Bahtiyar Vahapzade
01 Ocak 1970
Türk dünyasının önde gelen şairlerinden Azerbaycanlı Bahtiyar Vahabzade 84 yaşında hayatını kaybetti. Ünlü şairin Azerbaycan'ın başkenti Bakü'de bulunan evinde vefat ettiği bildirildi.
Hayattayken Türk dünyasının yaşayan en büyük şairlerinden biri olarak nitelenen Vahabzade, uzun süredir hastaydı. Azeri şair için yarın Bakü Devlet Üniversitesi'nde veda töreni yapılacağı öğrenildi.
Mahmud oğlu Bahtiyar Vahabzade, 16 Ağustos 1925 tarihinde Şeki'de doğdu. 9 yaşında ailesiyle beraber Bakü'ye taşındı. İlk ve orta öğrenimini bu şehirde tamamladı. 1942 yılında girdiği Bakü Devlet Üniversitesi Filoloji Bölümü'nden 1947 yılında mezun oldu ve aynı bölümde öğretim üyesi olarak ders vermeye başladı. 1964 yılında tamamladığı S.Vurğunun hayat ve yaradıcılığı isimli monografisi ile filoloji doktoru ünvanını aldı.
1980 yılında Azerbaycan İlimler Akademisi üyeliğine seçilen Vahabzade, 1990 yılında emekli olana kadar üniversite de ders vermiştir.
Vahabzade, 1960'larda başlayan özgürlük hareketlerinin öncülerindendir. Bu konuda kaleme aldığı 1959 tarihli Gülistan isimli şiirinde, ikiye bölünen (İran ve Rusya) Azeri halkının yaşadığı felaketleri anlatmıştır. Adı geçen eserinde dolayı 1962 yılında milliyetçi damgası vurulan şair 2 yıllığına üniversitede ki görevinden de uzaklaştırılmıştır. Bu olumsuzluklara ve Sovyet rejiminin baskılarına rağmen özgürlük mücadelesinden hiç yılmamıştır. Azeri halkının sıkıntılarını konu ettiği pek çok eserini yurt dışına kaçırarak yayınlanmasını sağlamıştır.
Eserlerinde Azeri Türkçesi'ni en temiz şekilde kullanmaya özen gösteren ve halkının duygularına tercüman olan Vahabzade Azerbaycan'da Halk Şairi adıyla anılır. 1995 yılında Azeri özgürlük mücadelesindeki hizmetlerinden dolayı İstiklal nişanı ile ödüllendirilmiştir. Ülkesinin özgürlük simgelerinden biridir. Vahabzade 1980-2000 yılları arasında 5 defa milletvekili seçilmiştir. 13 Şubat 2009 tarihinde Bakü'de vefat etmiştir.
Eserleri
Bahtiyar Vahabzade, 40'ı aşkın şiir kitabı, 11 ilmi eser, 2 monografi, çeşitli piyesler ve yüzlerce makale yayınlamıştır. Eserlerinde genellikle özgürlük, yurt sevgisi, din gibi temaları işlemiştir.
Başlıca eserleri
•Yücelikte Tenhalık (1978)
•Menim Dostlarım (1949)
•Bahar (1950)
•Dostlug Nağmesi (1952)
•Çınar (1956)
•Ceyran (1957)
•İnsan ve Zaman (1964)
•Tan Yeri (1973)
•Şehitler (1990)
•Sandıktan Sesler (2002)
Türkiye'de Basılan Eserleri
•Ömürden Sayfalar (Ötügen, 2000)
•Vatan, millet, ana dili (Atatürk Kültür Başkanlığı yayınları, 2000)
•Soru işareti (Kaynak yayınları, 2002 )
HAZIRLAYAN EMİNE AKDÜZEN
HAKKINDA YAZILANLAR
MEMMED ASLAN ve BAHTİYAR VAHABZADE'NİN ŞİİRLERİNDE 20 OCAK FACİASI
Dr. Yusuf Gedikli
İnsanların olduğu gibi milletlerin de acılı ve sevinçli günleri vardır. Bu acılı ve sevinçli günlerin milletlerin hayatında derin izler bıraktığı, acılı günler için yas tutulduğu, sevinçli günler için düğün bayram yapıldığı herkesin malumudur. Zaten milleti millet yapan şartlardan birisi fertlerin tasada ve kıvançta bir olmasıdır.
