« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

10 Oca

2011

FUZÛLÎ’DE MELÂMET KAVRAMI

Dr. Bahir SELÇUK 01 Ocak 1970

ÖZET

Melâmet, hem tekke ve tasavvuf şairlerince, hem de divan şairlerince
kullanılmış olan tasavvufî bir kavramdır. Tasavvufî düşünceden şiirlerine derinlik ve
zenginlik katmak amacıyla faydalanmış olan divan şairi Fuzûlî, melâmet kavramına da
bu amaçla yer vermiştir.

Bu çalışmada; Fuzûlî’nin Türkçe divanı taranarak, melâmetin dile getirildiği
beyitler tespit edilmiştir. Şairin melâmeti, aşk yolunda ilerleyen âşığın davranışlarına,
tutumuna gösterilen toplumsal bir tepki ve dışlama, âşıklık göstergesi, övünç vesilesi
şeklinde ele aldığı görülmüştür. Melâmetle ilgili bir girişten sonra Fuzûlî’nin melâmet
kavramına bakışı, âşık-melâmet, melâmet-toplum bağlamında örneklerle izah edilmeye
çalışılmıştır.

GİRİŞ

Tasavvuf düşüncesine göre, İlahî bir cevheri bünyesinde barındıran insanın bu
cevheri temsil edebilmesi, bir anlamda ayna görevi üstlenebilmesi için kendisine
sonradan giydirilen bir elbise hükmündeki tenden ve bedenî arzulardan uzak durması,
nefsini dizginlemesi gerekmektedir. Kul ile Allah arasındaki sınırsız zaman ve mekân
boyutuna rağmen, irtibatı temin eden en güçlü ve dinamik bağ olarak kabul edilen aşk
da, ancak kesretten arınmış bir gönülde tecelli edebilir. Dünyaya bir çilehane gözüyle
bakan mutasavvıflar; insan-ı kâmil olmak için kibir ve riya ile mücadele, gururu kırma,
gönlü temiz tutma ve kötülüğü emreden en büyük düşman olan nefsi terbiye (tezkiye)
etme/öldürme amacıyla çeşitli yöntemler kullanırlar. Kulun mâsivâdan ümidini ve
beklentisini keserek tamamen Allah’a yönelmesini amaçlayan melâmet de bu
yöntemlerden biridir.

Mütercim Âsım; levm, “azl (kınamak), itab ve serzeniş manasındadır ki
Türkî’de kınamak tabir olunur.” der. (M. Asım, 1305:487) Levm kelimesinden türetilen
mimli mastarlar olan melâm ve melâmet, sözlükte “kınamak, ayıplamak, azarlamak,
serzenişte bulunmak, korkmak, rüsvaylık” anlamlarına; melâm(et)î ise kınanmaya konu
olan anlamına gelmektedir. (Bolat, 2003:15) Tasavvuf literatüründe bir terim, bir
makam ve bir tasavvuf anlayışının adı olarak yaygın bir kullanım alanı bulunan
(Azamat, 2004:24) ve Fütüvvet, Kalenderîlik, Kübrevîlik, Mevlevîlik, Bayramîlik,
Halvetîlik gibi büyük akım ve tarikatlerin ortaya çıkmasında önemli rol oynayan bir
tasavvufî eğilim olan Melamîlik, hemen bütün tarikatlarda dervişin, kendisini halkın
gözünde kötü tanıtması, herkesin beğenme ve saygısı yerine hor görmesini isteyişi,
(Pala, 1995:328,329; Bolat, 2003:255) bir bakıma tasavvufta önemli bir yere sahip olan
“ölmeden evvel ölünüz” düsturunu yansıtmaktadır.

Melâmet kelimesinin kökü olan levm’den türeyen kelimeler, Kur’an-ı
Kerim’de çeşitli ayetlerde geçmektedir. (İbrâhim 14/22, İsrâ 17/29,39; Sâffât 37/142,
Zâriyât 51/40, Kalem 68/30, Meâric 70/30) Fakat mutasavvıflar, kelimenin terim
anlamını “el-Mâide 5/54, el-Kıyâme 75/2” ayetlerine dayandırmaktadırlar. Mâide
suresinde geçen “Onlar, kınayanın kınamasından korkmazlar.” ifadesinin, melâmet
düşüncesini vurguladığına, “Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler.” ifadesinin,
melâmet-muhabbet arasındaki ilişkiye işaret ettiğine inanan sufiler, yine aynı ayette
geçen cihad kelimesini de Allah’ın kendisini kınayan nefsi yemin ederek övdüğü ayetle
(Kıyâme 75/2) birlikte düşünüp nefisle cihad anlamında yorumlamışlardır. Bu
düşünceden hareketle melâmet, “Allah tarafından sevilmek, Allah’ı sevmek, onun
yolunda nefisle mücâhade etmek ve bu mücâhade sırasında kendisini kınayanların
kınamasından korkmamak” şeklinde bir terim anlamı kazanmış, (Azamat, 2004:24)
kelimenin literal anlamı korunarak “iddia sahibi olmama, riyâdan sakınma, şöhretten
uzak durma, nefsi itham ederek onun ayıpları ile meşgul olma, amelleri görmeme,
şeklinde ifade edilmiş ve bu hareket, anılan anlamları kasten “Melâmetîlik” veya
kurucusu Hamdûn Kassâr’a nispetle “Kassârîlik” şeklinde isimlendirilmiştir.
“Abdulazîz Mecdi Tolun Efendi, melâmî sözünün, Seyyid Muhammed Nûrul’l-
Arabî’nin mahlası olduğunu söyler.” (Cebecioğlu, 2005:424) Melâmetiyye ile doğrudan
ilgili tek kaynak, Ebû Abdurrahman Sülemî’nin Risâletü’l-Melâmetiyye adlı eseridir.
(Bolat, 2003:16,169)

Melâmet ehli, kendilerini zahitlikle, irfanla, iyilikle göstermeyi de bir kayıt,
hatta bir kendini beğeniş ve beğendirme çabasına düşüş bildiklerinden kendilerini
herkesten aşağı görmek ve göstermek, yapılan hayrı, iyilikleri gizlemek; kötülükleri,
işledikleri günahları ve şerleri ise gizlemeye uğraşmamak düşüncesini şiar edinmişlerdi.
(Gölpınarlı, 1985:111,112; Bolat, 2003:15) Melâmetîliğin öncülerinden Abdullah bin
Münâzil’in dilenmesi, Bâyezîd-i Bistâmî’nin Ramazan ayında (seferî olma ruhsatını
kullanarak) etrafına toplanan kalabalığın karşısında ekmek yemesi, Yusuf bin
Hüseyin’in Kur’an okunurken ağlamayıp şiir okunurken ağlaması (Bolat,
2003:112,149,154) şan ve şöhret korkusu ile riyadan kaçınmayı benimseyen
Melâmetîlerde görülen hallerden sadece birkaçıdır.

