OTOBİYOGRAFİM
Bahtiyar Vahapzade 01 Ocak 1970
Aktaran : Dr. Yusuf Gedikli
Ben 1925 yılı ağustos Azerbaycan'ın dağlık bölgelerinden biri olan ve kadim bir tarihe malik bulunan Şeki'de dünyaya geldim. Şeki'nin dört yanındaki dağlar baştan başa meşe, karaağaç, fıstık ve ıhlamur ormanlarıyla doludur. Bu yüzden Şeki'nin dağlık bölümünde yaşayan ahali esas itibariyle odunculukla meşgul olur, evlerinin bahçelerinde kazdıkları kuyularda ormandan getirdikleri odundan kömür yapar ve şehir merkezinde satıp geçinirlerdi. Dedem, babam ve amcalarım da odunculukla uğraşırlardı. Çocukken babam ve amcalarımla ormana gider, günde bir kaç defa ulak ve katırlarla evimizin bahçesine odun taşırdık.
Çocukluğum koynu ormanlı dağlarda geçse de, bugüne kadar dağ ve orman benim için bir sır olarak kalmıştır. Çünkü bu ormanlı dağlar nenemin ve anamın anlattığı masalların mekânı idi. Dedem kışın ve baharın başında, avlumuzdan görünen beyaz sarıklı dağları gösterip "arzumuz o dağın ardındadır" derdi. Çocukluk hayallerimde ve rüyalarımda o dağlara uçar, orada arzumla buluşur, görüşürdüm. Dinlediğim masalların kahramanları da eline asa alır, ayağına demir çarık giyer, arzusunu o karlı dağların arkasında ararlardı.
Ağabeyim İsfendiyar benden dört yaş büyüktü ve artık mektebe gidiyordu. Henüz yedi yaşım tamam olmadan ben de ona heveslenerek mektebe gittim (O zaman çocukları sekiz yaşında mektebe alırlardı).
1934 yılında üçüncü sınıfı bitirdim. Aynı yıl ailemiz Bakü'ye göçtü. Ben dördüncü sınıfa gitmeliydim. Lakin dördüncü sınıfta okumayı başaramadım. Çünkü Rus dilinin tedrisi kaza merkezlerinde [taşrada] dördüncü sınıftan, Bakü'de ise üçüncü sınıftan başlıyordu. Rus dilini hiç bilmediğim için yeniden üçüncü sınıfta okumak zorunda kaldım.
Bakü'ye, bu şehrin yoksul tabiatına ve iklimine uzun müddet alışamadım. Babam bir müddet ipek fabrikasında amele olarak çalıştıktan sonra hastalandı. İşini değiştirdi. Uzun süre Bakü restoranlarında çaycı ve aşçı olarak çalıştı. Anam Gülzar tahsilsiz ev kadını idi. Ama çok güzel hafızası ve fantazyası [hayal alemi] vardı. Bilinen masalları garip, acayip ilavelerle süsler, bazen de bana aşılamak istediği terbiyeye uygun olarak kendisi ibretli masallar uydururdu. O yüzden anamın anlattığı masallar, başkalarının anlattığı aynı masallara benzemezdi.
Dedem, babam ve amcalarım tamamen tahsilsiz idiler. Sadece büyük amcam Ali Eşref bir kaç yıl dinî mektepte okuduğundan dolayı yazı çizi biliyordu. Benden büyük kardaşım, neslimizin ilk okur yazarı sayılıyordu.
1942 senesinde orta mektebi bitirip Azerbaycan Devlet Üniversitesinin filoloji fakültesine girdim. İlk şiirlerimi daha orta mektepte okuduğum zamanlar yazmıştım. Elbette çocukluk hevesiyle meydana gelen bu şiirlerin hiç bir bedii ehemmiyeti yoktu. Üniversitede o zamanın görkemli yazarı, purofesör Mir Celal'in rehberliğinde teşkil olunmuş edebiyat derneği, sanat aleminde muayyen bir çığıra girmemde büyük rol oynadı.
O zamanki Azerbaycan şiirinde terennüm usulü, nesneye doğrudan doğruya debdebeli, şaşaalı hitaba dayanıyordu. Temelsiz, hedefsiz terennüm usulü ile yazılan şiirlere kanatlı sözler, somut bir mana ifade etmeyen kalıplaşmış deyişler [ifadeler] ve çok kullanılmış kafiyeler hakimdi. O zaman edebiyata yeni başlayan yaşıtlarım Adil Babayev, Nevruz Genceli, Nebi Hezri, Kabil, Hüseyin Hüseyinzade [Hüseyin Arif] gibi genç şairler bu şablondan uzaklaşmaya, fikir ve hissi somut detaylarla ifade etmeye çalışıyorlardı. Bu teşebbüste aynı şairlerin meydana getirdiği Menem (Nevruz Genceli), Gümüş Serv (Nebi Hezri), Çinar (Adil Babayev), Kara Şanı (Kabil) ve benim yazdığım Yaşıl Çemen, Ağac Altı gibi şiirler, şiir sanatında yeni birer adımdı. O zaman bu şiirler Samed Vurgun'un ve Mehdi Hüseyin'in dikkatini celbetmiş ve bu hususta fikirlerini söylemişlerdi. 1945 senesinde Azerbaycan Yazıcılar İttifakının başkanlık makamında bulunan Samed Vurgun'un kefaleti ile beni aynı yılın şubat ayında SSCB Yazıcılar İttifakının azalığına kabul ettiler.
1949 senesinde Menim Dostlarım adlı ilk kitabım, 1950'de ise Bahar adlı ikinci kitabım neşredildi.
