cem’in elinde bulunduğunu, bu durumdan mutlaka

yararlanılmasını, Hristiyanların birlik içinde, İslamiyet ve Osmanlılar aleyhinde

hareket etmeleri gerektiğini, Türklerin Avrupa’dan atılması için uygun

zamanın ve şartların oluştuğunu bildirmekteydi.



Nice’de dört ay kalan Cem Sultan burada Batının sosyal yaşantısına ve eğlence

hayatına yakından şahit oldu. Bir tür tutsaklık sürecinde kendi üzerinde

oynanan bütün bu iki yüzlü, gizli ve kirli oyunları sezen ve Batı’nın elinde

rehine olduğunu anlayan Cem bu sıralarda yazdığı bir mektubunda, II.

Bayezid’den kendisini küffar elinde bırakmaması için yardım istedi. Daha

sonra gittikleri Sassanage’de, hisar beyinin kızı Filipin Helen ile aşk macerası

yaşadı. Güney Fransa’da altı yıl dört ay süren sürgün hayatı, bir kaleden

diğerine gönderilmekle geçti.



Yeniden tahta geçmekten ümidini kesen Cem, Mısır’daki ailesinin yanına

dönebilmenin yollarını aramaya başladı ve hatta sonuçsuz kalan bazı kaçma

teşebbüslerinde bulundu. 1483’te Rumully’e götürüldü. Burada Savoie

dükasının on dört yaşındaki oğlu Charles, Cem’in hâline acıyarak ona yardımcı

olmaya çalıştı. Fakat Osmanlı’nın fetihlerini önleyebilmek için Şehzadeyi

ellerinde tutmanın tek kozları olduğunu düşünen Avrupalılar, onu buradan

uzaklaştırarak Bourganeuf şatosunda yaptırdıkları Grosse Tour ve Tour

de Zizim adlı yedi katlı bir kuleye hapsettiler ve Cem son iki yılını burada

geçirdi. Çeşitli eğlenceler ve boş vaatlerle oyalanan Şehzade, bu esaretten

farksız yıllarını, durumuna ve sürgün psikolojisine uygun şiirler yazmakla

geçirdi. Bu sırada bir papağana konuşma, maymuna da satranç öğrettiği

rivayet edilmektedir.



Avrupa’ya karşı çekingen bir politika izlemek zorunda kalan II. Bayezid ise

gönderdiği adamlarla Cem hakkında sürekli bilgi almaya çalışıyordu. Sonunda

yapılan bir antlaşmayla Vatikan’a teslim edildi (1489). Cem, Mısır’a

dönme konusunda papadan yardım istedi. Papalık ise onu Hıristiyan yaparak

Haçlı seferlerinde kullanmayı düşünüyordu ancak şehzadeyi ikna etmeleri

mümkün olmadı ve Roma’da altı yıl kaldıktan sonra, Kral VIII. Charles’ın

baskısı karşılığında Fransa’ya teslim edildi.



On üç yılı aşan esaret ve sürgün hayatından iyice bitkin düşen Cem, kralla

Roma’dan Napoli’ye giderken yolda hastalandı. Öleceğini anlayan şehzade

etrafındakilere, Bayezid’in, cesedini düşman ülkesinde bırakmamasını, borçlarını

ödemesini, ailesine ve adamlarına yardımcı olması vasiyetinde bulundu

ve 25 Şubat 1495 günü Napoli’de vefat etti. Cenazesi, ölümünden ancak iki

yıl sonra Anadolu’ya getirilerek (1499) dedesi Sultan Murad’ın Bursa’da

yaptırdığı Muradiye Camii’nin avlusuna, kardeşi şehzade Mustafa’nın yanına

defnedildi. Kaynaklar, Cem’in eceliyle ölümünden ziyade onu Fransa kralına

teslim etmek zorunda kalan Papalık tarafından II. Bayezid’den alınan rüşvet

karşılığında zehirlenmiş olabileceği hususunda birleşirler.



Cem’in, hem babası Fatih Sultan Mehmed’in arzusunun da bu yönde olduğunu

iddia ederek ve hem de kendisinin daha ehil bulunduğu inancıyla başlattığı

saltanat mücadelesi sadece kendisinin değil ailesi ve etrafındakilerin de

sonunu hazırlamıştır. Kendisi Anadolu’dan ayrıldığında, önce Gedik Ahmed

Paşa, ardından henüz üç yaşında olan büyük oğlu Oğuz Han, II. Bayezid’in

emriyle boğdurularak öldürülmüştür. Küçük oğlu Murad, önce Kahire’ye ve

sonra da Rodos’a giderek Hıristiyan olmuş, Rodos’un 1522 yılında fethedilmesiyle

Cem adını verdiği oğluyla birlikte idam edilmiştir. Kahire’de kalan

annesi Çiçek Hatun ve iki kızı, sürgün yıllarında II. Bayezid tarafından İstanbul’a

çağrılmış ancak bu teklif reddedilmiştir. Çiçek Hatun daha sonra Mısır’da

veba salgını sırasında vefat etmiş (1498) ve kızı ise Mısır Sultanı

Kayıtbay’ın oğlu Mehmed ile evlenmiştir.



Son derece etkileyici ve macera dolu bir hayat çizgisinin siyasi emellere konu

ve malzeme olması bağlamında değerlendireceğimiz ‘öteki’ konumunda olan

üç eserin yazılış sırasına göre ilki Sırp kökenli İvo Andriç’in Uğursuz Avlu adlı

romanıdır.



Esere geçmeden önce Balkanların tarihi kadar bizim için de özel bir konumda

olan İvo Andric üzerinde durmak gerekir.



Ülkemizde daha çok Drina Köprüsü romanıyla tanınan İvo Andric’in eserlerinde,

uzun bir süre Osmanlı’nın egemenliği ve yönetimi altında kalan Balkanlar

ile Adriyatik’in doğusunda kalan coğrafya, çoğunlukla da büyüsüne

kapıldığı Bosna ve çevresi önemli yer tutar. Onun anı, şiir, roman ve öykülerden

oluşan ancak tür özellikleri birbirlerinden kesin sınırlarla ayrılmayan

anlatılarında, Osmanlı baskın bir kimlik ve güç olarak işlenir. Konularını tarihten

ve yerel olaylardan aldığı için baş kişileri çoğunlukla müslüman Türklerdir.

Osmanlı ile ilgili ifadelerde ‘Türk’, ‘Türkler’ tanımını kullanan İvo

Andriç, Türklerin yoğun olarak bulunduğu Travnik’te doğduğu ve onların

arasında yaşadığı için eserlerinde Türk kahramanlara ve Türkçe sözcüklere

çok sık rastlanır (Uğurcan 1996: 265-). Andric’in doktora çalışması da Türklerin

Yönetimi Altındaki Bosna-Hersek’te Kültürel Hayat başlığını taşımaktadır.

