« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

17 Oca

2011

Hicret’in Fıkhî Önemi

Ahmet Önkal 01 Ocak 1970

Hicret'in tarihî, içtimaî ve ik­tisadî yönden olduğu gibi dinî, siyasî ve hukukî yönden de birtakım sonuçlan ol­muştur. Müslümanlar, hicretle birlikte Mekke müşriklerinin zulüm ve baskısın­dan kurtularak Medine'yi yurt edinince İslâm'a yeni girenlerin de gerek zulüm ve baskıya mâruz kalmadan yaşamaları, gerekse yeni kurulan İslâm toplumuna destek olmaları ve İslâm esaslannı Öğren­me imkânına kavuşmaları bakımından onlara katılmaları büyük Önem arzedi-yordu. Bundan dolayı Medine'ye hicret, dinî bir vecîbe olmanın yanında hicret et­meyenlerin ulaşamayacağı bir fazilet de sayılıyordu.



Birçok âyette hicret cihadla birlikte anıldığı gibi (el-Bakara 2/218; el-Enfâl 8/ 72, 74-75; et-Tevbe 9/20; en-Nahl 16/110) bu âyetlerde ve diğer bazı yerlerde (Âl-i İmrân 3/195; en-Nahl 16/41; el-Hac 22/58) Allah yolunda hicretin önem ve faziletine işaret edilmiş, kişinin hayatını ve inancı­nı korumak için vatanını terkederek baş­ka bir yere göçmesi sebebiyle karşılaşa­cağı zorluklara katlanması bakımından da İslâm'a bağlılığın göstergesi sayılmış­tır. "-Bilhassa o fey- hicret eden fakirlere aittir ki onlar Allah'tan fazlu inayet ve hoşnutluk beklerler: Allah'a ve Peygam-ber'ine yardım ederken yurtlarından çı­karılıp mallarından mahrum edilmişler­dir. İşte bunlar sadıkların ta kendileridir. Onlardan önce -Medine'yi- yurt ve iman evi edinmiş olanlar kendilerine hicret edenlere karşı sevgi beslerler. Onlara ve­rilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç duymazlar. Kendileri yoksulluk içinde ol­salar bile onları öz canlarından daha üs­tün tutarlar. Kim nefsinin hırsından ve cimriliğinden korunursa işte muratları­na erenler onlardır" (el-Haşr 59/8-9) me­alindeki âyette bu husus dile getirildiği gibi ashabın faziletiyle ilgili olarak yapı­lan tasniflerde muhacirler de kendi ara­larında ayırıma tâbi tutulmuş, önce hic­ret edenler sonrakilerden üstün sayılmış­tır (Bağdadî, s. 299-303; SüyÛtî, Tedrîbü'r-râuî, s. 407).



Mekke'de ilk müslümanların, Kureyş'in zulüm ve baskısına Karşı geleceğe yöne­lik herhangi bir plan ve stratejileri olmak­sızın pasif bir şekilde boyun eğdiklerini düşünmek doğru değildir. O dönemde müslürnanlar, İntikam için değil bir ideal uğruna verilecek mücadele ve savaşın icap ettirdiği ruhî bir hazırlık devresi ge­çiriyordu. Ayrıca silâhlı bir direnişin ge­rektirdiği şartlara da sahip değillerdi. Bu­nun için savunulabilir bir toprak ve İslâm İdealine bağlı etkili bir siyasî otoritenin varlığı şarttı. Nitekim Medine'ye hicretin siyasî açıdan anlamı ve hedefi şu âyetle ifade edilmiştir: "Ve şöyle de: Rabbim! Gi­receğim yere doğrulukla girmemi sağla; çıkacağım yerden de beni doğrulukla çı­kar ve tarafından bana hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver" {el-İsrâ 17/80). Katâ-de b. Dİâme, davasının bir kuvvet ve oto­rite olmadan yürüyemeyeceğini anlayan Resûl-i Ekrem'e, hemen hicretten önce nazil olan bu âyette kuvvet ve iktidar için dua etmesinin emredildiğini belirtir (İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdü7-me'âd, 11, 55; İbn Kesîr, III, 59). Hz. Peygamber, İslâm'ın evrensel boyutta tebliği ve müslümanla­rın barış ve güven içinde yaşamaları için siyasî hâkimiyetin hayatî önem taşıdığını düşündüğünden İkinci Akabe Biatı'nda Medine üzerinde şahsî otoritesinin kabu­lünü kesin şekilde istemişti. Hicretle bir­likte bu siyasî hedefin ilk adımı atılmış ve daha sonra merhale merhale amaca ula­şılmıştır.