1947'de üniversiteyi bitirip asistanlığa kabul edildim. Ben daha çocukken Samed Vurgun'un şiirlerini sevmiş ve şairliğe de büyük üstadın tesiriyle başlamıştım. Bu sevgi beni hem bir şair, hem de bir tedkikatçı olarak ömür boyu Samed Vurgun'a ve onun benzersiz sanatına bağladı. Öyle ki 1951 senesinde Samed Vurgun'un Lirikası mevzusunda namzedlik, 1964 senesinde ise Samed Vurgun'un Yaradıcılık Yolu mevzusunda doktorluk tezimi müdafaa ettim. 1950 yılında Azerbaycan Devlet Üniversitesinde (şimdiki Bakü Devlet Üniversitesi) hoca, doçent oldum. Halihazırda [1991'de] burada purofesör olarak çalışıyorum.
Okuyucularla görüştüğüm zaman sık sık şu soruya maruz kalırım: "Hocalık, sanatınıza mani olmuyor mu?" Bu suale "Hayır!" cevabını veriyorum. Çünkü evvela gençlerle bir arada olmak, onların istek ve arzularını bilmek ve bu arzularla yaşamak, gençlik duyguları ile nefes almak beni hayata bağlıyor, her gün ilhamımı tazeliyor. Zira gençlik hayatı tükenmez ilham kaynağıdır. İkinci olarak yazarlıkla beraber hocalığın da birinci vazifesi, insanlarda güzel duygular uyandırmak, onları büyük fikirlerin arkasından kanatlandırmak değil midir? Böylece benim şairliğimle hocalığım aynı noktada birleşiyor, aynı hedefe yöneliyor, aynı maksada hizmet ediyor. Bunlardan başka Çehov'un "hekimlik karım, yazarlıksa sevgilimdir" fikrini de buraya ilave edersek, benim sanatımla vazifemin hangi manada bir arada olduğu ortaya çıkar. Ben talebelerin hayatından bahsettiğim Kıymet manzumemin puroloğunda bu meseleye olan münasebetimi şöyle bildirmiştim:
Yarıya bölünür günüm saatım,
Vakt menim servetim, menim varımdır.
Müellimlik menim günüm, heyatım,
Şairlik en uca duygularımdır.
Edebiyatımızın bu veya diğer meselelerine, puroblemlerine, aynı zamanda yeni yazılan şiirlere ve nesir eserleriyle ilgili makalelerimde esas itibariyle kendi sanat laboratuvarıma istinat ederek, edebiyat ve sanat hakkında fikir ve düşüncelerimi aksettirmeye çalışacağım.
Hakkımda yazı yazan tedkikatçılar beni umumiyetle ananeye bağlı bir şair sayarlar. Aynı renkli kuluçka makinesi civcivlerinden başka dünyada ananesiz hiç bir şey yoktur. Aynı renk ise sanatın düşmanıdır. Sanat ve edebiyat ise rengarenklik, çeşitlilik sever. Yeni renkler, çalarlar [nüanslar] arar. Bugünkü Sovyet edebiyatında yazıp çizen yüzlerce şair eğer aynı renk ve aynı tonda yazsaydı, bu kadar şaire ihtiyaç olur muydu? Bununla beraber anane hiç bir vakit yalnız bir rengin, bir sesin müdafaa edilmesi demek değildir. Anane köke sadakattir. Ağacın varlığı için kök ne kadar elzemse, sanat için de anane o kadar gereklidir. Peki o zaman yenilik nedir? Ben yeniliği köke bağlanan, topraktan gıdalanan yeni, benzersiz dallar budaklar atmakta görüyorum. Yeniliği fikrin ve hissin tazeliğinde, muasırlığında aramak lazımdır. Eğer fikir ve his yeniyse, yani bugünün havasından, ikliminden doğmuşsa bu yeni his, bu yeni fikir kendisiyle birlikte yeni bir şekil de getirecektir. Bunun için kafa yorup yeni şekiller aramaya lüzum yoktur. Böyle şekil arayışı kış vakti elektirik sobasının ısısıyla yetiştirilen sera sebzesine benzer. Zahiren her şey yerli yerindedir, ama sera sebzesinin tadı kızıl güneşin ısısıyla yetişen tabii sebzenin tadını verir mi?
Şair kendini, fikrini, hissini tazelemeyi, günün havasında yıkamayı, yani muasırlarının fikir ve duyguları ile yaşamayı becerirse, şiirlerinin çağdaş ve yeni olacağı, okuyucunun kalbine yol bulacağı katidir. Tek kelimeyle yeniliğe ulaşmayı hedefleyen şairin yenilikçi olacağına inanmıyorum. Sanat aleminde yenilik suloganı ile meydana çıkanlar ekseriya yeniliği dışarıda arıyor; öz, milli geleneğini beğenmiyor, köküne, beslendiği toprağa dudak büzüyor. Garip olan şurasıdır ki, böyleleri yeniliği özgeyi yamsılamakta [başkalarını taklit etmekte] görüyor. Bu hususta ben Nenemin Halçası adlı bir hikâye yazmıştım. Hikâyenin kısa özeti şöyledir:
Azerbaycanlı bir ressam sanatta yenilik meydana getirmek için çok çalışıyor, lakin bir şey bulamıyor. Bir gün eline bir Fransız ressamının tablosu geçiyor. Tablo çok hoşuna gidiyor. Ressam, Fransız ressamının tesiriyle yeni eserler meydana getiriyor. Bu eserler çok beğeniliyor. Takdire mazhar olduktan sonra ressam vicdan azabı çekiyor ve nihayet Fransız ressamına bir mektup yazıyor ve ondan faydalandığını bildiriyor. Fransız ressamı ise cevabında bizim ressama şöyle yazıyor: "Azerbaycan'ın filan köyünde dokunan halılar beni çok ilgilendiriyor ve benim sanatım Azerbaycan halıcılığı üzerine kurulmuştur." Demek Azerbaycanlı ressam nenesinin dokuduğu halılara bigâne kalmış; orijinalliği ve yeniliği ise Azerbaycan halkının sanatından alan Fransızdan öğrenmek zorunda kalmıştır.
