« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

17 Oca

2011

HİCRET

Emin Işık 01 Ocak 1970

Dînî sebeplerle bir yerden diğer bir yere göçme ve özellikle Hz. Peygamber'in Mekke'den Medine'ye göç etmesi olayı.

Sözlükte "terketmek, ayrılmak, ilgisini kesmek" anlamına gelen hecr (hicran) masdarından isim olan hicret "kişinin herhangi bir şeyden bedenen, lisânen ve­ya kalben ayrılıp uzaklaşması" demektir; ancak kelime daha çok "bir yerin terke-dilerek başka bir yere göç edilmesi" an­lamında kullanılır. Terim olarak genelde gayri müslim ülkeden (darülharp) İslâm ül­kesine göç etmeyi, özelde ise Hz. Peygam­ber'in ve Mekkeli müslümanların Medi-

ne'ye göçünü ifade eder. Medine'ye göç eden müslümanlara muhacir, Resûl-i Ek­rem'e ve muhacirlere yardım eden Me-dineli müslümanlara da ensâr unvanı ve­rilmiştir.

Kur'ân-ı Kerim'de hicret kelimesi yer almamakla birlikte otuz bir yerde "hecr" kökünden gelen çeşitli türevlerin geçtiği görülür. Bunlar kullanılışlarına göre "Kur-'an'ı terketmek" (el-Furkân 25/30), "bir kişiden veya gruptan ayrılmak" {en-Nisâ 4/34; Meryem 19/46; el-Müzzemmil 73/10), "kötü şeyleri terketmek" (el-Müddessir 74/5) ve terim anlamına uygun olarak "Allah uğrunda başka bir yere göç etmek" (meselâ bk. el-Bakara 2/218; Âl-l İmrân 3/ 195; en-Nisâ 4/89, 97-, et-Tevbe 9/20) an­lamlarına gelmektedir. "Hicret eden kim­se" karşılığında da muhacir ve çoğul ola­rak muhacirin, muhâcirât kelimeleri kul­lanılmakta (meselâ bk. en-Nisâ 4/100; et-Tevbe Q/l 00, 117; en-Nûr 24/22; el-Müm-tehine 60/10), bu âyetlerin çoğunda da Mekke'den Medine'ye göç eden müslü-manlar kastedilmektedir.

Kur'an'da hicret kelimesinin geçme­mesi ve Mekke'den Medine'ye göç ola­yının muhaceret masdarından türeyen kelimelerle anlatılmış olması, Caetani'-nin iddiasının aksine {İslâm Tarihi, III, 17-18) hicret tabirinin sonradan, hatta Resûl-i Ekrem'in vefatından sonra orta­ya çıktığına delâlet etmez; çünkü Kur-'ân-ı Kerîm'de olayın kendisinden çok onu gerçekleştirenlerin ve bu amellerinin öne­mine dikkat çekilmiş, ayrıca bu tabir ha­dislerde böyle bir şüpheye yer bırakmaya­cak kadar çok kullanılmıştır (bk. Wensinck, el-Muccem, "her" md.; Miftâhu künûzi's-silnne, "hicret" md.). Kelime bu hadislerin pek çoğunda Mekke'den Medine'ye göç olayına işaret etmekte, ancak farklı an­lamlarda kullanıldığı da görülmektedir. Meselâ bir hadiste, "Muhacir Allah'ın ya­sakladığı kötülük ve günahları terkeden kimsedir" denilmekte (Buhârî, "îmân", 4; Ebû Dâvûd, "Cihâd",4, "Vitir", 11), baş­ka bir hadiste de hicretin "kötü şeyleri terketmek" anlamına geldiği belirtilmek­tedir [Müsned, IV, 114). Hicretin ahlâk ve zühd ile ilgisine işaret eden âyet ve hadis­leri dikkate alan mutasavvıflar bu kavra­mı hem "haramları terkedip kötülükler­den uzaklaşmak", hem de "nefsi terbiye etmek maksadıyla yolculuğa çıkmak" veya "kalben ve zihnen halkı terketmek" anlamında kullanmış, seyrü sülük dedik­leri mânevi yolculuğu da bir çeşit hicret saymışlardır (Reşîdüddîn-i Meybüdî, I, 58).

Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber'den ön­ceki dönemlerde de peygamberlerin ve onlara inanan insanların kâfirlerce hicret etmeye zorlandıklarından ve bunların inançları uğrunda yurtlarını bırakıp baş­ka yerlere gittiklerinden bahseder. Hz. İbrahim, kavminin kendisini ateşte yak­ma teşebbüsünün ardından, "Doğrusu ben rabbimin emrettiği yere hicret edi­yorum" demiş (el-Ankebût 29/26) ve ön­ce Filistin'e, ardından Mısır'a göç edip da­ha sonra da Ken'ân diyarına yerleşmişti. Hz. İbrahim'le beraber Filistin'e kadar bu hicrete katılan Hz. Lût, peygamberlik gö­revini yaparken kâfirlerin azgınlık ve ah­lâksızlıkları karşısında Cenâb-ı Hak'tan al­dığı emirle bir gece vakti inananlarla bir­likte yurdundan çıkmış, arkasına dönüp bakmadan gitmesi istenilen yere gitmişti (Hûd 11/80-81; el-Hicr 15/65). Hz. Şuayb'a kavminin ileri gelen kibirlileri. "Ey Şuayb! Kesinlikle seni ve seninle beraber iman edenleri memleketimizden çıkaracağız; yahut dinimize döneceksiniz" demişler (el-A'râf 7/88), onu ve müminleri hicrete zor­lamışlardı. Hz. Mûsâ, Allah'ın emriyle ge­celeyin Mısır'dan yola çıkardığı İsrâiloğul-ları'nı göç ettirmeyi başarmış, peşlerine düşen Firavun ve ordusu ise denizde bo­ğulmuştu (Yûnus 10/90; Tâhâ 20/77-78; eş-Şuarâ 26/52-67). Bu gibi âyetlere daya­narak hicretin bütün peygamberlerin hayatında yer aldığı söylenebilir; kâfirlerden görülen eziyet ve baskılar, hak dini tebliğ imkânının ortadan kalkmış olması onları göç etmek zorunda bırakmıştır. Nitekim İbrahim sûresinde Mekkeliler'den önceki­lerin. Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin kıssaları anlatılırken kâfirlerin peygamberlerine, "Elbette sizi ya yurdumuzdan çıkaracağız ya da mut­laka dinimize döneceksiniz" dedikleri bil­dirilerek rablerinin bu peygamberlere. "Zalimleri mutlaka helak edeceğiz" diye vaadde bulunduğu belirtilir (İbrahim 14/ 9-13). Kitâb-ı Mukaddes'te de Hz. İbra­him'in ve Lût'un hicretleriyle Hz. Musa'­nın İsrâiloğulları'nı Firavun'un zulmünden kurtarışı hikâye edilmektedir (Tekvîn, i 2-13; Çıkış, 12/37-38, 14/1-31; Resullerin İş­leri, 7/2-4).

Hz. Peygamber ve kendisine inananlar da daha önceki peygamberler ve üm­metlerinin akıbetine mâruz kaldılar. Mek­ke müşrikleri Resûl-i Ekrem'e karşı İs­lâmiyet'i tebliğe başladığı andan itiba­ren olumsuz bir tavır takındılar. Bu tavır sadece İslâm'ı reddetmekten ibaret kal­madı; Hz. Peygamber alaya alındı, ona inananlara baskı uygulandı ve bu baskı­lar İslâmiyet'in Mekke'de yayılmaya baş­laması üzerine eziyet ve işkenceye dönüş­tü. Hatta Ammâr b. Yâsir'in babası Yâsir ve annesi Sümeyye işkenceyle öldürüldü. Amcası Ebû Tâlib tarafından himaye edil­diğinden kendisi bu tür eziyetlere uğra­mamakla beraber ashabının başına ge­lenlere son derece üzülen ve işkenceleri engellemeye de gücü yetmeyen Resûl-i Ekrem, aralarında Hz. Osman ve karısı Hz. Rukıyye {Hz. Peygamber'in kızı), Ca'fer b. Ebû Tâlib ve hanımı Esma bint Umeys, Osman b. Maz'ûn, Zübeyr b. Avvâm, Hâ-lid b. Saîd ve karısı Ümeyme bint Hâlid, Abdullah b. Cahş, Abdullah b. Mes'ûd. Ab-durrahman b. Avf, Ebû Ubeyde b. Cerrah, Mus'ab b. Umeyr gibi meşhur kişile­rin de bulunduğu bir grup müslümanın Habeşistan'a gitmesine izin verdi. Habe­şistan Necâşîsi Ashame'nin semavî bir dine mensup adaletli bir hükümdar olma­sı ve Arapça bilmesi hicret için Habeşis­tan'ın seçilmesinde önemli bir sebep teş­kil ediyordu. Ayrıca ulaşım kolaylığı ve muhacirlerin malî sıkıntılarını daha ra­hat şekilde giderebilmeleri imkânı da bu seçimi etkilemişti. On bir erkek ve dört kadından oluşan müslüman kafîlesi615'-te Mekke'den Şuaybe Limanı'na, oradan da bir tekneyle Habeşistan'a gitti. Bu hic­ret, Hz. Peygamber'in henüz tebliğinin ilk yıllarında iken Afrika ile temasa geç­mesini sağladı. İlk muhacirlerin iyi karşı­lanması üzerine ikinci hicret kafilesine yetmişten fazla müslüman katıldı (616). Böylece Habeşistan'a hicret edenlerin sa­yısı İbn İshak'ın kaydına göre kadın ve ço­cuklar hariç sekseni aşmakta ve toplam 108 kişiye ulaşmaktadır (es-Sîre, s. 210). Belâzürî'nin düzenlediği listeye göre mu­hacirlerin sayısı 109'u bulmaktadır (£n-sâb, I. 198-223). Habeşistan'a hicret konu­suna özel bir yer ayırmış olan İbn İshak (es-Sîre, s. 156-1 57, 205-210, 238-241) ve İbn Hişâm ile (es-Sîre, I, 322-331) ashabın hayatından bahsederken bu konuya da temas eden İbn Sa'd [et-Jabakât, III, 55-417; iv, 34-214; vin, 36-301) gibi ilk devir İslâm tarihçileri Habeşistan'a hicret eden­lerin isimleriyle ilgili farklı listeler vermek­tedir (geniş bilgi için bk. Öztürk, tür.yer). Muhacirlerin sayısının artması üzerine endişeye kapılan Kureyşliler. Ashame en-Necâşî'ye bir heyet gönderip müslüman-lann iadesini istediler. Tarafları dinleyen Necâşî müşriklerin teklifini reddetti. Müş­rikler de netice alamayınca bunun intika­mını Mekke'de kalan müslümanlardan aldılar. Artık Mekke'deki müslümanlar çok daha kötü şartlarda var olma mücadelesi veriyorlardı. Bir müddet sonra mu­hacirlerin otuz üç kişilik bir bölümü, müs-lümanlara karşı Şi'bü Ebû Tâlib'de sosyal ve ekonomik boykotun kaldırılması ve Mekkeliler'in müslüman olduğuna dair söylentilerin çıkması üzerine Mekke'ye döndü (620). Müşrikler, Bedir'de uğradık­ları bozgunun ardından Ashame en-Ne-câşî'ye ikinci bir elçilik heyeti gönderdiler-se de yine sonuç alamadılar. Habeşistan'­da kalan son müslüman kafilesi daha son­ra yine kendi arzularıyla ve Necâşî'nin ha­zırlattığı gemilerle önce Câr Limanı'na geldiler, oradan da Medine'ye hareket et­tiler (7/628). Resûl-i Ekrem Hayber'in fet­hi sırasında huzuruna çıkan muhacirlerin arasında Ca'fer b. Ebû Tâlib'i görünce çok sevinmişti (İbn Sa'd, IV, 34-35).

