HİCRET
Emin Işık 01 Ocak 1970
Dînî sebeplerle bir yerden diğer bir yere göçme ve özellikle Hz. Peygamber'in Mekke'den Medine'ye göç etmesi olayı.
Sözlükte "terketmek, ayrılmak, ilgisini kesmek" anlamına gelen hecr (hicran) masdarından isim olan hicret "kişinin herhangi bir şeyden bedenen, lisânen veya kalben ayrılıp uzaklaşması" demektir; ancak kelime daha çok "bir yerin terke-dilerek başka bir yere göç edilmesi" anlamında kullanılır. Terim olarak genelde gayri müslim ülkeden (darülharp) İslâm ülkesine göç etmeyi, özelde ise Hz. Peygamber'in ve Mekkeli müslümanların Medi-
ne'ye göçünü ifade eder. Medine'ye göç eden müslümanlara muhacir, Resûl-i Ekrem'e ve muhacirlere yardım eden Me-dineli müslümanlara da ensâr unvanı verilmiştir.
Kur'ân-ı Kerim'de hicret kelimesi yer almamakla birlikte otuz bir yerde "hecr" kökünden gelen çeşitli türevlerin geçtiği görülür. Bunlar kullanılışlarına göre "Kur-'an'ı terketmek" (el-Furkân 25/30), "bir kişiden veya gruptan ayrılmak" {en-Nisâ 4/34; Meryem 19/46; el-Müzzemmil 73/10), "kötü şeyleri terketmek" (el-Müddessir 74/5) ve terim anlamına uygun olarak "Allah uğrunda başka bir yere göç etmek" (meselâ bk. el-Bakara 2/218; Âl-l İmrân 3/ 195; en-Nisâ 4/89, 97-, et-Tevbe 9/20) anlamlarına gelmektedir. "Hicret eden kimse" karşılığında da muhacir ve çoğul olarak muhacirin, muhâcirât kelimeleri kullanılmakta (meselâ bk. en-Nisâ 4/100; et-Tevbe Q/l 00, 117; en-Nûr 24/22; el-Müm-tehine 60/10), bu âyetlerin çoğunda da Mekke'den Medine'ye göç eden müslü-manlar kastedilmektedir.
Kur'an'da hicret kelimesinin geçmemesi ve Mekke'den Medine'ye göç olayının muhaceret masdarından türeyen kelimelerle anlatılmış olması, Caetani'-nin iddiasının aksine {İslâm Tarihi, III, 17-18) hicret tabirinin sonradan, hatta Resûl-i Ekrem'in vefatından sonra ortaya çıktığına delâlet etmez; çünkü Kur-'ân-ı Kerîm'de olayın kendisinden çok onu gerçekleştirenlerin ve bu amellerinin önemine dikkat çekilmiş, ayrıca bu tabir hadislerde böyle bir şüpheye yer bırakmayacak kadar çok kullanılmıştır (bk. Wensinck, el-Muccem, "her" md.; Miftâhu künûzi's-silnne, "hicret" md.). Kelime bu hadislerin pek çoğunda Mekke'den Medine'ye göç olayına işaret etmekte, ancak farklı anlamlarda kullanıldığı da görülmektedir. Meselâ bir hadiste, "Muhacir Allah'ın yasakladığı kötülük ve günahları terkeden kimsedir" denilmekte (Buhârî, "îmân", 4; Ebû Dâvûd, "Cihâd",4, "Vitir", 11), başka bir hadiste de hicretin "kötü şeyleri terketmek" anlamına geldiği belirtilmektedir [Müsned, IV, 114). Hicretin ahlâk ve zühd ile ilgisine işaret eden âyet ve hadisleri dikkate alan mutasavvıflar bu kavramı hem "haramları terkedip kötülüklerden uzaklaşmak", hem de "nefsi terbiye etmek maksadıyla yolculuğa çıkmak" veya "kalben ve zihnen halkı terketmek" anlamında kullanmış, seyrü sülük dedikleri mânevi yolculuğu da bir çeşit hicret saymışlardır (Reşîdüddîn-i Meybüdî, I, 58).
Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber'den önceki dönemlerde de peygamberlerin ve onlara inanan insanların kâfirlerce hicret etmeye zorlandıklarından ve bunların inançları uğrunda yurtlarını bırakıp başka yerlere gittiklerinden bahseder. Hz. İbrahim, kavminin kendisini ateşte yakma teşebbüsünün ardından, "Doğrusu ben rabbimin emrettiği yere hicret ediyorum" demiş (el-Ankebût 29/26) ve önce Filistin'e, ardından Mısır'a göç edip daha sonra da Ken'ân diyarına yerleşmişti. Hz. İbrahim'le beraber Filistin'e kadar bu hicrete katılan Hz. Lût, peygamberlik görevini yaparken kâfirlerin azgınlık ve ahlâksızlıkları karşısında Cenâb-ı Hak'tan aldığı emirle bir gece vakti inananlarla birlikte yurdundan çıkmış, arkasına dönüp bakmadan gitmesi istenilen yere gitmişti (Hûd 11/80-81; el-Hicr 15/65). Hz. Şuayb'a kavminin ileri gelen kibirlileri. "Ey Şuayb! Kesinlikle seni ve seninle beraber iman edenleri memleketimizden çıkaracağız; yahut dinimize döneceksiniz" demişler (el-A'râf 7/88), onu ve müminleri hicrete zorlamışlardı. Hz. Mûsâ, Allah'ın emriyle geceleyin Mısır'dan yola çıkardığı İsrâiloğul-ları'nı göç ettirmeyi başarmış, peşlerine düşen Firavun ve ordusu ise denizde boğulmuştu (Yûnus 10/90; Tâhâ 20/77-78; eş-Şuarâ 26/52-67). Bu gibi âyetlere dayanarak hicretin bütün peygamberlerin hayatında yer aldığı söylenebilir; kâfirlerden görülen eziyet ve baskılar, hak dini tebliğ imkânının ortadan kalkmış olması onları göç etmek zorunda bırakmıştır. Nitekim İbrahim sûresinde Mekkeliler'den öncekilerin. Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin kıssaları anlatılırken kâfirlerin peygamberlerine, "Elbette sizi ya yurdumuzdan çıkaracağız ya da mutlaka dinimize döneceksiniz" dedikleri bildirilerek rablerinin bu peygamberlere. "Zalimleri mutlaka helak edeceğiz" diye vaadde bulunduğu belirtilir (İbrahim 14/ 9-13). Kitâb-ı Mukaddes'te de Hz. İbrahim'in ve Lût'un hicretleriyle Hz. Musa'nın İsrâiloğulları'nı Firavun'un zulmünden kurtarışı hikâye edilmektedir (Tekvîn, i 2-13; Çıkış, 12/37-38, 14/1-31; Resullerin İşleri, 7/2-4).
Hz. Peygamber ve kendisine inananlar da daha önceki peygamberler ve ümmetlerinin akıbetine mâruz kaldılar. Mekke müşrikleri Resûl-i Ekrem'e karşı İslâmiyet'i tebliğe başladığı andan itibaren olumsuz bir tavır takındılar. Bu tavır sadece İslâm'ı reddetmekten ibaret kalmadı; Hz. Peygamber alaya alındı, ona inananlara baskı uygulandı ve bu baskılar İslâmiyet'in Mekke'de yayılmaya başlaması üzerine eziyet ve işkenceye dönüştü. Hatta Ammâr b. Yâsir'in babası Yâsir ve annesi Sümeyye işkenceyle öldürüldü. Amcası Ebû Tâlib tarafından himaye edildiğinden kendisi bu tür eziyetlere uğramamakla beraber ashabının başına gelenlere son derece üzülen ve işkenceleri engellemeye de gücü yetmeyen Resûl-i Ekrem, aralarında Hz. Osman ve karısı Hz. Rukıyye {Hz. Peygamber'in kızı), Ca'fer b. Ebû Tâlib ve hanımı Esma bint Umeys, Osman b. Maz'ûn, Zübeyr b. Avvâm, Hâ-lid b. Saîd ve karısı Ümeyme bint Hâlid, Abdullah b. Cahş, Abdullah b. Mes'ûd. Ab-durrahman b. Avf, Ebû Ubeyde b. Cerrah, Mus'ab b. Umeyr gibi meşhur kişilerin de bulunduğu bir grup müslümanın Habeşistan'a gitmesine izin verdi. Habeşistan Necâşîsi Ashame'nin semavî bir dine mensup adaletli bir hükümdar olması ve Arapça bilmesi hicret için Habeşistan'ın seçilmesinde önemli bir sebep teşkil ediyordu. Ayrıca ulaşım kolaylığı ve muhacirlerin malî sıkıntılarını daha rahat şekilde giderebilmeleri imkânı da bu seçimi etkilemişti. On bir erkek ve dört kadından oluşan müslüman kafîlesi615'-te Mekke'den Şuaybe Limanı'na, oradan da bir tekneyle Habeşistan'a gitti. Bu hicret, Hz. Peygamber'in henüz tebliğinin ilk yıllarında iken Afrika ile temasa geçmesini sağladı. İlk muhacirlerin iyi karşılanması üzerine ikinci hicret kafilesine yetmişten fazla müslüman katıldı (616). Böylece Habeşistan'a hicret edenlerin sayısı İbn İshak'ın kaydına göre kadın ve çocuklar hariç sekseni aşmakta ve toplam 108 kişiye ulaşmaktadır (es-Sîre, s. 210). Belâzürî'nin düzenlediği listeye göre muhacirlerin sayısı 109'u bulmaktadır (£n-sâb, I. 198-223). Habeşistan'a hicret konusuna özel bir yer ayırmış olan İbn İshak (es-Sîre, s. 156-1 57, 205-210, 238-241) ve İbn Hişâm ile (es-Sîre, I, 322-331) ashabın hayatından bahsederken bu konuya da temas eden İbn Sa'd [et-Jabakât, III, 55-417; iv, 34-214; vin, 36-301) gibi ilk devir İslâm tarihçileri Habeşistan'a hicret edenlerin isimleriyle ilgili farklı listeler vermektedir (geniş bilgi için bk. Öztürk, tür.yer). Muhacirlerin sayısının artması üzerine endişeye kapılan Kureyşliler. Ashame en-Necâşî'ye bir heyet gönderip müslüman-lann iadesini istediler. Tarafları dinleyen Necâşî müşriklerin teklifini reddetti. Müşrikler de netice alamayınca bunun intikamını Mekke'de kalan müslümanlardan aldılar. Artık Mekke'deki müslümanlar çok daha kötü şartlarda var olma mücadelesi veriyorlardı. Bir müddet sonra muhacirlerin otuz üç kişilik bir bölümü, müs-lümanlara karşı Şi'bü Ebû Tâlib'de sosyal ve ekonomik boykotun kaldırılması ve Mekkeliler'in müslüman olduğuna dair söylentilerin çıkması üzerine Mekke'ye döndü (620). Müşrikler, Bedir'de uğradıkları bozgunun ardından Ashame en-Ne-câşî'ye ikinci bir elçilik heyeti gönderdiler-se de yine sonuç alamadılar. Habeşistan'da kalan son müslüman kafilesi daha sonra yine kendi arzularıyla ve Necâşî'nin hazırlattığı gemilerle önce Câr Limanı'na geldiler, oradan da Medine'ye hareket ettiler (7/628). Resûl-i Ekrem Hayber'in fethi sırasında huzuruna çıkan muhacirlerin arasında Ca'fer b. Ebû Tâlib'i görünce çok sevinmişti (İbn Sa'd, IV, 34-35).