Nefsi kınama ve aşağılama amacı ile, halkın eleştirilerine maruz kalarak
onlardan bağımsız hale gelip kendilerini bütünüyle Allah’a adamak inancı ile hukuken
hoş karşılanmayan veya hukuku ihlal eden eylemlere yönelme; Melâmetîliğin
yozlaşmasına, marjinal olarak değerlendirilmesine, İslam öncesi veya İslam dışı
kültürlere dayandırılmasına, farklı anlamlandırılmasına yol açmıştır. (Bolat,
2003:167,168, 232)

Mutasavvıflar, tasavvufî düşüncelerini anlatmak için şiiri bir araç olarak
kullandıkları gibi; mutasavvıf olmayan şairler de düşüncelerine derinlik katmak, zengin
bir çağrışım oluşturmak için tasavvufun sembol ve terimlerinden faydalanmıştır.
Mutasavvıf şairlerce; Hakk’a giden yolda, Hak uğruna karşılaşılan her engeli hiçe
sayma, övünme, kınayanlara meydan okuma şeklinde dile getirilen melâmet, toplumun
akıl ve mantık ölçülerini önemsememe, maddî ve dünyevî bağlardan azade olma, endişe
duymama gibi özelliklerinden dolayı delilik ya da sultanlıkla ilişkilendirilmiştir.
Cezbeli ve taşkın görüşlerinden dolayı on iki dervişi ile idam edilen İsmâil
Maşûkî (ö.945/1539), (Gölpınarlı, 1997:227; Bolat, 2003:326) bir şiirinde,
Terk edip nâm u nişânı giy melâmet hırkasın
Bu melâmet hırkasında nice sultân gizlidir
diyerek şan şöhreti terk etmenin ve fakirliğin alâmeti olan melâmet hırkasını giymenin,
asıl sultanlık olduğunu vurgulamıştır. Kul Nesîmî,
Ben melâmet hırkasını kendi giydim eğnime
Âr u nâmus şîşesini taşa çaldım kime ne (Gölpınarlı, 1997:227)
dörtlüğü ile başlayan bestelenmiş meşhur şiirinde, toplumun çok değer verdiği ar ve
namusu bile, bir şişe gibi taşa çalacak kadar melâmet yoluna girdiğini, kararlılığını,
kınamalara aldırmadığını açıkça belirtmiştir.

İbrahim Gülşenî (Konur, 2000: 202-203), Eşrefoğlu Rûmî (Eşrefoğlu Divanı,
?:130), Yusuf-ı Sîne-çâk (Gölpınarlı: 1983,495), Mevlevî Seyyid Halil Ağa (Gölpınarlı:
1992, 173-174), Lamiî Çelebi (Tatçı, 1998:177), Hayretî (Bolat, 2003:385) gibi şairler
de melâmet fikrini benimsediklerini çeşitli şiirlerinde dile getirmişlerdir.

A. Fuzûlî’de Melâmet

Aşk, Fuzûlî’nin şiirlerinin odak noktasıdır. Şair, aşkının büyüklüğü ile
Ferhâd’a, Mecnûn’a meydan okur; aşkı uğruna düştüğü melâmetle övünür.
İster beşerî kaynaklı, ister İlahî kaynaklı olsun, Fuzûlî’deki bu aşk tasavvuf
düşüncesine göre, dolaylı da olsa, Allah’a yöneliktir. Çünkü mutasavvıflar, “Esasen
ortada Allah’ın güzelliği ve ona duyulan sevgiden başka bir şey olmadığından Allah’tan
başkasını sevmek mümkün değildir.” derler. (Okuyucu, 2004:283) Bu yüzden bu aşkın
verdiği ıstırap ve âşığın uğradığı melâmet de Allah içindir.
Tasavvufun bir bakıma özünü oluşturan aşkı, kendi tabiatıyla da örtüştüğü için
daha çok ıstırap yönüyle yansıtan Fuzûlî, bunda gayet başarılı olmuş ve kudretli dehası
ile güçlü bir lirizmi yakalamıştır. Şairin; şairlik kudretine rağmen yeterli ilgiyi
görememesi, ilmine uygun makam ve mevki’e gelememesi, bulunduğu yerden ayrılmak
istemesine rağmen bunu başaramaması… gibi sebepler bu lirizmi besleyen güçlü
kaynaklar olmuş, şair bunları tasavvufun mecazlarıyla yoğurarak şiirlerine sermaye
yapmıştır. (İpekten, 1996:32; Mazıoğlu, 1997:15-18, 31) Zaten Fuzûlî’nin şiirlerinde
aşk eksenli unsurlar olan “aşkın acılarına tahammül etmek, elem çekmek, halkın
ayıplamasına (melâmet), başkalarının (ağyâr) cefasına katlanmak, sabır,
alçakgönüllülük, bütün bunlar tasavvufun da dayandığı esaslardır.” (Mazıoğlu, 1997:31)

Herhangi bir tarikate bağlı olmayan, aynı şekilde Melâmîlikle de ilgisi
bulunmayan Fuzûlî; elbette ki bir sanatçı olarak melâmet kavramını, aşk duygusunu ve
âşığın davranışlarını yansıtabilmek için bir araç olarak kullanmıştır. Bu bağlamda
Fuzûlî melâmeti, sevgiliye giden yolda harap ve bitap düşmüş, üstü başı dağınık, gözü
yaşlı, benzi sararmış, feryat figan eden çılgın âşığın, bu garip hallerinden dolayı halk
tarafından taşlanması, kınanması, aşağılanması şeklinde şiirine yansıtmıştır. Şair,
“Başkalarının cevrini ve cefasını çekmeyi, halkın ayıplamasına katlanmayı, âşıklığın
tabiî bir cilvesi” (Mazıoğlu, 1997:27) saydığı için, aşktan ve aşkın verdiği elemlerden
memnuniyet duymuş ve çoğu zaman bununla iftihar etmiştir.

Fuzûlî’nin tasavvufî bir kavram olan melâmete bakış açısını, Türkçe
divanındaki (Akyüz vd.,:1990) gazellerde geçen “melâmet, ta’n/ta’n etmek, ayb etmek,
rüsvâ” kelimelerinin geçtiği beyitlerin tasnifinden hareketle, melâmet kavramı ile ilgili
benzetme ve ilgileri, âşığın melâmete sebep olan hallerini, melâmete uğrayan âşığın
psikolojisini tasavvufî aşk bağlamında izah etmeye çalışacağız.