Müslümanlara ve Hz. Muhammed'i ko­ruyan Hâşimoğulları'na karşı uygulanan üç yıllık boykotun ardından Ebû Tâlib'in ölümü müşriklere fırsat verdi ve bizzat Hz. Peygamber dahi birçok hakarete ve sataşmaya hedef oldu. Böyle bir ortam­da İslâm'ı tebliğ edemeyeceğini anlayan Resûl-i Ekrem Taife giderek yeni bir çev­rede davasını anlatmayı denediyse de çok sert bir tepkiyle karşılaştı ve Mekke'ye dönmek mecburiyetinde kaldı. Bu sıralar­da Akabe'de tanıştığı bazı Medine {Yes-rib) sakinlerinin İslâmiyet'e girmesi üze­rine şehir halkını oluşturan Hazrec ve Evs kabileleri arasında Müslümanlığın gün­den güne yayılması ve buna bağlı olarak yapılan Akabe biatları hicret açısından bü­yük önem taşımaktadır. Özellikle İkinci Akabe Biatı'nda Medineli müslümanlar Hz. Peygamber'i ve dolayısıyla Mekkeli müslümanları şehirlerine davet ederek geldiği takdirde canlarını, mallarını, ken­di çocuklarını ve kadınlarını korudukları gibi onu koruyacaklarına, rahat günlerde de sıkıntılı anlarda da ona tâbi olacakları­na and içerek biatta bulundular.

Tâifliler ve diğer kabileler Resûl-i Ek­rem'i reddederken Medine'den gelenle­rin daha ilk görüşmede İslâm'a girmeleri ve her türlü tehlike ve sıkıntıyı göze ala­rak şehrin kapılarını ona açmalarının, ya­ni Medine'nin hicret yeri oluşunun sebep ve hikmetleri üzerinde durmak gerekir. İslâmiyet'in doğuşu sırasında bu şehirde oturan Evs ve Hazrec kabileleri arasında çok eskilere dayanan şiddetli bir düşman­lık vardı. 120 yıl boyunca birbirleriyle sık sık savaşa tutuşan bu iki kabile arasında­ki son çarpışma hicretten beş veya altı yıl önce Buâs denilen yerde cereyan etmiş ve her iki taraftan pek çok kimse ölmüş­tü. Gerek Buâs gerekse daha önce yapılan savaşlar birçok ocağın sönmesine yol açtığı İçin Hazrec ve Evs İslâmiyet'i tanı­yınca bu yeni din sayesinde aralarındaki düşmanlığın kalkacağını ümit etmiştir. Bundan dolayı Buâs Savaşı'nın Medineli-ler'in İslâmiyet'e girişinde önemli bir ye­ri vardır. Nitekim Hz. Âişe'nin, "Buâs. Al­lah'ın Resûlullah için hazırlamış olduğu bir gündü" dediği nakledilir (Buharı, "Me-nâkıbü'l-enşâr", I, 27). Bundan başka Medine yahudilerinin son peygamberin yakın bir zaman içinde çıkacağını haber vermeleri de halk arasında bir peygam­ber beklentisi doğurmuştu. Öte yandan, şehrin İslâmiyet'in çevreye kolayca yayıl­masına imkân sağlayacak merkezî bir ko­numda ve müdafaaya elverişli coğrafî bir yapıda olması, ayrıca kervan yollarının üzerinde bulunması da hicretin sebeple­ri arasında sayılmalıdır.

Ashaptan Medine'ye hicret eden ilk ki­şi Mahzûmoğullan'ndan Ebû Seleme Ab­dullah b. Abdülesed'dir. Ebû Seleme, Aka­be Matlarından bir yıl önce hanımı Ümmü Seleme ile birlikte hicret etmiştir. Buhâ-rî. Birinci Akabe Biatı'ndan (621) sonra Medine'ye İslâm'ı tebliğ için gönderilen Mus'ab b. Umeyr ile Abdullah b. Ümmü Mektûm'u ilk muhacirler olarak kabul eder ("Menâkıbü'l-enşâr", 46). İkinci Aka­be Biatfnın ardından (622) Hz. Peygam-ber'in hicrete izin vermesi üzerine ilk de­fa Âmir b. Rebîa ve hanımı Leylâ bint Ebû Hasme göç ettiler: onların arkasından da diğer sahâbîler gruplar halinde gitmeye başladılar. Hicret genellikle gizlice yapıl­mıştır; çünkü Mekkeliler ellerinden gel­diğince engel olmaya çalışıyor, hatta ya­kaladıkları akrabalarını hapsediyorlardı. Yalnız Ömer b. Hattâb'ın, Kabe'yi tavaf ettikten ve iki rek'at namaz kıldıktan son­ra müşriklere meydan okuyarak alenen yola çıktığı bilinmektedir. Böylece asha­bın büyük çoğunluğu kısa sürede Medi­ne'ye göç etti; geride sadece Hz. Peygam­ber, Hz. Ebû Bekir ve bunların aileleri, Hz. Ali ve annesi, ayrıca hicrete güç yetireme-miş veya gidişleri engellenmiş belli kişi­ler kalmıştı. Muhacir sahâbîler Medine'ye vardıklarında ensar tarafından misafir edildiler.

