YÜCE RUH MAHATMA GANDHİ
Özcan Aras 01 Ocak 1970
Düşünce ve davranışlarında bütün insanlık için ortak inanç ve mutluluk arayan, özünde Buda’yı, Mani’yi, Mazdek’i, İsa’yı, Musa’yı ve Muhammed’i yaşatan, dörtyüzmilyon insanın güven kaynağı, yüzlerce inancın, dilin ve ırkın kaynaştığı Hindistan’ın BAPUJİ’si idi, Mohandas Karamshand Gandhi. Böylesine değişik din, dil ve inanç karmaşası içindeki Hindistan’da böylesine kurtarıcı BABA olmak, İSA’ya bile nasip olmamıştı. İngiliz hakimiyetini tek başına silahsız dize getiren ve ömrünün otuz yılını bu uğurda harcayan bir YÜCE RUH’tu; yani MAHATMA idi. Bu adı ünlü şair TAGOR takmıştı. İçindeki sonsuz insan sevgisi, çağına ışık tuttuğu gibi, gelecek yüzyıllara da esin kaynağı olacaktır.
Gandhi’yi tek başına anlamak olanaksız. Bu nedenle kimi yerde tarih, kimi yerde din, kimi yerde sosyal olaylara değinmek zorunlu olacak.
En büyük olaylar bile çok basit nedenlerden doğabilir. Eğer karabiber fiyatlarına Londra’da beş şiling zam yapılmamış olsaydı, 1599 yılında bir şirket kurulmaz,böylece İngilizlerin Hindistan hakimiyeti olmayabilirdi. Sonuçta üçyüzelli yıllık Hindistan tarihi daha başka olur, Gandhi de sıradan bir kimse olarak doğup ölebilirdi.
Gandhi’nin babası Bombay’ın kuzeyindeki Kathiyavar yarımadasındaki küçük bir prensliğin “divanı” yani başbakanıydı. Babası ticaretle uğraşırdı; zanaatkarlar ve hizmetlilerden üstün, prensler ve savaşçı kastların altındaydı. Onüç yaşına geldiğinde okuma yazma bilmeyen bir kızla evlendirildi. Babasının ölümünden sonra, babasının yerine prensliğin başbakanı olacağı umuduyla hukuk eğitimi için Londra’ya gönderildi. Gandhi törenle tabi olduğu tüccar kastından çıkarıldı. Çünkü büyüklerin gözünde deniz aşırı ülkelere yapacağı yolculuk, onu ölümsüzlüğe dek kirletebilirdi. Gandhi Londra’da mutsuzdu. Öylesine utangaç ve ürkekti ki, yabancılarla bir çift söz etmek ona işkence gibi geliyordu. Bu yüzden giyimini değiştirdi, güzel konuşma kurslarına yazıldı, Fransızca öğrenmeye kalktı. Bunların hiçbirini başaramadı. Okul bitip baroya kabul edilir edilmez ülkesine döndü.
Döndükten sonra aylarca Bombay adliyesinde savunabileceği bir dava peşinde koştu. Sesi bir gün dev gibi bir halkı ayaklandıracak olan bu insan, bir yargıcı bile etkileyebilecek bir iki cümle söylemekten acizdi.
Aslında bu başarısızlık onun yaşamındaki büyük dönemeçlerin ilki oldu. Hayal kırıklığına uğrayan ailesi onu uzak akrabanın davası ile ilgilenmesi için Güney Afrika’ya yolladı. Bu gidiş başlangıçta bir kaç ay sürecekti. Fakat Gandhi burada 21 yıl süre ile inanç, felsefe ve ilkelerinin kozasını örecekti. Yıl 1893 idi.
Belki de Gandhi, Mahatma’lığını, Bapuji’liğini Güney Afrikalı bir beyaza borçlu. Nitekim kendisi de bu olayı, var oluşun en keskin denemesi olarak görüyor. Bir tren yolculuğu yaparken birinci mevki bileti olduğu halde bir beyaz tarafından yük vagonuna binmesi gerektiği söylendiğinde, bunu kabul etmemesi sonucu, polis tarafından trenden indirilip garda sabaha kadar soğuktan titrerken, ırk ayırımının adaletsizliği ile karşı karşıya gelmişti. Güneş doğarken ürkek, utangaç ve silik delikanlı gitmiş yerine tarihte adı saygı ile anılacak Gandhi doğmuştu, adeta Güneşle birlikte.
Gandhi, Güney Afrika’daki kardeşlerinin çıkarlarını korumak için birleşmeye çağırıyordu. O acemi avukat artık üzerindeki tutukluğu atarak coşku ile konuşuyordu. Çok geçmeden Hintlilerin bir ve ikinci mevki vagonlarda yolculuk yapma hakkını kopardı. Burada bu kadar uzun bir zaman kalmasındaki neden, buradaki kardeşlerinin haklarını savunma isteğidir.
Buraya gelişinin onuncu yılında bir gün yine bir tren yolculuğu sırasında bir İngiliz dostu ona Jhon Raskin’in “Unto Thıs Last” adlı kitabını verdi. Gandhi bütün bir geceyi bu kitabı okumakla geçirdi. Ertesi sabah daha varacağı yere gelmeden dünya nimetlerinden sırt çevirmeye, Raskin’in idealine uygun bir yaşam sürdürmeye karar verdi. Raskin zenginlik köleliği yaratmak için kullanılan bir silahtı diyordu. Gandhi de artık bundan sonra “bir avukat, konuşma yeteneği ile topluma ne kadar yararlı olunursa, bir köylü de beliyle aynı derecede yararlı oluyor. Yani toprağı alt üst edenin yaşamı, yaşamaya değen tek hayattır “ diyecekti. İyi bir geliri olduğu halde her şeyden feragat ediyordu. Yıl 1904. Bir kaç gün sonra ıssız bir yerde elli hektarlık bir yer aldı. Kararını uygulamaya başladı. Burası adeta Campenella’nın “Güneş Ülkesi” idi. Herkesin emeği ve malları eşit olarak bölüşülüyordu. Sonunda kendini bedensel hazlardan da soyutlamaya karar verdi. O zaman 37 yaşındaydı.