Türk milleti tarih boyunca bu duyguların ikisini de yaşamış, güzel günler yanında büyük acılar da görmüştür. Türk milletinin böyle acıları yaşamasında duygulu, merhametli, eli açık ve insansever olmasının büyük rolü vardır. Bu özellikler Müslümanlığın da tesiriyle Türk milletinin kanına işlemiş, deyim yerindeyse genlerle nesilen nesile intikal eden ırsi hasletler haline gelmiştir. Bu yüzden Türkler 'nizam-ı alem'i tesis etmek için gittikleri memleketlerin insanlarına son derece iyi davranmış, hatta onlara aldığından daha fazlasını vermiştir. Türk milleti, büyüklüğünden kaynaklanan bu davranışının zaman zaman zararını görme bahtsızlığına da uğramıştır. Bugün Türk aleminin çektiği ıztıraplarda biraz da bu iyi davranışların etkisi vardır.
Türk milletinin merhametinden kaynaklanan acıları Azerbaycan Türkleri de yaşamıştır. Azerbaycan edebiyatında ve müziğinde bu acıların izlerini görmek, bilhassa Azerbaycan müziğinde her zaman bir hüzün sezmek mümkündür. 20 Ocak faciası da bu acılardan biridir.
20 Ocak 1990 günü Kızılordu Baltıklarda yapamadığını ne üzücü ve üzücü olduğu kadar da ne ibret vericidir ki Azerbaycan'da yapmakta bir beis görmemiştir. Yine şurası da ibret vericidir ki, medeni dünyadan, insan hakları şampiyonu olan kişi, kuruluş ve devletlerden de hiç bir ses yükselmemiştir. Çünkü zulme uğrayanlar Ermeniler, Ruslar ve Yahudiler ve hatta balinalar değildi. Zulme uğrayanlar Türklerdi ve onların iki büyük suçu vardı. Birincisi Türk olmaları, ikincisi Müslüman olmalarıydı. Bu iki büyük suçun bir arada bulunduğu yerde uygar dünya hemen yüzünü çevirmekte ve meseleye başka ölçülerle (çifte standartla) yaklaşmakta bir sakınca görmez.
Aslında bu durum burada bulunan insanları şaşırtmamıştır. Çünkü bu tip yaklaşımlar ilk olmadığı gibi son da olmayacaktır. Çarlık Rusyası ile Sovyet Rusyanın veya batılıların Türk politikası arasında dün olduğu gibi bugün de hiç bir fark yoktur. Yüzyılımızın başlarında Azerbaycanlı şair Ali Nazmi Memmedzade bir şiirinde bunu gayet güzel tesbit etmiştir:
Ukraynaya muhtariyyet, su, toprak
Türkistanlı müslimlere şapalak.*
Litvalıya isteğince ihtiyar,*
Buharalı, Hiveliye zehrimar.*
Kazaklara her zad* ile Kuban, Don,
Çerkezlere, Lezgilere paşol, von.*
Latışlara ayrılmalı pay, çok az
Cuhudlara, Tatarlara beş kapaz.*
Hahollara birleşmeye buyuruk
Kırımlıya, Kırgızlara yumuruk.
Ermen, Grek her ne dese çal çepik,*
Azerbaycan Türklerine vur tepik.
[ şapalak: şamar / ihtiyar: özerklik / zehrimar: / zad: şey / paşol, von: / Latış: Cuhud: Yahudi / kapaz: Tokat / Hahollara: Ukrayna köylülerine / çepik: alkış / tepik: tekme].
Şiirde Ukraynaya su, toprak, muhtariyet verilirken Türkistan Türklerine tokat atıldığı, Litvanyaya özerklik verilirken Buhara ve Hive Türklerinden söz edilmek bile istenmediği; İdil-Ural, Kırım Türkleri ve Kırgızlara yumruk politikası uygulandığı, Ermeni ve Yunanlıların her dediğine alkış tutulurken Azerbaycan Türklerine tekme politikası tatbik edildiği vazıh şekilde izah edilmiştir. Durum günümüzde de aynıdır.
***
Burada bir parantez açıp şairlerin milli mücadelelerdeki rolleri hakkında bir kaç söz söylemek istiyoruz: Şairler milletlerin zor günlerinin adamıdırlar. Milletin zor zamanlarında imanını, güvenini tazelemek, moralini yükseltmek en başta şairlerin vazifesidir. Buna Mehmet Akifin Kurtuluş savaşındaki hizmetini örnek verebiliriz. Mehmet Akif devletin başındakilerin bile yeise, ümitsizliğe kapıldıkları bir anda umudunu hiç bir zaman kaybetmemiş, imanını sonuna kadar sürdürmüştür. Çünkü Yüce Allahın Müslüman Türk milletini esaretin zilletine düşürmeyeceğine inanmıştı, iman etmişti ve sonunda olaylar Akifi haklı çıkarmıştı.