Onun vazgeçmediği temalar arasında insan ve toplumsal ve siyasal değişiklikler

içinde biçimlenen insanın yazgısı da önemlidir. Bir söyleşisinde; “mümkün

olduğu kadar kişioğlunun değişik yazgısına inmek, kişioğlunun ruhunu

hareket halinde ama yüce bir sevgiyle, görülür bir aydınlıkla anlatmak gerekir”

diyen İvo Andric’in misyonu ve eserleri, Avrupa’da bugün millet olarak

siyaset sahnesinde yer alan milletlerin teşekkülünde önemli rol sahibi olan

romantik yazarlar kategorisinde değerlendirilebilir (Karaca: 2003).

Çerçeve hikayeler niteliğindeki ‘Uğursuz Avlu’, ‘Gövde’, Değirmende, ‘Kupa’

ve ‘Samsara Hanı’ başlıkları altında bölümler halinde ilerleyen Uğursuz Avlu

boyunca Keşiş Pierre’in anlattığı olaylar, 17.yüzyıl İmparatorluk coğrafyasının

başta İstanbul olmak üzere İzmir, Suriye, Bosna gibi topraklarında geçer.

Romanın ilk bölümü, İstanbul’da bir hapishanede yaşananlara dairdir ve

insan yazgısı olarak Cem Sultan’ın hikayesi zengin bir arka plan oluşturacak

şekilde yorumlanır. Anlatıcı Keşiş Pierre, önemli saydığı ve hayatında derin

izler bırakan bir kişiyi hapishanede yani Uğursuz Avlu’da tanımıştır. Bu, Cemil

adlı genç bir Türktür ve diğerlerinden oldukça farklıdır. Koğuşta ve avlu

saatlerinde elinden düşürmediği kitabı, ilk gün altına serdiği ipek örtü ve

yanında taşıdığı çantadan ibaret iki parça eşyasının güzelliği Keşiş’i büyülemiştir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında yaşayan İzmir’li bu genç

renksiz, kızıl sakallı yüzü, iri, mavi ve etrafı koyu halkalarla çerçevelenmiş

gözleri, çekingen ve acılar içinde kıvranan haliyle “..büyük bir darbe yediği

ve yaşama zevkini yitirdiği gözle görülebilen...” (s.48) biridir.

İyi bir eğitim alarak büyümüş Cemil’in, erken yaşta kaybettiği rum asıllı annesinin

güzelliği oğluna sirayet etmiştir. Akıllı ve zeki bir genç olarak spor ve

eğlenceyi de ihmal etmemekle beraber giderek artan bir merakla okumaya

yöneltmiş, eline ne geçerse yoğun bir şekilde okumuş, yabancı ülkelere geziler

yapmıştır. Rumca ve İtalyancayı bilen Cemil, İzmir’li bir hahamdan İspanyolca

da öğrenmiştir.



Bir süre sonra babasını da kaybedince İzmir’in sayılı zenginleri arasında sayılan

Cemil, orta halli bir rum ailenin kızını sever ve onunla evlenmek ister.

Ancak, baba ısrarla kızını bir Türke vermek istemez ve onu apar topar İzmir

dışından bir rumla evlendirir. Bu durum Cemil’i alt üst eder. İstanbul’a gider

ve orada iki yıl eğitim görür. Bu arada delikanlının kitap merakı ve okuma

tutkusu artarak devam etmektedir. Yirmi dört yaşına geldiğinde çok zengin,

kültürlü ve aynı zamanda gizemli bir kimse olarak etrafında ilgi ve merak

konusu olur... Ege kıyılarını boydan boya dolaşan, Mısır’a ve Rodos’a gidip

araştırma ve incelemelerde bulunan,“...hangi dinden, ırktan ve milletten

olursa olsun dostluk ettikleri hep bilim adamları..” olan Cemil’le ilgili olarak

zamanla bazı söylentiler yayılmaya başlar... Okuduğu kitapların özellikle de

Osmanlı tarihi ile ilgili kaynakların etkisi ile benliğini kaybettiği, kendisini

tahtını kaybeden bir Osmanlı şehzadesi yani Cem Sultan olarak görmeğe

başlamış olduğu rivayetleri dilden dile dolaşır.



Beş bölümden oluşan Uğursuz Avlu’da, Fatih Sultan Mehmet’in iki oğlu yani

Bayezid’le Cem arasında yaşanan bu olay, iki ayrı düzlemde farklı üslup ve

bakış açıları ile verilmiştir. Birincisi, Keşiş Pierre’in Cemil’den dinlediklerinin

aktarımı olarak, üçüncü tekil (o) nesnel anlatımıyla düzenlenmiş olup diğeri

ise Cemil’in içselleştirip, hayatı ve kimliği ile özdeşleştirdiği, kaderini de bir

anlamda ona benzettiği, hüzünlü ve aynı zamanda trajik olan birinci tekil

(ben) anlatımıdır. Birincisi bir tarih metni, diğeri ise çarpıcı bir roman parçası

niteliğindedir. Nitekim, Bayezid’le Cem’in konumları bakımından uydukları

“Ezeli düşman kardeşler” motifi, dünya kurulalı beri var olan ve edebiyatta

çeşitli yönleriyle işlenen bir temadır. Anlatıcı yazar, burada araya girer ve

konuyla ilgili olarak şu yorumu yapar:

“..içlerinden biri daha yaşlı ve güçlü, daha tecrübeli ve hayatın gerçeklerine

yakın, insanların çoğunu birleştiren, harekete geçiren şeyleri

daha iyi bilir. Ne yapmak ve ne yapmamak gerektiği, başkalarından,

kendinden nelerin istenip, nelerin istenmeyeceği yine ondan sorulur.

Başarı hep onun yanındadır. Öbürü ise onun tam tersidir. Şanssızdır,

ilk adımını hep hatalı atar, hayatı uzun sürmez. Görüşleri gerçeklere

uymaz. Kardeşiyle yaptığı mücadelede aralarındaki geçimsizlik, çekemezlik

kaçınılmaz bir şeydir, baştan yenik sayılabilir...” (s.74)

Burada; yaşlı ve güçlü olan II. Bayezid, ‘öteki’ ise yani başarısız olan

Cem’dir.

“...iki ayrı ağızdan çıkan hikaye bir sonuca varıyordu: birleşmelerine

imkan olmayan iki dünya vardı ki, var oldukları süre boyunca birbirleriyle

savaşacaklardı. Ortalarında kalan adam, her ikisiyle de boğuşmak

zorundaydı. Padişah oğlu ve padişah kardeşi olan bu adam en

ince duygu ve düşüncelerine, en güçlü inancına varıncaya kadar kendisinin

de padişah olduğuna inanıyordu. Ama aynı zamanda, dünyanın

en zavallı kişisiydi. Önce ihanete, yenilgiye uğramış, sonra aldatılıp

tutsak edilmiş, yakınlarından uzaklaştırılmış ve feci bir duruma sokulmuştu.

