Seyyid Ahmet ARVASİ
M. Türker TAKCI 01 Ocak 1970
Ne gam, varsın dizlerim koşa koşa yorulsun,
Saadetin, dâvanın, gerçek aşkın peşinde...
Boş hayaller kül olup rüzgârlarda savrulsun,
Yaban gülleri gibi solsun çöl güneşinde.
16 yaşında bir lise talebesinin cevvalliği ile yazılmış , derin bir manevi iklimin kelimelere tezahürü olarak ortaya çıkmış bir dörtlüktür yukarıda yer alan.Seyyid Ahmet Arvasi’nin bir dörtlüğüdür.Buradan da anlaşılacağı üzere kendisi yalnızca fikir yazıları, yazan bir fikir adamı değil aynı zamanda bir şairdir ve şiir kitabı da bulunmaktadır.
Kısaca hayat hikayesine bakacak olursak:15 Şubat 1932 günü Ağrı ilinin Doğubayazıt İlçesinde doğmuş olan Seyyid Ahmed Arvasî, ailece Van'ın Müküs (Bahçesaray) ilçesine bağlı, Arvas köyündendir.Babası gümrük müdürlüğünden emekli Abdülhakim Efendi, annesi Cevahir Hanımdır.
S.Ahmed Arvasî, ilk öğrenimine Van'da başlayıp Doğubayazıt'ta tamamlamıştır. Ortaokulu Erzurum'da bitiren Arvasî, lise öğrenimine Erzurum Erkek Öğretmen okulu'nda başladı, Erciş Öğretmen Okulu'nda bitirdi. 1952 yılından itibaren memleketin çeşitli yerlerinde öğretmenlik görevini sürdüren Arvasî, Ankara Gazi Eğitim
Enstitüsü Pedagoji Bölümünü 1958 yılında tamamlayarak çeşitli eğitim enstitülerinde pedagoji öğretmenliği yaptı. 1978 yılında İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü'nden 24 arkadaşıyla birlikte siyasi amaçlar için sürgün edilen Arvasi 1979 yılında emekli olmak zorunda kaldı. Aynı yıl Milliyetçi Hareket Partisi Olağan Kongresi'nde Genel İdare Kurulu Üyesi sıfatıyla aktif siyasete atıldı. Bir yıl sonra vuku bulan darbe sonucunda ise Mamak cezaevinde hapis hayatı yaşayacaktır .İlk kalp krizini de burada geçiren Arvasi Hoca, ömrünün her döneminde milletine faydalı olmak ve millet evlatlarını aydınlatmak amacıyla çalışmış ve ölüm anına kadar yazılarından vazgeçmemiştir.31 Aralık 1988 tarihinde ise daktilosunun başında iken Hakk’ın Rahmeti’ne kavuşmuştur.
S.Ahmet Arvasi, Ülkücülük Davamızı oluşturan ve bizlere her manada yol gösterecek fikirlere haiz,bir fikir adamıdır; tam manasıyla bir Ülkücüdür.Onun fikir hayatını ve düşüncelerini tam olarak inceleyebilmek elbette çok geniş bir yazının konusudur.Ancak en azından belli meselelerde onun fikirlerini incelemek, hiçbir zaman öneminden bir şey kaybetmeyen değerli düşüncelerinden faydalanmak, günümüz döneminde dahi zaruridir.