B. Melâmet Kavramı İle İlgili Benzetmeler

Fuzûlî; duygu, düşünce ve hayallerini ifade edebilmek için dilin imkânlarından
en üst seviyede yararlanmış; tasavvufî aşkı ve bu aşkla ilgili değişik durumları, mecaz
ve sembollerle işleyerek şiirlerine bir derinlik ve coşku katmıştır. Aynı şekilde şair,
tasavvufî bir terim olan melâmet kavramını, değişik kavramlarla bağdaştırarak güçlü ve
zengin çağrışımlar oluşturmuştur. Benzetme ilgisinden hareketle kurulan bu
bağdaştırmaların geçtiği beyitler, ileriki bölümlerde açıklanacağı için burada sadece bu
ilginin kurulduğu dizeleri vermekle yetineceğiz.

Şair, melâmetin âşık üzerindeki tesirini ve âşığın melâmete âdeta hedef tahtası
olduğunu çağrıştırmak için “seng/taş, hadeng/ok, hançer” nesnelerini benzetilen unsur
olarak kullanmıştır.

Taşın çarpması, hançerin kesmesi, okun delmesi ile, silahsız bir masum
konumundaki âşığın bedeninin her kınamayla nasıl yara aldığı, eziyet çektiği, bedenen
zayıfladığı okuyanın/dinleyenin zihninde canlandırılmaya çalışılmakta, âşığın düştüğü
durum canlı bir tablo halinde gözler önüne serilmektedir.
seng/taş, (Eyminem seng-i melâmetten kim alıp çevremi G.11/2a, Gam değil
cismimde ger seng-i melâmet zahmı var G.14/3a, Aşk tâ seng-i melâmetten hisâr etmez
bana G.16/6a, Yanımda cem' olan seng-i melâmet Bîsütûn'umdur G.87/6b, Sınmadan
seng-i melâmetten per ü bâlin senin, G.168/6b, Ucaldın kabrim ey bî-derdler seng-i
melâmetten G.219/1a, Bes ki etrâfıma cem' oldu melâmet taşı G.275/6a, Seng-i
melâmet ile çekin çevreme hisâr G.301/5a)
hadeng/ok (Kâr-ger düşmez hadeng-i ta'ne-i düşmen bana G.11/1a, Fuzûlî
vermedi ta'n okları göz yaşına teskîn G.90/7a, Ta'n okun atma kim hatarı çok nişânedir
G.99/1a)
hançer (Sitem taşı melâmet hançeri bî-dâd şemşîri G.212/7a)

Şair, âşığın melâmeti üzerine çektiğini, her an melâmete maruz kaldığını kuş
(Başım üzre melâmet kuşlarıyçin âşyân etmiş G.133/2b), aşkın sıkıntılarla dolu
olduğunu, âşığın dertlerle yoğrulduğunu ber (Ben nihâl-i gül-şen-i derdim melâmettir
berim G.208/7b), melâmete uğrayan âşığın acısını od (Melâmet oduna yandın Fuzûlî çık
bu âlemden G.251/6a), âşığın sıkıntılarla ve melâmetle yücelmesini ifade için de gevher
(Ey Fuzûlî ben melâmet gevheriniñ genciyim G.229/7a) göstergelerini kullanmıştır.
Âşık, bütün kınamalara rağmen, aşkını yaşamak zorundadır. Bütün benliği aşk
tarafından kuşatılan âşığın bu ağır yükü taşıdığı ve yaşadığı çevrenin genişliği,
uğrayacağı kınamaların da fazla olacağı anlamına gelir. Bu durumu yansıtmak için şair,
bâzâr (Çıkma ey dîvâne bâzâr-i melâmetten deyü G.263/5b), mülk (Ben tek musahhar
etmedi mülk-i melâmeti G.301/3b), göstergelerine başvurmuştur.

Melâmet kavramıyla ilgili olarak yukarıda değindiğimiz benzetmelerin yanında
şair, melâmete uğrayan âşığı ifade etmek için de: “dîvâne (G.263/5), nihâl-i gülşen-i
derd (G.208/7), melâmet mülkünün sultânı (G.49/7), leşker-i sultân-ı irfân (G.123/1),
şahne-i bâzâr-ı sevdâ (G.14/3), bâzâr-ı cünûn rüsvâları (G.113/7)” benzetmelerini
kullanmıştır.

C. Âşığın Melâmete Sebep Olan Hâlleri

Toplum içerisinde yaşayan her bireyin toplumsal kurallara, ahlakî normlara
uyma zorunluluğu vardır. Kurallara uymayanlar, uyumsuzluk gösterenler kınanmaya,
dışlanmaya maruz kalırlar. Âşığın toplum tarafından hoş karşılanmayan, ayıplanan bir
durum olan aşka düşme, aşktan dolayı hâl ve hareketlerindeki aşırılıklar, kural
tanımazlık, farklı şekillerde kınamalara neden olur. Aşk ile müşk, gizlenemez; bu
yüzden âşık, derdini içine gömmeye de çalışsa, tenhalara da çekilse aşk sırrını
saklayamaz. Şair, Leylâ vü Mecnûn’da aşkın gizlenmezliğini ve âşığın ruh halini şöyle
ifade eder.
Aşk olduğu yerde mahfî olmaz
Aşk içre olan karâr bulmaz LM. 607 (Doğan, 2000)

Âşık, belirtilerinden hareketle, tabipten evvel kendi derdini teşhis etmiştir:
“Aşk”. Aşk derdinin alâmetleri olan “şiddetli âh, sararmış beniz, kanlı gözyaşı” aynı
zamanda melâmetin de sebepleridir.
Tabîbâ kılmışım teşhîs derd-i aşktır derdim
Alâmet âh-ı serd ü rûy-ı zerd ü eşk-i âlimdir G.101/5

Aşığın iradesini elinden alan, İlahî bir yazgı gibi duran aşkı yansıtan bu
durumların önüne geçmesi de, kendi elinde değildir. Aynı zamanda âşığın göze hitap
eden “sararmış beniz, kanlı gözyaşı” özelliklerinin yanında, kulağa hitap eden unsurlar
olan “âh çekme, inleme ve feryat etme” de kınanma sebebi olmaktadır. Böylece âşık
âdeta, hem görünümüyle hem de sesiyle toplumun huzurunu bozmuş görünmektedir.
Fuzûlî'ni reh-i aşkında eşk ü âh eder rüsvâ
Belâdır her kimin bir yolda gammâz olsa yoldaşı G.275/3