Afrika’daki kardeşleri için çaba harcarken kendini dünyaya tanıtacak ve ünlendirecek iki doktrini de geliştiriyordu. Şiddete karşı olma ve pasif direniş. Şiddete karşı oluşundaki temel nokta İncil’den kaynaklanıyordu. “Size vurana, öbür yanağınızı çeviriniz.” Daha o yıllarda “Göze göz dişe diş, dünyayı körler diyarına çevirir” diyordu.
İlk eylemini yapmasına, 1906 yılında Güney Afrika hükümetinin aldığı ırkçı bir karar yardımcı rol oynadı. Bu, Hintlilerin polis defterine kayıt ve parmak izi zorunluluğu idi. Haksız yasaya karşı çıkılması için “Buna boyun eğmek topluluğumuzun uğrayacağı felaketi sineye çekmektir” diyordu Gandhi. Fakat bu yasaya nasıl karşı çıkılacağını açıklamadı. Açık olan şey de direnişti ve şiddete baş vurmadan yapılacaktı. Bu olay onun ilerde daha pek çok cezaevini ziyaretlerinden ilkine sebep olacaktı. Gandhi artık Güney Afrika’daki kardeşlerine gerekli ışığı yakmış ve yol göstermişti. 1914 yılında 44 yaşındayken ülkesine döndü.
Yirmibir yıl önce Güney Afrika’ya adım atan genç avukat yoktu artık. İlerde şiddet karşıtlığı ve pasif direniş eylemleri ile Dünyanın en büyük İmparatorluğunu dize getirecekti. Gandhi, Sahamartı nehri kıyısındaki Ahmetabat kentine yerleşti. Orada bir ortaklık çiftliği kurdu. Her zamanki gibi önce zayıfların ve ezilenlerin yardımına koştu. İlk defa Hindistan’da ezilen ve yoksul kitlelerin dertlerine eğilen bir lider çıkmıştı. Gandhi, 6 Nisan 1919 günü şöyle sesleniyordu: “Bütün Hindistan dursun ve ezenler, suskunluğundaki ifadeyi anlasın.” 1920 yılında Kongre Partisi’ne bir eylem planı önerdi. O tarihten itibaren ölünceye kadar Gandhi, Kongre Partisi’nin bilinci ve kılavuzu oldu. Diğer taraftan da bağımsızlık savaşının tartışılmaz lideri idi.
Savaşı ekonomik olarak da yürütüyordu. İngiliz tekstil ürünlerine bir darbe vurmak için, atalarından kalma ÇIKRIK’ı bir silah olarak seçti. 25 yıl bu çıkrıkların eğirdiği pamuktan yapılan “Khadı”yı bütün Hindistan’da ulusal giysi haline getirdi. Pamuk eğirmeyi bir ruhsal kurtuluş yolu olarak benimsetti. Sonunda çıkrık bir simge haline dönüştü. Kendisi de günde yarım saat iplik eğirerek örnek oldu. Çıkrığın çıkardığı klik klik ses temposu hep tanrının adını tekrarlıyordu. Rama Rama Rama. Gandhi ilerde Hindistan bayrağına çıkrık resmi koymayı isteyecekti.
Direniş eylemleri sade ve herkesin anlayabileceği, kolayca yapabileceği şeylerdi. Bu nedenle çok etkileyici oluyordu. “Onların silahları var bizimse yok. Onları yenmek için tek fırsatımız, savaşı, bizim silahlarımızın olduğu onların ise olmadığı alanlara kaydırmaktır” diyordu. Sonuçta eylemleri nedeniyle tutuklandı ve 6 yıla mahkum oldu. Cezası dolmadan sağlık nedeniyle serbest bırakıldı.
12 Mart 1930 günü saat 06.30’da bambu kamışından bastonu elinde Gandhi ve taraftarları, dörtyüz kilometre uzaklıktaki denize doğru yola çıktı. Binlerce hayranı geçeceği yollara yapraktan halılar döşemişti. Şimdi peşine onbinlerce insan takılmıştı. Amaç İngilizlerin elinde bulunan tuz tekelini yıkmaktı. Denize ulaştıktan sonra tuzu avuçlarına alarak beraberindekilere gösterdi. Artık bağımsızlık savaşının simgesi bu olacaktı. Gandhi ve taraftarları tuz toplayıp dağıtmaya başlamışlardı. Sonsöz, “Bu tuzu tutan avuç kırılabilir. Fakat tuz asla geri verilmeyecektir” idi. Bu eylem ileride Mao’ya esin kaynağı olacak, ünlü uzun yürüyüşü yaratacaktı.(Ekim.1934-35)
1931 Ekim’inde bütün İngiltere’yi hayretler içinde bırakarak sırtında pamuklu peştemalı “KHADI”’sı, ayaklarında sandallar, kral-imparatorla birlikte çay içmek üzere Buchingham Sarayı’na gidiyordu. Giyiminin uygunluğu hakkında kendisine soru sorulduğunda Gandhi, muzip bir tavırla “Majestelerinin ikimize yetecek kadar giysisi var.” Cevabını vermişti. Görüşmeler sonuçsuz kalmıştı. Fakat kamuoyınu ve basını çok etkilemişti. Vapurdan sırtında sadece peştemalı, bambudan bastonuna dayanarak yaversiz, uşaksız, muhafızsız inmişti. Peşinden yalnız bir hayranı ile bir de gündelik sütünü sağlayan keçisi gelmişti. Otelleri istemeyen Gandhi, East-End’de yoksul bir semte yerleşti. Aynı Londra’da iki kelimeyi bir araya getiremeyen Gandhi, Bernard Show, Centerbury Piskoposu, Cahrlie Chaplin ile görüştü. İngilizlere Gandhi adeta İsa gibi gelmişti. Barışcı, birleştirici ve kurtarıcı yönleriyle.