Macarların milli şairi Sandor Petöfi de Macar bağımsızlık hareketinin baş kahramanı olarak milletini Avusturya hakimiyetine ve Rus ordularına karşı ayaklandırmıştır. Petöfi daha 26 yaşındayken bu savaşta ölmüş ve cesedi bile bulunamamıştır.
Azerbaycan özgürlük hareketinde de şairlerin önemli roller ifa ettiklerini görüyoruz. Bir yanardağ gibi lav püsküren şiirleriyle şair Halil Rıza, Azerbaycan halkını uyandırmada büyük bir toplumsal görev üstlenmiş, bu uğurda hapse girmekten de çekinmemiştir. Genç ve yetenekli şair Rüstem Behrudinin Selam Darağacı şiiri Azerbaycan hürriyet mücahitlerinin parolası olmuş, diğer Azerbaycan şair, yazar ve sanatçıları da üzerlerine düşen vazifeleri ziyadesiyle yerine getirmişlerdir. Şairlerin 20 Ocak öncesindeki bu toplumsal görevleri 20 Ocak faciası sonrasında da devam etmiştir.
Bu salonda toplanmamıza vesile teşkil eden 20 Ocak 1990'daki "Kanlı Ocak" faciası, Azerbaycan ve Türkiye'de geniş tepki uyandırmıştır. Nasıl uyandırmasındı ki aynı kök, aynı soy, aynı din ve aynı dile mensup olan bu ülkelerin halkları, bir vücudun azaları olarak bu dayanılmaz acıyı hep birlikte yüreklerinin derinliklerinde hissetmişlerdir.
Özellikle Azerbaycan halkı tek yürek, tek bilek halinde 20 Ocakta şehadet makamına erişen şehitlerine günlerce ağlamış, yas tutmuş, ağıtlar yakmıştır. Azerbaycan şairleri Azerbaycan halkının yürek sızlatan, tüyler ürperten ağlayışlarını şiirlerinde dile getirmişlerdir. Yalnız Kuzey Azerbaycan değil, Güney Azerbaycan ve Türkiye'de de Azerbaycan halkının hislerine tercüman olan şiirler kaleme alınmıştır.
20 Ocaktan sonra o kadar yazı, makale, hikâye, şiir yazılmıştır ki, bunların hepsinin adını vermek bile sayfalar alır. Bunun imkânsızlığını göz önünde bulundurarak biz yalnızca bir kaç isim vermekle yetineceğiz ve bunlardan yalnız ikisinin, Memmed Aslanın Ağla Karanfil Ağla ve Bahtiyar Vahabzade'nin Şehitler şiirlerinde 20 Ocak faciasının akislerini takip etmeye çalışacağız.
20 Ocak üzerinde Memmed Aslan ve Bahtiyar Vahabzadeden başka Halil Rıza, Neriman Hasanzade, Medine Gülgün, Memmed İsmail, Suğra Abdullahzade, Eldar İbrahim, Elnare Buzovnalı, E. Ağdaşlı, Muhammed Erguvan, Memmed Alim, Taceddin Şahdağlı, Ağasen Bedelzade, Matleb Mısır, Mirzali Hüseyinzade, Sönmez, Behram Esedi, Abdullah Behrulu (Sınıkdağlı), Muhammed Hasan Haydari (son dördü Güney Azerbaycanlıdır) şiirler yazmışlardır.
***
20 Ocak hakkında ilk şiir yazanlardan biri belki de birincisi olan Memmed Aslan o uğursuz şenbe (cumartesi) gecesini bütün çıplaklığıyla tasvir ve terennüm etmiştir. Daha şehitlerin kanı kurumadan kalemine sarılan şair, şehitlere yaktığı 42 kıtalık ağıdında o gecenin menhusluğunu, menfurluğunu gayet canlı ifade etmiştir: (MA ile Memmed Aslan’ın, BV Bahtiyar Vahabzade’nin kısaltmasıdır).
Bu gece cellat gece,
Bu gece zulmat gece,
Bu gece zillet gece,
Ağla karanfil ağla. (MA).