Aşk derdini yansıtmak için sıkça kullanılan kanlı gözyaşı kavramı, bir bakıma
aşkın en üst derecesini ifade ettiği gibi, tasavvuf düşüncesinde kanlı gözyaşı âşığın
benliğinden soyutlanmakta olduğunun da sembolüdür. Dışarıdan bakıldığında sebepsiz
gibi görünen, maddî âlemdeki herhangi bir sebebe bağlanamayan çok ağlama, âşığın
rüsvalığına ve ardından kınanmasına yol açmaktadır. Zaten ağlama, hâli açığa vurduğu
ve ağlayanın içini rahatlatıp zevk verdiği gerekçesiyle Melâmetîlerce hoş görülmez.
(Bolat, 2003:191)
Dostlar kan yaş döküp kıldı beni rüsvâ-yi halk
Veh ki düşmen çıktı âhir dîde-i pür-hûn bana G.13/4

Âşığın çok ağlaması melâmeti de beraberinde getirir. Ağlayan âşığın halkı
başına toplaması, gözyaşı sellerinin topraktan sürüklediği çer çöple kuşlara yuva
yapması şeklinde tablolaştırılmıştır.
Götürmüş hâkten tuğyân-ı eşkim hâr u hâşâki
Başım üzre melâmet kuşlarıyçin âşyân etmiş G.133/2

Âşık, anlaşılmadığı için ister istemez toplumdan kaçmaya, yalnız başına
kalmaya başlar. Yalnızlığı ve kederi ile baş başa kalan âşığın, iç âlemindeki trajik
atmosferin yansıması olan feryat ve figanlar da, ışığı ve sesiyle dikkatleri çeken yıldırım
gibi, bakışları âşığın üstüne çeker, âdeta onun karanlıkta kalan dünyasını ve sırrını açığa
vurur, melâmet kapısını aralar.
Kılma her sâ'at beni rüsvâ-yı halk ey berk-i âh
Eyleme rûşen şeb-i gam külbe-i ahzânımı G.263/4

Maddî âlemden ve maddeden soyutlansa da, bedeni halkın melâmetini
çekmeyecek derecede zayıflamış olsa da, âşığın gönlünde taşıdığı aşkın derdi; inleyerek
hâlini dışa yansıtmasına yol açmakta ve melâmete sebep olmaktadır.
Za'fım elden yaşıran ahvâlimi saklar velî
Nâle-i bî-ihtiyârımdır kılan rüsvâ beni G.290/2
Çektiği sıkıntılar, tahammül sınırını aşınca âşık kendini dizginleyemez, deliler
gibi feryada başlar. Görünürde bir sebebe bağlanamayan bu bağırmalar kınamayı da
beraberinde getirir.
Kaçan rüsvâ olurdum kan yutup sabr edebilseydim
Melâmet çektiğim bî-hûde efgân ettiğimdendir G.103/5

Âşığın akıl almaz hareketlerinden biri de deliliği çağrıştıran yırtık yakayla
dolaşmasıdır. Delilerin, içlerindeki huzursuzluğu, hırçınlığı, karmaşayı ifade eden bu
durum, âşık için de geçerlidir. Deliler ve âşıklar; halkın nazarını, kınamayı
önemsemediklerinden dolayı üstü başı perişan, darmadağın bir şekilde dolaşırlar.
Böylece âşık/deli istese de istemese de her an bu özelliğiyle melâmeti üzerine
çekecektir.
Çıkma ey dîvâne bâzâr-ı melâmetten deyü
Muttasıl çâk-i girîbânım tutar dâmânımı G.263/5

D. Melâmete Uğrayan Âşığın Psikolojisi

Fuzûlî, âşığın uzun ve sıkıntılı aşk yolunda (seyr ü sülûk) yaşadıklarını ve
çelişkiler içerisindeki ruhundaki bölünmüşlüğü başarıyla yansıtır. Biz şairin divanında,
zıtlar âleminde zıt duygu ve düşünceler içerisinde yaşayan bir insan portresi ile
karşılaşırız. Bir yandan yolun sonuna varabilmenin heyecanı, bunun getirdiği huzur,
yücelme arzusu ile sıkıntılara tahammül, melâmeti isteme; diğer yandan bir insan olarak
çekilen sıkıntılar karşısında acizlik, halkın gözünde küçük düşmenin verdiği eziklik,
yolun sonuna varamama korkusu ve karamsarlık... Hatta denebilir ki Fuzûlî’nin bütün
şiirleri, işte bütün bu pozitif ve negatif duygular arasında gel-gitler yaşayan âşığın
trajedisidir. Şairin melâmete bakış açısı da yine böyle bir psikolojinin ifadesidir: Bir
yandan melâmeti isteme, melâmetten zevk duyma, melâmet sultanı olmayı dileme; diğer
yandan melâmetten çekinme, melâmete uğrama korkusuyla kendini dizginlemeye
çalışma psikolojisi.
a. Hoşnutluk, Melâmete Tahammül

Tasavvuf düşüncesinde amaç; dünyevî arzu ve isteklere set çekerek nefsi
olgunlaştırmaktır. Zira, “Dünya heveslerine, dünya nimetlerine kapılmak onların tutsağı
olmak, kesrete düşmek ve Tanrı birliğinden uzaklaşmadır.” (İpekten, 1996:110) Âşığın,
aşk yoluna girdikten sonra karşılaşacağı her türlü sıkıntıya göğüs gerip
nefsiyle/kınayanlarla mücadele edebilmesinin, tahammülünün tek sebebi, bu sıkıntıların,
eziyetlerin, kınamaların doğrudan ya da dolaylı olarak sevgiliden geldiğini idrak
edebilmesidir.
Sitem taşı melâmet hançeri bî-dâd şemşîri
Fuzûlî her cefâ kim gelse hoşdur câna cânândan G.212/7

Aşkla paralel olarak kendisini hissettiren melâmete uğrama, âşığın âdeta
alınyazısıdır. Fuzûlî birçok yerde, dertlerinin çokluğundan bahseder; dertlerini
paylaşacak kimsenin olmadığını ve çaresizliğini dile getirir. Bu yüzden şair, iç ve dış
âlemindeki sıkıntılardan ve bunların sebep verdiği melâmetten dolayı kendisini, dert
bahçesinin melâmet meyvesi veren fidanı olarak tarif eder.
Ey Fuzûlî çok melâmetten beni men etme kim
Ben nihâl-i gülşen-i derdim melâmettir berim G.208/7