Bütün dünyanın ilgisini üzerinde toplayan bu adam, sonuna

kadar kendisine çizdiği yoldan sapmayacak, ne taş kalpli kardeşine

ne de ondan faydalanmaya bakan hristiyanlara alet olmayacaktı. Onu

elden ele gezdiren ve satılık mal haline getiren bu adamların karşısında

bir gün bile başını eğmeyecekti.” (s. 84)



Yaşadığı kırık aşk, sıra dışı hayatı ve ilgi alanları ile dilden dile dolaşan Cemil’in

asıl merakı tarihe ve özellikle de Sultan II. Bayezid ile kardeşi Şehzade

Cem’in trajik hikayesine kilitlenmiş ve talihsiz kardeş Cem’in öyküsünden

büyülenmiştir. Bu ilgi onda bir saplantı haline gelerek kendi soyutlaması

içinde asıl kimliğini silmiş ve adeta Cem Sultan’la özdeşleşmiştir. Cemil için;

“kendini şehzade Cem sanıyor... Zaten çevresiyle konuşurken, misafir kabul

ederken hep şehzadenin hallerini takınıyor. Eski dostları da artık Cemil değil,

Cem diye bahsediyorlar..” söylentileri devrin şartları sebebiyle onu ciddi

ithamlar ve suçlamalarla karşı karşıya getirir.



Hapishanenin sessiz, meczup mahkumu, kendisinin Cem olduğuna inanan

ve onun kötü kaderini paylaşacak olan Cemil; Rahip Pierre’e, bir ‘şehrazat’

edasıyla ve adeta trans halinde, altı gün boyunca Cem Sultan’ın hikayesini

anlatır. Çünkü bu konu Cemil için çok değerli ve bitmez tükenmez bir hazinedir.

Devletin ve zihniyetin kurbanı olarak doğan Cemil, Cem Sultan’ın,

ağabeyi Sultan II. Bayezid’e suikast yapma ihtirası ile ilgili içselleştirmiş olduğu

bu hikayesi yüzünden, dönemin padişahına karşı bir suikast planlamak

şüphesiyle tutuklanıp, İstanbul’daki Uğursuz Avlu olarak bilinen bir hapishaneye

konmuştur. Artık onun hikayesi de bilinmez bir akibete doğru sürüklenme

yoluna girmiştir...



Burada, Cem Sultan’ın insanî tarafıyla ve iki farklı dünyanın arasında doğubatı,

müslüman-hristiyan, muhalefet-iktidar, büyük-küçük, ihtiras-kader konumlandırılmasında

son derece hüzünlü ve felsefi bir bakış açısıyla değerlendirildiğini

görüyoruz.



Ele alacağımız ikinci eser, Vera Mutafçıyeva’nın Cem Sultan’ı, anlatım tekniği

yönünden de ayrıca üzerinde durulacak nitelikte olup, bu üç eser içinde

romana en yakın özellikte olanıdır. Cem Sultan’ın Fatih dönemi sonrası taht

kavgası olarak verdiği mücadelenin hikayesini içeren 524 sayfalık hacimli

eser dönemin tanıklarının ve ‘Cem Sultan Olayı’nın içinde yer almış kişiliklerin

anlatımından verilmiştir. Aynı konuya bulunduğu ve içinde yer aldığı

konum mesafesinden yaklaşan ‘ben’/ birinci tekil anlatımlarda bakış açısı

kavramının göreceliği, gerçeğin herkese göre değişebileceği noktası önemli

bir vurgu olarak kendini gösterir. Adeta Cem Sultan olayının soruşturulduğu

veya yargılandığı bir mahkemede, sırasıyla söz alıp kendi konumları ve mesafeleri

nispetinde tanıklıklarını, yorum ve değerlendirmelerini aktaran anlatıcılar,

kronolojik akış içinde günü gününe yaşanan zengin bir tarihi arka plan

ortaya koyarlar. Tahkiyeli eserde ‘anlatı’, ‘anlatma’, ‘anlatım’ kavramlarına

özgün bir örnek oluşturacak nitelikte olan eser, dört bölüm halinde düzenlenmiştir.

Ağırlıklı olarak Cem Sultan’ın maiyetindeki, kader arkadaşı, dostu

ve şiir meclisinin baş kişisi Sadi’nin anlatımları, hiç dillendirilmeyen Cem

Sultan kişiliğinin sözcüsü durumundadır. Bu bölümlerde Sadi kişiliği Cem’in

hissiyatı ile özdeşleşmiş gibidir.



Birinci bölümde; Fatih Sultan Mehmet’in 1481’de ölümünden sonra gelişen

ve iki yıllık süreci içeren dönemin aktörleri, tanıkları ve olaylar aktarılırken

Sadi’nin altı ayrı anlatımıyla sürgüne uzanan yolda İstanbul, Konya, Bursa’da

yaşananlar verilirken Fatih, Cem ve Bayezid portreleri de etkileyici bir

şekilde sergilenmiştir.



İkinci bölümde de ağırlıklı olarak Sadi’nin anlatımının yanında diğer kişiliklerin

tanıklığı ile Cem Sultan’ın Avrupa macerası 1487 yılına kadar olan süreç

çerçevesinde diyalog, tasvir ve iç konuşmalar halinde, farklı bakış açılarından

verilmiştir.



Üçüncü bölümde Cem’in Fransa’daki yılları (1485-87) ve Filipin Helen’le

olan aşkının hikayesi yer almıştır. Cem’in bir anlamda iç sesi olan şair Sadi’nin

ve Helen’in ağzından aktarılan Cem-Helen aşkı, Avrupa’da ve Osmanlıda

kadın erkek ilişkileri, aşk anlayışı gibi temaları da irdeler.



Dördüncü bölüm, “Şair Sadi’nin 1487 Yılı Sonbaharından 1494 Sonbaharına

Kadarki Süreyi Kaplayan Anı Defterinden Bu Soruşturma İçin yazılmamış

Olduğu Halde Ona Çok Yararı Dokunan Parçalardır” başlığı altında Sadi’nin

günlük biçiminde tuttuğu anıları ve 1499 yılına kadar yaşanan olayların farklı

bakış açılarını içerir. Düzenleme ve içeriğin bu şekilde seyrettiği eserde Vera

Mutafçıyeva’nın, Giriş kısmına koyduğu yorum da ‘Öteki’ konumunu ve bu

meseleye bakışın analizini son derece çarpıcı bir anlatımla sergilediği pasajlarla

doludur.



‘Öteki’ sorunsalına getirilen yaklaşımların gerisinde iki rakip kültür paradigması

olduğu (Keyman 1999: 78) kabulünden hareketle bu giriş yazısı, içerik

olarak; kültürler ve uluslararası ilişkilerin ‘öteki’yle sürekli bir etkileşim halinde

olduğu, ‘öteki’ni bilme ihtiyacı, ‘öteki’ne karşı olan genel ve egemen

eyilimin eleştirisi olarak dikkat çekici niteliktedir. Bu aynı zamanda, hem

Batılı hem Balkan ve Balkanist bir Osmanlı tarihi uzmanı olan yazarın, getirdiği

hükümler ve ulaştığı sonuçları sergilemesi yönünden ve olayın devletler

arası bir mesele haline gelmesi bakımından da önemlidir. Mutafçıyeva şunları

söylüyor:

“Cem adı, yüzyıllarca önce herkesin dilinde olmasına karşın, çoktan

unutuldu. O zamanlar Cem’le ilgili şiirler yazılıyordu. O günlerde gazeteler

yayınlansa ve bu gazetelerin tefrikaları olsaydı, belki günlerce

yaşamı anlatılacaktı.. Ülke ülke gezen aşıklar Cem için ağıtlar söylüyorlardı.