Müslümanlara ve Hz. Muhammed'i koruyan Hâşimoğulları'na karşı uygulanan üç yıllık boykotun ardından Ebû Tâlib'in ölümü müşriklere fırsat verdi ve bizzat Hz. Peygamber dahi birçok hakarete ve sataşmaya hedef oldu. Böyle bir ortamda İslâm'ı tebliğ edemeyeceğini anlayan Resûl-i Ekrem Taife giderek yeni bir çevrede davasını anlatmayı denediyse de çok sert bir tepkiyle karşılaştı ve Mekke'ye dönmek mecburiyetinde kaldı. Bu sıralarda Akabe'de tanıştığı bazı Medine {Yes-rib) sakinlerinin İslâmiyet'e girmesi üzerine şehir halkını oluşturan Hazrec ve Evs kabileleri arasında Müslümanlığın günden güne yayılması ve buna bağlı olarak yapılan Akabe biatları hicret açısından büyük önem taşımaktadır. Özellikle İkinci Akabe Biatı'nda Medineli müslümanlar Hz. Peygamber'i ve dolayısıyla Mekkeli müslümanları şehirlerine davet ederek geldiği takdirde canlarını, mallarını, kendi çocuklarını ve kadınlarını korudukları gibi onu koruyacaklarına, rahat günlerde de sıkıntılı anlarda da ona tâbi olacaklarına and içerek biatta bulundular.
Tâifliler ve diğer kabileler Resûl-i Ekrem'i reddederken Medine'den gelenlerin daha ilk görüşmede İslâm'a girmeleri ve her türlü tehlike ve sıkıntıyı göze alarak şehrin kapılarını ona açmalarının, yani Medine'nin hicret yeri oluşunun sebep ve hikmetleri üzerinde durmak gerekir. İslâmiyet'in doğuşu sırasında bu şehirde oturan Evs ve Hazrec kabileleri arasında çok eskilere dayanan şiddetli bir düşmanlık vardı. 120 yıl boyunca birbirleriyle sık sık savaşa tutuşan bu iki kabile arasındaki son çarpışma hicretten beş veya altı yıl önce Buâs denilen yerde cereyan etmiş ve her iki taraftan pek çok kimse ölmüştü. Gerek Buâs gerekse daha önce yapılan savaşlar birçok ocağın sönmesine yol açtığı İçin Hazrec ve Evs İslâmiyet'i tanıyınca bu yeni din sayesinde aralarındaki düşmanlığın kalkacağını ümit etmiştir. Bundan dolayı Buâs Savaşı'nın Medineli-ler'in İslâmiyet'e girişinde önemli bir yeri vardır. Nitekim Hz. Âişe'nin, "Buâs. Allah'ın Resûlullah için hazırlamış olduğu bir gündü" dediği nakledilir (Buharı, "Me-nâkıbü'l-enşâr", I, 27). Bundan başka Medine yahudilerinin son peygamberin yakın bir zaman içinde çıkacağını haber vermeleri de halk arasında bir peygamber beklentisi doğurmuştu. Öte yandan, şehrin İslâmiyet'in çevreye kolayca yayılmasına imkân sağlayacak merkezî bir konumda ve müdafaaya elverişli coğrafî bir yapıda olması, ayrıca kervan yollarının üzerinde bulunması da hicretin sebepleri arasında sayılmalıdır.