Biz bazen yeniliği kendimizden öğrenmek yerine bizden öğrenen özgeden [yabancıdan] alıyoruz.
Yaz ilham deyeni, ürek deyeni
Yol özü dolanıp tapacak seni
Kalbini, beynini nahak yorma sen,
Amandır özünden yol uydurma sen.
Yenilik hatrine yazmakdan sakın,
İlhamdır yaradan sen'eti, şe'ri
Yağmak hatirine yağan yağışın
Ne bağa heyri var, ne dağa heyri.
Kalbine, hissine daim arkalan
Bir de... Elvan sesli ellerimize.
Köhne söz dememiş ilham heç zaman,
Her kalbin öz sesi tezedir bize.
Nesense özün ol,
tezesen onda
Sen köhne olursan yamsılayanda.
[ Kelimeler: tapacak: bulacak / nahak: boşuna/ hatrine: hatırına / onda: o zaman / yamsılayanda: taklit ettiğinde ].
Maksat (amaç) günün duyguları ile yaşamak, çağdaşların fikir ve duygularını aksettirmek olmalıdır. Bu duyguların ifade şekli ise maksat değil, vasıtadır. Daha doğrusu sanatta ifade şekli, taşıma vasıtasıdır, yani nakildir (araçtır). Aynı yükü katarla [tirenle] da taşıyabilirsin, yolu kese giden tayyare ile de. Yüke göre nakil vasıtası seçildiği gibi konuya, manaya göre de şekil, yani ifade vasıtası seçilir. Şekil konuyu, manayı değil; konu, mana şekli meydana getirir.
Sanat hayatım boyunca önceden hiç bir zaman şekil hakkında özel olarak düşünüp taşınmadım. Beni yerimden hareket ettiren fikir ve duygularım belirli bir akış meydana getirdikten sonra kaleme sarıldım. Şekil, fikrime dar gelmeden fikrin, konunun havası öyle bir akış meydana getirdi ki, şekil kendiliğinden konunun boyuna biçilmiş gibi şekilce istediğimi anlatabildim. Lakin benim istediğimin okuyucunun istediğine hangi derecede dönüştüğünü söylemem mümkün değildir. Ancak şekil ne kadar mahdut olursa, şair istediğini o kadar yığcam [özlü] ve lakonik söylemeye mecbur kalıyor, fazla söz kullanmıyor. Koşmaları alalım. Aşık, koşmanın mahdut şekil kalıbı içerisinde fikrini son derece doğru düzgün ve yığcam söyler. Koşmada sözler birbirinin içine parmaklık tahtaları gibi geçirilir. Bir sözü bile yerinden depretmek imkân dahilinde değildir.
Ayrılık mı çekmiş boynu eyridir,
Heç yerde görmedim düz benövşeni.
Bu beyitte söz bir yana virgülü, tonlamayı dahi değiştirmek, başka yere nakletmek mümkün değildir.
Bu müddet zarfında ana dilimde 40'dan fazla, Rus dilinde 12, Ermeni dilinde 2, Özbek Türkçesinde 2, Türkiye Türkçesinde 3, Alman dilinde 1 kitabım tab olunmuştur.
1965 yılından bu güne kadar Azerbaycan Devlet Akademik Dıram Tiyatrosunda Vicdan, İkinci Ses, Yağışdan Sonra, Yollara İz Düşür, Feryad adlı manzum ve mensur piyeslerim oynanmıştır. Bu piyeslerden bazıları Ermenice, Türkmen ve Özbek Türkçelerinde de sahneye konulmuştur.
1960 yılından bugüne kadar hem turist, hem de temsilci olarak muhtelif vakitlerde Irak, Merakeş, Yunanistan, İtalya, Türkiye, Batı Almanya, İngiltere, Portekiz, Lübnan, Mısır ve sair ülkelerde bulundum. Bu ülkelerdeki müşahadelerim esasında makale ve şiir silsileleri yazdım.
Dünya ve SSCB halkları şiirinin hoşuma giden, beni bir şair olarak heyecanlandıran nümunelerini dilimize çevirdim. Bu tercümelerimi 1982'de Her Çiçekden Bir Leçek adı altında kitap halinde bastırdım.
Sanat yollarındaki pek çok tecrübeme dayanarak diyebilirim ki, bir insan olarak duyumsadığım ve heyecanlandığım mevzularda yazarken başarı kazandım. Duyumsamadan uydurduğum mevzulara yönelince dilim takıldı, şiirim tesirsiz oldu, doğduğu gün ihtiyarladı.
Sevgim ve nefretimin yazdırdığı yazılarım ve şiirlerim yüreklere yol bulmuş, bir gönülün odunu [ateşini] bin gönüle taşımıştır. Nedir sevgi, nedir nefret? Kalbin dalgalanışı, hislerin tufanı, aklın isyanı! Sevmeden sevgiden yazmak nasıl mümkündür? Son otuz yıl zarfında silsile teşkil eden lirik aşk şiirlerim, aynı zamanda hayat ve zaman hakkındaki felsefi düşüncelerim ve dahili ıztıraplarımdır. Ben bu şiirlerimde daha çok kendimim. Çünkü bunlarda daha çok samimiyim. Samimiyet ise edebiyatın ve sanatın çarpan yüreği, atan şah damarıdır. Bu şiirler benim kalbimin hal tercümesidir. Benim sevgim sevmek ihtiyacından meydana geldiğine göre bu ihtiyacın ömrümün sonuna kadar beni yakıp yaşatacağına inanıyorum. Çünkü bu sevgi fıtrattan geliyor. Eğer hedefin kendisi de sevgiye layık olursa, sevgi aradaki mania kadar kuvvet kazanır. Gençlik devrimden bugüne kadar yazdığım sevgi şiirlerinin hedefi aynıdır. Şiirlerdeki somut vaziyetlerin ve hallerin tasvirinden ortaya çıkan şudur: Bunların her biri bir sarsıntının, bir itirazın, bir fırtınanın, yahut bir isyanın ifadesidir. Onlarda hiç bir uydurma yoktur. Bu şiirlerin hepsi duygularımdan süzülmüştür. Şair insan gibi hissetmeli, şair gibi yazmalıdır. İnsan, hayatı ve dünyayı ne zaman hissetmeye başlıyor? Iztırap odundan geçtikten sonra!