Olayı bizzat yaşamış, mekânında bulunmuş, şehitlerin şehadetini görmüş, acısını yüreğinde duymuş olan Memmed Aslan 'o gece' hiç bir gerekçe olmadan yurduna saldıran ve hedef gözetmeden her şeye ateş eden bir ordunun dehşetini yaşamıştır:
Bu gece ifrit gece,
Bu gece nefret gece,
Kudurmuş bir it gece,
Ağla karanfil ağla. (MA).
O gece 'kudurmuş it'in karşısında duracak hiç bir kuvvet yoktur. Herkes çaresizlik içindedir. 1918-1920'de olduğu gibi yardıma gelen Kâzım Karabekir de yoktur:
Gitmeye yerim mi var?
Adil mi, Kerim mi var?
Karabekirim mi var?
Ağla karanfil ağla. (MA).
Heyhat, ne yazık ki o gece Enver Paşa da yoktur:
Yol direndi yokuşa,
Gelmez mi Enver Paşa,
Bu derdi çaksın taşa,
Ağla karanfil ağla. (MA).
Şair ümitsiz değildir. Mehmet Akif gibi o da imanını, güvenini muhafaza etmektedir. Nuri Paşa mutlaka gelecektir, muhakkak gelecektir, fakat yalnızca biraz gecikecektir (Nitekim iki yıl sonra geriye baktığımızda Azerbaycan'ın bugün bağımsız olduğunu görünce şairin bu 'iman'ına hak veriyoruz):
Kanımızı ne çekdi?
Ömür kuru çiçekdi,
Nuri Paşa gecikdi,
Ağla karanfil ağla. (MA).
O korkunç gecede adalet, hak değil zulüm vardır, ölüm vardır:
Adalet de, gerçek de,
Vallah yokdu o gece,
Zulüm zalim eliyle,
Hakkı boğdu o gece.
Kara giydi bu veten,
Yok hayına bir yeten,
Hayata hamileyken,
Ölüm doğdu o gece. (MA).
O müthiş gecede şehitlerin kanı dünyayı kaplamıştır:
Karanfil, şehit kanı,
Kan götürdü dünyanı,
Ağla, inlet meydanı,
Ağla karanfil ağla. (MA).
O cumartesi (şenbe) gecesi çaresizlik içindeki insanlar yalnızca Allah'a sığınmışlar, ondan medet ummuşlardır:
Lâilahe illallah,
Lâilahe illallah... (MA).
Acaba o uğursuz cumartesi gecesi bu kırgınlar, bu Vurgunlar niye yapılmıştı? Bu insanların suçu, günahı neydi? Evet neydi suçları günahları? Bu insanların tek bir suçları, tek bir günahları vardı. O da Türk olmaları, Müslüman olmalarıydı. Bahtiyar Vahabzadenin dediği gibi:
Anladık halkların beraberliği,
Kâğız üzerinde bir kuru sözmüş.
Bu katlden sonra bildik çok şeyi,
Bizim günahımız Türklüğümüzmüş.
Milletler dostluğu astar yüz imiş,
Bunun neyi varmış sözünden özge?
AtaTürk düz demiş, vallah düz demiş,
'Yokdur Türkün dostu özünden özge.'
Türk öz menliğini bilenden beri,
İblis de gelecek kasdini bildi.
Karaçay, Ahalsık, Kırım Türkleri,
Balkarlar, Mesketler sürgün edildi.
İki yanağı var ama bir yüzü,
Türk öz anasından bele doğulmuş.
Anlayabilmirem niye Türk sözü,
Kiminse başına düşen taş olmuş? (BV).
Evet, gerçek sebep onların Türk olmalarıydı. Halbuki Sovyet Rusya Türkün istediği hakların daha fazlasını isteyen, olaylar çıkaran ama hıristiyan olan milletlere, ülkelere daha farklı davranmıştı. Tıpkı Çarlık Rusyası ve öteki hıristiyan ülkeler gibi. Yine şairin sesine kulak verelim:
Başına min oyun açan Litvaya,
Merkez gözün üste kaşın var demir.
Menimse başımı salıp halkaya
Akan kanıma da bakmak istemir.
Merkez değiştirir günde rengini,
Merkez meni görür, hiç onu görmür.
Bizden yığışdırıp kuş tüfengini,
Ama Ermeninin topunu görmür. (BV).