Müslümanların büyük çoğunluğunun Medine'ye yerleşmesi ve İslâmiyet'in ora­da güçlenmeye başlaması Mekke müşrik­lerini korkuttu; Hz. Muhammed'in de bir gün oraya giderek ashabıyla birlikte ken­dilerine karşı bir tehlike oluşturacağın­dan endişe ediyorlardı. Buna karşı bir tedbir almak üzere Dârünnedve'de top­landılar ve tartışacakları konu son derece önemli olduğundan Ebû Leheb dışın­da Hâşimoğullan'ndan hiç kimseyi çağır­madıkları gibi güvenmedikleri kimseleri de içeri sokmadılar. Bazı siyer kitapların­da yer alan, "şeytanın Necid halkından bir ihtiyar kılığında gelerek toplantıya katıl­dığı ve alınan kararda etkili olduğu" şek­lindeki rivayetlere itibar etmemek gere­kir. Dârünnedve'de uzun müzakerelerden sonra Ebû Cehil'in teklifiyle Hz. Peygam-ber'i öldürme kararı alındı. Bu kararı sa­dece bir kişi değil, Kureyş kabilelerinin her birini temsilen görevlendirilecek si-lâhşörlerden oluşan bir grup yerine geti­recek, böylece Hâşimoğullan'nın kan da­vasına kalkışması önlenecekti.

Görevlendirilen kişiler suikast hazırlık­larına başlarken Resûl-i Ekrem de Ceb­rail vasıtasıyla durumdan haberdar oldu, hicret etmek üzere harekete geçerek he­men Hz. Ebû Bekir'in evine gitti, onunla birlikte bir plan hazırladı. Plan gereğince bir kılavuz buldular; Abdullah b. Uraykıt adındaki bu kılavuz müşrik olmakla be­raber güvenilir, mert bir kişiydi. Hz. Ebû Bekir, hicret için önceden hazırladığı iki deveyi kılavuza verdi ve üç gün sonra Sevr dağının eteğinde buluşmak üzere onun­la sözleşti. Evine giden Hz. Peygamber, ayrıldığı zaman evi kontrol edebilecek müşrikleri yanıltmak ve kendisine ema­net bırakılan bazı eşyayı sahiplerine geri vermek üzere Hz. Ali'yi görevlendirdi ve gece yansı Ebû Bekir'in evine gitti; ora­dan beraberce yola çıkarak Mekke'nin gü­neybatısındaki Sevr dağına vardılar ve bir mağaraya gizlendiler. Burada kaldık­ları üç gün boyunca Hz. Ebû Bekir'in oğ­lu Abdullah geceleri gelerek elde ettiği bilgileri onlara aktarmıştır.

Resûl-i Ekrem'i öldürmekle görevlen­dirilen Mekkeliler onu evinde bulamayın­ca hemen aramaya koyulmuşlardı. Ebû Bekir'in evinde yapılan arama ve soruş­turmalar da netice vermeyince bütün çev­reyi taramaya başladılar ve etrafa haber­ciler göndererek onların başına ödül koy­duklarını ilân ettiler. Bu aramalar sırasın­da içlerinden bir grup saklandıkları ma­ğaranın yanına kadar gelmişti. Hz. Ebû Bekir duyduğu seslerden endişe ederek, "Ey Allah'ın resulü! Eğilip baksalar bizi görecekler" diyor, Resûl-i Ekrem ise Kur-'an'da da işaret edildiği üzere, "Üzülme, elbette Allah bizimledir" cevabıyla onu teskin ediyordu (et-Tevbe9/40|. Allah'ın resulünü koruduğu aşikârdı; çünkü müş­rikler mağaranın yanına kadar geldikleri halde içine bakmadan dönüp gittiler. On­ların mağaraya bakmadan dönmelerine