Öncelikle Arvasi Hoca’nın, “Ülkücü” tarifine ve Ülkücünün nasıl olması gerektiği konusundaki yazılarından alıntılarına bakalım:
“Türk-İslam Ülkücüsü kimdir biliyor musunuz?Kendini Allah ve Resulü’nün davasına adamış, sırf Allah rızası için canını, malını, makam ve mevkiini, din ve devleti, mülk ve milleti için fedaya hazır, şanlı ve mukaddes Ay-Yıldızlı Al bayrağın gölgesinde dövüşen, nefsini düşünmeyen ve “ülküsünde fani olmuş” yiğitlerdir.Onlar büyük ve şanlı Türk tarihinin doğurduğu, Allah ve Resulü’nün hizmetine sunduğu “ulvi kadrodur”. (Arvasi, Türk-İslam Ülküsü 1, sf:203)
Türk-İslam Ülkücüleri, sosyal kültürel,ekonomik ve politik hayatta, bir taraftan “yenileşmeye, çağdaşlaşmaya, gelişmeye”, diğer taraftan da bizi biz yapan milli ve mukaddes değerleri “korumaya” önem verirler.Yani “milli şahsiyete bağlı bir inkılapçı ruh ve şuur” taşırlar.Türk-İslam Ülkücüsü, inkilapçılığı, soysuzlaşma ve yabancılaşma, muhafazakarlığı katılaşma ve yerinde sayma olarak anlamazlar. (Arvasi, Türk-İslam Ülküsü 1, sf:183)
Kısaca Türklüğü ve İslam’ı aynı anda bünyesinde toplamış, Ay-Yıldızlı bayrağı için, Hakk Davası için her türlü fedakarlığı yapmaya gönüllü, yüce ve kutsal insanlardır Ülkücüler… Ülkücülerin; ne laiklik kisvesi altına gizlenmiş her türlü milli ve mukaddes olan değerlerimize düşman olanlardan, ne de dini yanlış yorumlayıp her türlü gelişmenin dinden uzaklaşma olarak algılayan insanlardan olmadığını şairane bir üslup ile açıklamıştı
Arvasi Hoca’nın din konusunda ve laiklik konusunda yazdıkları bugünün Türkiye’sine hala ışık tutmakta ve geçmişten bugüne değişen çok fazla bir şeyin olmadığını göstermektedir.Din konusunda bir çok devletin dini olduğunu, kimisinin laik olma adına din ve devlet işlerini ayırdığını, kimi devletlerin ise din düşmanlığını da devletin eliyle yaptığını söyler.
Tespitlerimize göre,başta İngiltere,İspanya ve Yunanistan olmak üzereü bir çok Batı ülkesinin “resmi dinleri” vardır.Belçika,Hollanda, Lüksemburg, İsveç, Norveç ve Danimarka gibi ülkelerde de durum aynıdır.İsrail ve bir çok İslam Ülkeleri de aynı durum söz konusudur. 1924 tarihli “Teşkilatı Esasiye Konunu”na göre, önceleri: “Türkiye Devleti”nin dini, İslam’dır.Fakat, 1928 yılında, Anayasa’da yapılan bir değişiklikle : “Türkiye Devleti,cumhuriyetçi,milliyetçi,halkçı, devletçi, laik ve ınkılapçı” bir nitelik kazanmıştır.!1982 Anayasası’na göre de: “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.”(madde 2)(Arvasi,Devletin Dini Olur Mu?,sf:161)
Türkiye Cumhuriyeti’nin, devlet olarak kuruluşundan bugüne kadar ki anayasa değişikliklerine bakarak din konusundaki yorumunun hangi aşamalardan geçerek bugüne geldiğini, diğer medeni(?) Avrupa Devlet’lerinin de değişen onca yıla ve koşullara rağmen “din”e bakış açılarının ne olduğunu görmek mümkündür. Bizler yabancı devletlerin etkisi ve uğraşları sonucu bir çok konuda komplekslere sahip konuma geldik.Yaptıklarımızın ve düşüncelerimizin uygunluğunu: kendi özümüze göre değil, kendi milletimizin ve devletimizin kutsal saydığı değerlere göre değil, yabancı devletlerin bize nasıl bakacağı düşüncesi ışığında arar olduk.
Bir devlet,milletinin dinine sahip çıkmaz, kendini çeşitli komplekslere kaptırarak, din sahasını ihmal ederse;millet, sağlam, yeterli ve tatmin edici bir din eğitim ve öğretiminden geçirilmezse, başka devletler “sahte sahipçilik tavrı” içinde meseleleri istismar ederler.(Arvasi, Sahte Dindarlar Sahte Laikler,sf:117)