Sayısız tutuklanmalar, ölüm oruçları, ayaklanmalar, Hindu, Müslüman, Sikh çatışmalarıyla 1947’lere kadar gelindi. Artık birçok şey patlama noktasına gelmişti. İngiltere sonunda Hindistan’dan çekilmeyi kabullenmişti. İç çatışmaları önlemek için son kral naibi, Hindistan’a ait bütün çözümlerin Gandhi’den geçtiğinin bilincindeydi. O nedenle Gandhi ile buluşmasına çok önem veriyordu. Daha tahta çıkış töreni bile yapılmadan ona bir mektup yazıp kendisini saraya davet etmişti. Gandhi, bu çağrıya cevabını yazmış, sekreterine zarfı postaya atmadan önce iki gün beklemesini rica etmiştir. “Bu genç adamın, bir an önce kendini görmeye can attığımı sanmasını istemiyorum” demişti. Kendisini Bihar’dan alıp Delhi’ye getirmesi için önerilen uçağı da reddedip üçüncü mevki biletle Delhi’ye gelmişti. Buluşmalarında kral naibi eşinin de bulunmasını istemişti. Gandhi ile ilk karşılaştıklarında onun için şöyle düşünmüştü: “Koltuğuna büzülüp konmuş, zavallı mini mini bir kırlangıç..” Samimi bir ilişki kurmak için taktik olarak ona kendisinden bahsetmesini istemişti. Ancak Gandhi de, içtenlikle dinlemek isteyen kişiler karşısında kendinden bahsetmeye bayılıyordu. İki saate yakın konuşma boyunca Zoroastre, Budha, Musa, İsa, Muhammed ve Rama sayesinde doğunun, batı dünyasının kültürünü beslediğini açıkladı. Sonra mekanizma tersine çalışmaya başladı. Doğu, yüzyıllar boyunca batının kültür egemenliği altında kalmıştı. Şimdi batı dünyası, atom bombası dehşetinin korkusu, teknolojinin baskısı altında yeniden doğuya yönelmek ve kaynaklarından kana kana içmek gereksinimindeydi. Batının, Gandhi’nin yaymak istediği sevgiye ve kardeşçe anlayışa ihtiyacı vardı.
İkinci buluşmalarında çay içerken Gandhi, sapı kırık kaşığı ve son hapisliğin anısı teneke tabağı ile limonata, yoğurt ve bir kaç hurmadan oluşan yemeğini yerken gülümseyerek kral naibine yoğurt tabağını uzattı. “Çok iyidir” dedi. Şeytanca “Hele bir bakın tadına..” diye ekledi. Naip, “Galiba hiç yemedim bundan” dedi. Konuğunun vazgeçmesini umarak “Olsun farketmez” diye ısrar etti Gandhi. “Her şeyin bir ilk seferi vardır.Deneyin hele..” Mountbatten, görev duygusu ve doğal kibarlığının yardımıyla bir kaşık almayı kabul etti.
İşte bu iki garip ve zıt çift, ilerde öylesine bir bağlılık içinde olacaklar ki Gandhi öldüğünde, onun için “Mahatma’nın, tarihte Budha ve İsa ile aynı yere sahip olacağını” söyleyecekti. Tarihin bu garip cilvesi bu sözleri Hindistan fatihi ve kraliçesi Victoria’nın torununa söyletecekti.
Bütün karşı koymalara rağmen Muhammet Ali Cinnah’ın katı tutumu sonucu Hindistan ve Pakistan olarak bölünme kaçınılmaz olmuştu. Gandhi, bu duruma karşı çıktığı takdirde Hindistan’da yer yerinden oynardı. Bütün bir ömrünü verdiği Hindistan’ın bölünmesini istemesi düşünülemezdi. Fakat onun ağzından çıkacak bir tek kelime bile ülkeyi karşı konulmaz bir içsavaşa sürükleyebilirdi. Bu nedenle halkın bütün kesimleri öldüresi bir suskunluk içinde bekliyordu.
Halk önüne ilk çıkışında sadece şunları söylemişti: “Taksim yüzünden kral naibini lanetlemenin bir yararı yok, kendinize bakın ve yüreklerinize bakın, olup bitenlerin açıklamasını orada bulacaksınız.”
Bu sonuçla kral naibi meslek hayatının en büyük başarısını kazanırken, Gandhi bu sözlerini kanıyla ödeyecekti. Sonuçta Pakistan doğmuş, Hindistan ile birlikte özgürlüğüne kavuşmuştu (14 Ağustos 1947). Kral naibinin gösterdiği olağanüstü çabaları, olaylarda tarafsızlığı ve dürüstlüğü ile bütün Hintlilerin sevgi ve güvenini kazanmıştı. Bunların en başında Gandhi ve Nehru geliyordu. Kral naibi Nehru ve Kongre Partisi’ni öylesine etkilemişti ki Hindistan ilk genel valilik görevini ona teklif etmişti. Bu bir İngilize 350 yıldır verilen en büyük onurdu. Fakat kral naibi, İngiltere kralı, Ettlee ve Çörçil’in bu görevi kabul etmesi için ısrar etmelerine rağmen, o bu görevin Gandhi tarafından onayını diliyordu. Gandhi ise Hindistan’ın ilk devlet başkanlığına yiğit, yürekli, rüşvet yemeyen ve billur kadar saf (dokunulmaz) PARYA onun taktığı adla HARIYAN bir çöpçüyü istediğini çoktan ilan etmişti bile.