Tasavvuf düşüncesine göre, önce Allah kulunu sever, kulun gönlünde tecelli
eder; sonra kul, Allah’ı sever, onu her yerde bulmaya çalışır. Melâmet yolunun
öncülerinden Bâyezîd-i Bistâmî’nin bu düşünceyi yansıtan, “Çok kez benim onu (Allah)
istediğimi sandım, oysa ilk önce o beni istemişti.” (Kahramanoğlu, 2006:69) sözü
meşhurdur. Bu sevgi o denli yücedir ki, âşığın aşktan dolayı çektiği sıkıntıları aksettiren
görünümü, hâl bilmezlerce kınansa da âşık için bu kınama ve küçümsemeler bir hiç
hükmündedir. İlahî aşkın âdeta bağışıklık kazandırmış olduğu âşığın, tahammül ve sabrı
karşısında yapılan kınamalar, atılan okların kalkan ya da zırha çarpıp tesirini yitirmesi
gibi, tesirsiz kalır.
Kâr-ger düşmez hadeng-i ta'ne-i düşmen bana
Kesret-i peykânın etmiştir demirden ten bana G.11/1

Dünyevî makamların en üst basamağını temsil etme, azade olma, halkın
nazarını çekme gibi özellikleri ile Fuzûlî’de önemli bir yer tutan sultan imajı, melâmetle
ilgili kullanımda; çektiği sıkıntılar sebebiyle ah edip ağlayan, halkın uzak durduğu
âşığın yalnızlığını, değerini, yüksekliğini, başına buyrukluğunu çağrıştırmaktadır.
Ey Fuzûlî ben melâmet mülkünün sultânıyım
Berk-i âhım tâc-ı zer sîm-i sirişkim taht-ı âc G.49/7

Aşkın sıkıntıları ile boğuşan âşıkta, bulunması gereken en önemli vasıflardan
biri de sabırdır. Nefsi terbiye etmede önemli bir yere sahip olan, manevî sultanlığa
ulaşma sebebi sayılan melâmet de sabır gerektirir. Sabrın sonunun selâmet olduğunu
bilen âşık, şehrin etrafını kuşatıp ele geçirmeye çalışan sultanın askerleri gibi, hedefe
ulaşacağı anı beklemektedir.
Nice ıllardır ser-i kûy-ı melâmet bekleriz
Leşker-i sultân-i irfânız velâyet bekleriz G.123/1

Mecnûn ve Ferhâd, isimleri aşk ile özdeşleşen iki büyük âşıktır. Mecnûn, aşka
düştükten sonra melâmete uğrayınca insanlardan kaçmış, çöllere düşmüş ve hayvanlarla
dostluk kurmuştu. Fuzûlî; kendisini Mecnûn’la kıyaslamakta, melâmete tahammül
edemeyen Mecnûn’a karşılık kendisini tahammülden dolayı, melâmet mülkünü emri
altına alan bir sultana benzetmektedir.
Mecnûn ki pâdşâh-ı sipâh-ı vuhûş idi
Ben tek musahhar etmedi mülk-i melâmeti G.301/3

Ferhâd, Şîrîn’e kavuşmak için Bîsütûn dağını delmek zorundaydı. Şair,
güzellere (Allah’ın güzelliğini temsil eden güzeller/güzellikler) duyduğu ilgiden dolayı
taşa tutulmakta, sadece atılan taşlar bile bir Bîsütûn oluşturmaktadır. Bu yüzden
kendisini asrın Ferhâd’ı olarak takdim etmektedir.
Lebi şîrînlerin şevkiyle Ferhâd'ı benim asrın
Yanımda cem' olan seng-i melâmet Bîsütûn'umdur G.87/6

Âşığın delilikle ilgisini çağrıştıran “taş ve taşlanma”, aynı zamanda melâmete
uğrayan âşığın çektiği sıkıntıyı da gözler önüne sermektedir. Deli/âşık, toplumun
normlarına uymadığı ve toplumun makul görmediği tavırlar sergilediği için halk
tarafından kınanmanın en üst seviyesini temsil eden taşa tutulma eylemine maruz kalır.
Kınamaya uğrayan âşık, “halktan kaçış ve inziva psikolojisi” (Pürcevâdî, 1998:51) ile
ister istemez Allah’a teveccüh edecek ve “irade etme iddiasında da bulunmayacak,
iradesini Hakk’ın iradesine teslim edecektir.” (Bolat, 2003:96-97)

Aşk yoluna giren kişi için melâmete uğrama, disiplin ve düzeni sağlamakla
görevli kişinin her an saldırıya uğrayabilmesi gibidir. Melâmetin en çetin biçimini ifade
eden taşa tutulmanın yol açtığı yara izleri, sevda pazarında bekçilik yapan âşığın
rütbesine işaret etmektedir.
Gam değil cismimde ger seng-i melâmet zahmi var
Şahne-i bâzâr-ı sevdâyım bu zîverdir bana G.14/3

Bir deli gibi taşa tutulan âşığın durumunu şair, sanatkârane bir biçimde, atılan
taşlar karşısında delilik zincirinin oluşturduğu demir kale içerisinde emniyette olma
şeklinde somutlaştırmıştır.
Eyminem seng-i melâmetten kim alıp çevremi
Oldu zencîr-i cünûn bir kal'a-i âhen bana G.11/2

Ta’n edilmek, âdeta âşıklığın şanındandır. Âşığı her görüp yetişenin kınaması
onun toplumdan kaçmasına, bir bakıma yalnız kalıp iç derinliğine ermesine sebep olur.
Bu durum da melâmet ehlince övünç sebebidir.
Ey Fuzûlî her yeten ta'n eyler oldu hâlime
Bu yeter ehl-i melâmet içre tahsînim benim G.206/7

Aşk, sıkıntı ve güçlüklerle dolu bir yoldur. Akıl sahiplerinin sıkıntı anında
kurtuluş çareleri arayıp sabır yollarını araştırmasına karşın, iradesi aşk tarafından alınan
ve aklın kayıtlarından azade âşık, aşk ve melâmeti tercih eder.
Tarîk-i sabr u tedbîr-i selâmet lezzetin bilmen
Bana aşk u melâmet yeğ gelir sabr u selâmetten G.219/5

Melâmete uğramakla âşık, kibir ve gururunu kırar, halkın gözünden düşer;
fakat Hakk’ın nazarında değer kazanır. Âşık, aşkından dolayı Hak katında hazine
değerindeyken, aşktan habersiz halkın nazarında bir deli kadar bayağı görünmektedir.
Fuzûlî bu durumu, hazinelerin ejderhalar tarafından korunduğu inanışına göndermede
bulunarak tablolaştırmaktadır.
Ey Fuzûlî ben melâmet gevherinin genciyim
Ejdehâdır kim yatar çevremde zencîr-i cünûn G.229/7
b. Kararsızlık, İkilem, Temkin

Toplumun bir ferdi olan âşığın, bir yandan melankoli derecesindeki aşkının
belli bir süre sonra davranışlarına yansıması; diğer taraftan davranışlarındaki
tutarsızlıklarla, toplum normları arasındaki çatışmalar; huzursuzluğunu, tutarsızlığını
arttırmakta, kararsız bir kişiliğe zemin hazırlamaktadır.