XV. yüzyılda, Batılıların Zizim adını verdikleri Cem Sultan’dan

daha ilginç, daha heyecan verici konu bulunamazdı.



Yazarlar ve ozanlar için, çoğu zaman olduğu gibi, Cem ancak bir konu

idi. Üzerine akıllarına geleni işledikleri bir kanaviçe. XV. Yüzyıl

dünyası için Cem, talihsiz bir yalnız adam, kendisi gibi yalnız ve can

sıkıntısından bunalmış soylu kadınlarca acımasızca aldatılmış bir sevgili

idi. Onlara göre Cem, saray oyunlarının kurbanı olmuş, insanlar

tarafından aldatılmış, billur gibi temiz bir gençti.



Gerçekte bu Cem Sultan değil, XV. yüzyılın bir kahramanıydı. Ona

herhangi başka bir ad da verilebilirdi fakat Zizim’in doğulu, giz dolu

ve çok yaygın olmak gibi üstünlükleri vardı.



Romantik kurban Zizim’in adı çok zaman dillere destan oldu. Sonra

da unutulup gitti. XVIII. yüzyılda başka kahramanlar geldi; daha da

ayrıntılarla dolu olarak onu XIX. yüzyıl izledi.



Bizi bugün yeniden Cem’e döndüren nedir?

Örneğin; Cem’in şimdiye kadar gerçek anlamda açıklanmamış olmasıdır.

Gerçi o, eceliyle öldüğünü kanıtlamak için, ölümünden dört yıl

sonra mezarından çıkartılmıştır. Ama bizim için önemli olan onun

ölümü değil yaşamı, hiç kimsenin tanımlamak istemediği gerçek yaşantısıdır.

Gözlerimizi, yalnızca acınacak bir kurban olmadığı için Cem’e doğru

çeviriyoruz. Cem’in yazgısı bazı gerçeklerin yeni olmadığını, bunların

yalnız bugün değer taşımadığını, tarihin durmadan sergilediği büyük

ve sonsuz gerçeklerin var olduğunu gösteriyor. Bunlardan biri olarak

söz gelişi, insan ile yurdu arasında bu gün bile tam olarak açıklanamayan

bir bağımlılık vardır. Bazıları ‘taş yerinde ağırdır’ diyorlar, bazıları

ise ‘kimse öz yurdunda peygamber değildir’ diye karşılık veriyor.

Bu gerçek eskimez, zamanı geçmez; insanlar ve yurtlar var oldukça,

sürgünün yazgısı her zaman konu olacaktır.



Gözlerimizi Cem’e doğru bu gün üçüncü bir nedenle daha çeviriyoruz.

Cem olayında, on beş yıl boyunca-Doğu ile Batı’nın siyaseti açık

biçimde ortaya çıktı. Sonradan bu olaya, belki de haklı olarak ‘Doğu

sorununun başlangıcı’ dediler.‘Doğu sorunu’nun Rusya’nın sıcak denizlere

doğru ilerlemesi ve Batı’nın bu ilerlemeye engel olma çabalarıyla

başladığını kabul edelim. Yeni tutsak edilmiş Balkanların kurtuluşu,

hiçbir zaman Cem olayında olduğu kadar kolay gerçekleşebilir

bir şey değildi. Batı’nın bu fırsatı kaçırdığı söylenemez. Bazıları bunu

yanlış hesaba bağlar ama doğru değildir. Hesap iyi yapılmıştı.

Bu hesap bize çok pahalıya mal oldu. Her şeyden önce gelişmemiz

gecikti. Çekilen acıların sözünü etmiyoruz; çünkü tarihte duygusal görüşlere

yer yoktur.



İşte en çok bundan dolayı Cem olayına gözlerimizi çeviriyoruz. Balkanlarda

geçen ve Balkanlaşmayla sona eren oluşumun tarihsel yazgı

sorunu olduğuna inanmamız için uzun çaba harcadılar. Demek istedikleri

şudur: ‘Ne yapalım, Balkanlar Doğu’ya açılan kapının eşiğindeyse

ve bütün barbar akınları onun üstünden geçiyorsa suç kimde?

Acınızı anlıyoruz!’ demek istiyorlar fakat coğrafya insanın direnmesi

dışında coğrafya olarak kalıyor...



Ne de olsa bizi anlıyorlar (?) fakat bizim de bir şeyler anladığımızı neden

söylemeyelim? Örneğin, Cem olayında (ve genellikle olayda) gerek

tarihsel yazgı gerekse coğrafyayı aramamız gereksizdir. İnsanın istediği

‘Doğu sorunu’nu da daha başlangıcında yöneten bir çok kişinin

isteği gerçekten tarihsel yazgının ve coğrafyanın dışındaydı. Bu insanların

coğrafyaya da, yazgıya da kucakları açıktı. İkisinden de ustaca

yararlandılar.



Gerçekte sorun o kadar karmaşık değildir. Biz de, ötekiler de tarihte

duygusallık olmadığını iyi biliyoruz. İyi niyetli bir biçimde tarihsel yazgı

adı verilen o acılarla yüklenmiş olduktan sonra böyle kabul edilmemiz

yararsızdır.



Bu olayın tanıkları çoktan ölmüşlerdir fakat çağdaş yargılama yöntemlerinde,

büyük bir olay söz konusu olduğunda, ölülerin de konuşturulması

güç bir şey değildir. Karşı koyacakları da pek düşünülemez.

Ayrıca onların durumu da kolaydır. Yalnız tarihin yargısını bekleyebilirler.

Böyle bir yargı da kimseye zarar vermez; çünkü hem çok arkadadırlar

hem de birtakım nedenlere bağlıdırlar. “ (Mutafçıyeva 2002,

5-7)

Bu söylemde Türk-Osmanlı yani bize göre ‘öteki’nin olduğu kadar, Batı içinde

Balkanlı olmanın getirdiği bir diğer ‘öteki’ duruş daha vardır. Osmanlı-

Avrupa, Doğu-Batı, geçmiş-gelecek ve daha pek çok ikilemin getirdiği tarihi

muhasebeyi Balkan meselesi ve ‘Cem Sultan’ olayının çözümlemesi bağlamında

yapan Vera Mutafçıyeva’nın, çoklu anlatım ve bakış açısı ile kurguladığı

ve adeta bir soruşturma kitabı olan bu eseri başlı başına bir inceleme

konusu olabilecek niteliktedir.