Evet, 20 Ocakta günahsız insanlar, çocuklar, kadınlar, ihtiyarlar, uluslararası anlaşmalarla ateş edilmesi yasaklanmış hekimler, Kızılay görevlileri şehit edildi. Kimileri acılara dayanamayarak intihar etti. Bütün bu insanlar boşuna mı öldüler, gereksiz yere mi toprağa kavuştular? Bu sorunun cevabı kesinlikle hayırdır. Onlar boşuna ölmediler, ölümleriyle bir halkın ölmediğini gösterdiler. Özgürlük yolunu kanlarıyla yıkadılar. Hürriyetin bedelini kanlarıyla, canlarıyla ödediler. Şair de öyle demiyor mu?
Bu ölüm, bu kırgın ders olsun bize,
Demeyek boş yere candan geçdiler.
Onlar şehit olup milletimize,
Korkmamak dersini talim geçdiler.
Yaman dözümlüdür oda kül atır,
Her zulme, cefaya dayanır millet.
Soyula soyula o susur, yatır
Kurban vere vere uyanır millet.
Onlar sübut etti her kara zulmün,
Eli uzunsa da ömrü gödekdir.
Halkın azadlığı sabah, biri gün
Şehit yarasından göğerecekdir.
Şenbe gecesinde gecikdi seher,
Zaman yitirmişdi o gün sağ solu.
Ömürden geçerek geçdi şehitler,
Bir kanlı gecede bin yıllık yolu.
Adımız dolaşdı bütün dünyanı,
Çok da ki akımız kara yozuldu.
Bizim şehitlerin dökülen kanı,
Hakkın kitabında imzamız oldu.
Azadlık verilmir, alınır, dayan!
Onun elçisidir ölüm, kan kada.
Ölüme, cefaya hazır olmayan,
Millet hazır değil azadlığa da. (BV).
20 Ocak 1990 tecavüzkârlığı bağımsızlık yolunda yürüyen Azerbaycan demokratik hareketini durdurma amacını güdüyordu. Ancak beklenen olmadı. Azerbaycan halkı ve aydını, Moskovanın ve onun işbirlikçilerinin bütün gayretlerine rağmen durmadı, bağımsızlığa doğru koşmaya devam etti.
Bu müessif trajedinin 2. yıl dönümünü anmak üzere toplandığımız şu anda sevinçle belirtmek gerekir ki, Azerbaycan artık bağımsız bir devlettir. Hem yalnız Azerbaycan değil, bağımsızlıklarını ilan eden Gagavuzya ve Tataristan ile beraber bugün dünyada 9 bağımsız Türk devleti vardır.
Şunu da vurgulamalıyız ki, Azerbaycan'da tutuşturulan hürriyet ve istiklal ateşi, bir gün mutlaka Kuzey Kafkasyaya da sirayet edecektir. Biz kaçınılmaz olan bu sürecin bir an önce sona ermesini diliyoruz.
Katil güllesine kurban giderken,
Gözünü sabaha dikdi şehitler.
Üç renkli bayrağı öz kanlarıyla,
Veten göklerine çekdi şehitler.
Tarihi yaşadıp dileğimizde,
Bir yumruğa döndük o gece biz de.
Yıkıp köleliği yüreğimizde
Cesaret mülkünü dikdi şehitler.
Bilirik bu bela ne ilkdir, ne son
Ölürken uğrunda bu ana yurdun.
Kuzu cildindeki o koca kurdun,
Doğru, düz şeklini çekdi şehitler.
İnsan insan olur öz hüneriyle,
Millet millet olur hayrı, şeriyle.
Toprağın bağrına cesetleriyle
Azadlık tumunu serpdi şehitler. (BV).
Azerbaycan'ın istiklali uğrunda şehit düşenleri rahmetle anarken onların ve diğer İslam memleketlerinde şehit düşenlerin,
Gufrana bürünmüş yalnız Fatiha bekler
vaziyette olduklarını unutmayalım.
NOT : Bu makale Yeni Düşünce gazetesinin 7 ve 14 Şubat 1992, 536-537. sayıları ile Erciyes dergisinin, Kasım 1992 tarihli, 179. sayısını, 20-22. sayfalarında yayımlanmıştır.
AZERBAYCAN EDEBİYATINDA İSTANBUL
Dr. Yusuf Gedikli
Bilindiği gibi İstanbul dünyanın en güzel şehridir. Boğaziçiyle, Marmarayla, doğu ve batıyı birbirine bağlayan konumu ve iki eski kıtada kurulmuş olmasıyla, tarihî eserleri ve tabii güzellikleriyle İstanbul gerçekten dünyanın en güzel şehridir. O şehir ki halife burada oturduğu için dünya Müslümanları tarafından mübarek addedilir, Avrupaya, sömürgecilere karşı cihat eden Türk askeri için dua edilir, İstanbul İslambol bilinirdi.