Her şeye rağmen Mountbatten, Gandhi tarafından büyülenmişti. Onun kurnaz şakacılığına hayrandı. Eşi Edwina da aynı duyguları paylaşıyordu. Bu konuda ne söyleyeceğini merak içinde bekliyorlardı. Gandhi de bu iki insanın sıcak ilgisi karşısında her zaman duygulanmıştı. Bu ilgiye şaşırtıcı bir şekilde karşılık verdi. Temmuz ayında bir gün, öğleden sonra Mahatma İngiliz hapishanelerinde geçirdiği günleri unutup, Lois Mountbatten’den, İngilizlerden kurtarmak için 35 yıl mücadele ettiği ülkesinin ilk devlet başkanı olması için ricaya geliverdi. Mountbatten Gandhi’yi dikkatle incelerken “Biz bu adamı hapsettik, küçük düşürdük, hor gördük ama o yine de bu jesti yapacak kadar yüce bir ruha sahip” diye düşünüyordu.
Gandhi’nin doğaya uygun yaşam biçimi seçmesi, teknolojinin getirdiği olumsuzluklardandı. Konuşmalarında şunları dile getiriyordu: “Hindistan’ın selameti, son elli yıl içinde keşfettiklerini inkar etmesinde saklıdır.” “Gerçek uygarlık insanın ihtiyaçlarının sınırsızca çoğalması değil aksine herkese özü bölüşmek olanağını bilinçli biçimde sağlanmasıdır. Batı uygarlığı kudreti, çoğunluğunun çıkarları zararına, küçük bir azınlığın eline terketmiştir.” Gandhi’nin doğallıktan yana ve sanayileşmeye karşı oluşundaki temel düşünce buydu. Makinanın egemen olduğu toplumda ruhsal çöküşün önüne geçilemeyeceği inancı vardı. Bugün bu düşüncelerin değerini daha iyi anlıyoruz. Nükleer kazalar, radyoaktif çöpler ve çevre kirliliği. Kendi cinsini öldüren ve gezegeninin hayat kaynaklarını körleten garip bir varlık olan insanı anlamak çok güç.
Gandhi de Nehru gibi sınıfsız bir toplum düşlüyordu. O düşüncelerine davranışlarını uydurabilen çağın ender insanlarından biriydi. O, aynı zamanda komünistlerden de şiddet yanlısı olduğu için nefret ediyordu. Sosyalistlere de rahatlıklarından fedakarlık yapmadıkları için salon sosyalisti demekten kendini alamıyordu.
Hindistan için en önemli olay bölünmeden sonra sınırların belirlenmesi, Hindu ile Müslümanların yer değiştirmesiydi. Bu olgu yıllarca sürecek acılara, kinlere neden olacaktı. Sonuçta 10 milyon insanın göçü ve 1 milyona yakın insanın ölümü tirajik ve unutulmaz bir olay olarak tarih sayfalarında yerini alacaktı.
Bu arada bütün gözler Kalküta şehrine dikilmişti. Burada çıkacak bir kargaşalık, önü alınmaz bir yıkıma neden olabilirdi. Bu nedenle kral naibi Gandhi’ye başvurmaya karar verdi. Gandhi, Kalküta’ya gitme teklifini kabul ederek Delhi’den ayrıldı. Kalküta ikibuçuk milyon nüfuslu Hindistan’ın edebiyat, felsefe ve bilim merkeziydi.
Şehirdeki ilk konuşmasında şöyle diyordu: “Eğer Kalküta aklını başına toplar ve kardeşliği kurabilirse, belki bütün Hindistan’ı kurtarabilir. Aksi takdirde tazecik özgürlüğümüz nasıl yaşar.” Bütün Hindistan kaynarken Kalküta ve çevresindeki 65 milyon insan sakin bir bekleyiş içindeydi. Gandhi, Hindu ve Müslümanları tam bir barış içinde birarada tutuyordu. Akşam dualarında çevresinde akıl almaz sayıda insan toplanıyordu. Bazen 30 bini aşkın insan onun akşam duasını huşu içinde dinlemeye geliyordu. Pencap’ta 50 bin kişilik ordunun başaramadığını O, tek başına yapıyordu. O, tek kişilik bir orduydu. İnsanlık tarihinde bir insanın yaratabileceği en büyük güç ve yücelikti. Şimdi çok mutluydu. Fakat aklı hep Pencap’taydı. Oradaki kargaşalığı gidermek için gitmeye karar verirken Kalküta’daki liderlerden kardeşlik sözü alarak ayrıldı.
Uğrağı olan Yeni Delhi’de süregelen olaylar onun Pencap’a gitmesini engelledi. Bu kez her zamanki gibi kenar mahallelerde değil şehirdeki zengin bir sanayicinin evine yerleşti.
Akşam ayinleri için evin geniş bahçesinin yüksek bir yerine çıkıyordu. Hıristiyan ayinlerinin Hindu MANTRALARI ile, Kuran’daki ayetleri yeni ve eski ahitdeki ve Ghita’daki bölümleri karıştırıp okuyordu. Yani bütün insanlığa inançlarının tek yolu olan yüce ve tek varlığa yönelmesini aşılıyordu, evrensel bir kardeşlik için. Burada geçen her gün bu tarzda devam ederken olayların önlenememesi, O’nu çok üzüyordu. Ayrıca Müslümanların güvencede olmamasından da pek çok tedirgindi. Bir İngiliz ziyaretçisine şöyle diyordu: “Çağlar boyunca dünya, anılarına tapınaklar dikmeden önce hep peygamberleri taşa tutmuştur.” “Bugün İsa’ya hayranız ama O’nu sağ iken çarmığa gerdik.” Ve Konfiçyüs’ün şu sözünü de dile getirmekten kendini alamıyordu: “Neyin iyi olduğunu bilip yapmamak korkaklıktır.”