Okşadı gözümü hele uşakken
Ocağın al-elvan alovu, közü.
Dünyaya geleli bilmirem neden
Neye vurulduksa, yandırdı bizi.
Men ondan korkmadım yanana kadar,
Men korku bilmedim kanana kadar
Ele ki yandım,
Odla oynamakdan korkdum,
dayandım.
Başlandı korku,
Başlandı ehtiyat,
Başlandı heyat.
Hayatı idrak ıztıraptan, yanmaktan geçiyor. Bu ıztırap, bu yangı nefrete dönüşünce hisler daha geniş bir hacim alıyor, ferdi hisler ictimaileşiyor, vatandaşlık duyguları baş kaldırıyor.
Yazarın, sanatçının biyografisi aynı zamanda eserlerinin biyografisidir. "Filan yılda doğdum, filan yılda filan mektebi bitirdim, falan ülkelerde bulundum, falan eserleri yazdım ve falan-feşmekân mükâfata layık görüldüm" diye vuku bulan hadiseleri nizam intizamla peş peşe sıralamak, yazar biyografisinin göz boyayıcı elbisesidir. Bu elbisenin altında çarpan yürek ise yazarın ortaya koyduğu eserlerin halkın kalbindeki aksisedasıdır. Kılasiklerden biri çok güzel söylemiştir: "Ben eserlerimi değil, eserlerim beni meydana getirmiştir." Hakikaten öyledir. Yazar eserlerinde aynı zamanda kendini yazar. Yazarın ebeveyninden aldığı ad ve soy adı, sanatkâr istidadının kudretiyle yeni mana kazanır, sembolleşir. Aleksandr adı ve Puşkin soyadı, şair Puşkin'e kadar Rusya'da alelade bir ad ve soyadı idi. Şair Puşkin ise bu alelade adları sanatı ile parlattı, sembolleştirdi. Şimdi biz de bu ad ve soyadını şair Puşkin'le tanıyoruz.
Bazı hallerde şairler ebeveynin verdiği isimle yetinmiyor, kendi kendilerine lakap, takma isim seçiyor ve şair tarihte bu isimle yaşıyor. Fuzuli'ye babası Mehmet adını vermişti. Bu ad bütün şarkta en çok kullanılan alelade adlardan biridir. Mehmet'in kendisine verdiği Fuzuli mahlası ise bütün dünyada yegâne olan bir addır. Fuzuli'den sonra babalar şairin mahlasını evlatlarına isim olarak veriyor. Böylece büyük kudret sahipleri emelleriyle hem kendilerini yeniden yaşatıyor, hem de bilinen adlara yeni anlam ve yeni hayat veriyor, onu parlatıyor.
Ulu destanımız Dede Korkut'ta doğan çocuğa derhal ad verilmezdi. Çocuk büyüyüp bir işin kulpundan yapıştıktan [bir baltaya sap olduktan] sonra ona ameline, hal ve hareketine uygun ad verilirdi. Bu adet insanın kendini yetiştirmesi fikrinin güzel bir tasdiki değil midir?
Ben yaşamayı yanıp erimek olarak anlıyorum. Bana göre yaşamak bir şey için yanmak, ömrünü bir şeyin yolunda eritmek demektir.
Yaşamak yanmakdır, yanasan gerek,
Heyatın ma'nası yalnız ondadır.
Şam [mum] eger yanmırsa, yaşamır demek
Onun yaşamağı yanmağındadır.
Okuyucularımla görüşmelerimin birinde bana şöyle bir sual soruldu: "Sizi bedii sanatkârlığa sevkeden sebep nedir?" Doğrusu bu hususta hiç düşünmemiştim. Lakin hemen orada Şe'rim, Menim İmanım adlı şiirim hatırıma geldi. Ben bu şiiri okuyarak suale cevap verdim. Hakikaten bu şiir benim sanat tüzüğümdür. Çünkü meydana gelen, meydana getirenin hakikaten imanıdır, dinidir, akıdesidir. Buradan hareketle diyebilirim ki yazdığım şiirler hissimin, fikrimin, akıdemin ifadesi olmakla benim imanımdır, dinimdir, hayat gayemdir. Böylece şairin biyografisini cansız rakamlarda değil, onun yazdıklarında aramak lazımdır.
Her insanın biyografisi olduğu gibi yazılan her şiirin de yazılma sebebi ve biyografisi vardır. Şe'rim, İmanım Menim şiirinin yazılmasının sebebi, çok sevdiğim büyük Türk şairi Behçet Kemal Çağlar'ın İstiyorum şiirindeki "Bir iman istiyorum uğruna baş koyacak" mısrası olmuştur. Bütün olarak çok büyük tesire malik olan bu şiirin misal getirdiğim mısrası ile aynı fikirde olamadım. Nasıl yani iman istiyorum? Yani bu vakte kadar imanını bulamadınsa, hâlâ onu arıyorsan, sen nasıl şair olmuşsun? Bence evvela iman, sonra o imanın, o akıdenin ifadesi olan şiir gelir. İmansız şiir, şiir olabilmez.
Demek benim için şiir yürekte coşup taşan, çatışan duyguların, beynimi kemiren fikirlerin ifade vasıtasıdır. Tek kelimeyle Vatanın ve halkın acılarını sızılarını şahsi acılar sızılar gibi kendi kalbinde yaşatan bir vatandaş olmadan, Vatanın şairi olmak mümkün değildir. Bu manada Sabir'i en büyük üstadım olarak görüyorum:
Menim sevincim bile üreyimde gizlenen
Derde, gama borcludur.