Çeşitli özelliklerine hükümet merkezi olmanın avantajı da eklenen İstanbul, daha İslambol olmadan evvel şiirlere konu olmaya başlamıştır. Peygamberimizin mübarek hadisini gerçekleştirip burayı bir ensar ve evliya diyarı haline getiren Türkler, bu güzel şehri pek çok mimarlık eseriyle süslemişler, ona Türk-İslam damgasını vurmuşlardır. Bunun en son misali maddi ve manevi sahada iki kıtayı inciden bir gerdanlık gibi birleştiren Boğaz köprüsüdür.
İstanbul üzerine bir çok divan şairimiz şiirler, kasideler yazmıştır -ki bunların en meşhuru Nedim'in İstanbul kasidesidir. Nedim bu kasidesinde İstanbul'u 'iki bahir arasında yekpare bir gevher'e benzetmiş, 'gülzarlarının cennete teşbihini hatalı' görmüş ve haklı olarak:
Bu şehr-i Stanbul ki bi-misl ü bahadır
Bir sengine yekpare Acem mülkü fedadır
diyerek bu kıymeti eşsiz şehrin bir taşına bile Acem mülkünün hepsinin feda olması gerektiğini söylemiştir.
İstanbul asıl büyük şairini çok sonraları, Yahya Kemalle bulmuştur. Deyim yerindeyse tam bir İstanbul şairi olan Yahya Kemal, İstanbul üzerindeki duygu ve düşüncelerini,
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre bedel,
Hiç bir zaman kader bizi senden ayırmasın,
Yalnız bu semti (Kanlıcayı) sevmek için ömrümüz kısa
Ömrüm oldukça gönül tahtıma keyfince kurul
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer
ve Nedimi andıran bir söyleyişle
Benzetmek olmasın sana dünyada bir yeri
gibi samimi ve şiddetli ifadelerle şiirleştirmiştir. Yalnız Yahya Kemal değil, Necip Fazıldan Orhan Veliye kadar daha pek çok şair ve yazarımız İstanbul hakkında ciltler meydana getirecek derecede şiir ve yazılar yazmışlardır.
İstanbul'a yapılan bu medhiyelerin haricinde bazı istisnalar da yok değildir. Böyle deyince ilk aklımıza gelen Tevfik Fikret oluyor. Hem devrinin kötü vaziyeti, hem kendisinin kötümser ruh haletiyle Fikret, İstanbul'a karşı büyük bir taarruza geçer. İstanbul'u 'köhne Bizans, fertut-i musahhir, facire-yi dehr' olarak sıfatlandırır. Milli Mücadele yıllarında da süregiden bu görüş, ancak Yahya Kemalin samimi ve olağanüstü gayretiyle ortadan kalkar ve İstanbul eski mümtaz yerini yeniden Kazanır.
Türk edebiyatında İstanbul mevzuunda söylenecek çok şey vardır. Lakin gayemiz Azerbaycan edebiyatı sahasında İstanbulla alakalı olarak yazılan şiirler olduğu için sözü burada kesiyoruz.
İstanbul üstüne bir çok Azerbaycanlı sanatçı şiirler yazmışlardır. Bunların bir kısmı İstanbul'da tahsil görmüş, bir kısmı İstanbul'da ziyaret maksadıyla bulunmuştur. Biz bu şiirlerin şairleri hakkında (eğer varsa) kısa bilgi verip şiirlerini neşredeceğiz. Pek tabiidir ki İstanbul üzerine şiiri olanlar yalnız bizim verdiklerimiz değildir. Zaten bu küçük yazının çerçevesi içine bundan daha fazlası da sığamazdı.
1. Hüseyin Cavid Rasizade
Azerbaycanlı şairler arasında İstanbul hakkında şiir yazanların ilk akla gelenlerinden biri Hüseyin Cavid Rasizadedir.
Hüseyin Cavid 1882'de Nahçıvan'da doğdu, 1941'de sürgünde bulunduğu Sibiryanın İrkutsk şehrinde öldü veya öldürüldü.