Ashaptan Medine'ye hicret eden ilk kişi Mahzûmoğullan'ndan Ebû Seleme Abdullah b. Abdülesed'dir. Ebû Seleme, Akabe Matlarından bir yıl önce hanımı Ümmü Seleme ile birlikte hicret etmiştir. Buhâ-rî. Birinci Akabe Biatı'ndan (621) sonra Medine'ye İslâm'ı tebliğ için gönderilen Mus'ab b. Umeyr ile Abdullah b. Ümmü Mektûm'u ilk muhacirler olarak kabul eder ("Menâkıbü'l-enşâr", 46). İkinci Akabe Biatfnın ardından (622) Hz. Peygam-ber'in hicrete izin vermesi üzerine ilk defa Âmir b. Rebîa ve hanımı Leylâ bint Ebû Hasme göç ettiler: onların arkasından da diğer sahâbîler gruplar halinde gitmeye başladılar. Hicret genellikle gizlice yapılmıştır; çünkü Mekkeliler ellerinden geldiğince engel olmaya çalışıyor, hatta yakaladıkları akrabalarını hapsediyorlardı. Yalnız Ömer b. Hattâb'ın, Kabe'yi tavaf ettikten ve iki rek'at namaz kıldıktan sonra müşriklere meydan okuyarak alenen yola çıktığı bilinmektedir. Böylece ashabın büyük çoğunluğu kısa sürede Medine'ye göç etti; geride sadece Hz. Peygamber, Hz. Ebû Bekir ve bunların aileleri, Hz. Ali ve annesi, ayrıca hicrete güç yetireme-miş veya gidişleri engellenmiş belli kişiler kalmıştı. Muhacir sahâbîler Medine'ye vardıklarında ensar tarafından misafir edildiler.
Müslümanların büyük çoğunluğunun Medine'ye yerleşmesi ve İslâmiyet'in orada güçlenmeye başlaması Mekke müşriklerini korkuttu; Hz. Muhammed'in de bir gün oraya giderek ashabıyla birlikte kendilerine karşı bir tehlike oluşturacağından endişe ediyorlardı. Buna karşı bir tedbir almak üzere Dârünnedve'de toplandılar ve tartışacakları konu son derece önemli olduğundan Ebû Leheb dışında Hâşimoğullan'ndan hiç kimseyi çağırmadıkları gibi güvenmedikleri kimseleri de içeri sokmadılar. Bazı siyer kitaplarında yer alan, "şeytanın Necid halkından bir ihtiyar kılığında gelerek toplantıya katıldığı ve alınan kararda etkili olduğu" şeklindeki rivayetlere itibar etmemek gerekir. Dârünnedve'de uzun müzakerelerden sonra Ebû Cehil'in teklifiyle Hz. Peygam-ber'i öldürme kararı alındı. Bu kararı sadece bir kişi değil, Kureyş kabilelerinin her birini temsilen görevlendirilecek si-lâhşörlerden oluşan bir grup yerine getirecek, böylece Hâşimoğullan'nın kan davasına kalkışması önlenecekti.
Görevlendirilen kişiler suikast hazırlıklarına başlarken Resûl-i Ekrem de Cebrail vasıtasıyla durumdan haberdar oldu, hicret etmek üzere harekete geçerek hemen Hz. Ebû Bekir'in evine gitti, onunla birlikte bir plan hazırladı. Plan gereğince bir kılavuz buldular; Abdullah b. Uraykıt adındaki bu kılavuz müşrik olmakla beraber güvenilir, mert bir kişiydi. Hz. Ebû Bekir, hicret için önceden hazırladığı iki deveyi kılavuza verdi ve üç gün sonra Sevr dağının eteğinde buluşmak üzere onunla sözleşti. Evine giden Hz. Peygamber, ayrıldığı zaman evi kontrol edebilecek müşrikleri yanıltmak ve kendisine emanet bırakılan bazı eşyayı sahiplerine geri vermek üzere Hz. Ali'yi görevlendirdi ve gece yansı Ebû Bekir'in evine gitti; oradan beraberce yola çıkarak Mekke'nin güneybatısındaki Sevr dağına vardılar ve bir mağaraya gizlendiler. Burada kaldıkları üç gün boyunca Hz. Ebû Bekir'in oğlu Abdullah geceleri gelerek elde ettiği bilgileri onlara aktarmıştır.
Resûl-i Ekrem'i öldürmekle görevlendirilen Mekkeliler onu evinde bulamayınca hemen aramaya koyulmuşlardı. Ebû Bekir'in evinde yapılan arama ve soruşturmalar da netice vermeyince bütün çevreyi taramaya başladılar ve etrafa haberciler göndererek onların başına ödül koyduklarını ilân ettiler. Bu aramalar sırasında içlerinden bir grup saklandıkları mağaranın yanına kadar gelmişti. Hz. Ebû Bekir duyduğu seslerden endişe ederek, "Ey Allah'ın resulü! Eğilip baksalar bizi görecekler" diyor, Resûl-i Ekrem ise Kur-'an'da da işaret edildiği üzere, "Üzülme, elbette Allah bizimledir" cevabıyla onu teskin ediyordu (et-Tevbe9/40|. Allah'ın resulünü koruduğu aşikârdı; çünkü müşrikler mağaranın yanına kadar geldikleri halde içine bakmadan dönüp gittiler. Onların mağaraya bakmadan dönmelerine