Son olarak ele alacağımız; Fransız gazeteci, yazar, diplomat ve siyaset bilimci

Edouard Sablier’in Cem Sultan-Bourganeuf Mahpusu adlı eseri, Academia

Française ödülünü kazanmıştır. Fatih’in küçük oğlu Cem’e hitaben “Oğul,

sultan olacaksın sen!..” cümlesiyle başlayan ve ayrı başlıklar halinde on üç

ana bölüm ve içerik akışının sergilendiği alt başlıklardan oluşan eser, üçüncü

tekil şahıs / ‘o’ anlatımı ve yer yer diyalogların eşlik ettiği bir kurguyla ilerler.

Cem, ana karakter olarak dramatik kaderinin rüzgarında, Doğu ve Batı’nın

paylaşamadığı son derece önemli, değerli bir o kadar da stratejik bir konumla

çizilmiştir. Kitabın başında “Yazarın Notu” olarak şu ifadelere yer verilmiştir:

“Bu kitapta yer alan diyaloglar eserin ‘tarihsel anlatı’ olarak adlandırılmasını

sağlayacak şekilde okurlara ‘kurgusal’ gelebilir. Hiç kuşku

yok ki bu şaşırtıcı hikayenin kahramanlarının yaptıkları konuşmalar,

yazar tarafından oluşturulmuştur. Şurası unutulmamalıdır ki, bu diyaloglar

asla yazarın romanlaştırma çabasının bir sonucu olarak ortaya

çıkmamıştır. Yazar bu biyografiyi, dönemin kronikleri üzerinde yaptığı

incelemelere dayanarak hazırlamış…”



Kitabın arka kapağındaki tanıtım cümleleri de içerik, konuya yaklaşım, bakış

açısı ve üslubun nasıl olduğu konusunda açık bir fikir vermektedir:

“Cem Sultan, Osmanlı'nın kadersiz şehzadesi, annesinin kıymetli

Zizim'i. Babası Fatih Sultan Mehmed'in, "Oğul, sultan olacaksın sen!"

diyerek kendi yerine hazırladığı, ama ondan daha büyük olan ağabeyi

Bayezid'in İstanbul'a kendisinden daha önce varmasından sonra tahtı

eline geçirdiği ve bu yüzden ona açtığı savaş bayrağıyla, koca Osmanlı

İmparatorluğu'nu ilk defa bölünme tehlikesiyle yüz yüze getiren veliaht...

Uğradığı ihanetlerle birlikte ağabeyine yenildikten sonra, önce

Memlûklere, sonra Rodos şövalyelerine sığınan Cem Sultan için, ondan

sonrası artık uzun yıllar sürecek bir sürgün hayatıdır. Bu sürede

Osmanlı İmparatorluğu'na karşı savaşan ve Türklerin giderek yayılmasından

büyük endişe duyan Hıristiyan kralları ve imparatorları ile

Papa'nın savaş stratejilerinin elinde bir kozdur.



Bir yandan, kendisine sadık adamlarıyla birlikte oradan oraya sürüklendiği

ve sonuçsuz aşklar yaşadığı bir mahpus hayatı sürer, bir yandan

da içindeki giderek küçülen taht özlemiyle yanıp tutuşarak Avrupa'nın

egemenlerinden medet umar. Oysa, tarih onun yazgısını çoktan

biçmiştir. O, Anadolu'ya, ancak öldükten sonra gelecektir, o da

ağabeyinin nasılsa gösterdiği himmet üzerine...



Bugün Bourganeuf'ten geçenler, Zizim Kulesi'ni mutlaka ziyaret ederler.

Daha sonra Victor Hugo ve Lamartine'i de çok etkilemiş olan bu

kule, yıllar boyunca Cem Sultan'ın ve yandaşlarının hapishanesi olmuştur.

Cem Sultan-Bourganeuf Mahpusu, tarihinde ilk defa Osmanlı’yı

ikiye ayıran bir şehzadenin hazin ve trajik öyküsünü anlatır size..”

Eserin; I. Bölüm-Fatih’in Oğlu, II. Bölüm-İki Başlı İmparatorluk III. Bölüm-

Uzun Süren Takip, IV. Bölüm-Rodos Şövalyeleri Tarikatı, V. Bölüm-Güler

Yüzlü Hristiyanlık, VI. Bölüm-Aşkla Karşılaşma, VII: Bölüm-Casuslar, VIII.

Bölüm-Auvergne Başrahipliği, IX. Bölüm-Zizim Kulesi, X. Bölüm Saint

Pierre’de Bir Müslüman, XI. Bölüm-Sonunda Özgürlük, XII. Bölüm-

Muamma, XIII. Bölüm-Kim Kazandı ? ana başlıklarının içeriği, farklı bir kurgu

ve üslupla benzer şekildedir.



Beş asır öncesinden hüzün, acı ve ıstırap dolu bir hikâyenin kahramanı olan

ve Türk tarihinin en bahtsız isimlerinden Cem Sultan, Fatih'in şehzadesi olarak

zamanının en meşhur alimlerinin elinde yetişti. Devlet idaresine daha

çocuk yaşlarda alıştırıldı; sancak beyliği ve valilik yaptı. Babası 1481 Mayıs-

'ında öldüğü zaman Cem, henüz yirmi iki yaşındaydı ve tahta ağabeyi

Bayezid geçti. Cem başkaldırarak sultanlığını ilân etti ama ağabeyinin gönderdiği

orduların karşısında yenildi. Osmanlı topraklarını terk ederek Mısır ve

Hicaz taraflarına gittikten sonra Anadolu'ya geçip ağabeyiyle tekrar savaşa

tutuştu ve yenilince de memleketinden ebediyyen uzaklaştı.



Böylece, yüz yıllar boyunca tarihin en büyük gurbet maceralarından sayılacak

olan on üç yıllık bir sürgün hayatına atıldı. İlk durağı Rodos’tu... Adanın

hâkimi olan şövalyeler Cem'i hem Avrupa’ya, hem ağabeyi Bayezid’e pazarlamaya

çalışarak iki taraftan da binlerce altın kopardılar ama daha sonra bir

Türk baskını endişesiyle Cem’i Fransa'ya geçirdiler. Avrupa'daki hemen bütün

devletler Cem'i ele geçirebilmek için uğraşıyor, şövalyeler de şehzadeyi

bir şehirden ötekine taşıyorlardı. Şövalyelerin reisi d'Aubusson bu tehlikeli

maceranın yönünü değiştirerek yüklü bir para ve kardinal unvanı karşılığında

Cem'i Roma'ya, Papa İnnocent’e sattı. Fatih'in bu en sevgili oğlu, giderek

Roma’da Hristiyan dünyasının Türkler'e karşı kullandığı, hem pazarlık hem

tehdit konusu haline geldi... Papa’nın hayali Cem’i İstanbul'a karşı başlatılacak

bir Haçlı seferinde kullanmak olduğu için Tuna boylarında bir Macar

ordusu bekletiliyordu ancak şehzade, memleketine karşı olan bütün bu teklifleri

reddetti. Venedikliler’le Napoli Krallığı Cem'i Papa’nın elinden alabilmenin,

Papa İstanbul’dan daha fazla haraç alabilmenin peşindeyken, Bayezid,

tahtının rakibi Cem’i kendisine iade etmeleri yahut öldürmeleri için Vatikan'ı

hazineler teklif ediyordu. Papa ise, İstanbul'un altın musluklarını açık tutabilme

çabasıyla Cem’i kaleden kaleye naklediyor ve İstanbul’dan devamlı haraç

kesebilmenin tadını çıkarıyordu. Papa İnnocent ölünce yerine dönemin

İtalya’sının en kanlı ailelerinden Borjiyalardan Roderica aldı ve VI.