Cavid eski usul tahsilden sonra Tebriz'de Arapça ve Farsça öğrendi. Doğu felsefesi, tarih ve edebiyatıyla ilgilendi. 1906'da İstanbul'a geldi. İstanbul üniversitesine serbest dinleyici olarak devam etti. Abdülhak Hamid, Rıza Tevfik ve Tevfik Fikretle tanıştı. Onların sohbetlerinde bulundu. 1909 senesinde Nahçıvan'a döndü. Erivana bağlı Milli köyünde öğretmenlik yaptı.burası silinecek, doğru değil. Çarlık rejiminin baskılarına bütün gücüyle karşı çıktı. Milli köyünden sonra Nahçıvan, Tiflis ve Gencede öğretmenliğe devam etti. 1918'de ikinci defa Bakü'ye gelen Cavid, 1926'da gözlerinin tedavisi için kısa bir Almanya seyahati yaptı. 1937 temizliğinde sürgüne gönderildi.
Cavid 1910 yılında Azerbaycan'ın Ana adlı ilk manzum tiyatrosunu yazmıştır. Onun şiirlerinde Abdülhak Hamid, bilhassa Fikret tesiri açıkça hissedilir. Cavid Azerbaycanlı çağdaşları gibi Çarlık Rusyası atmosferinde değil, Türkiye edebî ve siyasi muhiti içinde yetiştiği için Türkiye'deki fikir akımlarından etkilenmiş ve eserlerini İstanbul Türkçesiyle yazmıştır. O, Fikrete nazaran dilde daha Türkçeci, fikirde Fikretin aksine Türkçü, siyasi planda Türkbirlikçidir. Geçmiş Günler (1913), Bahar Şebnemleri (1917) gibi şiir kitaplarıyla Şeyh Sen'an (1914), Uçurum (1917), İblis (1918), Peygamber (1923), Aksak Timur (1925), Siyavuş (1933) gibi tiyatroları mevcuttur.
Konumuzla ilgisine gelince, Cavid'in Uçurum piyesinde (bu piyes İstanbul'da geçer) İstanbulla alakalı mısra ve kısımlar vardır. Esas itibariyle yabancılaşmanın, diğer bir söyleyişle batılılaşma problematiğinin konu edildiği bu trajedide (faciada), İstanbul'a aynen Fikrette olduğu gibi menfi açıdan bakılır. Fuat Köprülüye göre Fikretin bir 'muakkibi' olan Cavid'in (bütün bu tesirlere rağmen Cavid dil, üslup ve eserleriyle tamamen orijinaldir) İstanbul'a bakışta Fikretle aynı paralelde bulunması, hem devrinin yani Türkiye'nin, hem de kendi halet-i ruhiyesinin edebiyata aksetmesindendir. Ancak Fikretle Cavid'in amaçları birbirinden tamamiyle farklıdır. Uçurum trajedisinde İstanbul mevzuundaki mısralar, ifadeler Fikretin aksine Türkçü ve milliyetçi bir kaygıyla yazılmışlardır. Oysa Fikret, devrinin ictimai ve siyasi entrikalarının mekânı ve sembolü olduğuna inandığı için, İstanbul'a o zamana kadar görülmemiş bir şekilde hücumda bir beis görmemiştir.
Cavide bir göz atarsak;
Bugünkü İstanbul'da
Gençlik Fransızlaştı
Gittikçe Türk evladı
Uçuruma yaklaştı
Yurdumuzu sardıkça
Düşkün Paris modası
Herkese örnek oldu
Sersem Frenk edası
Sarhoşluk, iffetsizlik
Sardı bütün gençleri
Zehirlendi gittikçe
Memleketin her yeri
gibi çok isabetli, hâlâ geçerli ve aktüel mısralarla karşılaşırız. Cavid batılılaşmanın veya yabancılaşmanın sonunun bir 'uçurum' olduğunu açık aşikâr ortaya koymuştur.
İstanbul konusunda bir başka ifade,
İstanbul'un süslü püslü hayatına aldandın
Bilmedin ki pek sislidir, zehirlidir havası
şeklindedir.
Bu mısralar o kadar aktüeldir ki, günümüzde İstanbul'un 'süslü püslü hayatına aldanıp' bataklığa saplanan pek çok gencin feci durumlarına her gün şahit olmaktayız.
İkinci mısradaki "sis" kelimesi de bize gayri ihtiyari Fikretin "Sis"ini hatırlatıyor.
Uluğ Beyin yukarıdaki sözlerinde olduğu gibi Uçurumun müsbet kahramanlarından Ekrem de İstanbul'a saldırıya geçer. O,
Lakin sizin İstanbul'da ne varmış,
Her adımda bir hıyanet, bir fesat
Her çehrede bir desise, bir hile
derken, İstanbul'u iyi tarafları hiç olmayan bir şehir gibi gösterir.