Âşıklık psikolojisini mükemmel bir biçimde yansıtan Fuzûlî, şiirlerinde çoğu
zaman bu zorlukları yaşayan âşığın taşkınlığını, feryadını dile getirir. Aşkın bir bakıma
aklı kullanılamaz hâle getirmesi, gittikçe artan kınamalar, aşk ateşinin gün geçtikçe
şiddetlenmesi ve âşığı sınayan sevgili/İlahî takdir… Bütün bunlar aşkın hâllerinden
şikâyet gibi görünse de aslında şair, çekilen sıkıntıların büyüklüğünü, tahammül
edilemezliğini sık sık dile getirerek böylesine büyük sıkıntılara ancak gerçek âşığın
tahammül edebileceğini ve buna vesile olan aşkın gücünü, yüceliğini yansıtmaktadır.
Akl dûn-himmet sadâ-yı ta'ne yer yerden bülend
Baht kem-şefkat belâ-yı aşk gün günden füzûn G.232/3

Mevlânâ, Mesnevî’nin üçüncü beytinde “İştiyak derdini anlatmak için,
ayrılıktan parça parça olmuş sine istiyorum.” (Karaismailoğlu, 2004:37) der. Aşk,
yekpare kalbin/ciğerin yapısını, bütünlüğünü bozduğu için parça parça olmuş bir gönle
sahip aşığın derdine tercüman olacak hâl ehli yok gibidir. Aşk derdi
çekmeyenlerin/bağrı bütünlerin yapabildiği tek şey, âşığı kınamaktır.
Bağrı bütünler bana ta'n ederler müdâm
Hâlimi şerh etmeğe bir cigeri pâre yoh G.60/2

Sevgili âşığına çileler çektirirken, aşk derdini yaşayan âşığın düştüğü içler acısı
durum, düşmanlar tarafından kınanır. Âşık bunlara tahammül edemezken derdine bir de,
derdini paylaşacak birini bulamama sıkıntısı eklenir ve âşık çaresizlik ve şaşkınlık
içerisinde bocalamaya başlar.
Ey Fuzûlî cevr-i yâr u ta'ne-i ağyârdan
Var yüz bin gam bu hem bir gam yok gam-hârımız G.120/7
Feryat etmek, inlemek, sıkıntılar yaşayan âşığın az da olsa rahatlaması
demektir. Ama âşığın, aşk sırrını ifşa etmiş olma kaygısı ve kınanma korkusu buna
müsaade etmez. Böylece âşığın sayısız dert zincirine bir halka daha eklenmiş olur.
Gönülde bin gamım vardır ki pinhân eylemek olmaz
Bu hem bir gam ki il ta'nından efgân eylemek olmaz G.112/1

Bir taraftan sevgilinin yurduna/İlahî aşka yönelme arzusunu; diğer yandan
kınanma korkusu yaşayan, yani gönül ve akıl ikilemini yaşayan âşık, cünun yolunu
tercih etmekte, kendi ihtiyarından ister istemez vazgeçmektedir. Böylelikle toplumun
alay ettiği ve eziyet verdiği âşık, bir deli gibi, halkın değer verdiği şeylere sırt çevirerek
kalabalıktan kaçış yolunu seçecek, tek düşündüğü şey Allah olacaktır.
El ta'nesinden isterim ol kûya gitmeyem
Öz ihtiyârım ile beni koyma ey cünûn G.231/2

Âşığın melâmet yolunu tercih etmesinin yegâne gayesi, melâmetin sevdiğiyle
arasında engel olan gurur ve kibrini kırması, benliğinden vazgeçirmesidir. Şair, dağlar
misali kınama taşları ile taşlandığı hâlde, gayesine ulaşamadığından dolayı serzenişte
bulunmakta, bahtsızlığından yakınmaktadır.
Bunca kim kûh-sıfat başıma taşlar urulur
Dîde-i bahtım uyanmaz ne ağır yuhuludur G.93/4

Gönülde tecelli eden aşk; maddî olandan manevî olana; kesif olandan latif
olana, aşağıdan yukarıya doğru bir yükselişi ifade eder. Bu yüksekliği şair “kuş”
imajıyla, âşığın bu dönüşümü sırasında ortaya çıkan garip hâllerinden dolayı
kınanmasını da “kuşları taşlama” imajıyla yansıtmaktadır. Aşk yolunda
ilerleme/yükseleme, çetin bir mücadeleyi; kınayanların kınamasına aldırmamayı
gerektirmektedir.
Dâm-gâh-ı aşktan tut bir kenâr ey murg-ı dil
Sınmadan seng-i melâmetten per ü bâlin senin G.168/6
c. Kınayanlara Sitem, Kınamalara Aldırmama

Melâmetîler, girişte de belirttiğimiz gibi “Onlar, kınayanın kınamasından
korkmazlar” (el-Mâide 5/54) ayetini düşüncelerine delil kabul etmişlerdir. Âşığın garip
davranışlarını, akıl almaz hâllerini, dağınıklığını, kısacası toplum düzenine aykırı gibi
görünen hâl ve hareketlerini, delilikle bağdaştıran kişiler âşığı dışlamaya, toplum dışına
itmeye çalışırlar. Aşkın engin duygusu ile bakan âşık, kendisini kınayanları sadece
gafletle, İlahî takdir eseri olan aşkı anlayamamakla, sevgiyi ve sevgiliyi idrak
edememekle tavsif eder, kınamaları çer çöp gibi değersiz sayar. Bu şekilde kınayanlara
tepkisini göstermiş olur.