Hicretle ortaya çıkan en önemli durum şüphesiz müslümanların bir yurt edin­miş olmalarıdır. Uğradıkları baskılar yü­zünden daha Önce Habeşistan'a göç eden müslümanlar bu defa anayurtlarıyla ilgi­lerini tamamıyla keserek Medine'ye hic­ret etmişlerdi. Hicretten önce siyasî bir organizasyona sahip bulunmayan müslü­manların siyasî iktidarlarının hâkimiyet ve faaliyet alanı olacak bir yurtları yoktu. Hicretin hemen ardından ise devlet kur­ma imkânına kavuştukları gibi bu devle­tin hâkimiyet alanını meydana getiren bir ülkeye de sahip olmuşlardı. Böylece ilk dârülislâm, bazı hadislerde "dârülhic-re" veya "dârülmuhâcirîn" diye de anılan (İbn Mâce, "Cihâd", 38; Ebû Dâvûd, "Ci-hâd", 90; Hâkim, Ilı, 4-5) Medine olmuş­tu (İbn Kayyım, Ahkâmu ehli'Z'Zİmme, 1, 5). Mekke döneminde nazil olan âyetler daha çok dinin inanç esaslarıyla ilgili iken hicretten sonra bağımsız bir devletin ku­rulmasıyla birlikte gerek Kur'an'da gerek­se sünnette müslümanların toplumsal ve milletlerarası alanda ilişkilerini düzenle­yen siyasî, hukukî ve iktisadî esaslar va­zedilmiştir. Bundan dolayı hicret İslâm teşrii bakımından da önemli bir merhale oluşturmaktadır.



Hicretin bazı önemli hukukî sonuçları­nın belirtildiği bir hadiste kaydedildiğine göre Resûlullah, bir seriyyenin veya ordu­nun başında gönderdiği kumandana ken­disi ve beraberindeki müslümanlar hak­kında hayrı ve takvayı tavsiye ederek şöy­le derdi: "Müşriklerle karşılaştığınızda onların şu üç husustan birini seçmelerini iste ve bunlardan hangisine icabet eder­lerse kabul ederek kendilerinden el çek: Onları İslâm'a davet et; eğer sana icabet ederlerse kabul et ve onları kendi yurtla­rından dârülmuhâcirîne göç etmeye ça­ğır. Bunu yaptıkları takdirde muhacirle­rin lehine ve aleyhine olan hükümlerin on­ların da lehine ve aleyhine olacağını bildir. Eğer kendi yurtlarını tercih ederlerse müslüman olan bedevî Araplar'ın (A'râb*) statüsüne girerler ve kendilerine müslü-manlara uygulanan hükümler uygulanır. Müslümanlarla birlikte cihad etmezlerse fey ve ganimetten pay alamazlar. Eğer İslâm'a girmeyi reddederlerse onları ciz­ye vermeye davet et, icabet ettikleri tak­dirde kabul et ve kendilerinden el çek. Eğer bundan da yüz çevirirlerse Allah'a güven ve onlarla savaş" (İbn Mâce, "Ci­hâd", 38; Ebû Dâvûd, "Cihâd", 90; Tirmi-zî, '"Siyer", 48).



Bu hadisten anlaşıldığı üzere başlan­gıçta İslâm'a girenlerin kendi yurtlarını terkedip Medine'ye hicret etmeleri farz­dı. Çünkü yeni müslüman olanların İslâ­miyet'in hükümlerini öğrenmeleri ve İs­lâm toplumunun çekirdeğini oluşturan ensar ve muhacirlere destek olmaları za­ruri idi. Medine'ye hicretin farz oluşu Mek­ke'nin fethine kadar devam etmiştir. Resûl-i Ekrem'in, "Fetihten sonra hicret yoktur" (aş. bk.) hadisi de bunu göster­mektedir (Cessâs, (II, 75; Serahsî, X, 6).



İmam Şafiî'nin belirttiğine göre Medi­ne'ye hicreti takip eden ilK zamanlar hic­ret farz olmadığı gibi Mekke'de ikamet de haram değildi. Hicretten sonra cihad önce mubah, daha sonra farz kılınınca hicret etmeyenlere karşı uygulanan bas­kı ve zulüm iyice arttı. Bunun üzerine baskıya mâruz kalanlardan hicrete gücü yetenlerin hicret etmesi farz kılındı. İlk İslâm toplumunun geleceği bakımından taşıdığı önem sebebiyle bu emre uyma­yanların durumu ve akıbeti şöyle ifade edilmiştir: "Kendi nefislerine zulmeden kişiler olarak canlarını alacağı kimselere melekler, "Ne işte idiniz?' derler. Onlar, 'Biz yeryüzünde -dinin emirlerini uygula­maktan- âcizdik' deyince melekler, 'Al­lah'ın arzı geniş değil miydi, siz de hicret edeydiniz ya' derler. İşte onların barınak­ları cehennemdir. O ne kötü bir yerdir!" (en-Nisâ 4/97). Âyetin devamında ise hic­rete gücü yetmeyenlerin mazeretinin kabul edileceği belirtilmiştir (en-Nisâ 4/ 98). Öte yandan hicret, göç etmeye muk­tedir olanlardan dinleri hususunda bas­kıya mâruz kalanlar için farz kılınmıştır. Çünkü Resûlullah, Hz. Abbas gibi baskı altında bulunmayan bazı kişilere Mekke'­de kalma izni vermiştir (Şafiî, IV, 84).