diyerek aslında son derece güzel bir şekilde özetlemiştir. Din ve Devlet işlerinin birbirinden ayrılması, milletin her türlü ihtiyacını gidermek ile mükellef olan Devlet’in; milletinin din konusunda eğitimsiz kalmasını sağlamasına sebep değildir.Tam tersine devletimiz, geçmişinden ders çıkararak Türk Milleti’nin doğru ve iyi bir din eğitimi almasını sağlamalıdır ki başka devletlerin din sömürüsü altında kancasını taktıkları birer kurban olmasın aziz milletin aziz fertleri…
Ülkemizde önemini hiçbir dönem yitirmeyen konulardan bir tanesi de hiç şüphesiz laiklik meselesidir. Belli dönemlerde “birileri” tarafından gündeme “ara sıcak” olarak sunulan ve sonra geri çekilen ama her dönemde illaki tartışması yapılan laiklik; Arvasi döneminde de tartışılan ve o dönemlerde şimdiki olduğu gibi kendi insanımızın değil, dış dünyanın bizde oluşturmaya çalıştırdıkları bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır.O günden bugüne değişen ise: Ülkemizde laikliğin tehlikede olduğu yada Cumhuriyet’in elden gittiği korkusunun uzun uğraşlar sonucunda yabancı devletler tarafından değil kendi aydınlarımız(?) tarafından dile getirilmesi olmuştur.Bunu aşağıdaki alıntıdan anlayabiliyoruz:
Sanki bir merkezden idare ediliyormuşçasına “yerli” ve yabancı” bazı basın ve yayın organları, ısrarla ve telaşla soruyorlar: “Türkiye’de İslamiyet’in gelişmesi bir problem midir?, Türkiye’de laiklik tehlikede mi?Newsweek Dergisi muhabiri Theodore Stanger Başbakan Turgut Özal’a, daha öncelerinde ise İsrail gazetecisi ve İngiliz Gazetecisi de 12 Mart darbesinin Başbakanı Nihat Erim’e aynı soruları sormuşlardır. “Türkiye’de laiklik tehlikede mi?” (Arvasi, Sahte Dindarlar Sahte Laikler,sf:44)
Bugün dahi hala gündemde olan ve sıcak tartışmalara sebep olan bir laiklik tartışması var ise, ortada bir sorun var demektir.Biz hala laikliği sindirememişiz demektir.Dışarıdan geleni olduğu gibi kabul etmek, kendi bedenimize uygunluğunu kontrol etmeden bir kıyafet almakla eşdeğerdir.Laiklik kavramı da dışarıdan alınan bir kavram olması itibari ile neyi ihtiva ettiği açık ve net bir şekilde tanımlanmalıdır.Aksi halde her kesime göre ayrı bir laiklik tanımı doğacak ve kavram kargaşası devam edecektir.Anayasa’da Türkiye Cumhuriyeti’nin laik bir ülke olarak adlandırılması yetersiz kalmakta buna ek olarak laikliğin de tanımı yapılarak her kesim tarafından farklı yerlere çekilmesi önlenmelidir.
Başörtüsü meselesi bile bugün laiklik tartışmaları altında konuşulmaktadır. Halbuki burada unutulan bir şey vardır o da: Türk’ün en belirgin özelliği olan, tüm dünyaya nam salmış özgür olma istediğidir. Hür olmayan bir yaşamı her zaman ret etmiştir Türkler.Ancak içten içe,farkında olmadan bizim için mukaddes olanları değiştirme oyunları ile bu özelliğimizi de kaybetmemiz sağlanmaktadır.Halbuki Türkler hürriyetin her türlüsüne düşkündür.Din ve vicdan hürriyeti, fikir ve düşünce hürriyeti de buna dahildir.Ancak yabancı mihraklar bizim bu özelliğimizden vazgeçmemiz için uğraşmakta ve başarılı da olmaktadırlar.
Başörtüsü meselesi ile biz inançlarımıza uygun hareket etme hürriyetimizden vazgeçip, sesimizi çıkartamıyoruz. Bu sahada başarı gösterenler: ileride başka bahanelerle yine haklı(?) sebeplerle toprak ve bayrak hürriyetimizden de vazgeçmemizi sağlayacaklardır.Bunlara karşı uyanık olmalı, farkındasız kabullenmelere boyun eğmemeliyiz.
Bu oyunlar hiç şüphesiz milli şuurumuzun yok edilmesi konusunda da amansız bir şekilde sürmektedir. Bu konuda da S.Ahmet Arvasi seneler öncesinden ülkücüleri uyarmış ve Milli Şuur’un önemini şu sözleri ile belirtmiştir:
Tarih, millet şuurunu reddeden her hareketin başarısızlığa uğradığını kafi miktarda ispatlamıştır.