sebep olarak bir örümceğin mağaranın ağzına ağ ördüğünü ifade eden rivayetler -farklı görüşe sahip olanlar bulunmakla birlikte- pek çok muhaddis tarafından "hasen" olarak değerlendirilmiştir [Müs-ned, 1, 348; İbn Kayyım el-Cevziyye, IH, 52; İbn Kesîr, III, 181; İbn Hacer, VII, 236); esasen bu rivayetlerin reddini gerekli kılacak bir sebep de mevcut değildir. Mağarada geçirilen üç günün sonunda Mekkeliler'in kontrolü ve aramaları oldukça tavsamış-tı. Sözleşitdiği gibi kılavuz Abdullah b. Uraykıt develerle birlikte Sevr'e geldi. Ebû Bekir'in azatlısı Âmir b. Füheyre de kafileye alındı ve sahil yoluna doğru hareket edildi. Medine'ye salimen ulaşabilmek için işlek ve mûtat yollar yerine farklı bir güzergâh tercih edilmiş ve bazan sarp dağ geçitlerinden, bazan çöllerin arasından geçilmiştir. Buna rağmen zaman zaman takibe uğradılar, sorguya çekildiler ve tehlikeli anlar yaşadılar. Müd-lic kabilesine mensup Sürâka b. Mâlik'in takibi ve daha sonra Tâif muhasarasının ardından onun İslâm'a girmesiyle ilgili rivayet meşhurdur (bk. sürâka b. MÂLİK). Böyle bir tehlike Eşlem kabilesinin topraklarına gelindiği zaman da yaşandı. Kabilenin reisi Büreyde b. Husayb bir müfrezeyle kafilenin önünü kesti; ancak kısa bir görüşmenin ardından adamlarıyla beraber müslüman oldu ve mızrağına bağladığı sarığı ile Hz. Peygamber'e sancak açarak arazilerinden çıkıncaya kadar kendisine refakat etti. Bu arada yolculuk esnasında bazı güzel olaylar da yaşandı. Meselâ kafile Kudeyd'de yiyecek bir şeyler almak üzere Ümmü Ma'bed Âtike bint Hâlid'in bulunduğu çadıra uğradı. Burada Resûl-i Ekrem sürüye katılamayacak kadar zayıf, sütten kesilmiş bir keçiyi besmeleyle sağınca keçi oradakilere yetip artacak kadar süt verdi. Ümmü Ma'bed'in, daha sonra çadıra dönen kocası Ebû Ma'-bed el-Huzâî'nin isteği üzerine Hz. Pey-gamber'i tavsif ederken kullandığı ifadeler hilye edebiyatına konu olmuştur (bk.n) Medine'deki müslümanlar Hz. Muhammed'in Mekke'den ayrıldığını öğrenmiş, fakat gecikince endişelenmeye başlamışlardı. Bundan dolayı her sabah Mekke yolu üzerindeki Harre mevkiine çıkıp gün yükselinceye kadar bekliyor, hararet artınca ümitlerini keserek evlerine dönüyorlardı. 8 Rebîülevvel (20 Eylül 622) Pazartesi günü de böyle yapmış ve dönmüşlerdi; ancak kısa bir süre sonra üç katlı bir evin damına çıkan bir yahudi kızı, ufukta Medine'ye doğru gelen bir kafile görünce bunların beklenen misafirler olduğunu anladı ve bağırarak durumu ilân etti. Bunun üzerine müslümanlar Resûl-i Ekrem'i karşılamak için Harre'ye koştular. Ashabına kavuşan Hz. Peygamber, Medine'ye bir saatlik mesafede bulunan Kubâ mevkiinde Evs kabilesinin bir kolu olan Amr b. Avfoğullarfndan Külsûm b. Hidm'in evine İnerek bir süre dinlendi. İbn İshakve İbn Hişâm'a göre Kubâ'daki ikamet dört gün (İbn Hîşâm, II, 494), Bu-hârî'nin naklettiği bir rivayete göre ise on dört gün ("Menâkıbü'l-enşâr", 46) devam etmiştir. Bu hususta daha başka görüşler de mevcut olmakla birlikte verilen molanın fazla uzun sürmediği anlaşılmaktadır (bk. İbn Hacer, VII, 287). Bu süre zarfında Küba'da hemen bir mescid yaptıran Hz. Peygamber bir cuma günü buradan ayrıldı ve Medine'ye yöneldi. Rânûnâ vadisine gelince Salim b. Avf kabilesine uğrayarak ilk cuma namazını kıldırdı; namazdan sonra da şehre ulaştı. Büyük bir kalabalık tarafından coşkuyla karşılanan Resûl-i Ekrem, kendisini evlerine davet eden kimseleri kırmamak için güzel bir usul buldu ve devesi Kasvâ'nın serbest bırakılmasını isteyerek onun çöktüğü yere en yakın eve ineceğini söyledi. Devenin, daha sonra Mescid-i Nebevî'nin yapıldığı boş bir arsaya çökmesi üzerine de en yakındaki evin sahibi Ebû Eyyûb el-Ensâ-rî'nin misafiri oldu. Burada yedi ay kadar kaldıktan sonra mescidin bitişiğinde İnşa edilen odalarına taşındı.
Kaynaklarda Hz. Peygamber'in Mekke'den çıkışı, Küba'ya varışı ve Medine'ye girişi hakkında verilen tarihler oldukça farklıdır. Bunların incelenmesi sonunda, Mek-keliler'in 26 Safer (9 Eylül 622) Perşembe günü suikast kararı aldıkları, durumu öğrenen Resûi-i Ekrem'in o gece şehri ter-kederek Sevr mağarasına gittiği. 27-28-29 Safer {10-11-12 Eylül 622) Cuma, Cumartesi ve Pazar günlerini mağarada geçirdiği, 1 Rebîüievvel (13 Eylül 622) Pazartesi günü mağaradan yola çıktığı, 8 Rebîüievvel (20 Eylül 622) Pazartesi günü Küba'ya indiği ve 12 Rebîüievvel (24 Eylül 622) Cuma günü Medine'ye girdiği anlaşılmaktadır.