Şe'rim, şairliyim de
Özümü özleşdiren akıdeme borcludur.
Şe'rim, namusum menim,
Şe'rim, vicdanım menim,
Şe'rim, imanım menim.
Bu yüzden dünyada baş veren irili ufaklı bütün hadiselere kalbimin kapıları açıktır. O hadiseler kalbimden geçip duyguya, duygudan geçip şiire dönüşür. Yalnız şunu demek yeterlidir ki, onlarca şiirim (Baş, Dan Yeri, Elm-Ehlak, Tebessüm Ordeni, Kurbanlık Kuzu, Sülh Mükâfatı, Neytron Bombası, Göz ya Kulak, A. Liliyental'ın Carter'e Mektubu, Şairleri Öldürürler, Tarihin Kanunu vs.) ve bir çok manzumem (Tezadlar, Amerika Gözeli, Yollar-Oğullar, Bağışlayın Sehv Olup vs.) alelade gazete haberlerine dayanılarak yazılmıştır. Burada mevzubahis olan, bu eserlerin bedii değeri değil, dünyanın ictimai dertlerini yüklenmek ve ona karşılık vermektir. Benim Vatanımın gemisi de beşeriyetin bu ortak dert fırtınasında geleceğe doğru yol alıyor. Bütün bu duyguların, heyecan ve ıztırapların neticesinde Bir Gemide Seferdeyik kitabım oluştu. Böylece zamanın veya Vatanın oğlu olan bir vatandaş, aynı zamanda dünyayı düşünen bir vatandaşa dönüşüyor. Burada en elzem şartlardan biri de zamanı kendi nabzında attırmayı becermektir:
Öz köküme güvenmekle
Öz yurdumun, torpağımın övladıyam,
Budak budak kollarımla
Çalın çarpaz yollarımla
Atamdan çok,
öz çağımın övladıyam.
Her insan kendini inkâr ederek yaşar ve bu inkârlarla büyür. Ömrün basamaklarına bakalım: Çocukluk, gençlik, olgunluk ve yaşlılık. Bu bölümleme tabiatın fasılları [mevsimleri] ile ne kadar da uyuşuyor! Bahar, yaz, güz, kış! Tabiatın fasılları da ömrün fasılları gibi birbirine zıttır. Lakin bazen baharda yazın, yazda güzün, güzde kışın alametlerini gördüğümüz gibi, insan ömründe de çocuklukta gençliği, olgunlukta ihtiyarlığı yahut da tersine ihtiyarlıkta gençliği yaşamak isteyenler bulunuyor. Bu bize tabiatta fevkalade göründüğü gibi, insan ömründe de fevkalade görünüyor. Bilhassa aksini düşündüğümüzde, yani ihtiyarlıkta gençliği yaşamak arzusu etraftakilerde ikrah [nefret)] hissi uyandırır. Bu, meselenin bir tarafıdır. Benim demek istediğim ise, insanın biyografisinde kendi kendini inkâr etmedeki bütünlük meselesidir. Tabiat gecesi gündüzü, akı karası, kışı yazı ile bütün olduğu gibi, insan da inkârı tasdiki, iyisi kötüsü, inişi yokuşu, çıkması inmesi ile bütündür.
Gencliyimde bilmemezlik belasından
Vallah ele bilirdim ki,
Bu dünyanı bilirem men.
Onda hökm vererdim ki,
Bu yahşıdır, bu yamandır,
Bu doğrudur, bu yalandır.
...İndi çalar çalasında
Men ehtiyat mektebini bitirmişem.
Zidd kutblar arasında serhed olan
Hüdudları itirmişem.
Yahşıyla pis,
Hakla nahak
Karayla ak
arasında dayanmışam.
[ Kelimeler: indi çalar çalasında: şimdi hayatın zikzaklı yollarında / ehtiyat mektebini: hayat okulunu / hakla nahak: yanlışla doğru / dayanmışam: durmuşum ].
İnsan kâmillik devrinde karada akı, akta karayı, kötüde iyiyi, iyide kötüyü görmeye başlıyor. Bundan dolayı da sanatkârlığım süresince insanın içinde baş kaldıran ikiliği, dahili çekişmeleri ve zıddıyetleri göstermeğe çok meyilli oldum. Ben özellikle manzume ve dıram eserlerimde kahramanın birisiyle mücadelesini değil, onun kendi içinde baş kaldıran duygu ve fikirlerin çatışmasını göstermeyi elzem sayıyorum. Bana göre Othello da, İago da insanın kendi içindedir.
Orta mektepten beri okumayı alışkanlık haline getirmişimdir. Bir gün bile okumasam kendimi rahatsız hissediyorum. Sanki bir eksiklik duyuyorum. Daha doğrusu yemek vakti geçen insanın açlık hissine kapılıyorum. Bilgi açlığı hissine! Beyin de daima gıda istiyor. Bu belki de 20. asır insanının hususiyetidir. Kılasik Rus, dünya ve Azerbaycan edebiyatından vaktiyle okuduğumu okudum. Şimdi onları inceleme maksadıyla okumaya zaman yoktur. Yalnız işimle, yani yazmakta olduğum eserle veyahut makale ile bir ilgisi olduğunda kılasikleri yeniden okuyorum. Mesela Feryad piyesini yazmak için ben Nesimi'nin dayandığı Hurufiliği, onunla ilgili olan sufiliği bilmeliydim. Bunun için de ilk olarak Türk kaynaklarını araştırmak zorunda kaldım. Çünkü Nesimi ve onunla alakalı Hurufilik bizim edebiyatımızda yahşı araştırılıp incelenmemiştir. Ben ilkin Celaleddin-i Rumi'nin Mesnevisini ve bu hususta Türkiye'de yeteri kadar yazılmış ilmî kitapları, Şems-i Tebrizi'nin eserlerini ve onun hakkında yazılmış ilmî eserleri, aynı zamanda Yunus Emre ile alakalı kaynakları dikkatle araştırdım. Ancak bundan sonra Nesimi ve onun kendini idrak felsefesi benim için anlaşılır hale geldi.