sebep olarak bir örümceğin mağaranın ağzına ağ ördüğünü ifade eden rivayet­ler -farklı görüşe sahip olanlar bulunmak­la birlikte- pek çok muhaddis tarafından "hasen" olarak değerlendirilmiştir [Müs-ned, 1, 348; İbn Kayyım el-Cevziyye, IH, 52; İbn Kesîr, III, 181; İbn Hacer, VII, 236); esa­sen bu rivayetlerin reddini gerekli kılacak bir sebep de mevcut değildir. Mağarada geçirilen üç günün sonunda Mekkeliler'in kontrolü ve aramaları oldukça tavsamış-tı. Sözleşitdiği gibi kılavuz Abdullah b. Uraykıt develerle birlikte Sevr'e geldi. Ebû Bekir'in azatlısı Âmir b. Füheyre de kafileye alındı ve sahil yoluna doğru ha­reket edildi. Medine'ye salimen ulaşabil­mek için işlek ve mûtat yollar yerine fark­lı bir güzergâh tercih edilmiş ve bazan sarp dağ geçitlerinden, bazan çöllerin arasından geçilmiştir. Buna rağmen za­man zaman takibe uğradılar, sorguya çe­kildiler ve tehlikeli anlar yaşadılar. Müd-lic kabilesine mensup Sürâka b. Mâlik'in takibi ve daha sonra Tâif muhasarasının ardından onun İslâm'a girmesiyle ilgili ri­vayet meşhurdur (bk. sürâka b. MÂLİK). Böyle bir tehlike Eşlem kabilesinin top­raklarına gelindiği zaman da yaşandı. Ka­bilenin reisi Büreyde b. Husayb bir müf­rezeyle kafilenin önünü kesti; ancak kısa bir görüşmenin ardından adamlarıyla be­raber müslüman oldu ve mızrağına bağ­ladığı sarığı ile Hz. Peygamber'e sancak açarak arazilerinden çıkıncaya kadar ken­disine refakat etti. Bu arada yolculuk es­nasında bazı güzel olaylar da yaşandı. Me­selâ kafile Kudeyd'de yiyecek bir şeyler almak üzere Ümmü Ma'bed Âtike bint Hâlid'in bulunduğu çadıra uğradı. Bura­da Resûl-i Ekrem sürüye katılamayacak kadar zayıf, sütten kesilmiş bir keçiyi bes­meleyle sağınca keçi oradakilere yetip ar­tacak kadar süt verdi. Ümmü Ma'bed'in, daha sonra çadıra dönen kocası Ebû Ma'-bed el-Huzâî'nin isteği üzerine Hz. Pey-gamber'i tavsif ederken kullandığı ifade­ler hilye edebiyatına konu olmuştur (bk.n) Medine'deki müslümanlar Hz. Muham­med'in Mekke'den ayrıldığını öğrenmiş, fakat gecikince endişelenmeye başlamış­lardı. Bundan dolayı her sabah Mekke yo­lu üzerindeki Harre mevkiine çıkıp gün yükselinceye kadar bekliyor, hararet ar­tınca ümitlerini keserek evlerine dönü­yorlardı. 8 Rebîülevvel (20 Eylül 622) Pa­zartesi günü de böyle yapmış ve dönmüş­lerdi; ancak kısa bir süre sonra üç katlı bir evin damına çıkan bir yahudi kızı, ufukta Medine'ye doğru gelen bir kafile görünce bunların beklenen misafirler ol­duğunu anladı ve bağırarak durumu ilân etti. Bunun üzerine müslümanlar Resûl-i Ekrem'i karşılamak için Harre'ye koştu­lar. Ashabına kavuşan Hz. Peygamber, Medine'ye bir saatlik mesafede bulunan Kubâ mevkiinde Evs kabilesinin bir kolu olan Amr b. Avfoğullarfndan Külsûm b. Hidm'in evine İnerek bir süre dinlendi. İbn İshakve İbn Hişâm'a göre Kubâ'daki ikamet dört gün (İbn Hîşâm, II, 494), Bu-hârî'nin naklettiği bir rivayete göre ise on dört gün ("Menâkıbü'l-enşâr", 46) devam etmiştir. Bu hususta daha başka görüş­ler de mevcut olmakla birlikte verilen mo­lanın fazla uzun sürmediği anlaşılmakta­dır (bk. İbn Hacer, VII, 287). Bu süre zarfın­da Küba'da hemen bir mescid yaptıran Hz. Peygamber bir cuma günü buradan ayrıldı ve Medine'ye yöneldi. Rânûnâ va­disine gelince Salim b. Avf kabilesine uğ­rayarak ilk cuma namazını kıldırdı; namaz­dan sonra da şehre ulaştı. Büyük bir ka­labalık tarafından coşkuyla karşılanan Resûl-i Ekrem, kendisini evlerine davet eden kimseleri kırmamak için güzel bir usul buldu ve devesi Kasvâ'nın serbest bırakılmasını isteyerek onun çöktüğü ye­re en yakın eve ineceğini söyledi. Devenin, daha sonra Mescid-i Nebevî'nin yapıldığı boş bir arsaya çökmesi üzerine de en ya­kındaki evin sahibi Ebû Eyyûb el-Ensâ-rî'nin misafiri oldu. Burada yedi ay kadar kaldıktan sonra mescidin bitişiğinde İn­şa edilen odalarına taşındı.

Kaynaklarda Hz. Peygamber'in Mekke'­den çıkışı, Küba'ya varışı ve Medine'ye gi­rişi hakkında verilen tarihler oldukça fark­lıdır. Bunların incelenmesi sonunda, Mek-keliler'in 26 Safer (9 Eylül 622) Perşembe günü suikast kararı aldıkları, durumu öğ­renen Resûi-i Ekrem'in o gece şehri ter-kederek Sevr mağarasına gittiği. 27-28-29 Safer {10-11-12 Eylül 622) Cuma, Cu­martesi ve Pazar günlerini mağarada ge­çirdiği, 1 Rebîüievvel (13 Eylül 622) Pazar­tesi günü mağaradan yola çıktığı, 8 Re­bîüievvel (20 Eylül 622) Pazartesi günü Küba'ya indiği ve 12 Rebîüievvel (24 Eylül 622) Cuma günü Medine'ye girdiği anla­şılmaktadır.