Hz. Peygamber'in Mekke'den Medine'ye hicretiyle İslâm tarihinde yeni bir dönem başlamıştır. Hadise sadece bir mekân değişikliği boyutunda kalmamış, İslâm'ın daveti, teşri faaliyeti ve siyaseti açısından bir dönüm noktası olmuştur. Bu sebeple hicretin ve muhacirlerin değer ve şerefinden bahseden pek çok âyet ve hadis vardır. Meselâ bir âyette şöyle denilmektedir: "Öne geçen ilk muhacirler ve ensarla onlara güzellikle tâbi olanlar, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. Allah onlara İçinde ebedî kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur" (et-Tevbe 9/100). Hz. Peygamber de ensara karşı yaptığı bir konuşmada. "Eğer hicret şerefi olmasaydı ben muhakkak ensardan bir fert olmak isterdim" diyerek (Müsned, 11, 315; Müslim, "Zekât", 139) muhacirliğin şerefinin yerini hiçbir şeyin tutamayacağını belirtmiştir. Bütün müslümanlar da hicrete ve muhacirlere ayrı bir değer atfetmişlerdir. Sahabeyi tabakalara ayıran İslâm âlimleri ilk sırayı daima muhacirlere vermişlerdir.
Hicretten sonra muhacirlerle ensar arasında tam bir kaynaşma ve dayanışmanın oluştuğu görülmektedir. Bunun sağlanmasında. İslâm'ın esasları ve mensuplarına telkin ettiği kardeşlik anlayışı kadar Hz. Peygamber'in uygulamaya koyduğu "muâhât" ameliyesinin de etkisi büyük olmuştur. Bu ameliye hicretten hemen sonra gerçekleştirilmiş ve Resûl-i Ekrem, ensarla muhacirleri bir araya getirerek her muhacir için ensardan bir kardeş tayin etmişti. 186 ailenin kardeş ilân edildiği bu uygulama sadece şekilde kalmamış, muhacirler ve ensar kan bağından öte bir bağlılıkla birbirlerine bağlanmışlardı. Hatta mirasla ilgili âyetler gelinceye kadar bu kardeşler birbirine vâris dahi oluyorlardı. Siyasî, iktisadî, içtimaî, dinî ve askerî pek çok fayda sağlayan muâhât, İslâm toplumunun yapılan-masındaki rolü bakımından hicrete anlam kazandırmış ve muhacirlerin Medine'deki hayatlarını kolaylaştırmıştır (ayrıca bk. MUÂHÂT).
Siyasî açıdan hicretin büyük bir değişime imkân sağladığı aşikârdır. Mekke'deki müşriklerin baskıları karşısında pek çok eziyet ve işkenceye mâruz kalan müslümanlar hicret sayesinde güç bulmuş ve Hz. Peygamber'in önderliğinde bir devlete kavuşmuşlardır. Hicretten sonra Yes-rib şehrinin adı, "fesaf anlamındaki bir kökten geldiği için Resûl-i Ekrem tarafından "hoş ve güzel" mânasında Taybe veya Tâbe'ye çevrildi; daha çok da Medî-netü'r-resûl yahut Medîne-i Münevvere adıyla anılarak müslümanlann kurdukları devletin ilk başşehri oldu ve bu konumunu Hz. Osman'ın şehid edildiği tarihe kadar korudu. Ayrıca Resûl-i Ekrem, Hz. İbrahim'in hareminden (Mekke) sonra bu yeni merkezin de harem olmasını Allah'tan niyaz etmiş, niyazının kabulü üzerine de şehrin doğusundaki Harretüvâkım ve batısındaki Harretülvebre ile güneydeki Âir (Ayr) ve kuzeydeki Küçük Sevr dağları arası şehrin harem sınırı olarak kabul edilmiştir. Resûl-i Ekrem, Mekke'nin fethinden sonra ensara karşı vefa duygusuyla hareket edip Medine'yi bırakmamış ve vefatında Mescid-i Nebevî'de-ki hücre-i saadetine defnedilmiştir.
Hicretten sonra Hz. Peygamber İslâm devletinin kuruluşunu ilân etmiş ve diplomatik temaslarına hemen başlamıştır. Yahudileri de içine alacak şekilde devletin ilk anayasasının belirlenmesini (DİA, İli, 153-154) ve civardaki kabilelerle antlaşmalar yapılmasını bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Neticede 6 (628) yılında yapılan Hudeybiye Antlaşması ile. daha önce müslüman varlığını reddeden Ku-reyş de İslâm devletinin mevcudiyetini kabullenmek mecburiyetinde kaldı. Resûl-i Ekrem, devletin teşkilâtlandırılması için gereken bütün çalışmaları en kısa zamanda tamamlamaya çalıştı. Henüz hicretin birinci yılı dolmadan can ve mal güvenliğini sağlamak üzere çevreye silâhlı birliklerin gönderilmesi de bunu göstermektedir. Mekke döneminde kâfirlerin sataşmaları ve fiilî engellemelerine karşı sabır
tavsiye edilirken Medine döneminde durum değişmiş ve müslümanlara misillemede bulunma hakkı tanınmıştır. Çok kısa bir sürede güçlenecek ve tarihte yeni oluşumlara sebep teşkil edecek İslâm devletinin temelinde hiç şüphesiz hicret olayı vardır.