Aynı şekilde Muğam manzumesini yazmadan evvel muğamların [makamların] tahlilini yapan, köklerini araştıran bir dizi şark kaynağı ile yüz yüze geldim.
İlk olarak günlük gazeteleri ve aylık dergileri okuyorum (Kommunist gazetesinden Pravda [hakikat]'ya, Azerbaycan dergisinden İnostrannaya Literatura [yabancı edebiyat]'ya kadar).
Çağdaş insan için bunlar yeterli midir? Tabii ki hayır! Hayatımda iki dostumun bana güçlü tesiri olmuştur. Birincisi jeoloji ve mineraloji ilimleri doktoru Hudu Memmedov, ikincisi tıp ilimleri doktoru Nureddin Rızayev! Bu iki kişinin malumat ve merak dairesi çok geniştir.
Onlar edebiyatı, sanatı, tarihi ve felsefeyi derinden bildikleri gibi, dünyada ilgilenmedikleri bir ilim sahası da yoktur. Özellikle tabiat ilimleri ile yakından ilgileniyorlar. İkisi de Rus dilinden başka İngiliz dilini de biliyor, dünyanın bir çok dergisini okuyor, ilim aleminde baş veren bütün yenilikleri derhal haber alıyorlar. Ben Azerbaycan, Rus ve Türkiye Türkçesinde okuyabilirim. Her üçümüzde de bir hususiyet vardır: Okuduğumuz kitabın kenarına kayıt düşmeden geçemeyiz. Aynı kitabı okuyan için bu kayıtlar çok alaka çekici oluyor. Haftada en az bir defa görüşüyor, okuduklarımız hakkında birbirimize malumat veriyor, bahis konusu haberleri tahlil ediyoruz. Ben onların vasıtası ile dünyadaki yeni ilmî keşifleri, ilmî kitapları öğreniyor, Rus dilinde olanları onlardan alıp okuyorum. Bazen aramızda tartışma başlıyor. Bu çekişmelerde birimizin diğerine teslim olduğu haller de oluyor, herkesin kendi fikrinde kaldığı zamanlar da oluyor.
Aynı şekilde üçümüzün beraber seyrettiği tiyatrolar, filimler de birlikte müzakere ediliyor. Benim yeni yazdığım her eserin ilk okuyucuları dostlarımdır. Bazen benim yeni eserimi beğenmiyor ve onu amansızca tenkit ediyorlar. Ben bu hususta çok düşünmek mecburiyetinde kalıyor, düşünüp taşındıktan sonra yeniden eserimin başına geçiyorum. Onların eserlerim hakkında söyledikleri tahmin ekseriya doğru oluyor. Çok nadir hallerde yanılıyorlar.
Ben kendimi bir insan olarak idrak ettikten sonra dahili çatışmalar içinde büyüdüm. Bende kendi kendimi inceleyiş çok erken başlamıştır. Orta mektepte okuduğum zaman sosyal bilgilerden yüksek notlar alsam da, dakik [müsbet] ilimleri, bilhassa matamatiği hiç bir şekilde anlamaz, orta dereceden yukarı not alamazdım. Ebeveynim bunun sebebini sorunca, matamatik mualliminin bana kin güttüğünü söyler, bununla kendimi kurtarırdım. Bu yalanı o kadar söylemiştim ki, uydurmama kendim de inanmıştım. Bir gün matamatik muallimim yardım niyetiyle beni evine çağırdı. Evinde bir müddet benimle meşgul oldu. Yavaş yavaş matamatiği öğrenmeye başladım. Muallimin büyük alakası, yani hakikat ve ebeveynime söylediğim yalan kalbimde karşı karşıya geldi. İçimde savaş başladı. Muallimim alaka gösterdikçe ben onun gözlerinin içine bakamıyor, utanıyordum. Böylece muallimin alakası ve iyiliği beni silahsız hale getirdi. Yardımıyla bana hakikati idrak ettiren muallimim gönlüme şüphe tohumunu atmakla bana yalnız matamatiği değil, kendime dışarıdan bakmayı da öğretti.
Bundan sonra ben ikileşmeye, yani kendimi tahlile, kendimi incelemeye başladım. Bu dahili çatışmada insan kendisini idrak ediyor, bu idrak yollarında olgunlaşıyor, yetkinleşiyor.
Bir ata sözünde şöyle deniliyor: "En güçlü pehlivan öz özünü [kendi kendisini] yıkmayı becerendir." Kimdir Menim Düşmenim? şiirimde şöyle diyorum: Benim noksanlarımı görenlerin gözlerini kendi gözlerime takıp, kendimi kenardan seyredebilseydim, ben ben olurdum. Benim kanaatimce insan kendisi hakkında ne kadar büyük adam olduğu fikrinde ise, o insan o kadar küçük bir adamdır. Hem bedii sanatkârlığımda, hem eğitim faaliyetimde; hem kendime, hem de başkalarına kendine dışarıdan bakabilme hissini aşılamaya çalıştım. İnsan bir işe girişmeden evvel o işin meydana getireceği bedbahtlığı idrak etmek için kendini o adamın yerine koyabilirse, dünyada hiç bir eksiklik aksaklık kalmaz.
Benim az çok kazandığım başarıların sebebi, vakit ve onun nisbiliğini idrak etmem olmuştur. Vakti birimlere [sayılara] bölen saati insanlar uydurmuştur. Aslında vakit yoktur. Vakit ölçüsü nisbidir. Bir bayatıda [manide] şöyle deniliyor:
Yıl var bir güne deymez
Gün var min aya deyer.