Hz. Peygamber'in Mekke'den Medine'­ye hicretiyle İslâm tarihinde yeni bir dö­nem başlamıştır. Hadise sadece bir me­kân değişikliği boyutunda kalmamış, İs­lâm'ın daveti, teşri faaliyeti ve siyaseti açısından bir dönüm noktası olmuştur. Bu sebeple hicretin ve muhacirlerin de­ğer ve şerefinden bahseden pek çok âyet ve hadis vardır. Meselâ bir âyette şöyle denilmektedir: "Öne geçen ilk muhacir­ler ve ensarla onlara güzellikle tâbi olan­lar, işte Allah onlardan razı olmuştur, on­lar da Allah'tan razı olmuşlardır. Allah on­lara İçinde ebedî kalacakları, altından ır­maklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur" (et-Tevbe 9/100). Hz. Peygamber de ensara karşı yaptığı bir konuşmada. "Eğer hicret şerefi olma­saydı ben muhakkak ensardan bir fert ol­mak isterdim" diyerek (Müsned, 11, 315; Müslim, "Zekât", 139) muhacirliğin şe­refinin yerini hiçbir şeyin tutamayacağı­nı belirtmiştir. Bütün müslümanlar da hicrete ve muhacirlere ayrı bir değer at­fetmişlerdir. Sahabeyi tabakalara ayıran İslâm âlimleri ilk sırayı daima muhacirle­re vermişlerdir.

Hicretten sonra muhacirlerle ensar ara­sında tam bir kaynaşma ve dayanışma­nın oluştuğu görülmektedir. Bunun sağ­lanmasında. İslâm'ın esasları ve mensup­larına telkin ettiği kardeşlik anlayışı ka­dar Hz. Peygamber'in uygulamaya koydu­ğu "muâhât" ameliyesinin de etkisi bü­yük olmuştur. Bu ameliye hicretten he­men sonra gerçekleştirilmiş ve Resûl-i Ekrem, ensarla muhacirleri bir araya ge­tirerek her muhacir için ensardan bir kar­deş tayin etmişti. 186 ailenin kardeş ilân edildiği bu uygulama sadece şekilde kal­mamış, muhacirler ve ensar kan bağın­dan öte bir bağlılıkla birbirlerine bağlan­mışlardı. Hatta mirasla ilgili âyetler ge­linceye kadar bu kardeşler birbirine vâ­ris dahi oluyorlardı. Siyasî, iktisadî, içti­maî, dinî ve askerî pek çok fayda sağla­yan muâhât, İslâm toplumunun yapılan-masındaki rolü bakımından hicrete an­lam kazandırmış ve muhacirlerin Medi­ne'deki hayatlarını kolaylaştırmıştır (ay­rıca bk. MUÂHÂT).

Siyasî açıdan hicretin büyük bir değişi­me imkân sağladığı aşikârdır. Mekke'de­ki müşriklerin baskıları karşısında pek çok eziyet ve işkenceye mâruz kalan müslü­manlar hicret sayesinde güç bulmuş ve Hz. Peygamber'in önderliğinde bir devle­te kavuşmuşlardır. Hicretten sonra Yes-rib şehrinin adı, "fesaf anlamındaki bir kökten geldiği için Resûl-i Ekrem tara­fından "hoş ve güzel" mânasında Taybe veya Tâbe'ye çevrildi; daha çok da Medî-netü'r-resûl yahut Medîne-i Münevvere adıyla anılarak müslümanlann kurdukla­rı devletin ilk başşehri oldu ve bu konu­munu Hz. Osman'ın şehid edildiği tarihe kadar korudu. Ayrıca Resûl-i Ekrem, Hz. İbrahim'in hareminden (Mekke) sonra bu yeni merkezin de harem olmasını Allah'­tan niyaz etmiş, niyazının kabulü üzeri­ne de şehrin doğusundaki Harretüvâkım ve batısındaki Harretülvebre ile güney­deki Âir (Ayr) ve kuzeydeki Küçük Sevr dağları arası şehrin harem sınırı olarak kabul edilmiştir. Resûl-i Ekrem, Mekke'­nin fethinden sonra ensara karşı vefa duygusuyla hareket edip Medine'yi bırak­mamış ve vefatında Mescid-i Nebevî'de-ki hücre-i saadetine defnedilmiştir.

Hicretten sonra Hz. Peygamber İslâm devletinin kuruluşunu ilân etmiş ve dip­lomatik temaslarına hemen başlamıştır. Yahudileri de içine alacak şekilde devle­tin ilk anayasasının belirlenmesini (DİA, İli, 153-154) ve civardaki kabilelerle ant­laşmalar yapılmasını bu çerçevede değer­lendirmek gerekir. Neticede 6 (628) yılın­da yapılan Hudeybiye Antlaşması ile. da­ha önce müslüman varlığını reddeden Ku-reyş de İslâm devletinin mevcudiyetini ka­bullenmek mecburiyetinde kaldı. Resûl-i Ekrem, devletin teşkilâtlandırılması için gereken bütün çalışmaları en kısa zaman­da tamamlamaya çalıştı. Henüz hicretin birinci yılı dolmadan can ve mal güvenli­ğini sağlamak üzere çevreye silâhlı birlik­lerin gönderilmesi de bunu göstermekte­dir. Mekke döneminde kâfirlerin sataş­maları ve fiilî engellemelerine karşı sabır

tavsiye edilirken Medine döneminde du­rum değişmiş ve müslümanlara misille­mede bulunma hakkı tanınmıştır. Çok kı­sa bir sürede güçlenecek ve tarihte ye­ni oluşumlara sebep teşkil edecek İslâm devletinin temelinde hiç şüphesiz hicret olayı vardır.