Muhacirler, Allah için yurtlarını terke­derek Medine'yi vatan edinen çeşitli ka­bilelere mensup kimselerdi. Çoğunun ne toprağı ne de hayvanı vardı; Hz. Peygam­ber onlara feyden infakta bulunuyordu. Çölde yaşayan bedevî müslümanlar ise feyden pay alamıyordu. Bedevîlerden_sa-vaşa katılanlar ganimetten paylarını alıp giderlerdi. Diğer taraftan muhacirler ci-had ve umumi seferberlik ilânı halinde savaşa katılmakla mükelleftiler. Bunların yeterli olması durumunda bedevî müslü-manların savaşa katılma zorunluluğu or­tadan kalkardı (Ebû Ubeyd. s. 272; Hat-tâbî, [II. 83; Sindî, Hâşiyetü İbn Mâce, II, 103).



İmam Şâfıî. hicret etmeyenlerden muh­taç olanlara zekât verilebileceği görüşün­dedir. Ona göre zekât feyden payı olma­yanlara, fey ise askerlere aittir. Fey ehline zekât, zekât ehline de fey verilmez. Zekât ehli hicret etmeyenler ve savaşmayan-lardır. Resûlullah zamanında zekât ehli "A'râb", fey ehli ise "muhacirin" diye ad­landırılmıştı (Mâverdî, s. 127-128; Nevevî, XIII, 38) Ebû Hanîfe'ye ve Mâlik'e göre ise zekâtla fey aynıdır, biri diğerinin yerine harcanabilir (Nevevî, XIII, 38; Şevkânî. VII, 262).



Hicretten sonra ensarla muhacirler arasında kardeşlik bağı (muâhât*) kurul­muş ve bunlar birbirlerine mirasçı kılın­mıştı. Buna karşılık hicret eden bir müs-lümanla, dârülharpte İslâm'a girmiş ve henüz hicret etmemiş olan akrabası ara­sında ilgili âyet gereğince (el-Enfâl 8/72) mirasçılık cereyan etmezdi. Hicret eden müslümanm dârülharpte müste'men ola­rak bulunması da bunun için yeterli de­ğildi. Zira miras velayete dayanır, velayet kopukken tevarüs cereyan etmez. Ancak bu hüküm Mekke'nin fethine kadar de­vam etmiştir. Çünkü Mekke'nin fethiyie hicretin hükmü, "Fetihten sonra hicret yoktur" hadisiyle neshedildiği gibi. "Hısım­lar Allah'ın kitabında birbirine daha ya­kındır" (el-Enfâl 8/75) âyetiyle de müslü-manlar arasında tevarüsün hicrete değil akrabalık bağına dayandığı belirtilmiş ve önceki hüküm neshedilmiştir (Ebû Ubeyd, s. 275; Cessâs, II, 241-243; III, 74-76).



İbn Abbas. Resûlullah'ın Mekke'nin fet-hedildiği gün, "Fetihten sonra hicret yok­tur, ancak cihad ve niyet kalmıştır; ciha­da çağrıldığınızda icabet edin" dediğini nakleder (Dârimî, "Siyer", 69; Tirmizî, "Si­yer", 33). Buna göre, Mekke'nin fethin­den sonra Medine'ye hicretin fazileti ar­tık kalmamakla birlikte cihad ve ameller­de hayra niyet etmek gibi birtakım dav­ranışlarda bulunmak hicretin faziletiyle eşdeğerde sayılmıştır {Sindî, Hâşiyetü'n-Nesa'lVU, 146). Bunların yanında Allah rızâsı için ilim tahsil etmek ve dininden dolayı baskıya uğradığı yerden göç etmek gibi hususlar da bu hicretin değerine eş fiillerdir. Fetihle dârülislâm olan Mekke'­den hicretin artık son bulmasına karşılık dârülharpten dârülislâma hicret kıya­mete kadar devam edecektir (Süyûtî, Şer-hu'n-Nesâ%VU, 147; Mübârekfûrî, V, 215).



Bu hususla ilgili başka bir rivayete gö­re Ya'lâ b. Ümeyye, babası Ümeyye'yi fe­tih zamanında Resûlullah'a getirerek, "Ey Allah'ın resulü! Hicret üzere babama biatta bulun" deyince Hz. Peygamber, "Onunla cihad üzere biatta bulunurum, hicret artık sona erdi" karşılığını vermiş­tir (Nesâî, "Be/at", 9). Bu hadis, dârülis­lâm olması sebebiyle artık Mekke'den hicretin gerekli olmadığına işaret ettiği gibi başka bir yerden Medine'ye hicrete gerek kalmadığını da belirtmektedir. Çün­kü İslâmiyet birçok yerde ve özellikle Me­dine'de hâkim duruma gelmişti. Dârül­harpten dârülislâma hicretin devamlı bir vecîbe olarak kalmasının amacı ise dârül­harpte inançları sebebiyle baskıya mâruz kalan müslümanların dârülislâma gele­rek kurtulmaları, dinlerinin gereğini ye­rine getirebilecekleri bir ortama kavuş­maları ve dârülislâmdaki müslümanlara destek olmalarıdır (İbn Kudâme, X, 513; Mübârekfûrî, V, 215).