İnsan eser verdiği zaman vaktin nasıl geçtiğini anlamıyor. Bekleyiş anlarında ise bir saat bir yıl kadar uzuyor. Cengiz Aytmatov'un dediği gibi "İ den' dlitsya dol'şe veka."
Geceleri çalışıyorum. Çünkü geceleri kendimle, kalbimin çırpıntılarıyla baş başa veriyor, kendimle sohbet edebiliyorum. Kitaplarımdan birinin adının Özümle [Kendimle] Sohbet olması tesadüfi değildir. Ben dinlenmeyi, yılın özel bir ayını veya günün özel bir anını istirahate ayırmayı beceremiyorum. Ben çalışırken dinleniyorum. Yazamadığımda, vaktimi ufak meselelere sarfettiğimde kendimi berbat hissediyor, kendime kızıyorum. İlhama gönüllü kul köle olup işe yoğunlaşınca canlanıyorum. Bütün ağrılar sızılar canımdan çıkıp gidiyor. Çalışmak, kendimizi yakarak yaşamak, boşalarak dolmak! İşte sanatkârın hayatı budur. İnsan her zaman muayyen bir zaman zarfında belli bir işi yapmak istiyor. Böyle durumlarda vakitle yarışıyor. Bu yarışta sürate sığınıyor. Bazen sürat de vaktin önüne geçemiyor. Gözellik Önünde şiirimde şöyle yazıyorum: "Arabayla yol gittiğim zaman güzel bir dağ manzarasıyla karşılaşıyor ve sürücüden arabayı durdurmasını rica ediyorum. Bir kaç dakika dağ manzarasının güzelliğine dalıyorum." Sonra şiirime şöyle devam ediyorum:
İndi sür, yüzle yok, minle de sürsen,
Vaktı kabaklayabilmeyeceksen.
Ancak o anda
Gözellik önünde fikre dalanda
Vaktı bir anlığa biz kabakladık,
Onda maşını yok, vaktı sakladık.
[ vaktı kabaklayabilmeyeceksen: vakti durduramayacaksın / fikre dalanda: düşündüğünde / maşını: arabayı ].
Ölçülebilen vakit maddidir. Vakit ölçülmenin dışında kalınca maneviyata, ruha, güzelliğe dönüşür. Çünkü burada vakit de insan gibi donar, heykelleşir. Kılasik eserler de şunun için ölümsüzdür: Sanatın fevkaladeliği onlara sarfedilen vakti ebedileştirmiştir.
Ömrüm boyunca vakitten kıymetli ve ona eş olan bir şey tanımadım. Çünkü gençliğimden beri maksadı, hedefi olan biri oldum ve vaktin kadrini bildim. Hafızam o kadar da yahşı değildir. Bu yüzden gençliğimden beri yapacağım işlerin listesini tutmak, onları vaktin imkânları ölçüsünde hayata geçirmek adetimdir. Verdiğim sözlerde, buluşmalarda dakik olduğum gibi, başkalarından da aynı dakikliği beklerim.
Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Ali [Yüksek] Meclisinde mebus olduğum için sık sık seçmenlerimle görüşüyor, onların isteklerini yerine getirmeye çalışıyorum. Her gün onlarca mektup alıyorum. Bu mektupların bir kısmında bana şair olarak değil, milletvekili olarak hitap ediliyor, istek ve arzular bildiriliyor. Elbette bu mektupları cevapsız bırakmak mümkün değil. Vaktimin muayyen bir hissesi de bunlara gidiyor.
1985 senesinden sonra Mihail Gorbaçov'un faaliyeti neticesinde Sovyetler Birliği'nde, o cümleden Azerbaycan'da yeni demokratik iklim oluştu. Bu iklim ister Sovyetler Birliği'nde, ister Azerbaycan'da, en başta kalem sahiplerini yeni sanatkârlık çığırına soktu. Öyle ki yazarların, gazetecilerin fikri, düşüncesiyle dili ve kalemi arasında duran demir serhatler havaya uçuruldu. Stalin despotizmi ve durgunluk devrinde Sovyet insanının geçirdiği ıztıraplar, azaplar, eziyetler, işkence ve mahrumiyetler yeni ortaya konulan bedii eserlerde akis bulmaya başladı.
1988'de yazdığım İki Korku adlı manzumemde Stalin diktatörlüğü devrinde bütün kalem sahiplerinin, o cümleden kendimin geçirdiği korku hissini ve mahrumiyetleri dile getirdim. Bununla birlikte durgunluk yıllarında yazıp sakladığım Gülüstan manzumemi ve onlarca şiirimi yayına verdim.
Benim diktatörlük rejimine muhalefetim yalnız bu eserlerle sınırlı değildi. Fikrimi ve beynimi kemiren, beni rahatsız eden fikir ve duygularımı çok zaman tarihe veya başka ülkelere nakletmekle ifade ediyordum. Tarihî mevzuda yazdığım Darağacı (1972), Feryad (1981-84), piyeslerimin, Yollar-Oğullar manzumemin (1963), muhtelif mevzulara hasrettiğim Amerika Gözeli (1982), Merziye (1984), Bağışlayın Sehv Olup (1983) manzumelerimin, harici ülkelerdeki seyahat izlenimlerine dayanarak yazdığım Latın Dili (1967), Şairleri Öldürürler (1978), Hayd Park (1978), Ehramların Önünde (1959), Açık Şeher (1960), Eleddinin Çırağı (1959), Külek-Ot (1976), Dan Yeri (1972), Kara Kutu (1975) vs. gibi onlarca şiirimin esas hedefi muasır hayat ve içinde yaşadığım totaliter rejimdi. Şunu da belirteyim ki, bu eserlerin esas gayesi bazı hallerde resmi daireler tarafından anlaşılmış olup uzun yıllar takip edildim. Adım kara listeye alındı ve mahrumiyetlere maruz kaldım. O yıllarda her gün, her ay hapsolunacağımı bekledim, bütün bunlarla birlikte tuttuğum hakikat yolundan sapmadım.