Yeni Delhi’de ve Pencap’ta olaylar sürer giderken, Pakistan ve Hindistan arasındaki bölüşüm sonucu, Hindistan’ın ödemesi gereken 550 milyon Rupi türlü gerekçelerle ödenmiyordu. Gandhi bu tutumu uluslararası yasalara ve ahlak kurallarına aykırı buluyordu. Bu paranın ödenmemesini hırsızlık olarak yorumluyordu. Ayrıca bağımsızlığı kazandığının ertesi günü verdiği sözden dönmek onur kırıcı bir olaydı. Bu düşüncelerle Nehru ve Kongre Partisi’ni acımasızca eleştiriyordu ve uyarıyordu.
Gandhi, bitmeyen kargaşa ve yukarıdaki nedenlerle son açlık grevi olacak eylemini, 13 Ocak 1948 günü saat 11.45’te başlattı. Gece 03.30’da kalktığı sabah duasında ayrıca şunları diyordu: “İnsanoğlunu tanrıya götüren yol, korkakların değil yiğitlerin izlediği yoldur.” Bu defaki oruç Hindistan sınırları içinde kalmış, Müslümanları korumak ve onların yeni devleti olan Pakistan’ın alacağı paranın verilemeyişi nedeniyle olduğundan, fanatik Hinduları karşısına almıştı. Akşam dualarında kalabalık arasında Himalayalara çekilip gitmesini isteyen sesler ve serzenişler işitiliyordu. Bir akşam duasını Tagor’un şu beyiti ile başlatmıştı: “Eğer çağırına cevap verilmezse yalnız yürü, yalnız.” Sonra orucunun amacının “Tanrıdan bütün insanların ruhlarını arındırmasını ve bütün anlaşmazlıkların kalkmasını istemek olduğunu” açıkladı. Hindular, Sikhler ve Müslümanlar kardeşçe barış içinde yaşamaya karar vermeliydiler. Bu arada onu izleyen yabancı bir kadın gazeteci, “Böylesine bir içtenlikle alaca karanlıkta konuşan insanın silüeti üzerinde bir çeşit yüceliğin dolaştığının sezinledim.”diyordu.
Yine bir akşam duasında: “Delhi’yi sınava çekiyorum.” Diyordu. “Hindistan ya da Pakistan’da yaşayan bütün Hindular Sikhler öldürülecek bile olsa ülkemizde oturan en basit Müslüman çocuğun bile hayatı korunmalı.” Diyerek Ghita’sını alıp ayrıldı.
Ertesi gün Nehru, Patel ve öteki hükümet üyeleri evinde toplandılar. Oruca son vermesi için yalvardılar. Bunları Hindu, Müslüman ve Sikh yöneticileri izledi. Bu ara genel vali Louis Mountbatten, Gandhi’ye olan hayranlık ve saygısı nedeniyle genel valilik sarayında bütün kabulleri ve yemekleri iptal etti. Sağlık durumu bozulan Gandhi için Pakistan’daki bütün camilerde yaşaması için Kuran okunuyordu. Öğleden sonra Pakistan’a verilmesi gereken paranın ödendiği haberi Gandhi’ye ulaştırıldı. Nehru, bağımsızlığın ilan edildiği 14 Ağustos 1947’de milyonlarca Hintliye şöyle seslenmişti: “Mahatma’nın ölümü, Hindistan için ruhunu yitirmek anlamına gelecek.” Bu nedenle O’nu oruçtan vazgeçirmek için en çok Nehru çaba harcıyordu. Gandhi Nehru’nun Guru’su ve Bapuji’si idi.
15 Ocak Perşembe günü akşamı dua için toplanan halka inemedi. Fakat yattığı yerden bir mikrofon aracılığı ile birkaç cümle mırıldanabildi: “Vatanla ve vatanın kardeşliğe olan ihtiyacı ile uğraşın. Benim için üzülmeyin. Bu dünyada doğan hiç kimse ölümden yakasını kurtaramaz. Ölüm hepimizin dostudur. Hepimiz ona minnet duymamız gerekir. Çünkü bütün sefaletlerimizden bizi ancak o kurtarır.”
16 Ocak sabahı sağlık durumu endişe verici bir düzeye gelmişti. Bu haber bütün Hindistan’a yayıldı. Bütün dini liderler ve ayrılıkçı guruplar evine gelerek oruçtan vazgeçmesi için yalvardılar. O ise: “Çepeçevre etrafımda barış sağlanmazsa, bu hayat için en ufak ilgi duymayacağım artık. Bütün Hindistan’da ve bütün Pakistan’da barış sağlanmalıdır. Fedakarlığımın anlamı budur”. En sonunda Hindu ve Sikh göçmenlerce barınak ve tapınak olarak kullanılan 117 caminin Müslümanlara geri verilmesini şart koşuyordu. Nehru, sağlık durumu kritik bir noktaya gelen Gandhi’nin başucunda beklemeye başladı. Gözyaşlarını her seferinde saklamak için odayı terk ediyordu. O Nehru ki Hindistan kastlarının en yüksek derecesinden geliyordu. Hint tarihi kadar köklü bir soya sahipti. Gandhi onun rehberi ve ışığı idi. O, Gandhi’ye babacık anlamında Bapuji derdi. Fakat bu sefer 78 yaşındaki Bapuji çok bitkindi. Louis Mountbatten ve eşi de başucuna koştular. Gandhi yine o muzip havasını koruyordu. “Ah dağın farenin ayağına gelmesi için, demek oruç tutmak gerekiyormuş.” Diye ziyaretçilerini selamladı. Sonuçta istediği bütün şartlar yerine getirildi ve Gandhi orucunu bozdu.