Hicret teşri açısından da büyük önem taşımaktadır. Mekke döneminde nazil olan âyetlerde tevhid, nübüvvet, âhiret gibi temel İnanç konuları işlenip ibadet ve ahlâkla ilgili İslâm esasları konulurken hicretten sonra ferdî ve içtimaî hayatı düzenleyen ahkâmla ilgili âyetler inmiş. İbadet ve muamelâta dair hükümler ko­nularak müeyyideler getirilmiş ve devlet­lerarası hukuku ilgilendiren kurallar be­lirlenmiştir. Hicretin, İslâm davetinin sey­rinde ve dinin yayılışında da etkili olduğu bilinen bir husustur. Medine döneminde davetin önündeki engeller birer birer kal­dırılarak müslümaniara ve Müslümanlı­ğa meyli olan kimselere yapılan baskılar kırılmış, böylece insanlara hür iradeleriy­le dinlerini seçme imkânı sağlanmıştır. Hicretten sonra gün geçtikçe kuvvetle­nen devlet otoritesi İslâm'a duyulan ilgi­nin artmasını sağlamış, ayrıca kabileler ve aşiretlerle yapılan görüşmeler sonu­cunda gerçekleşen toplu ihtidalarla hızlı bir yayılma sürecine girilmiştir. Hicretle müslümanların iktisadî ve ticari imkân­ları da genişlemiştir.

Medine döneminin ilk yıllarında İslâmi­yet'i kabul eden çevredeki insanların Hz. Peygamber'in yanına hicret etmesi bir zorunluluktu ve imanla ilgili görülüyor­du. Kur'an buna uymayanları şiddetle kı­nar ve onların akıbetlerinin korkunç ola­cağını belirtir (en-Nisâ 4/97). Müminlere böyle kimselerle yakın dostluk İlişkile­rinin kesilmesi de emredilmiştir: "İman edip de hicret etmeyenler ise hicret edin­ceye kadar onlarla sizin hiçbir yakın dost­luğunuz ve ilişkiniz olamaz" (el-Enfâl 8/

72). Resûl-i Ekrem de kendisine iman ve biat etmek üzere gelen kişilerden biat şartı olarak hicret etmelerini istiyordu (Buharı, "Megâzî", 53; Müslim, "Bİrr", 6). Medine'ye gelenlerin daha sonra oradan ayrılıp başka bölgelere yerleşmeleri hoş karşılanmıyordu. Hz. Peygamber'in, "Al-lahım! Ashabımın hicretini kararlı kıl; onları topukları üzerinde tekrar geriye döndürme" diye dua ettiği bilinmektedir (Müslim, "Vaşıyye", 5); nitekim hicret et­tikten sonra Mekke'ye dönüp orada ölen Sa'd b. Havle için çok üzülmüştü (Müslim, "Vaşıyye", 5). Bu ve benzeri naslar dola­yısıyla İslâm âlimleri bu devrede Medine'­ye hicretin farz, daha sonra oradan ayrıl­manın ise haram olduğu görüşüne var­mışlardır, islâmiyet güç kazanıp, müslü­manların bulundukları bölgelerde kendi­lerine yapılan baskılar ortadan kalktıktan ve dinin esaslarını kolayca öğrenme im­kânı doğduktan ve nihayet Mekke fethe­dildikten sonra hicret bir zorunluluk ol­maktan çıkarılmıştır.

Bu derece önem verilmesine bağlı ola­rak hicretin daha Peygamber döneminde bir takvim ve tarih başlangıcı sayıldığı gö­rülmektedir. Ashabın, Resûl-i Ekrem'in hayatını Mekke ve Medine dönemi diye İkiye ayırması ve bu dönemlere ait yılları birbirini tamamlayacak şekilde değil ayrı ayrı zikretmesi (Buhârî, "Menâkıbü'1-en-şâr", 28, 45, "Megâzî", 85; Müslim, "Fe-zâll", 113, 118, 121, 123) bu hususun ilk işaretidir. Ayrıca İbn Şihâb ez-Zühri*den, Resûl-İ Ekrem'in Medine'ye gelince bir takvim hazırlanmasını İstediği, bunun üzerine hicretin gerçekleştiği rebîülevvel ayının tarih başlangıcı olarak belirlendiği rivayet edilirse de bu rivayet fazla kabul görmemiştir (İbn Hacer, VII, 268). Hicre­tin resmen takvim başlangıcı sayılması Hz. Ömer zamanında 17 (638) yılında ger­çekleşmiştir (bk. TAKVİM).