Bize göre “milli şuur”, bütün fert, zümre tabaka ve sınıfları bağlayan harçtır.Bu harcın kuvveti oranında fertler,zümreler, tabakalar ve sınıflar “milli huzur ve refahtan” pay alırlar.Bu harcın zayıfladığı milletlerde ve devletlerde grup çözülür, egoizm artar, sosyal yalnızlıklar ve adaletsizlikler çoğalır.Millet “düşman kamplara” bölünür ve “milli devlet” zayıflar.Bir ülkede “milli şuuru” zayıflatarak “sınıf şuurunu” kışkırtmak isteyenler, bilerek veya bilmeyerek, milletin çözülmesine yardım etmektedirler
Bir milletin ve devletin gücü, “milli şuurun” uyanıklığı ölçüsünde artar, bu şuurun zayıflaması oranında azalır..(Arvasi, Türk-İslam Ülküsü 1, sf:127)
Milli Şuur’a sahip bir milletten müteşekkil devlet, bağımsızlığını ve geleceğini ilgilendiren konular karşısında, olduğundan daha gür ses çıkarabilecek kudrete sahip olacaktır. Bu kudreti de elbette milletinden alacaktır.Çünkü milli şuur demek, milli konularda tek yumruk olabilmek demektir.Kendi meselelerine karşı duyarsız kalmayıp , söz söyleyebilmek demektir. “Banane”ciliği bırakıp, “ben” olmaktan kurtulup “biz” olabilmektir. Bu manada ülkücü gençler her şeyden evvel Milli Şuur’a sahip, milli huzuru ve refahı sağlamak adına kendi huzur ve refahını düşünmeyen, “ben” demeyen, milli devleti kurmada kararlı, Türk’ün vakarını her daim gösteren kişiler olmalıdır.
Arvasi Milli Şuur’un oluşması kadar bu şuurun seçeceği kişilerin uygulaması gereken bir de “milli politika” nın olmasını savunur. Milli Politika’nın ne olduğunu ise şu sözlerle açıklar:
Mili politika, şu veya bu kadronun keyfi temayülüne göre değil, milletin ihtiyaç ve temayüllerine göre, şart ve imkanlarına uygun olarak yürütülür.Milli politikadan maksat, milleti ve devleti mutlu ve güçlü kılmak, maruz kaldığı sosyal, kültürel, ekonomik problemlerden kurtarmak, içten ve dıştan gelecek tehlikelere karşı korumaktır.Milli tercihe göre devleti ve milleti yönetmektir. (Arvasi, Türk-İslam Ülküsü 2, sf:239)
İçtimai Irk
Arvasi’nin millet anlayışı “İçtimai Irk” üzerine kuruludur. O, toplumu oluşturan bireylerin tüm “ortak” olan değerler bütünüyle birleşip biyolojik ırkın yanında içtimai ırkı da oluşturması gerektiğini düşünür.
İçtimai Irk biyolojinin konusu değildir, sosyolojinin konusudur.Bir milleti teşkil eden fertlerin, ailelerin, sınıf ve tabakaların “soy birliği” şuurudur.Ortak bir şuur tarzında beliren “mensubiyet duygusunun” soy ve kan birliği şuuru biçiminde de duyulmasıdır.Zaten, biyolojik verasetin yanında, ortak kültür, ortak coğrafya, ortak hayat tarzı ve ortak mücadeleler, bir milletin fert ve tabakalarını hem ruhi, hem de fizik bakımından birbirine yaklaştırır. (Arvasi, Türk-İslam Ülküsü 1, sf:119)
“Biyolojik ırkıçılık” parçalayıcı ve bölücü bir karakter taşıdığı halde, “içtimai ırk” birleştirici ve bütünleştirici bir özellik taşır.Kimse biyolojik verasetini tayin iradesine sahip değildir.Ama, “içtimai ırk” tercihine açıktır.Aynı tarihe, aynı kültüre, aynı din ve ülküye sahip insanlar arasında “kan ve soy birliği” şuurunun güçlenmesine yol açar.Kendi içine kapanan dar bölge, aşiret, tabaka, etnik gruplar arasında evlilik köprüleri kurarak “milli şuuru” güçlendirir. (Arvasi, Türk-İslam Ülküsü 1, sf:121)
Bugünün koşullarına baktığımızda, ülkemizde oynanan oyunları çözmede son derece etkili olabilecek bir anlayıştır.Kendini farklı olarak adlandıran insanların bu şuur ile milletimize bağlanmalarını mantıklı ve gerçekçi ifadelerle açık açık anlatmaktadır.Bu topraklar üzerinde bin yıldır yaşayan insanların parçalayıcı manada bir biyolojik ırkçılık yapması son derece manasızdır.Aidiyet duygusunun oluşturduğu anlayışın, kan ve soy birliği olarak da hissedilmesi, bin yıldır paylaştığımız ve kaynaştırdığımız aynı din,aynı kültür ve aynı ülkünün ışığında tek bir millet olarak ortaya çıkmamız yalnızca bu şuurla gerçekleşecektir.