Hicret teşri açısından da büyük önem taşımaktadır. Mekke döneminde nazil olan âyetlerde tevhid, nübüvvet, âhiret gibi temel İnanç konuları işlenip ibadet ve ahlâkla ilgili İslâm esasları konulurken hicretten sonra ferdî ve içtimaî hayatı düzenleyen ahkâmla ilgili âyetler inmiş. İbadet ve muamelâta dair hükümler konularak müeyyideler getirilmiş ve devletlerarası hukuku ilgilendiren kurallar belirlenmiştir. Hicretin, İslâm davetinin seyrinde ve dinin yayılışında da etkili olduğu bilinen bir husustur. Medine döneminde davetin önündeki engeller birer birer kaldırılarak müslümaniara ve Müslümanlığa meyli olan kimselere yapılan baskılar kırılmış, böylece insanlara hür iradeleriyle dinlerini seçme imkânı sağlanmıştır. Hicretten sonra gün geçtikçe kuvvetlenen devlet otoritesi İslâm'a duyulan ilginin artmasını sağlamış, ayrıca kabileler ve aşiretlerle yapılan görüşmeler sonucunda gerçekleşen toplu ihtidalarla hızlı bir yayılma sürecine girilmiştir. Hicretle müslümanların iktisadî ve ticari imkânları da genişlemiştir.
Medine döneminin ilk yıllarında İslâmiyet'i kabul eden çevredeki insanların Hz. Peygamber'in yanına hicret etmesi bir zorunluluktu ve imanla ilgili görülüyordu. Kur'an buna uymayanları şiddetle kınar ve onların akıbetlerinin korkunç olacağını belirtir (en-Nisâ 4/97). Müminlere böyle kimselerle yakın dostluk İlişkilerinin kesilmesi de emredilmiştir: "İman edip de hicret etmeyenler ise hicret edinceye kadar onlarla sizin hiçbir yakın dostluğunuz ve ilişkiniz olamaz" (el-Enfâl 8/
72). Resûl-i Ekrem de kendisine iman ve biat etmek üzere gelen kişilerden biat şartı olarak hicret etmelerini istiyordu (Buharı, "Megâzî", 53; Müslim, "Bİrr", 6). Medine'ye gelenlerin daha sonra oradan ayrılıp başka bölgelere yerleşmeleri hoş karşılanmıyordu. Hz. Peygamber'in, "Al-lahım! Ashabımın hicretini kararlı kıl; onları topukları üzerinde tekrar geriye döndürme" diye dua ettiği bilinmektedir (Müslim, "Vaşıyye", 5); nitekim hicret ettikten sonra Mekke'ye dönüp orada ölen Sa'd b. Havle için çok üzülmüştü (Müslim, "Vaşıyye", 5). Bu ve benzeri naslar dolayısıyla İslâm âlimleri bu devrede Medine'ye hicretin farz, daha sonra oradan ayrılmanın ise haram olduğu görüşüne varmışlardır, islâmiyet güç kazanıp, müslümanların bulundukları bölgelerde kendilerine yapılan baskılar ortadan kalktıktan ve dinin esaslarını kolayca öğrenme imkânı doğduktan ve nihayet Mekke fethedildikten sonra hicret bir zorunluluk olmaktan çıkarılmıştır.
Bu derece önem verilmesine bağlı olarak hicretin daha Peygamber döneminde bir takvim ve tarih başlangıcı sayıldığı görülmektedir. Ashabın, Resûl-i Ekrem'in hayatını Mekke ve Medine dönemi diye İkiye ayırması ve bu dönemlere ait yılları birbirini tamamlayacak şekilde değil ayrı ayrı zikretmesi (Buhârî, "Menâkıbü'1-en-şâr", 28, 45, "Megâzî", 85; Müslim, "Fe-zâll", 113, 118, 121, 123) bu hususun ilk işaretidir. Ayrıca İbn Şihâb ez-Zühri*den, Resûl-İ Ekrem'in Medine'ye gelince bir takvim hazırlanmasını İstediği, bunun üzerine hicretin gerçekleştiği rebîülevvel ayının tarih başlangıcı olarak belirlendiği rivayet edilirse de bu rivayet fazla kabul görmemiştir (İbn Hacer, VII, 268). Hicretin resmen takvim başlangıcı sayılması Hz. Ömer zamanında 17 (638) yılında gerçekleşmiştir (bk. TAKVİM).