Alexandre ismiyle papalık tahtına oturdu. İtalyanlar Cem’i Alexandre zamanında

da pazarlayarak Bayezid’den tehditle veya vaadlerle her sene sandıklar

dolusu altın almayı sürdürdüler. Fransa Kralı VIII. Charles, Cem’i kullanarak

Kudüs'e doğru bir Haçlı Seferi planladı. Şehzadeyi ele geçirmek ve duruma

el koymak için Roma'ya girdi ve Papa, Cem’i krala vermekten başka

çaresi kalmayınca şehzadeyi Fransız kralına teslim etti. Ancak, bahtsız Cem

Sultan bir başka gurbette rahatsızlandı ve birkaç gün sonra 1495’te acılar

içinde kıvranarak can verdi. Papa, senelerce haraç kaynağı olan şehzadeyi

başkasına yâr etmemiş, Kral’a vermeden önce zehirlemişti.



Cem’i on üç yıl Osmanlı’ya ve İstanbul’a karşı senelerce koz niyetine kullanan

Avrupa, şehzadenin cenazesini bile para vasıtası haline getirdi. Tabut

yeniden şehir şehir dolaştırıldı. Cenazesi Bursa'ya getirilip defnedildiğinde

ölümünün üzerinden dört sene geçmiş ve on üç yıl, kardeşi Cem’in tahtını

elinden alacağı korkusuyla yaşayan Bayezid’e çok büyük bir hazineye mal

olmuştu.



Olay örgüsünü toparlamaya çalıştığımız eser boyunca kurguya eşlik eden

belgesel anlatılar, mektuplar, çeşitli tarihi kaynak ve kronik parçaları, tanık

metinler olarak akış içinde yer alır. İstanbul’un fethinden itibaren Fatih Sultan

Mehmet, fetih şuuru, inanılmaz pazarlıklara konu olan Cem, Cem Şairleri,

Bayezid, tarihi-coğrafi konumu ve önemiyle İstanbul, Bursa, Osmanlı ve

Osmanlılık kavramı, Anadolu ve Rumeli, Hristiyan Avrupa, tarikat yapısı,

konumu ve stratejileriyle Rodos şövalyeleri gibi konular çeşitli tasvir, çözümleme

ve diyaloglar eşliğinde sergilenmiştir.



Cem Sultan’ın insani özellikleri; aşırı duyarlılığı, zaafları, üstünlükleri, aşkları,

gurur ve pişmanlığı, vatan hasreti, tutsaklığı, sürgün psikolojisinin boyutları,

olaylara bağlı olarak yansıtılırken, ‘öteki’ bağlamında Cem Sultan portresi,

on üç yıl boyunca tahtı elinden alacağı korkusuyla yaşayan (Ayvazoğlu

1987: 171) Bayezid’e göre daha sıcak, olumlu ve aynı zamanda trajik olarak

çizilmiştir.



KİM KAZANDI? başlıklı son bölümünün açılımında ise ‘öteki’ bakış açısıyla

Cem Sultan’ın şahsında yaşanan ve doğu-batı, Osmanlı-Avrupa, müslümanhristiyan

ikileminde dünya tarihini yönlendiren bu trajik hikayenin bir muhasebesine

gidilerek; Osmanlı İmparatorluğu’nun iki kardeşin bu mücadelesiyle

kısa bir sarsıntı geçirmiş olduğu, bu arada Rodos şövalyelerinin vakit kazandığı

ancak Fatih’in torunu Kanuni Sultan Süleyman zamanında hristiyanlığın

doğudaki son siperi olan Rodos adasının da düştüğü ifade edilmiştir.

Akademik kimlikleri de olan ‘öteki’ konumundaki üç batılı yazarın (İvo

Andric, Vera Mutafçıyeva, Eduard Sablier) üç eserinde ‘öteki’ bakışıyla yer

alış biçimini öne çıkardığımız Cem Sultan, bizim olduğu kadar Batı’nın da ilgi

odağı olmuş ve ayrıntılarıyla vermeye çalıştığımız bibliyografyada da görüleceği

üzere çeşitli edebî eserlerin ve araştırma nitelikli pek çok çalışmanın

konusu olmuştur. Eksikleri de olabilecek bu bibliyografik döküm, Cem Sultan’ın

ve ‘Cem Sultan Olayı’nın yerli ve yabancı bakışı açısından farklı zaman

ve düzlemlerde vazgeçilmediğini, defalarca ele alınmış ve işlenmiş bir

konu olarak önemini sürdürdüğünü göstermektedir.



Notlar:



* İvo Andric;

Saraybosnalı Katolik Sırp bir ailenin çocuğudur. 1892 yılında Travnik’te (1686-1851

yıllarında Bosna eyaletinin merkezi) doğar. Babasını küçük yaşta kaybedince annesinin

ailesinin yaşadığı Drina kıyısındaki Vişegrad kasabasında geçen çocukluğu ve ilk

gençliği, onun duygu ve düşünce dünyasının gelişmesinde etkili olmuştur. İlk öğrenimini

burada, orta öğrenimini Saraybosna’da tamamlar. Üniversite yıllarında politikaya

ilgi duyarak Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun sınırları içinde yaşayan Slavların

kurtuluş mücadelesine katılır ve Devrimci Gençlik Örgütü ‘Genç Bosnalılar’da

yer alır. Haziran-1914’te Avusturya veliahtı Ferdinand bu örgütteki gençlerden biri

tarafından öldürülünce, o da tutuklananlar arasındadır. 1914/17 yılları arasında tutuklu

kaldıktan sonra sürgüne gönderilir. Daha sonra yarım kalan üniversite öğrenimini

tamamlayarak, akademik kariyer yapar... Yugoslavya devletinin kurulması üzerine

hariciyede görev alarak II. Dünya Savaşı’na kadar diplomatlığı ve edebiyat çalışmalarını

bir arada sürdürür.. Savaş yıllarında Alman işgali altındaki Belgrat’da yaşayan

yazar, savaş sonrasında milletvekili olur. Yugoslav Yazarlar Birliği Başkanı ve Sırp

Bilimler Akademisi üyesi olan İvo Andriç, 1961 Nobel Edebiyat Ödülünü almış ve

1975’te Belgrat’ta ölmüştür.