Tarihi yanıltmak suretiyle, sanki ezelden beridir yaşayagelmiş ve bugün de devam eden bir milletin Anadolu coğrafyasında bulunduğunu ancak bugün kendilerinin yok sayıldığını iddia edenlere de yine Arvasi Hoca’dan cevap vermek mümkündür. Bizler tüm iyi niyetlerimizle: “bu topraklar üzerinde yaşayan tek bir millet vardır ve ismi de Türk Milleti’dir” derken bunu Irkçı bir yaklaşım olarak görenlere; Anadolu’nun geçmişini gösterip, tarihte nüfus olarak en kalabalık şekilde Anadolu’da hüküm süren kavmin Türk Kavmi olduğunu anlatmak yeterli olacaktır.Arvasi bu konuda:
Türkler, Anadolu’ya geldiği zaman, bu topraklarda ne bir Ermeni,ne de bir Kürt Devleti vardı.Anadolu’yu güya Bizans Devleti kontrol ediyordu.O Anadolu ki, kırları bomboş, köy ve kasabaları harap ve terk edilmiş, sadece etrafı hisarlarla çevrili şehirlerde nüfus bulunan, eşkıyanın, soyguncunun kol gezdiği sahipsiz bir coğrafya parçası durumunda idi.Esasen Anadolu, bütün tarihi boyunca nüfus tutamamıştı.Düşünün, Türklerin Anadolu’ya yerleşmesi üzerinden “dokuz asır” geçmiş bulunmasına rağmen 1926’da bütün Türkiye’de “dokuz milyon insan” vardı.(bknz.Arnold Toynbee-Bir devletin yeniden doğuşu-Türkiye,K.Yargıcı sf:234)Durum 1926’da böyle olunca acaba Anadolumuzda 1070 tarihlerinde kaç kişi bulunuyordu? (Arvasi, Türk-İslam Ülküsü 1, sf:301)
Bugünkü, geçmişini bilmeyen gaflet içerisindeki nesillerin iddia ettiğinin tersine, memleketimizin geçmişinde de bizler Anadolu’ya gelmemiz ile birlikte bu topraklarda hep ana unsur olmuşuzdur.Ayrıca bugün Türkiye’lilik gibi kavramlarda çözüm arayan ve ihanet odakları olarak adlandıracağımız yerlerin iyi bilmesi gerekir bu ülkenin isminin Türkiye olmasının bir manası vardır.Rastgele, tesadüfen veya hamasi duygularla bizim vermiş olduğumuz bir isim değildir Türkiye.Yabancı devletlerin tarihte bize verdikleri isimdir bu.Türklerin diyarı, Türklerin devleti ve toprakları manasına geldiği için bu ismi bize vermişlerdir.Anadolu’nun Türk olduğu yabancı devletler tarafından dahi kabul edildiği için Anadolu; Türkiye olarak adlandırılmıştır.Bu sebeple Türkiyeli olmaktan ziyade bu topraklarda yaşayanların Türk olduğu gerçeği bir kez daha vurgulanmalıdır.
Milli Dil
S.Ahmet Arvasi, bir çok konuda milli olandan taraf olduğu gibi Türk Dili’nin milli bir hüviyet kazanması gerektiğini düşünür. Türk gencinin, yabancı kelimeler boyunduruğu altında kalarak milli kitaplığımıza uzak, dünü ile yarını arasında bir bağlantı kuramayan, Türk Dili’nin her konuda yeterli oluşuna vakıf olamayan ve en önemlisi de okuduğunu anlayamayan bir neslin mümessili olmaması için çalışmıştır ve bu konuda çok sayıda yazı yazmıştır.