Ertesi gün akşamı, akıl almayacak bir neşe ve sağlık içindeydi. Akşam duasında ziyaretçilerini hep birlikte Ghita’dan, Kuran’dan ve İncil’den ayetler, Zoro Astre’den dualar okumaya çağırdı. Takvim, 18 Ocak 1948 Pazar gününü gösteriyordu. Bütün Hindistan ve Pakistan bayram ediyordu adeta. Jawaharlal Nehru yaşlı gurusunun yanına oturarak, O’na kendisinin de dünden beri oruç olduğunu söyledi. Gandhi, Nehru gittikten sonra O’na şu kısa mesajı yolladı: “Artık oruçtan vazgeçebilirsin, uzun yıllar yaşamanı ve (JAWAHAR) Hindistan’ın mücevheri olmaya devam etmeni dilerim. Bapunun hayır duaları ile.”
Ertesi gün O’nu ziyarete gelenler arasında peçeli Müslüman kadınlara “Evinizde babalarınız, erkek kardeşlerinizin yanında örtünüyor musunuz?” diye sorup hayır denince “Öyleyse benim karşımda niye peçelisiniz?” dediğinde Müslüman kadınlar aynı anda peçelerinin çıkarırılar. O gün akşam duasında bir şükran ifadesi olarak sevenlerine şöyle sesleniyordu: “Son günüme kadar bana gösterdiğiniz sevgiyi unutmayacağım, şehrinizle diğer yerler arasında ayırım yapmayın. Hayatın tek olduğunu hatırlarsak, o zaman birbirimizi düşman olarak görmemiz için hiçbir neden kalmaz. Bütün Hindular Kuran’ı incelesin, Müslümanlar da Ghita’nın ve Sikhlerin Granthsahip’inin anlamı üzerinde dursun. Kendi dinimize nasıl saygı gösteriyorsak başkalarının dinine de saygılı olmalıyız. Gerçek olan gerçektir. Sanskrist , Urdu, Acem ya da tamamen başka dilde yazılmış olsa da.”
Yeni oruçtan çıktığı ve bitkin olduğu halde yemekten sonra her zamanki gibi yarım saat iplik eğiriyordu. Buna engel olmak isteyenlere, “Çalışmadan elde edilen ekmek çalınmış ekmek demektir.” diyordu.
İki gün sonra akşam duası sırasında bombalı bir saldırıya uğradı. Bunu yapanlar fanatik Hindulardı. Hindistan’ın bölünmesi yetmiyormuş gibi hala Müslümanlara arka çıkmasını hazmedememişlerdi. Bu saldırıdan hiçbir zarar görmeden kurtulması nedeniyle bütün sevenleri bapujilerine koşmuştu. Mountbatten ve eşi, Nehru ve bütün Kongre üyeleri sayısız sevenleri kurtuluşunun sevincini yaşıyorlardı.
Gandhi, Müslümanların dinsel bayramlarında Hinduların ve Sikhlerin de bulunmalarını istemişti. Amacı bu davranışla kardeşliği simgelemekti. Nitekim mollalar kendisinden camide bir konuşma yapmasını istemişlerdi ve Gandhi bundan pek duygulanmıştı. Yanında ayrılmayan iki kız yeğeni ile camiye gelip, erkeklere ait yere kadın alınmadığı halde töreye karşı gelinerek Gandhi onurlandırılmıştı. Cemaatin büyük saygı ve sevgisi ile duygulanan Gandhi, erişilmez bir mutluluk içinde bütün Hindulara, Sikhlere ve bir yerde bütün insanlara şöyle sesleniyordu: “Ayrı olsak bile aynı ağacın yaprakları değil miyiz.”
Son oruçtan beri çok sık öksürüyordu. İlaç kabul etmeyen Gandhi doktoruna şöyle diyordu: “Hastalığa yenilip ya da basit bir sivilce yüzünden ölecek olursam, görevin, bütün dünyaya benim gerçek bir Mahatma olmadığımı haykırmak olacaktır. Ama geçen haftaki gibi bir patlamada ya da birinin göğsüme sıktığı kurşunlara gık bile diyemeden ölürsem ve dudaklarımda RAMA adını duyarsan, işte o zaman bütün dünyaya benim gerçek bir Mahatma olduğumu ilan edebilirsin. Çünkü Hint halkı için hayırlı olacaktır.”
Gandhi 30 Ocak 1948 Cuma günü Hindu dininin kutsal kitabı Bhagavad Ghita’dan ayetler okuduğu onsekiz diyalogdan ilk ikisini seçti.
Çünkü her doğan için ölüm muhakkaktır ve ölen
her şey için doğmak muhakkaktır.
Kaçınılmaz olan şeyin karşısında acınmak niye.
Daha sonra yeğeni Manu’dan çok sevdiği Hıristiyan ayinlerini mırıldanmasını istedi. “..yorgunluk bitse de bitmese de ey kardeşim, durma sen ..” Sonra her zamanki gibi akşam duası için Manu ile bahçeye çıkarken kalabalık arasında saygılı mırıltılar yükseliyordu, “Bapuji, Bapuji ..” diye. O sırada kalabalık arasından önüne iri yarı, haki elbiseli bir adam belirip tabancasını Gandhi’ye doğrultarak üç el ateşledi (Nathurem Gotse). Gandhi’nin son sözleri “Ey Ram” (Oh..Tanrım) dı.
Her şey istediği gibi olmuştu. Tagore’un ona layık gördüğü Mahatma (Yüce Ruh) adına yakışır bir tarzda yaşamış, bütün insanlık tarihi boyunca hiçbir kişiye nasip olmayan saygı ve sevgiye sahip olmuştu.