Mekke'nin fethiyie hicretin son buldu­ğunu belirten bu hadisler yanında hicre­tin kıyamete kadar devam edeceğini bil­diren hadisler de vardır. Muâviye, Resûl-i Ekrem'in, "Tövbe sona ermedikçe hicret sona ermez, güneş batıdan doğuncaya kadar da tövbe son bulmaz" dediğini nak­leder (Dârimî, "Siyer", 70; İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdü'l-me'âd, II, 70). Diğer bir hadiste de, "Kâfirlerle savaş devam et­tikçe hicret sona ermez" denilmektedir (Nesâî, "Bey'at", 15). Bu hadislerdeki hic­retle, yabancı bir ülkede müslüman olan kimsenin İslâm ülkesine hicretinin kaste­dildiği belirtilmiş ve bu yorumla, hicretin sona erdiğine dair rivayetler ile devam edeceğine dair rivayetler arasında bir uy­gunluk sağlanmıştır (Sindî, Hâşiyetü'n-Nesâ'î, VII. 147).



Kur'ân-ı Kerim'de hicretle ilgili hüküm­leri ve Hz. Peygamber'in uygulamasını göz önüne alan müslüman hukukçular kendi zamanlarındaki milletlerarası şart­lar çerçevesinde, gayri müslim bir toplum içinde İslâmiyet'i kabul eden kimselerin veya düşman istilâsına uğrayan İslâm ül­kesindeki müslümanların hicret açısından durumlarını tartışmıştır. "Muhacir, Al­lah'ın yasakladığı şeylerden uzaklaşan ve onları terkeden kimsedir" (Buhârî, "îmân", 4, "Rikâk", 26; Ebû Dâvûd, "Ci-hâd", 2) mealindeki hadisten de anlaşı­lacağı gibi hicret genel anlamda dinin ya­sakladığı şeyleri terketmeyi ifade etmekle birlikte hukukçular hicreti özel olarak "bir yerden başka bir yere göç etme" an­lamında kullanmışlardır. Buna göre hic­ret iki türlü olmuştur, a) Korku ülkesinden (dârülhavf) emniyet ülkesine (dârülemn) hicret. Habeşistan hicretiyle Mekke'den Medine'ye hicretin ilk dönemi gibi. b) Dâ­rülharpten dârülislâma hicret. Resûl-i Ek­rem'in Medine'ye iyice yerleşmesi ve gü­cü yeten müslümanların hicret etmele­rinden sonraki devreyi kapsar. O dönem­de hicret Medine'ye göç etmeye münha­sırdı. Mekke fethinden sonra bu sınırla­ma kaldırılmış ve hicret genelde gücü ye­ten müslümanlann dârülharpten göçme­leri şeklinde anlaşılmıştır (Mübârekfûrî, V, 248). Bu tür hicretin ise kıyamete ka­dar devam edeceği konusunda icmâ var­dır. Buna göre dârülharpte inançlarını açıkça söyleyemeyenlerin ve farzları yerine getiremeyenlerin hicrete güçleri yetiyor­sa dârülislâma hicret etmeleri farz, dâ­rülharpte kalmaları haramdır. "İman edip de hicret etmeyenlere gelince, onlar hic­ret edinceye kadar sizin onlara hiçbir şey­le velayetiniz yoktur" (el-Enfâl 8/72) me­alindeki âyetle, bulundukları ülkede di­nin esaslarını yerine getiremedikleri hal­de hicret etmeyenleri kınayan Nisa sûre­sinin 97-98. âyetleri (yk. bk.) buna delâ­let eder. Ayrıca farzların yerine getirilme­si gücü yetenlere farz olduğu gibi farzın ancak kendisiyle tamamlanabileceği şey de farzdır. Buna göre hicret etmedikçe farzları yerine getirmek mümkün değil­se hicret farz olur.



İslâmiyet yalnız bir inanç sistemi değil aynı zamanda bir hayat tarzı ve bir dün­ya görüşü olduğundan müslümanlann İslâmî hüküm ve vecîbelerin rahatlıkla yerine getirilebildiği bir ortamda gü­venlik içinde yaşamaları büyük önem ta­şımaktadır. Yukarıda zikredilen âyetler yanında Hz. Peygamber'in, "Müşrikler arasında ikamet eden müslümandan be­riyim" (Ebû Dâvûd, "Cihâd", 105; Tirmizî. "Siyer", 42) hadisi de müslümanlann bas­kılara mâruz kaldıkları takdirde gayri müslimlerle beraber yaşamalarının ya­saklandığını ve hicretin gerekliliğini an­latmaktadır (Cessâs, II. 242; İbn Kudâme, X, 513; İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdü'İ-me'ad, II, 70). Semüre b. Cündeb'in Re­sûl-i Ekrem'den naklettiği şu hadis de bunu teyit etmektedir: "Müşriklerle be­raber oturmayın, onlara karışmayın; kim onlarla birlikte oturur veya onlara karışır­sa onlar gibidir (Tirmizî, "Siyer", 42).