BİBLİYOGRAFYA :

Râgıb e]-İsfahânî, el-Müfredât, "her" md.; İb-nü'1-Esîr, en-Nthâye, "her" md.; Lisânü't-'Arab, "her" md.; et-Ta'rlfât, "hicret" md.; Wensinck, el-Muccem, "her" md.; Miftâtıu künûzi's-sün-ne, "hicret" md.; M. F. Abdülbâki, ei-Mu'cem, -her" md.; Müsned, I, 348, 409, 430; 11, 68, 315; 111, 401; IV, 62, 99, 114, 223; V, 270, 363, 375; VI, 465,466; Dârimî, "Şalât", 135, "Siyer", 69; Buhârî, "îmân", 4, "Cİhâd", 1,27,194,"Me-nâkıbü'l-enşâr", 1,27,28,45-48, "Megâzî", 53, 85, "Nikâh", 92; Müslim, "Zekât", 139,"Vaşıy­ye", 5, 6, "İmâre", 93-86, "Fezâ'il", 113, 118, 121, 123, "Birr", 6; İbn Mâce, "Keffârât", 12; Ebû Dâvûd, "Cihâd", 2, 4, "Vitir", 11; Nesâî, "îmân", 9, "Be/af, 9,12,15, "Zînet", 25; İbn İshak. es-Sire, s. 156-157, 205-210, 238-241; İbn Hişâm, es-Sire*, I, 321-331; 11, 431-507; İbn Sa'd, et-Tabakât, I, 217-239; 111, 55-417; IV,

34-214; VIII, 36-301; Belâzürî. Ensâb, 1, 198-223, 257-271; Ya'kûbî. Târih, II, 37-42; Taberî. Târih (Ebü'1-Fazl), 11, 353-393; Mes'ûdî. Mürû-cû'2-zeheb (Meynard), IV, 137-140; Beyhaki, Detâ'üü'n-nîLbüüue (nşr. Abdülmu'tî Kal'acî), Beyrut 1405/1985, II, 430-521; Reşîdüddîn-i Meybüdî, Keşfü'l-esrâr ue'uddetü'l-ehrâr,Tah­ran 1344 hş., 1, 58; İbnü'1-Esîr, el-Kâmil, II, 94-110; Nevevî. Serhu Müslim, XI, 79-80; X1U, 6-9; Zehebî, Târîhu'l-islâm: es-sîretü'n-nebeuiyye, s. 281-338; İbn Kayyim el-Cevziyye. Zâdü'l-me-<âd, 111, 43-65; İbn Kesîr, ei-Öıdâye, 111, 168-210; İbn Hacer, Fethu'l-bârî (Hatîb), VII, 236, 268-312; Süyûtî. el-Haşâ'işû'l-kübra (nşr. M. Halil Herrâs), Kahire 1386/1967, !, 451-473; Dİyârbekrî. Târihul-hamîs, i, 320-343; Mah-mûd Şükri el-Âlûsî, Bulûğu7-ereb, İli, 214-216; L. Caetani, İslâm Tarihi (trc. Hüseyin Cahid). İs­tanbul 1924,111, 7-80; W. Montgomery Watt, Ma-homet â la Mecque (trc. F Dourveil), Paris 1958, s. 180-195; a. mlf., Mahometa Mödine (trc. S. M. Guillemin - F. Vaudou), Paris 1959, s. 13-14; Hasan Fethü'1-bâb. V\lâ tarikı'l-hicre, Kahire 1390/1971; Ahmed Abdülgafûr Attâr. el-Hicre, Mekke 1400/1980; Abdülhamîd Zûzû, el-Hicre ue deurühâ fı'l-tyareketi'l-va{anİyyeü'l-Cezâ'i-riyye beyne'l-harbeyn: 1919-1939, Cezayir 1985; Mahmûd Ali el~Bab!âvî. Târlhu'l-hicretVn-nebeoiyye ve bed'ü'l-kiam, Beyrut 1406/1985; Şevki Ebû Halîl, el-Hicre fıadeşün ğayyere mec-ra't-târih, Dımaşk 1406/1986; Sa"d el-Marsaft, el'Hicretü'n-nebeuİyye ve devrühâ fi binâ"ı'l-müctemaH'l-İstâmî, Beyrut 1409/1988; Muham-med b. Muhammed Ebû Şühbe. es-Sîretü'n-ne-beuiyye fi dav*İ'l-Kuriâ.n ue's-Sünne, Dımaşk 1988,1, 429-498; Levent öztürk. Hz. Muham-med'İn Habeşistan'la Münasebetleri (yüksek li­sans tezi, 1988. MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü), tür.yer.; Fethi Gays, el-lslâm ue'l~Habeş<ttabre't-târîh, Kahire, ts. (Mektebetü'n-Nehdati'l-Mısriy-ye), s. 49; M. Lokman el-A'zamî en-Nedvî, Müc-tema'u'l-Medineti'l-Münevvere fi €ahdi'r-Resûl, Kahire 1989, s. 31-51; Ahmed Abdü]ganîen-Ne-cûlî el-Cemel. Hicretü 'r-Resûi ve şahâ-betühû fı't-Kur'ân ue's-Sünne, Mansûre 1989; Muham-mad Khalid Masud. "The Obligation to Migrate: The Doctrine of Hijra in Islamic Law", Müslim Trauellers: Pİlgrimage, Migration and the Re-ligîous Imaglnation (ed. D. F Eickelman -1. Pis-catori), London 1990, s. 29-49; MehdîRızkullah Ahmed, es-Sîretü'n-nebeuiyye fi dau'i'i-meşâ-diri'l-aşliyye, Riyad 1412/1992, s, 257-306; W. Madelung. "Has the Hijra Come to an End?", REI, UV( 1986), s. 225-237; P. Crone. "The First-Century Concept of Hİğra", Arabica, XLJ/3, Lei-den 1994, s. 352-387; B. Carra de Vaux. "Hic­ret", İA, V/l, s. 476-477; M. Akif Aydın, "Ana­yasa", DlA, 111, 153-154. M Iffil Ahmet Önkal

Ziyaret -> Toplam : 125,30 M - Bugn : 62236

ulkucudunya@ulkucudunya.com