Bütün dünyada perestroyka adıyla tanınan yeniden kurma [yeniden yapılanma] ve aşikârlık [açıklık] şimdi yazarların ve gazetecilerin dilinden kilidi kısmen kaldırsa da, ülkede baş veren milli azadlık dalgası halklar arasında milli çekişmelere sebep olmuştur. Bu da bilhassa benim halkıma çok pahalıya mal oldu. Günahsız yere halkımın kanı döküldü. Ermenilerin uydurduğu esassız Karabağ puroblemi halkımı ve ülkemi kana boyadı. Sovyet ordusu anayasa hukukumuzu çiğneyerek kâğıt üzerinde müstakil ilan edilen cumhuriyetime apansız dahil oldu. Günahsız ihtiyarları ve körpeleri tankların altında ezdi. Bu da Gorbaçov'un ilan ettiği "yeni tefekkür"ün ve "demokrasi"nin mahsulüydü. En dehşetlisi de şuydu: Rus ordusu yalnız sokaklardaki sakin insanlara değil, aynı zamanda evlerin pencerelerinden içeri ateş açmış, yaralıları kurtarmak isteyen şefkat bacılarına [hemşirelere], hekimlere, hastanedeki yaralılara kasdetmiş, yardım eli uzatanları öldürmüş, bütün bunlarla beynelmilel insani kaideleri ayaklar altına almıştır. Bu vahşiliğe sebep neydi? Neden ötürü böyle olmuştu? Cevap tektir: Yeniden kurmadan sonra uyanan milli azadlık harekâtını sekteye uğratmak, halkın demokratik ruhunu susturmak ve bununla Rus imparatorluğunu korumak, muhafaza etmek. Eğer yeniden kurma bundan ibaret ise, ben buna lanet okuyorum. Bir şair, gözleriyle gördüğü bu dehşetlere nasıl dözebilirdi [tahammül edebilirdi]? Ve bundan dolayı ben o günün ertesinde Azerbaycan Merkez Komitesinin etrafında purotesto mitingine toplanan on binlerce soydaşımın karşısında Komünist Partisi üyeliğinden istifa ettiğimi ilan ettim.
Dünya toplumlarının fikrini şaşırtmak ve işlediği cinayetlere haklılık kazandırmak için Moskova'nın resmi daireleri şöyle bir şayia uydurdular: Güya Rus ordusu Bakü'deki Ermenileri müdafaa etmeye gelmişmiş. Yalan, bin kere yalan! Çünkü ocak ayının 19'unda (1990) Sovyet ordusu Bakü'ye girdiğinde Bakü'de bir tane bile Ermeni kalmamıştı. İkincisi eğer hakikaten Sovyet ordusu Bakü'ye Ermenileri müdafaa etmek maksadıyla girdiyse, peki o zaman bundan bir yıl evvel Ermeniler 200.000'e yakın Azerbaycanlıyı Ermenistandan döverek, kana bulayarak kovduklarında aynı ordu niye Erivan'a girip Azerbaycanlıları savunmadı? Sualler çoktur. Bu cinayetleri işleyenler benim milletimin sorduğu suallerin hiç birine cevap veremez.
Bu suallerin cevabı için ben dünyadan adalet mahkemesi talep ediyorum.
1981'de SSCB yazarlarının 7. kurultayında SSCB Yazıcılar İttifakı İdare Heyeti üyeliğine ve aynı zamanda Azerbaycan Yazıcılar İttifakı İdare Heyeti üyeliğine, Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti İlimler Akademisinin muhabir üyeliğine, Azerbaycan Komünist Partisi Bakü Şehir Komitesinin üyeliğine, 10 ve 11. dönem Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Ali Sovetinin [Yüksek Meclisinin] milletvekilliğine seçildim.
Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti emektar incesanat hadimi, Azerbaycan'ın milli şairiyim. 1976'da Lenin'le Sohbet ve Muğam manzumeleriyle Cumhuriyet, 1984'te Bir Geminin Yolçusuyuk şiir kitabımla SSCB Devlet mükâfatlarına layık görüldüm. Oktyabr [ekim] devrimi ve Kırmızı Emek Bayrağı nişanları ile taltif edildim.
Bu ödüller, bu unvanlar gerçekten yükselişin göstergesi midir? İnmenin bir nevi de çıkmak değil midir? Bazen büyük şöhret sahipleri şöhretin gölgesinde mayışıp uyumamışlar mıdır? Bu çok tehlikeli bir uykudur. Sanatkâr kendisini bu hoşnutluk uykusundan uyandırmayı becermelidir.
İnsan önüne koyduğu maksada ve bütün arzularına tamamen nail olamaz. Bir şiirimde şöyle demiştim:
Ürekdeki arzular emellerden ezeldir,
Eylemek istediyim menim eylediyimden
Hem çok, hem de gözeldir.
Eleyse... Nekroloğa ömür tam olsun deye
Emellerle beraber en gözel arzular da
Niye yazılmır, niye?
[ ezeldir: eskidir, evveldir / elemek: eylemek / eleyse: öyleyse / nekrologa: ölüm yazısına, mezar taşı yazısına ].
NOT : Bu kısım Bahtiyar Vahabzade’nin Şenbe Gecesine Giden Yol (Bakü 1991, 259-273. s.) kitabında yer almaktadır. Buradan tarafımızdan aktarılmış, Vahabzade’nin çeşitli makalelerinin bulunduğu Ömürden Sayfalar (aktaran Dr. Yusuf Gedikli, Ötüken neşriyat, İstanbul 2000, 13-33. s.) isimli kitapta yayımlanmıştır.