İslâm toplumunun dışında yaşayan bir müslüman yalnızlık hissine kapılır; bu ise

aşağılık duygusu doğurarak gitgide gay­ri müslimlere tâbi olmaya yol açar. Halbu­ki İslâm dini müslümanın kendini güçlü, onurlu ve üstün olarak görmesini, Allah'ın hükümranlığından başka herhangi bir hâ­kimiyeti kabul etmemesini ister. Bundan dolayı dinin gereklerini yerine getirme­nin mümkün olmadığı bir yerde ikamet etmek haram kılınmıştır. Ancak dârül-harpte olup da dinin emirlerini yerine ge­tiremeyenler hicrete İmkân bulamadıkla­rı takdirde bu hükümden istisna edilmiş­lerdir. Dârülharpte dinin emirlerini ser­bestçe yerine getirme hususunda baskı­ya mâruz kalmayanların dârülislâma hic­ret etmeleri ise farz değil müstehaptır. Bunlara yine de hicretin tavsiye edilme­si, müslümanların ilke olarak İslâm top­lumu içinde yaşamasının içtimaî ve siya­sî yönden gerekli görülmesi ve yabancı bir toplumda kendi inançlarını paylaşma­yanlarla birlikte yaşamanın muhtemel olumsuzluktan sebebiyledir. Özellikle En­dülüs'te yaşanan tarihî tecrübenin etki­siyle Mâliki âlimleri genel olarak küfrün hâkimiyeti altında yaşamanın hiçbir za­man caiz olmadığını, mutlaka hicret edil­mesi gerektiğini söylerler. Ancak bazı âlimler kâfirlerin hidayetine vesile olmak amacıyla dârülharpte kalmayı meşru gör­müşlerdir (Venşerîsî, II. 133).



Dârülharpte dinin emirlerini yerine ge­tirmeye gücü yeten müslümanların hic­ret etmesinin farz olmadığına dair bir de­lil de Hz. Peygamber'İn, amcası Abbas'a Mekke'de ikamet izni vermiş olmasıdır. Benî Adî kabilesinin yoksullarını ve yetim­lerini barındıran Nuaym b. Abdullah hic­ret etmek istediğinde kavmi ondan, di­ninin icaplarını yerine getirmede serbest olacağını söyleyip kalmasını İstedi. Nuaym bir müddet sonra hicret ettiğinde Resûl-i Ekrem ona şöyle dedi: "Kavminin sana karşı davranışı benim kavmimin bana davranışından daha iyi oldu. Zira kavmim beni yurdumdan çıkardı ve beni Öldür­mek istedi; senin kavmin ise seni korudu ve sana eziyete engel oldu". Nuaym bu­na şu cevabı verdi: "Ey Allah'ın resulül Senin kavmin seni Allah'a itaate ve düş­manlarıyla cihada şevketti; benim kav­mim ise beni hicretten ve Allah'a itaat­ten alıkoydu" (İbn Kudâme, X, 515).



Şafiî âlimlerinin belirttiğine göre dârül­harpte dinini açıkça yaşayabilen bir müs­lümanın orada İslâm'ın yayılacağını umu­yorsa kalması hicret etmesinden daha faziletlidir. Hatta dârülharpte dinin ge­reklerini serbestçe yerine getirmesi ya­nında hicretiyle de müslümanlara yardımcı olması söz konusu değilse ikameti farz­dır. Çünkü Şafiî fakihlerine göre dârül­harpte müslüman kendini korumaya ve müstakil olarak yaşamaya muktedir ol­duğu takdirde onun bulunduğu yer dârü-lislâm sayılır; orayı terketmesi halinde o yer dârülharbe dönüşeceğinden terki ca­iz olmaz (İbn Hacer el-Heytemî, IX, 269; Remlî, VIII, 82).



Bazı Hanbelî âlimleri, dârülharpten ayrı olarak kötü âdetlerin hâkim olduğu beldelerle âsilerin elinde bulunan yerler­den hicret etmenin gerekli olduğunu be­lirtirler (Haccâvî, 11,7). İmam Mâlik de ha­ramların yaygın olduğu bölgelerde ve Se­lefe küfredilen yerlerde ikameti haram saymıştır (İbn Rüşd, el-Beyân ue't-tatışîl, IV, 171; XVIII, 335-336; Ebû Bekir İbnü'l-Arabî. I, 484).



Şafiî ve Hanbelî fakihleri, dârülharpte müslüman olup henüz dârülislâma hicret etmemiş bulunan bir müslümanın huku­ken can ve mal güvenliğine sahip olduğu görüşündedir. Onlara göre bu müslüma­nın canına ve malına tecavüz etmek kı­sas ve tazmini gerektirir. O yerin fethe­dilmesi durumunda da malına ve mülkü­ne ganimet hükmü uygulanmaz. Hanefî-ler'e göre ise hicret etmeyen müslümanın canı ve malı diyâneten dokunulmaz olsa bile hukuken koruma altında değildir, öl­dürülmesi durumunda yalnız kefarete hükmedileceği gibi o yerin İslâm hâkimi­yeti altına girmesi halinde elinde bulunan menkul mallan dışındaki emlâkine gani­met hükmü uygulanır. Mâlikî âlimlerinin bir kısmı ilk görüşü, bir kısmı da ikinci gö­rüşü savunmuştur; üçüncü bir grup ise can ve mal arasında ayırım yaparak ilki­nin imanla, ikincisinin İslâm ülkesine hic­retle dokunulmazlık kazanabileceğini be­lirtmiştir (Venşerisî, II, 127-131).