Milli Dil ,gerçekten de bir milletin “dünü” ile “yarını” arasında tam bir manevi köprü vazifesi yapar: “milli” ve “beşeri” tecrübeleri, gelecek asırlara intikal ettirir.Milli dil, sadece yaşayan nesillerin dili değildir. O, geçmiş ve geleceği ile bir milleti kucaklar.Asla unutmamak gerekir ki, “milli dilimiz”, aynı zamanda milli birliğimizin ve milli bütünlüğümüzün de ana temellerinden biridir. (Arvasi, Sahte Dindarlar Sahte Laikler,sf:5)
Türk Dilini,bir ilim sanat, fikir dili haline getirmek Türk Milli Eğitimi’nin, yani Türk Milleti’nin , Türk Devleti’nin vazifesidir.”Yabancı dil öğreniyoruz” bahanesiyle hiçbir okulumuzda, akademimizde, enstitü ve fakültemizde, Türkçe “ikinci plana” itilemez. (Arvasi, Sahte Dindarlar Sahte Laikler,sf:10 )
Akademik çalışmalarla Türk Dili, bir ilim, fen, teknik, sanat ve tefekkür dili olarak geliştirilmeli; dil anarşisine düşülmeden bu iş,mutlaka başarılmalıdır.Türk dili, kültür emperyalizmine uğratılmadan çağdaş ihtiyaçlara cevap verecek duruma getirilmelidir. (Arvasi, Sahte Dindarlar Sahte Laikler,sf:15)
Dil bir milletin geçmişteki, haldeki ve gelecekteki nesillerini birbirine bağlayan, onları bir millet haline getiren çok güçlü bir “içtimai bağ”dır.Hele, Türk milliyetçiliği, açısından Türkçe, milli varlığımızın temelidir. (Arvasi, Türk-İslam Ülküsü 1, sf:281)
Osmanlılar döneminde bizde karşılığı olmasına rağmen Türkçeye bir çok yabancı kelime ve terimler girmiştir.Türkçe; Arapça ve Farsça kelimelerin adeta istilasına uğramıştır.1900’lü yılların başında ise bu gidişe isyan edilmiş ve “Genç Kalemler” dergisi etrafında toplanan Ziya Gökalp ve arkadaşları tarafından “dilde sadeleşme” hareketi başlamıştır.Bu da Yeni Lisan Hareketi olarak isimlendirilmiştir.Ancak Ziya Gökalp’ten bugüne devam eden bu istila hızını artırarak süregelmiştir.Onların çabalarını bugün devam ettirecek bir aydın sınıfı ne yazık ki hali hazırda yoktur ve bir milli mesele olan dil meselemiz ne yazık ki gündemimizin ağır konuları arasında küçük bir serzeniş olarak dahi yer alamamaktadır.Elbette ki geleceğin aydın kadrosunu oluşturacak olan Ülkücü nesil, sürekli değiştirilen gündemimize aldırmadan, zihninin derinliklerinde bu mesele üzerinde de fikir sahibi, yorum sahibi ve söz sahibi olmalıdır.
Arvasi; memleketin tüm meselelerinde, sorunlarında ve geleceğinin tayin edilmesinde ana faktörün Genç Nesiller ve onların eğitimi olduğunu vurgulamıştır. Bu bağlamda gençlere büyük önem vermiş, onların terbiyesi hususunda herkese büyük görevler düştüğünü her ortamda dile getirmiştir.Arvasi; toplantılarında, sohbetlerinde gençlerin olmasından memnuniyet duymuş, bilhassa terbiyeli gençlik yetişmesi için uğraşmıştır.Gençlerin terbiyesi hususunda ise:
Milli tecrübe’ye dayanmayan bir terbiyenin “milli karakteri” yoktur.
Bir Milletin geleceği, ümidi ve başarısı “genç nesillerin” terbiyesine bağlıdır.Bir millet, istikbalini, genç nesiller için hazırladığı terbiye ölçüsünde teminat altına alır.Terbiye, bir milletin dününü, bugününü ve yarınını bir bütün halinde kavrayarak zamanın ve zeminin şartları içinde ileri ve güçlü bir hayat hamlesi biçiminde değerlendirmelidir. (Arvasi, Türk-İslam Ülküsü 3, sf:35)
diyerek olması gerekeni açıklamıştır.
Tüm bu yazılanlar ışığında diyebiliriz ki Ülkücü Türk Gençliğinin fikirlerinden istifade etmesi gereken, davamızı Türk-İslam Ülküsü etrafında şekillendiren, memleketin her meselesi hakkında bir çözüm önerisi ve söyleyeceği sözü olan, asrın Yesevisi Seyyid Ahmet Arvasi; gönlümüzün ve aklımızın en mahrem yerinde olması gereken ve örnek alınacak gerçek manada bir Ülkücüdür.
Arvasi Hoca’yı ölümünün 21. yılında bir kez daha rahmet ile anıyoruz.
Onun bir dörtlüğü ile başlayan ve sözlerinden alıntılar ile müteşekkil bulunan yazımızı, yine onun bir sözü ile bitirmek en doğru kelam olacaktır.
Kesin olarak bilinmelidir ki, “kendi tarihine,kendi kültür ve medeniyetine ve kendi ülkülerine yabancılaşmış bir cemiyet” artık bağımsız değildir.Yabancı cemiyetlerin, yabancı kültür ve medeniyetlerin elinde oyuncaktır,kendine mahsus ülkü ve hedefleri yoktur…. (Arvasi; Fikir Sefaletine Örnekler,sf:13)