Aklı geri plâna atan ve bu sebeple de delilikle ilişkilendirilen âşığın, halkın
gözüne girme, şan şöhret kazanma gibi bir gayesi yoktur. Zaten “Melâmî ekolü özellikle
negatif egonun kontrolünde yoğunlaşmıştır. Uygulamalarının birisi de ünden ve övgüye
veya özel bir tanınmaya neden olabilecek eylemler ve görünüşlerden kaçınmaktır.”
(Frager, 2005:77) Fakat, âşığın tek gayesinin sevgilinin rızasını kazanma olduğunu, aşk
derdini bilmeyenlerin anlamasına imkân yoktur.
Fuzûlî'ni melâmet eyleyen bî-derd bilmez mi
Ki bâzâr-ı cünûn rüsvâlarında neng ü nâm olmaz G.113/7

Fuzûlî, aşktan habersiz olanları “bî-derd”, aşka düşenleri de “derd ehli” olarak
tanıtmaktadır. Âşığın uğradığı melâmetin çokluğu, aşkının büyüklüğüne işaret eder.
Çünkü aşkın şiddeti, âşığın daha fazla rüsvalık sergilemesi ve daha fazla kınanması
anlamına gelir. Âşık, maddî âlemde yaşarken maddeden kurtulmak adına melâmeti
isterken, öldükten sonra da, dert ehline örnek olmak için melâmeti istemektedir.
Ucaldın kabrim ey bî-derdler seng-i melâmetten
Ki ma'lûm ola derd ehline kabrim ol alâmetten G.219/1

Aşk, sahibini bir sarmaşık gibi sarmalayıp kuşatınca, âşık artık kendi
iradesinden, ihtiyarından uzaklaşır, aşkın hâllerine/maşukun iradesine tabi olur. Her şeyi
akıl gözüne indirgeyenler, âşıktaki bu hâlin sebebini, görünen âlemde aradıkları ve
geçerli bir sebep bulamadıkları için; dost iseler nasihate, düşman iseler -fırsattan
istifade- kınamaya, dedikoduya başlarlar. Kınayanların âşığın bu hâlini anlayabilmeleri;
sevgiliyi görme/idrak edebilme ile mümkündür. Bu da herkese nasip olmaz; zira aşk
İlahî takdir işidir.

Değildim ben sana mâ'il sen ettin aklımı zâ'il
Bana ta'n eyleyen gâfil seni görgeç utanmaz mı G.264/6

Her şeyi akılla ilişkilendiren, gönülden ve sıkıntılardan habersiz selâmet ehli,
tabiî olarak, kınadıkları âşığın, aşka düşmesini de kendi ihtiyarına bağlarlar. Hâlbuki
aşka müptela olmak daha önce de belirttiğimiz üzere aşığın kendi rızası ve isteği ile olan
bir hadise değildir. Aşk nasıl ki kulun kendi iradesi dışında gerçekleşiyorsa, aşkın tabiî
sonucu olan melâmet de âşığın istemesi ile terk edilemez. Zira Allah’ın takdirini
değiştirmek mümkün değildir.

Ey ki ehl-i aşka söylersen melâmet terkin et
Söyle kim mümkin midir tagyîr-i takdîr-i Hudâ G.1/5
Aşkında mübtelâlığımı ayb eden sanır
Kim olmak ihtiyâr iledir mübtelâ sana G.17/4

Aşkı, Allah’ın bir takdiri olarak değerlendiren şair, âşıkta zuhur eden hâllerden
dolayı onu garip karşılayıp akıl vermeye çalışan kişiyi de, İlahî takdirin eserlerini inkâr
etmeme konusunda uyarır.
Âşık u rüsvâ görüp men' etme ey nâsih beni
Münkir-i âsâr-ı takdir-i İlâhî olmagıl G.174/6

Fuzûlî; kendisini, müptela olduğu sevgili yüzünden düştüğü hâllere bakarak
ayıplayan ve küçümseyen kişileri, sevgiden/sevgiliden habersiz kişiler olarak tasvir
etmektedir.
Her gören ayb etti âb-ı dide-i giryânımı
Eyledim tahkîk görmüş kimse yok cânânımı G.263/1
Ey Fuzûlî bil ki ol gül-ârızı görmüş değil
Kim ki ayb eyler benim çâk-i girîbânım görüp G.36/7

Bu yüzden Fuzûlî, âdeta alay edercesine, kaygısızca yaşayanlara tahammül
edemeyecekleri aşktan uzak durmalarını söylemekte; mana âleminden, gönlündeki
aşktan habersiz selamet ehline, kendi dış görüşünü, perişan halini işaret etmektedir.
Ey selâmet ehli ol ruhsâra bakma zinhâr
İhtirâz eyle melâmetten men-i rüsvâya bah G.58/3

Aşktan habersiz, hayatı maddî plânda yaşayan selâmet ehli, makul
bulmadıkları davranışları yüzünden dışladıkları âşıkla, kendi aralarında taştan bir duvar
oluştururlar.
Kesti ben şifteden ehl-i selâmet yolunu
Bes ki etrâfıma cem' oldu melâmet taşı G.275/6

Melâmet ile selâmet kavramları arasındaki tezattan hareketle şair, âşığın en
önemli vasıflarından biri olan gözyaşlarından bile rahatsızlık duyanlardan, kendi nefsini
kınamalarını istemektedir. Böylece selâmet ehli, huzurlarını bozan bir kişiden kurtulmuş
olacak; şair de melâmet sayesinde aşkı sindiremeyen bu çevreden ister istemez
uzaklaşmış olacak ve derdiyle baş başa kalacaktır.
Seng-i melâmet ile çekin çevreme hisâr
Eşkim fenâya vermesin ehl-i selâmeti G.301/5

Kınayanlar ne yaparsa yapsın âşık, doğru bildiği yoldan şaşmaz; kınayanların
kınamasına aldırmaz. Çünkü o, Allah’ın takdirinin esiridir, kullarının değil. Aşkından
dolayı döktüğü gözyaşlarına bakıp âşığı kınamak, ırmağın önünü çer çöple tutmaya
çalışmak gibidir.

Fuzûlî vermedi ta'n okları göz yaşına teskîn
Önün bend etmek olmaz hâr u hâşâk ile Ceyhûn'dur G.90/7
Şair; kınamalara aldırış etmeyen âşıkla, düştüğü yeri tutuşturan yıldırım
arasında ilgi kurmuş, kınayanların kınamasını da, ateş karşısında yanmamak için
mücadele veren çer çöpün durumuna benzetmiştir.
Ta'ne-i ehl-i melâmetten ne noksan âşıka
Berk-i lâmi def’in eyler mi hücûm-i hâr ü has G.128/5

SONUÇ

Değişik akım ve tarikatlerde farklı şekillerde algılanmış olan melâmet
düşüncesinin temeli, Kur’an-ı Kerim’deki bazı ayetlere dayandırılır. Riyâzetin, nefsi
terbiye ve tezkiye etmenin aracı olarak kabul edilmiş olan melâmet, Kalenderîlik,
Kübrevîlik, Mevlevîlik, Bayramîlik, Halvetîlik gibi bazı tarikatlerin de temelini
oluşturmuştur.