Ukbe b. Amr'ın naklettiğine göre Hz. Peygamber şöyle demiştir: "Bir cemaa­te Allah'ın kitabını en iyi okuyanlar imam­lık eder; bunlar kıraatte eşitseler sünne­ti en iyi bilenleri, sünnette eşit olurlarsa hicrette önde gelenleri imam olur" (Şev-kânî, IH, 178). Ahmed b. Hanbel'e göre na­mazda imamette kıraat ve fıkıh bilgisin­de eşit olunması halinde yaşlılığa değil dâ­rülharpten dârülislâma hicrette önceliğe itibar edilir. Zira hicret bir ibadettir, onu Önce yapan kimse namazı kıldırmaya da­ha lâyık olur (İbn Kudâme, II, 19). Hanefî ve Şâfıî âlimlerinin çoğunluğu, hicretin Mekke fethiyle sona erdiğini gerekçe gös­tererek kıraat yeteneği ve fıkhî bilgiden sonra takva ve fazileti göz önüne almış­tır. Çünkü hicret bir anlamıyla günahlardan uzaklaşıp takvaya erişmektir (Zeylâî, I, 134). Ancak Şevkânî, imamette önceli­ği gerektiren bu hicretin Hz. Peygamber devrine has olmadığını, kıyamete kadar hükmü baki sayılan genel anlamda hicret olduğunu belirtir {Neylü'l-eutâr, III, 179).



Hicret kavramı, klasik dönem cihad ve ülke kavramları çerçevesinde kazandığı dinî-siyasî anlamıyla, bütün Ortaçağ bo­yunca İslâm hâkimiyetinin zayıfladığı yer­lerde ve dönemlerde olduğu gibi İslâm dünyasının Batı karşısında gerilemeye başladığı son birkaç yüzyıl boyunca da birçok dinî-siyasî hareketin mahallî ve milletlerarası güçlere karşı verdiği müca­delede önemli rol oynamıştır. Hindistan'­da Ahmed Şehid'in, Nijerya'da Osman b. Fûdi, Futa Toro'da el-Hâc Ömer Tâl, Ce­zayir'de Emîr Abdülkâdir el-Cezâirî, Su­dan'da Muhammed Ahmed el-MehdTnin, Libya'da I. Dünya Savaşı sırasında Senû-siyye tarikatı ve Hindistan'da Hilâfet Ha-reketi'nin (1920), sömürge güçlerine ve­ya İslâm'a muhalif hareketlere karşı mü­cadelelerini meşru göstermek için cihad-la birlikte bu kavrama atıfta bulunduğu görülmektedir. Osmanlı Devleti'nin kay­bettiği topraklardan ve özellikle 1860-1914 yılları arasında Kafkasya ve Balkan-lar'dan Anadolu'ya yönelen müslüman göçleri de hicret kavramıyla İfade edilmiş ve göç işlerini düzenlemekle görevli teş­kilâtlara İdâre-i Umûmiyye-i Muhâcirîn Komisyonu veya Muhâcirîn-i İslâmiyye Komisyon-i Âlîsi gibi adlar verilmiştir.



XX. yüzyıl ortalarında Mevdûdî ve Sey-yid Kutub gibi dinî liderler ve düşünürler hicreti, müslüman ulus-devletlerin sekü-ler, kapitalist ve modernist politikalarıyla özdeşleştirdikleri yeni Câhiliye'den uzak durma şeklinde ideolojik bir anlamda kul­landılar. Mısır'da Şükrî Mustafa'nın kur­duğu, muhalifleri tarafından daha çokCe-mâatü't-tekfîr ve'i-hicre adıyla anılan Ce-mâat-ı Müslimîn mensupları, bu Câhiliye kavramını daha da genişleterek Cemal Abdünnâsır ve Enver Sedat yönetiminde­ki Mısır toplumunu İslâm dışı saydılar ve ondan uzak durmanın gerektiğini ileri sü­rerek Mansüre'de toplumdan kopuk bir grup oluşturdular.



İslâm tarihinin ilk dönemlerinde hic­ret kavramı çerçevesinde daha çok gayri müslim bir ülkede müslüman olan kim­senin İslâm ülkesine göç etmesi ele alınır­ken İslâm hâkimiyetinin zayıflamaya baş­laması üzerine ve özellikle XII. yüzyıldan itibaren doğuda Moğollar'ın, batıda hıris-tiyan devletlerin eline geçen İslâm top­raklarındaki müslümaniarın durumu da

tartışılır olmuş, bu ülkelerden hicret edi­lip edilmeyeceği veya hangi şartlarda hic­ret edilmesi gerektiği konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Ancak gerek Osmanlı Devleti'nin çökmesi üzerine ge­rek sömürgecilik döneminden sonra olu­şan yeni devletler içinde kalan müslüman azınlıklarla bağımsızlığa kavuşamayan müslüman toplulukların varlığı yanında, İslâm toprakları üzerinde birçoğu laik veya Batı tesirinde bir düzeni uygulayan ulus-devletlerin meydana geldiği günü­müzde farklı bir durum ortaya çıkmıştır. Artık müslümanlar, diledikleri zaman bu ülkelerden herhangi birine yerleşme ve hatta seyahat etme imkânına sahip ol­madıkları gibi, gayri müslim bir ülkedeki müslüman azınlıklar veya İslâmiyet'i ye­ni kabul eden bir kişi istediği bir müslü­man ülkesine serbestçe hicret edeme­mektedir. Ayrıca bu ulus-devletlerin bir­çoğunda hâkim olan siyasî ve hukukî ya­pı sebebiyle müslümanlar kendi ülkele­rinde bile İslâm'a uygun şekilde yaşama konusunda ciddi zorluklarla karşı karşıya gelmişlerdir. Modern iletişim araçlarıyla küçülen, Batı'nın kültürel, ekonomik ve askerî hâkimiyeti altında bulunan günü­müz dünyasında bütün müslümanlar bir anlamda gayri müslimlerin hâkimiyeti al­tındaki bir toplum manzarası çizmekte­dir.