Edebiyata çevirilerle başlamış, 1918’de Hapishane Anıları’nı yayımlamıştır. Bunu

sürgündeyken yazdığı Ex-Ponto / Sürgünden Notlar adlı lirik yazıları izler. Hikaye ve

romanlarıyla edebiyat hayatını sürdüren Andriç’e asıl ününü sağlayan romanı 1945’te

yayınlanan Drina Köprüsü’dür.



500 yıllık ortak yaşantı ve yerel yapılanmalardan kaynaklanan tarih, gelenek, görenek,

folklor ve dil bağlarıyla sıkı sıkıya ilişkili olan hikaye ve romanlarında konular,

Bosna ve çevresinden alınmıştır.. Bosna tarihinin yanında; Osmanlı egemenliğinden

sonra orada oturan Türklerin, müslüman ve ortodoks slavların, katolik hırvatların,

Fransisken papazların, yahudilerin, Avusturyalıların ve çevreyi haraca kesen haydutların

yaşayışları, gelenek, efsane, savaşlar, kin ve ihtirasları eserlerinin dokusunu oluşturur.

Türkçeye çevrilen eserleri; Drina Köprüsü (1962), Gün Batarken (1963) / Travnik

Günlüğü (1999), Uğursuz Avlu (1964), Bosna Hikayeleri (1965), Ver Elini Çocukluk

(1978), Irgat Siman (1983), Ömer Paşa (2004)



* Vera Mutefçiyeva;

Bulgar yazarı, 1929 yılımda Sofya’da doğdu. Sofya Üniversitesi Tarih Bölümü’nü

bitirdikten sonra Osmanlı Tarihi Bölümü’nde uzman oldu. Osmanlı tarihi alanında

çeşitli araştırmalar yaptı. 1965 yılında yayınlanan Üçüncü Selim adlı romanıyla büyük

ün kazandı. İkinci romanı Cem Sultan, Vera Mutafçıyeva’yı daha ünlü bir yazar yapmış,

Cem Sultan beş dile çevrilerek yayınlanmıştır.

Bilimsel araştırmalarına ara vermeden, belgesel tarih romanı alanında da çalışmalarını

sürdüren Vera Mutafçıyeva’nın başlıca eserleri: Üçüncü Selim, Cem Sultan, Son

Şişmanovlar, Şövalye, Klio ve Muza..



* Edouard Sablıer; .

Bir "Le Monde" yazarı olan Edouard Sablier, halen Fransız Diplomatik Basın Kuruluşu’nun

Onursal Başkanı’dır. 1963-1969 yılları arasında ORTF’de Enformasyon Müdürlüğü’nde

bulunmuştur. Ayrıca Europe 1’de köşe yazarlığı, France İnter’de başyazarlık

yapan Sablier, De l’Oural ‘a l’Atlantique (Ural’lardan Atlantike, 1963), İran, la

poudri’ere (Barut Fıçısı İran, 1962), Le Fil rouge, histoire secr’ete du terrorisme (Terörizmin

Gizli Tarihi, 1983) ve L’Ecole française deu terrorisme (Terörizmin Fransız

Okulu, 1993) gibi önemli kitapların da yazarıdır. Edouard Sablier, Fatih Sultan Mehmet’in

en küçük oğlu Cem Sultan’ın hayatını konu alan DJEM SULTAN Le Prissonier

de Bourganeuf /Perrin 2000 (Bourganeuf Tutsağı Cem Sultan) adlı kitabıyla,

Academie Française tarafından tarih ve sosyoloji dalında “2001 Diane Potier-Boes

Gümüş Madalya” ödülüne layık görüldü



Cem Sultan Bibliyografyası

A) Edebiyat ve Sanat Eserleri

ANDRİC, İvo (1964) Uğursuz Avlu, (Çeviren: Aydın Emeç, İstanbul: Ağaoğlu Yayınevi,

170 sf

BAHADIROĞLU, Yavuz (1986), Cem Sultan (I); Cem Sultan’ın Gurbet Sürgünü (II),

İstanbul: Nesil Yayınevi

BALI, Lamia (1969), Cem Sultan-Radyo Tiyatrosu

BAŞOĞLU, Ayhan (1971), Cem Sultan (Çizgi Roman), İstanbul

CAZALS; Patrick (1998), “Zizim Kulesi Oduncuları” sinema filmi (Cem Sultan’ın

yaşamına da değinen yapım, bugün Bourganeuf’teki Türklerin günlük yaşamlarından

kesitler sunarak iki farklı uygarlığın buluşmasını konu ediyor.)

MORRİS, Roderick Conway (1997), Cem Sultan, Bir Saray İspiyoncusunun Anıları

(Çeviren: Hakan Türkkuşu), 315 sf., (ilk baskı 1990), İstanbul: Milliyet Yayınevi

MUTAFÇIYEVA, Vera (1971), Cem Sultan Olayı (çev. Naime Yılmaer), İstanbul: May

Yayınları, 491 sf.

MUTAFÇIYEVA, Vera (2002), Cem Sultan, (Çev.: S. Mollov, S. Velikov, N. Uğurlu),

İstanbul: Örgün Yayınevi, 524 sf.

OFLAZOĞLU, A. Turan (1986), Cem Sultan: Trageyda / İki Perde, Ankara:

AKM Yayınları

REY, Cemal Reşit (1921), Cem Sultan, (1920-1923 yılları arasında Paris’teyken

yazdığı 3 operadan biri)

SABLİER, Eduard (2001), Cem Sultan-Bourganeuf Mahpusu, (Çeviren. Nuriye Yiğitler),

İstanbul, Everest Yayınları, 1.Basım, 167 sf.

TAN, Turhan (1948) Cem Sultan, İstanbul: İstanbul Yayınaları, Remzi Kitabevi Matbaası-

Güven Basımevi, 303 sf

TEZEL, Y.- DEMİRALP, Ü. (1959), Cem Sultan-Tarihî Roman, Ankara

TÜLBENTÇİ, Feridun Fazıl (1980), Cem Sultan-Büyük Tarihi Roman, İstanbul:

İnkilap ve Aka Kitabevi, 3.baskı

B) Diğer

(ALTINAY), AHMED REFİK (2000), Cem Sultan, (Yayına Hazırlayan: İbrahim Erdoğan),

İstanbul: Timaş Yayınları, Osmanlı serisi

ALTINAY, Ahmet Refik (2001), Sultan Cem, (Hazırlayan: İ. Delioğlu), İstanbul: Tarih

Vakfı Yurt Yayınları

ARVASİ, A. Sırrı (2000) İz Bırakanlar; Gittin Ama Sesin Kaldı Bu Kubbede, İstanbul:

Gelecek yayınları, 1.baskı, s. 186-190

AYNUR, Hatice (1995), “Cem Şairleri”, Yazıdan Söze Edebiyat Sohbetleri, B.Ü. TDE

Böl. (19-21 Nisan), İlmî Araştırmalar, S: 9, İst.2000, s.33-43).

AYVAZOĞLU, Beşr, (1987), Geçmişi Yeniden Kurmak, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul.