Louis Mountbatten olayı işitir işitmez eve koştu, içeri girdiğinde Nehru başucundaydı ve ağlıyordu. Gandhi’nin yüzünde sonsuz bir dinginlik ifadesi vardı. O sırada birisi Mountbatten’e gül yaprakları uzattı. O da bunları Gandhi’nin üzerine serperken derin bir üzüntü içindeydi. Büyük annesinin imparatorluğunu elinden alan adama karşı son kral naibinin saygı gösterisiydi bu. Birden içinden bir inancın doğduğunu hissetti “Mahatma Gandhi, tarihte Budha ve İsa’nın tuttukları yeri tutacak”.
Sevdiği ve saydığı bir insana karşı yapabileceği son görev olan cenaze töreni işini üzerine aldı. Hindistan o gece acısının bir simgesel davranışını dile getirdi. Mahatma’ya saygılarının bir ifadesi olarak o gece uçsuz bucaksız Hint Yarımadası’nda bir tek ateş dahi yakılmadı. Müslümanlar yas içindeydi. Pakistan kadınları kollarındaki cam bilezikleri umutsuzluğun simgesi olarak o gün hep birlikte kırdılar.
Bir gazete şöyle yazıyordu: “Gandhi’ciği, kurtuluşu uğruna yaşadığı halkı tarafından katledildi. Dünya tarihinin bu ikinci çarmıha germe olayı bir Cuma günü cereyan etti. İsa da aynı gün öldürülmüştü bundan bindokuzyüzonbeş yıl önce, baba bizi affet..”
Bir milyondan fazla bir kalabalığın katıldığı tören Mahatma’nın oğlu Ramdas Gandhi’nin odunları ateşlemesiyle bitti. Alevler göğe yükselirken, bir ses VEDA Duası’nı okumağa başladı.
Götür beni
Gerçek olmayandan gerçeğe
Karanlıktan ışığa
Ölümden ölümsüzlüğe
Mevlana için “Kitabı var fakat peygamber değil” denir.
Mahatma, peygamber değildi fakat peygamberce yaşadı.
O, üçbin kast, onbeş resmi dil, sekizyüzkırkbeş lehçenin ve değişik ırk ve inançtaki milyonlarca insanın Bapuji’si ve kurtarıcısı (Mesih’i) idi. Böylesine değişik dil,inanç ve ırk ayrılığı gösteren uçsuz bucaksız yarımadanın umut ışığı ve tüm ezilenlere yol gösterici olmak, yaşamında hiçbir peygambere nasip olmamıştır. Mahatma, başlangıçta insanlığın ve insanın kurtuluşu ve mutluluğu için ortaya çıkan dinlerin, sonradan nasıl ayrılıkların ve kavgaların kaynağı haline dönüştüğünü görmüştür. Ondan önce de MANİ bu ayrılıklara çözümler aramış. Mahatma, buna ait düşüncelerini şöyle dile getiriyor: “Gerçek din, formalite ve alışkanlıklara dayanmış olan değildir. O, her insanın üstünde olandır ki insanı, kendisi ile yüzyüze bırakır. Ve yine hiç kimse daima inandığı kendi dininin gerçek olup olmadığını bilmediği için umutsuzluğa düşmemelidir. Çünkü bütün dinlerin esasları değişmez ve kolayca anlaşılabilir şeylerdir. Birçok din vardır fakat inanış tektir.”
Bu evrensel inançla birlikte özü ve davranışları arasında uyumlu bir yaşam sürmesi, O’na olan inanç, sevgi ve güveni hiçbir insana nasip olmayan düzeye çıkarmıştır. Ondaki gizemli gücün kaynağı budur. Onun için insan ve yaşamına ait her şey önemli idi. İnsanların hak ve özgürlükleri uğruna nasıl bir yol izleyeceklerini çok yalın bir dille anlatmasını bilen eşsiz bir öğretmendi. Yönetim konusunda, yani liderlik ve politikadaki önemli şeyleri şöyle vurguluyordu: “ Bir lider yönettiği halkın yansımasıdır. Halkın kardeşçe bir hava içinde yaşama isteği ister istemez liderin eylemlerinde yansıyacaktır.”
Kast sisteminin acımasızlığı ve anlamsızlığına en belirgin başkaldırı Mahatma tarafından yürütülmüştür. Daha çocuk yaşlarında iken dokunulmaz olan parya çocuklarına geçerken dokunmaktan kendini alamazdı. İleride bu duygular O’nun dokunulmazlarla birarada yaşama eylemine dönüşecekti. Horlanan, yalnızlığa itilen insanlara O, HARİYAN yani “Tanrının çocukları” adını takacaktı.
Mahatma’nın yanında son çıktığı hapishaneden aldığı teneke yemek tabağı, sapı kırık kaşık, saat ve üç maymun heykelciğinden başka bir şey bulunmazdı. Zamana çok saygılı idi. Hiç kimseyi bekletmezdi. Üç maymun ise, kötülüğü görmeme, kötülüğü işitmeme ve kötü söylememeyi kendisine her an hatırlatması için taşıyordu.
Sonuç olarak sıradan bir insanın günahıyla, sevabıyla nereden nereye geldiğini görmek, insanın özündeki cüceliği kadar yüceliğinin de varlığını ortaya koyuyor. Bu nedenle insan ve insanlık için zaman zaman duyulan kuşku ve endişeye yer kalmıyor. İnsan her şeye karşın evrenin özü ve bilinci olan ilginç bir varlığı.
Sevgi ve ülkü birliği yaratmak için tek kişinin bile neler yapabileceğini gördük. Bizlere düşen görev, hiç yılgınlığa düşmeden bireysel olarak yapmamız gereken şeylerin bilincine varmaktır. Gördüğümüz kadar çağımız insanına haketmediği biçimde davranılmakta, işkence ve düşünce özgürlüğünü kısıtlamalar, güncel olaylar haline dönüşmüştür. Bu, hem ülkemizde hem de bir çok yabancı ülkede yaşanan insanlık onuruyla bağdaşmayan bir olgudur. Bizler, haksızlığın, zorbalığın, kanunsuzluğun ve eşitsizliğin karşısında kayıtsız kalamayız. Mason, belirttiğim olaylarda olduğu kadar başarının, güzelliğin ve yaratıcılığın da içinde olmak zorundadır. Bu düşün ve eylem ilkeleri ettiğimiz yeminde ve yazılı olmayan adetlerimizde vardır.