BİBLİYOGRAFYA :
Râgıb e]-İsfahânî, el-Müfredât, "her" md.; İb-nü'1-Esîr, en-Nthâye, "her" md.; Lisânü't-'Arab, "her" md.; et-Ta'rlfât, "hicret" md.; Wensinck, el-Muccem, "her" md.; Miftâtıu künûzi's-sün-ne, "hicret" md.; M. F. Abdülbâki, ei-Mu'cem, -her" md.; Müsned, I, 348, 409, 430; 11, 68, 315; 111, 401; IV, 62, 99, 114, 223; V, 270, 363, 375; VI, 465,466; Dârimî, "Şalât", 135, "Siyer", 69; Buhârî, "îmân", 4, "Cİhâd", 1,27,194,"Me-nâkıbü'l-enşâr", 1,27,28,45-48, "Megâzî", 53, 85, "Nikâh", 92; Müslim, "Zekât", 139,"Vaşıyye", 5, 6, "İmâre", 93-86, "Fezâ'il", 113, 118, 121, 123, "Birr", 6; İbn Mâce, "Keffârât", 12; Ebû Dâvûd, "Cihâd", 2, 4, "Vitir", 11; Nesâî, "îmân", 9, "Be/af, 9,12,15, "Zînet", 25; İbn İshak. es-Sire, s. 156-157, 205-210, 238-241; İbn Hişâm, es-Sire*, I, 321-331; 11, 431-507; İbn Sa'd, et-Tabakât, I, 217-239; 111, 55-417; IV,
34-214; VIII, 36-301; Belâzürî. Ensâb, 1, 198-223, 257-271; Ya'kûbî. Târih, II, 37-42; Taberî. Târih (Ebü'1-Fazl), 11, 353-393; Mes'ûdî. Mürû-cû'2-zeheb (Meynard), IV, 137-140; Beyhaki, Detâ'üü'n-nîLbüüue (nşr. Abdülmu'tî Kal'acî), Beyrut 1405/1985, II, 430-521; Reşîdüddîn-i Meybüdî, Keşfü'l-esrâr ue'uddetü'l-ehrâr,Tahran 1344 hş., 1, 58; İbnü'1-Esîr, el-Kâmil, II, 94-110; Nevevî. Serhu Müslim, XI, 79-80; X1U, 6-9; Zehebî, Târîhu'l-islâm: es-sîretü'n-nebeuiyye, s. 281-338; İbn Kayyim el-Cevziyye. Zâdü'l-me-<âd, 111, 43-65; İbn Kesîr, ei-Öıdâye, 111, 168-210; İbn Hacer, Fethu'l-bârî (Hatîb), VII, 236, 268-312; Süyûtî. el-Haşâ'işû'l-kübra (nşr. M. Halil Herrâs), Kahire 1386/1967, !, 451-473; Dİyârbekrî. Târihul-hamîs, i, 320-343; Mah-mûd Şükri el-Âlûsî, Bulûğu7-ereb, İli, 214-216; L. Caetani, İslâm Tarihi (trc. Hüseyin Cahid). İstanbul 1924,111, 7-80; W. Montgomery Watt, Ma-homet â la Mecque (trc. F Dourveil), Paris 1958, s. 180-195; a. mlf., Mahometa Mödine (trc. S. M. Guillemin - F. Vaudou), Paris 1959, s. 13-14; Hasan Fethü'1-bâb. V\lâ tarikı'l-hicre, Kahire 1390/1971; Ahmed Abdülgafûr Attâr. el-Hicre, Mekke 1400/1980; Abdülhamîd Zûzû, el-Hicre ue deurühâ fı'l-tyareketi'l-va{anİyyeü'l-Cezâ'i-riyye beyne'l-harbeyn: 1919-1939, Cezayir 1985; Mahmûd Ali el~Bab!âvî. Târlhu'l-hicretVn-nebeoiyye ve bed'ü'l-kiam, Beyrut 1406/1985; Şevki Ebû Halîl, el-Hicre fıadeşün ğayyere mec-ra't-târih, Dımaşk 1406/1986; Sa"d el-Marsaft, el'Hicretü'n-nebeuİyye ve devrühâ fi binâ"ı'l-müctemaH'l-İstâmî, Beyrut 1409/1988; Muham-med b. Muhammed Ebû Şühbe. es-Sîretü'n-ne-beuiyye fi dav*İ'l-Kuriâ.n ue's-Sünne, Dımaşk 1988,1, 429-498; Levent öztürk. Hz. Muham-med'İn Habeşistan'la Münasebetleri (yüksek lisans tezi, 1988. MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü), tür.yer.; Fethi Gays, el-lslâm ue'l~Habeş<ttabre't-târîh, Kahire, ts. (Mektebetü'n-Nehdati'l-Mısriy-ye), s. 49; M. Lokman el-A'zamî en-Nedvî, Müc-tema'u'l-Medineti'l-Münevvere fi €ahdi'r-Resûl, Kahire 1989, s. 31-51; Ahmed Abdü]ganîen-Ne-cûlî el-Cemel. Hicretü 'r-Resûi ve şahâ-betühû fı't-Kur'ân ue's-Sünne, Mansûre 1989; Muham-mad Khalid Masud. "The Obligation to Migrate: The Doctrine of Hijra in Islamic Law", Müslim Trauellers: Pİlgrimage, Migration and the Re-ligîous Imaglnation (ed. D. F Eickelman -1. Pis-catori), London 1990, s. 29-49; MehdîRızkullah Ahmed, es-Sîretü'n-nebeuiyye fi dau'i'i-meşâ-diri'l-aşliyye, Riyad 1412/1992, s, 257-306; W. Madelung. "Has the Hijra Come to an End?", REI, UV( 1986), s. 225-237; P. Crone. "The First-Century Concept of Hİğra", Arabica, XLJ/3, Lei-den 1994, s. 352-387; B. Carra de Vaux. "Hicret", İA, V/l, s. 476-477; M. Akif Aydın, "Anayasa", DlA, 111, 153-154. M Iffil Ahmet Önkal