Klâsik şiirimizin temel kaynaklarından biri olan tasavvuftan, önemli ölçüde
yararlanmış olan Fuzûlî, tasavvufî düşüncede geniş yankı bulan melâmet kavramını
Türkçe divanında “hançer, taş, ok, mülk, pazar, ber (meyve), kuş” gibi değişik
göstergelerle ilişkilendirerek kullanmış, zengin bir çağrışım oluşturmuştur.
Şair, aşk sebebiyle hâl ve hareketlerini dizginleyemeyen âşığın, içine düştüğü
durumu delilik ve rüsvâlıkla; âşığın toplum tarafından kınanmasını, kötülenmesini de
melâmetle ifade etmiştir.

Fuzûlî, klâsik şiir geleneğinin önemli bir parçasını oluşturan tasavvufa ait
çeşitli kavramların yanında melâmeti de, aşk kavramı ile ilişkilendirerek işlemiş;
melâmeti aşk yolunun tabiî bir engeli, âşığa gösterilen toplumsal bir tepki biçiminde
yorumlamıştır. Âşığın ayrılık, hüzün, yalnızlık, çaresizlik duygularının; duygusallığının
yansımaları olan aşırı gözyaşı dökmek, beti benzi sararmak, inlemek, feryat etmek, yaka
yırtmak gibi makul karşılanmayan hareketler, aşktan ve aşkın hâllerinden habersiz
kişilerce, görünürde herhangi bir sebebe bağlanılamadığından ve akılla
bağdaştırılamadığından, âşığa deli gözü ile bakılmış, âşık toplum dışına itilmiş,
horlanmıştır.

Fuzûlî, âşığın melâmet karşısındaki tutumunu, onun tutarsız, taşkın ve
melankolik hâlini yansıtacak biçimde kullanmıştır. Biz Fuzûlî’de melâmet karşısında bir
yandan kınanmış olmanın kendisine kazandırdıklarını düşünüp mutlu olan, melâmete
susamış bir âşık; diğer yandan aşkın yol açtığı çıkmazlar içinde bocalayan, hadsiz
sıkıntılara göğüs germeye çalışan, toplum dışına itilmişlik psikolojisi yaşayan âşık
tablosuna şahit oluruz.

Şair; âşığın bakış açısıyla, kınayanları sevgiliyi tanımamak, gaflet içinde
olmakla nitelendirmiş; kınamalara, kınanmanın en şiddetlisini ifade eden taşa tutulmaya
dahi, karşılık vermemekle aşkın engin hoşgörüsünü ve âşığın insanlara bakış açısını
yansıtmaya çalışmıştır. Bu yüzden, âşığın melâmet karşısında masum ve mazlum
olması, kötülüğe kötülükle karşılık vermemesi gibi vasıfları da övgü sebebi olarak
gösterilmiştir.

Tasavvufun zengin düşünce sistemi ile şiir dilinin yapı ve muhteva imkânlarını
başarıyla yoğuran Fuzûlî, anlam derinliği ve güçlü bir lirizmle şiirlerine renk katmış ve
adını ölümsüzleştirmiştir.

BİBLİYOGRAFYA
Ahmed Âsım (Mütercim), Okyanusu’l Basit fi-Tercemeti’l-Kâmûsi’l-Muhît, C. 4,
İst., 1305
Akyüz, Kenan-Beken, Süheyl vd., Fuzûlî Dîvânı, Akçağ yay., Ank., 1990
Azamat, Nihat, Melâmet, TDV İslam Ansiklopedisi, C.29, TDV yay., Ank., 2004
Bolat, Ali, Bir Tasavvuf Okulu Olarak Melametilik, 2. Baskı, İnsan yay., İst.,
2003
Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, 3. Baskı, Anka
yay., Ank. 2005
Doğan, Muhammet Nur, Fuzulî Leylâ ve Mecnun (Metin, Düzyazıya Çeviri,
Notlar Ve Açıklamalar) YKY, İst., 2000
Eşrefoğlu Divanı, Tercüman 1001 Temel Eser, İst., tarihsiz
Frager, Robert, (Çev. İbrahim Kapaklıkaya) Kalp, Nefs ve Ruh, Sufi
Psikolojisinde Gelişim Denge ve Uyum, Gelenek yay., İst., 2005
Gölpınarlı, Abdulbaki, Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri,
İnkılap ve Aka Yay., İst., 1977
……………………..., Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, 2. Baskı, İnkılap ve Aka
Kitabevleri, 1983
………………………, 100 Soruda Tasavvuf, Gerçek Yayınevi, 2. Baskı, İst.,
1985
………………………, Melâmilik ve Melâmîler (Tıpkı Basım) Gri yay., İst.,
1992
İpekten, Haluk, Fuzûlî Hayatı Sanatı Eserleri, Akçağ yay., Ank., 1996
Kahramanoğlu, Kemal, Divan Şiiri, Değişen Dünyada Kaybolmuş Paradigma,
Çizgi yay., Konya 2006
Karaismailoğlu, Adnan, Mesnevî, C.1, Yeni Şafak Yay., Ank. 2004
Konur, Himmet: İbrahim Gülşenî, Eserleri, Tarikatı, İnsan yay., İst., 2000
Mazıoğlu, Hasibe, Fuzûlî Üzerine Makaleler, TDK yay., Ank. 1997
Okuyucu, Cihan, Klasik Edebiyat: Türk Kültürü İçindeki Yeri, Kaynakları,
Oluşumu, Sanat ve Estetik Anlayış, Türk Dünyası Edebiyat Tarihi, C. 4, AKM yay.,
Ank. 2004
Pala, İskender, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, Akçağ yay., Ank., 1995
Pürcevadî, Nasrullah, (Çev. Hicabi Kırlangıç) Can Esintisi, İnsan yay., İst., 1998
Tarlan, Ali Nihat, Fuzûlî Divanı Şerhi, Akçağ yay., Ank., 1998
Tatçı, Mustafa, Hayretî’nin Dinî Tasavvufî Dünyası, Kültür Bakanlığı Yay.,
Ank., 1998

Ziyaret -> Toplam : 125,33 M - Bugn : 94804

ulkucudunya@ulkucudunya.com