BANARLI, Nihat Sami (1971), Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, I, İstanbul:

MEB.Yayınları

Tağızade-Karaca, Batılı Üç Eserde ‘Romantik Kurban’ Cem Sultan

183

BAYSUN, M. Cavid (1945), “Cem”, İslâm Ansiklopedisi, 3, İstanbul: 69-81

BAYSUN, M. Cavid (1946), Cem Sultan (Hayatı ve Şiirleri) İstanbul: Ahmet Halit

Kitabevi

BÜYÜK TÜRK KLASİKLERİ (1985), “Cem Sultan”, C: 2, İstanbul: Ötüken-Söğüt

Yayınevi, s. 181-192

DANİŞMENT, İsmail Hami (1954), “Vâkı’ât’a Nisbetle Gurbet-nâme”, Fatih ve İstanbul.

II/7-12: 211-270.

DURAK, Mustafa (1997), “Cem Sultan Şiirinde Duyarlık” Bursa’da Bir Başka Zaman,

Bursa Kitaplığı:2, Bursa Kültür Sanat ve Turizm Vakfı Yayınları 2, Bursa:

Özsan Matbaacılık

ERDEM, Hakan (2004), “Rönesans Avrupa’sında Mültecilik ve Ölüm; Vakıat-ı Sultan

Cem”, Sabancı Üniversitesi-Sakıp Sabancı Müzesi (23 Aralık 2003-18 Nisan

2004/ ‘Medicilerden Savoylara Floransa Saraylarında Osmanlı Görkemi’ Sergisi

Kapsamında Düzenlenen Müze Konferanslarından... )

ERGUN, Sadettin Nüzhet (1946), Türk Şairleri II, İstanbul

EROĞLU, Haldun (2004), Osmanlı Devletinde Şehzadelik Kurumu, Ankara: Akçağ

Yayınevi

ERSOYLU, Halil (1989), Cem Sultan’ın Türkçe Divanı, Ankara: TDK Yayınları

ERTAYLAN, İ.Hikmet (1951), Sultan Cem, İstanbul

ERTAYLAN, İ. Hikmet (1951), Falnâme, İstanbul

EYİCE, Semavi (1973), “Sultan Cem’in Portreleri Hakkında”, Belleten: 37 : 1-149.

GÜNGÖR, Erol (1999), Tarihte Türkler, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 9.baskı

HOCA SADEDDİN (1279), Tâcü’t-Tevarih II, İstanbul: (2.baskı.1979).

HORATA, Osman (2000), “Cem Sairleri: Bir Kader Birliğinin Anatomisi”,

Bilig, Türk Dünyasi Sosyal Bilimler Dergisi, S: 15 /Güz- 2000, s.91-110. (2001),

“Vâkıât-ı Sultan Cem'de Bati Kültürü Hakkında Bazı Egzotik Dikkatler”, Millî

Folklor, Kış 52, s. 72-78.

İSEN, Mustafa (1997), “Cem Şairleri”, Ötelerden Bir Ses, Ankara: Akçağ Yay. (Hisar,

262 (1979): 27-28)

KALPAKLI, Mehmet (1999), “Bahtsız Şehzadenin Bahtsız Divanı”, Kebikeç 7-8, Ankara:,

s.33-44

KARA, Mustafa (1995), “Vefatının 500. Yıldönümünde Gurbette Garip Bir Şair”,

Dergâh: 66 (1995): 22.

KARACA, T. Nesrin (2003), “İvo Andric’in Uğursuz Avlu Romanında Hapishane ve

Osmanlılar”, Marmara Üniversitesi-Türkiyat Araştırma Merkezi, 4-5 Aralık

2003 -‘Hapishaneler’ Sempozyumu’nda sunulan bildiri. (Zindanlar ve Mahkumlar

kitabında basılacak)

KEYMAN F.-MUTMAN M.-YEĞENOĞLU M. (1999) (Derleyenler), “Farklılığa Direnmek:

Uluslararası İlişkiler Kuramında ‘ÖTEKİ’ Sorunu”, İletişim Yayınevi,

2.Baskı, 106

KURNAZ, Cemal (1997), “Cem Sultan’ın Oğuz Han Mersiyesi: Bir Kaside mi, Üç

Gazel mi?”, Divan Edebiyatı Yazıları, Ankara: 415-420.

bilig, Kış / 2006, sayı 36

184

KORELLİ, Engin (2003), “Cem Sultan”, Yağmur Dergisi, S: 19

LEFORT, Jacgues (1981),Documents Grecs dans les Archives de Topkapı Sarayı,

Contribution a l’histoire de Cem Sultan, (Topkapı Sarayı Arşivlerinin Yunanca

Belgeleri, Cem Sultan’ın Tarihine Katkı, (Çev. Hatice Gonnet), Ankara.: TK

Yayını

MERİÇ, Münevver (1991), “Cem Sultan’ın Yeni bulunan Fâl-i Reyhân-ı Cem Sultan

Adlı Eseri”, Tarih ve Toplum, c.16, sayı:96; c.17,sayı:97:64.

OKUR, Münevver (1992), Cem Sultan Hayatı ve Şiir Dünyası, Ankara: Kültür Bakanlığı

Yayınları

PAKALIN, M. Zeki (2000), Ahmet Refik, Cem Sultan, “Sultan Cem” İstanbul: Timaş

Yayınları, s.152-186

RADO, Şevket (1969), “Sultan Cem’in Başına Gelenler: Vakıat-ı Sultan Cem” (Sadeleştirilmiş

Metin), Hayat Tarih Mecmuası, 5(49): 6-8, 5(50) 4-9; 5(51): 10-14;

5(52): 11-15; 5 (53): 11-15, 5(54): 9-13

ŞAKİROĞLU, M. ve KUT, Günay (1993), “Cem Sultan”, TDV İslam Ansiklopedisi /.

C, s. 283-285

ŞEHSUVAROĞLU, Haluk (1958), “Cem Sultan ve Acıklı Hikayesi”, Resimli Türk

Mecmuası, C:III, Mart

UĞURCAN, Sema (1996), “İvo Andriç’in Eserlerinde Türk Kültürünün İzleri”, Kubbealtı

Akademi Mecmuası, Y:25, Ekim, S:4, s. 261-278

UĞURLU, Nurer (2002) Vera Mutafçıyeva: Cem Sultan (içinde), “Cem Sultan Olayı”,

İstanbul: Örgün Kitabevi, s.8-23

UZUNÇARŞILI, İ. Hakkı (1984), Osmanlı Devletinde Saray Teşkilatı, Ankara: TTK

Yayını

VATİN, Nicolas (1997), Sultan Djem, Un Prince Ottoman dans I’Europe du XVe

siecle d’aprees sourrces contemporaines; Vâkıât-ı Sultan Cem, Euvres de

Guillaume Caaursin, Ankara: TTK Yay (2004), Rodos Şövalyeleri ve Osmanlılar,

İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları

Ziyaret -> Toplam : 125,32 M - Bugn : 76103

ulkucudunya@ulkucudunya.com