Mahatma, bize bir kişilik orduyla topsuz tüfeksiz ve savaşmadan, fakat kesin bir irade ve inançla bir imparatorluğun nasıl dize getirildiğini gösterdi. Bu gerçek bizi göreve çağırmaktadır. Tek başıma ben ne yapabilirim demeye hakkımız yok bence. Kaçamak yolları aramak bir tarihi olguyu inkar eder ki onun da bize yakışacağını sanmıyorum.
İçimizde nice Mahatma’ların olduğuna inanıyorum. Kader bir gün onlardan birini de bir gece vakti ıssız bir istasyona fırlatırsa, güneşle beraber yeni bir Mahatma daha doğabilir inancındayım. Zaten bu inanç olmasaydı Mahatma’yı hazırlama isteği ve görev duygusu bende oluşmazdı.
NOTLAR
BHAGAVAT GHİTA : Argiunay’la tanrı Krişna (VİŞNİ)’nin konuşmasından oluştuğuna inanılan kitap. Hint inanışlarına göre, töresel kuralları saptayan yediyüz dizelik bir kutsal kitaptır. Sanskritçe “Sonsuz mutluluğa erişen varlığın şarkısı” anlamına gelmektedir. “Cennet Türküsü” de denir. Hint mitolojisinin temel yapısı olan ikiyüzbin dizelik MAHABARAT’nın küçük bir bölümüdür. Bhagavat Ghita’da ölüm ve görev üzerine ilginç düşünceler dile getiriliyor. Vişnu’ya göre ölüm diye bir şey yoktur. Sadece oluşma ve gelişme vardır. Ölüm denilen şey, bu oluşma ve gelişmelerin belirli bir aşamasıdır. Bütün varlıklar gibi insanlar da aşamalardan geçerek daha üstün bir düzey daha gelişmiş olarak gelirler. Böylece varlıklarını sonsuzca sürdürürler.
KARMA : Ölümcül varoluş sırasında toplanan iyiliklerin ve kötülüklerin bilançosu ya da yaşam süreci ve sonrasına yaptıkları etki.
PANDİT : Brahman bilgini ve rahibi.
KALİ : Yıkıcı tanrı.
HARİYAN : Tanrının çocukları. Gandhi’nin dokunulmazlara verdiği ad.
HİNDU TANRI ANLAYIŞI : Hindulara göre, yaratıcı ve yarattığı bir bütündür. Tanrı, sınırsız kendi gösterişinden ayrı var oluşa sahip bir kişilik değildir. Hindular tanrının her yerde hazır ve hep aynı olduğunu ve çeşitli görünüşleri bulunduğuna inanırlar. Tanrı bitkidir, hayvandır, ateştir, erkek cinsiyet uzvudur, böcektir, gezegenlerdir, yıldızlardır. Tanrı çılgınlığı ve aklıyla İNSAN dır. Hindulara göre tek kusur (AVİDYA) cahilliktir. Yani apaçık belli olduğu halde, her şeyde varlığını görmemektir.
SİKH’LER : Hinduizm’le Müslümanlığın birleşmesinden doğmuştur. 15.nci yüzyılda NANAK DEV tarafından kurulmuştur. GRANTH SAHİP adında kutsal kitapları vardır. Onlarca bir tek tanrı vardır, onun da adı GERÇEK’ tir. Tapım biçimlerinin önemi yoktur., ahlaklı ve tek tanrıya tapma yeterlidir. Altın Tapınak diye kutsal bir ibadet yerleri vardır.
MANTRA : Kutsal söz.
AŞRAM : Ortak yaşam yeri (KOMÜN). Gandhi, ortak mutfak düşüncesinde idi. Böylece arta kalan zaman içinde kadınların siyasal ve sosyal uğraşıya zamanları kalacaktı. Daha iyi bir nesil yetiştirmek için.
AHİMSA : Tanrının yarattıklarını sevmeyi süresiz devam ettirme eylemi.
MANİ : İ.S. 216-276 yılları rasında yaşamış İran’lı (Çin’li olduğu da söyleniyor). Zerdüşt, Eski Babil İnançları, Yeni Platonculuk ve İsa dinlerinin düşüncelerini kaynaştırarak bir senteze varmak inancında idi. Bu düşünceler ileride MANİŞEİZM’ i doğuracaktır.
MAZDEK : İ.S. 5.nci yüzyılda doğmuştur. Toplu yaşamayı ve bölüşmeyi öne sürmüş ve öldürülmüştür.
GURU : Rehber ve mürşit.
KAYNAKÇA :
1) Bir Gece Özgürlük - Dominique La Pierre - Larry Collin E Yayınları 1975/İstanbul 2 Cilt
2) Meydan Larousse
3) İnanç Sölüğü - Orhan Hançerlioğlu - Remzi Kitabevi
4) Mahatma Gandhi Kendi Sözleriyle - Roy Walker - Hilmi Kitabevi
1948 / İstanbul (Milli Kütüphane No.74.868)
5) Mahatma Gandhi - Camille Drevet - M.Kütüphane No.129.923
6) Mahatma Gandhi - UNESCO - Doğ.100.ncü Yılı - M.Küt.No.92.1019
7) Mahatma Gandhi - Türk Hint Kültür Derneği - M.Küt.No.55.283
8) Silahsız Savaşçı - Louis Ficher - Varlık Yayınları / 1971 - M.Küt.No.155.174
9) Gandhi - Redhouse