Bu durumda hicret, karşılaşılan güçlük­ler sebebiyle bir yerden diğerine göç et­me yerine Allah'ın emirlerine uyma ve ya­saklarından kaçınma şeklinde manevî bo­yutuyla önem kazanmakta, gayri müslim bir ülkede bulunan müslüman azınlıklar yerine göre bağımsızlıklarını elde etme­ye veya kendi dinî ve kültürel kimliklerini koruyarak güven ve barış içinde yaşaya­cakları şartlan oluşturmaya, müslüman ülkelerde bulunanlar da İslâm'ı yaşama konusunda karşılaştıkları zorluklan aş­maya çalışmak sorumluluğu taşımakta­dırlar. Hicretin esasen maddî boyutuyla da zorluklar karşısında pasif bir kaçış de­ğil İslâm'ı öğrenmek ve yaşamak için ye­ni İmkânlar aramaya, yeni şartların oluş­masına zemin hazırlamaya yönelik etkin bir çaba olması onu her iki boyutu bakı­mından cihad kavramıyla bütünleştir­mektedir.



Çalışma, öğrenim ve eğitim amacıyla ve kendi istekleriyle İslâm ülkelerinden Batı ülkelerine göç eden müslümanların durumu geçmişte benzeri olmayan, do­layısıyla fukaha arasında tartışılmayan yeni bir gelişmedir. Bunun meşrulaştırıl-ması konusunda bazı araştırmacılar Ha-

beşistan'a hicret modeline atıfta bulu­nurken bazıları da gerek İslâm'ı tebliğ et­menin, gerekse müslüman toplumların kalkınması için modern bilim ve teknolo­jinin öğrenilmesinin önemi sebebiyle bu ülkelere gitmenin yalnız mubah değil ay­nı zamanda gerekli olduğunu ileri sür­mektedir. Buna ayrıca ticarî ilişkilerin ge­liştirilmesi, iş ve çalışma imkânlarının aranması gibi hususlar da eklenmekte ve gayri müslim ülkelere göçün genel ola­rak ihtiyaç ve zaruret prensiplerinden ha­reketle meşru sayıldığı görülmektedir. Ayrıca gayri müslim ülkelerden İslâm ül­kesine hicretin gerekçesi, müslümanın can ve mal güvenliğiyle dinin temel hü­kümlerini serbestçe yerine getirme im­kânının bulunmaması olduğundan geç­miş dönemlerin aksine milletlerarası iliş­kilerde barışın hâkim olduğu günümüz­de ve özellikle demokratik Batı ülkelerin­de dini tebliğ ve yaşama konusunda şart­ların birçok müslüman ülkeden daha uy­gun olduğuna da dikkat çekilmektedir. Ancak Batı demokrasilerinde dinî hürri­yetten genellikle İbadet özgürlüğünün anlaşılması, buna karşılık İslâm'ın sosyal hayatın her alanında prensipler koyması sebebiyle bu ülkelerdeki müslümanların kendi gerçek dinî ve kültürel kimlikleriy­le yaşama imkânları, içinde bulundukları-gayri müslim toplumun müsamahasıyla sınırlı kalmaktadır. Çoğulculuğun ve çok kültürlü bir toplum yapısının tarihî tec­rübesine sahip olmayan Batı dünyası, müslüman azınlıkların kendi kimliklerini koruyarak yaşamaları konusunda hazır­lıksız göründüğü gibi demokrasiye ve ser­best düşünceye rağmen Batı kültürünün tekelci yapısının müslüman lan asimile-den vazgeçip geçmeyeceği, onların bu ül­kelerde daha etkin duruma gelmelerinin ne gibi sonuçlar doğuracağı merak konu­sudur. Bununla birlikte milletlerarası iliş­kilerde insan haklarıyla ilgili telakkilerin ön plana çıktığı, global ve dinamik bir rekabetin hâkim olduğu zamanımızda müslüman azınlıkların birçok yerde sis­temi zorlamasının sonucunda yeni şart­lar oluşmakta, fevkalâde durumlar dışın­da müslüman bir ülkeye hicret yerine müslümanların bulundukları yerlerde güçlenmesine yönelik politikalar önem kazanmaktadır.



BİBLİYOGRAFYA :



Dârimî, "Siyer", 69-70; Buhârî, "îmân", 4, "Rikâk", 26; İbn Mâce. "Cihâd", 38; Ebû Dâ-vûd, "Cihâd", 2, 90, 105; Tirmizî. "Siyer", 33, 42, 48; Nesâî. "Bey'at", 9, 15;Şâfıî, ei-Qm, IV, 84; Ebû Ubeyd. el-Emuâl, Kahire 1975, s. 272, 275; Cessâs, AhkâmÜ't-Kur'ân, II, 241-243; III, 74-76; Hattâbî, Me'â/imü's-sünen, Humus 1969, III, 83; Hâkim. el-Müstedrek, III, 4-5; Bağ­dadî, Uşûlü'd-dîn. s. 299-303; Mâverdî. el-Ah-kâmü's-sutyâniyye, Kahire 1966, s. 127-128; Serahsî, el-Mebsût, X, 6-7; Şîrâzî, el-Mühezzeb, II, 227; İbn Rüşd, el-Mukaddimât, Kahire 1325, 11,611-613; a.mlf.. el-Beyân ve't-tahşU (nşr. Muhammed el-Haccî), Beyrut 1404-1406/1984-1986, II, 212, 582-583; IV, 163, 171; XVIII, 335-336; Ebû Bekir İbnü'l-Arabî. Ahkâmü'l-Kur-'ân, I, 414-415, 476-477, 484-487; İbn Kudâ-me. el-Muğnî, II, 19; X, 513-515; Nevevî, Şerhu Müslim, XIII, 8, 38; Zeylaî, Tebyînü'l-hakS'ik, Bulak 1313, I, 134; İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâ-dü't-mecâd Kahire 1950,11, 55, 70; a.mlf.. Ahkâ-mu ehli'z-zimme (nşr. Subhî es-Sâlih), Dımaşk 1381/1961,1, 5; İbn Kesîr, Tefsîrû'l-Kur'ân, Ka­hire, ts., II), 59; Süyûtî, Şerhu'n-Nesâ't, Kahire 1930, VII, 147; a.mlf.. Tedrîbü'r-raoî, s. 407; Ven-şerisî, e/-Mi'yârü'/-mucri£>,Beyrutl981,ll, 119-135, 137-141,440; Haccâvî. el-iknâ". Kahire 1351, II, 7; İbn Hacer el-Heytemî, Tuhfetû'l-muh-tâc, Kahire 1315, IX, 269; Remli, Nihâyetü't-muhtâc. Kahire 1386/1967, VIII, 82; Sindî, Hâşi-yetü İbn Mâce, Kahire 1313, II, 103;a.mIf., Hâ-şİyetû'n-Nesâ'î, Kahire 1930, VII, 146-147; Şev-kânî, Neylü'l-euiâr, III, 178-179; VII, 262; Mûbâ-rekfûrî, Tuhfetü't-ahuezî, Kahire 1383/1963, V, 215, 229, 248; R. Peters, islam and Colonia-lism: The Doctrine ofJihad İn Modem History, The Hague 1979, s. 41-42, 48, 57-62, 66, 88, 152; Ahmed Abdülgafûr Attâr, el-Hicre, Mekke 1400/1980; Mahmood Ahmad Ghazi, TheSpirit of Hijrah and İts Reoiual in Modern Ttmes, Is-lamabad 1401;MuhammadSamiullah. Muslims in Alien Society, Lahore 1982, tür.yer.; Zakaria Bashier, Hijra: Story and Signifıcance, Leices-ter 1403/1983; Şevkî Ebû Halil. el-Hicre hade-şünğayyeremecra't-tarîh, Dımaşk 1406/1986; Muhammad Khalil Masud, "The Obligation to Migrate: The Doctrine of Hİjra in Islamic Law", Müslim Trauellers: Pilgrİmage, Migration and the Religious Imaginatİon (ed. D. R Eickelman -|. Piscatori). London 1990, s. 29-49; Kemal H. Karpat. "The Hijra from Russia and the Bal-kans: The Process of Self-Definition in the Late Ottoman State", a.e., s. 131-152; Ahmet özel, İslâm Hukukunda Ülke Kavramı: Dârü-tistâm-Dârülharp, İstanbul 1991, s. 284-302; a.mlf., "Hicretin Fikhî Yönü", Diyanet Dergi­si, XIX/3, Ankara 1983, s. 29-37; Ahmed Fuâd Seyyid, Târihu'd-da'oetİ'l-islâmiyye, Kahire 1414/1994, s. 29-52; Muhammed Hayr Heykel, el-Cihâd ve'l-kıtâl fı's-siyâseti'ş-şer'iyye, Bey­rut 1414/1994,1, 661.669-671,674-676,686-692; Abdülmüteâl es-Saîdî. "el-Hicretü'n-Ne-beviyye ve'1-hükmü'l-ecnebî", Risâletü'l-ls-/âm.XI/l, Kahire 1959, s. 99-106; Zaferü'l-İslâm Han. "el-Hicre: Ma'nâhâ veşılatühâbi'l-'aşri'I-hadîş", el-Bacşü'l-lslâmî, XXXI/9, Leknev1987, s. 32-38; Bernard Lewis, "Legal and His-torical Reflections on the Position of Müslim Populations under Non-Muslim Rule", JIMMA, Xlll/1 (1992), s. 1-16; İmtiyaz Yusuf. "Hijrah", The Oxford Encyclopedia of the Modern Isla-micWbrld,Mew York 1995,11, 111-112.

Ziyaret -> Toplam : 125,30 M - Bugn : 62563

ulkucudunya@ulkucudunya.com