Yine Uluğ Bey eserin başka bir yerinde şöyle demektedir:
O hilekâr Bosforu
Anma artık bir daha
O yıpranmış Bizansı
Sakın düşünme asla.
Buradaki "hilekâr Bosfor" ve "yıpranmış Bizans" sıfatlandırmaları Fikretinkilerle büyük benzerlik arzediyor.
Şunu da söylemeliyiz ki Cavid'in İstanbul'u da, Fikretin İstanbul'u gibi bir istisnadır. Diğer Azerbaycanlı şairler aynen Türkiyemizdeki gibi İstanbul'u ziyadesiyle sevip azizlemişlerdir. Yeri gelmişken Fikretin ülkemizdeki şairlere olduğu kadar, dışarıdaki şairlere de ileri derecede etkili olduğunu belirtelim.
2. Habib Sahir
İstanbul üzerine şiirler yazan ve İstanbul'dan tesirlenen başka bir Azerbaycanlı şair de Habib Sahirdir (Sahir için bakınız: Yusuf Gedikli, Türk Edebiyatı, Şubat 1987, 160. sayı, 42-44. s.).
Sahir, 1903'te Tebriz'in Söhrab mahallesinde doğdu. İstanbul üniversitesinin coğrafya bölümünü bitirdi. İrana döndükten sonra öğretmenlik yaptı. Sahirin öğretmenlik hayatı Türkçe konuşma ve yazmadaki ısrarı yüzünden sürgünlerle geçmiştir. O, Servet-i Fünun şiirinin tesirinde kalmış ve sevip beğendiği Celal Sahir Erozanın adını benimsemiştir. Sahir 23 azer 1364'te (15 Aralık 1985) ölmüştür.
Sahirin basılmayanlar hariç, belli başlı üç Türkçe kitabı bulunmaktadır. Bunlar Lirik Şiirler, Kövşen ve Seher Işıklanır adındadır. 1977'de İranda ilk defa yayınlanan bir Türk şiiri antolojisinin de müellifidir.
Şiirlerinin başlıca mevzuları vatan, ana dili, hürriyet ve insan hakları gibi temel ve mukaddes kavramlardır. Şair sanatının halk tarafından anlaşılması amacını gütmüş olup bu açıdan baktığımızda onu halkçı bir hüviyette görürüz. Şiirde veznin pek önemli olmadığını, her üç tarzda da (hece, aruz ve serbest -azad-) şiir yazılabileceğini söylemiş ve bunu gerçekleştirmiştir.
Habib Sahir tahsilini İstanbul'da yaptığından şehrimiz, şiirlerine geniş ölçüde aksetmiştir. O, İstanbul'u 'yer yüzü cenneti' olarak vasıflandırır, kendisi bir şiir olan "İstanbul'un... bir mum yakıp da bülbülü gülün firakında ağlatmaya, yani şiir yazmaya fırsat bırakmadığını" söyler.
Sahirde "İstanbul, Çamlıca, Marmara havası" açıkça görülür. Sahirin takdir edilecek ve örnek alınacak bir tarafı onun karşılaştığı bütün güçlüklere rağmen Türkçe söyleme ve yazma mücadelesinden vazgeçmemesidir. Aşırı bir Türkçe sevgisiyle, Dr. Cevad Heyetin deyimiyle "tamamiyle edebî Türkçeyle yazmıştır." Tabiri caizse Sahir Azerbaycan'ın İstanbul şairidir. Misal olarak bir şiirini verelim:
ÇAL GÖZELİM ÇAL
Bak Çamlıca'dan
ay ucalır*
Rengi kızıl kan.
Andıkça seni nazlı peri
Sanki çıkar can.
Kumral saçını dök yüzüne
Al ele udun.
Oynat kaşını, gül meleğim
Aç gözünü ey kız!
Koy tellerinin perdelerinde görünüp
Parlasın ulduz.
Mavi Boğazın, Marmaranın
Sanki her akşam
Sen tek* geline bahşolup
Nakş u nigârı*
Gitme gözelim, kal neçe* gün,
Kal seni Tarı!*
Ay sönmededir, son seherin
Rengi olur al.
Kumral saçını dök yüzüne,
Udunu gel al!
Sevdiceğim, çal meleğim,
Çal gözelim çal!
Tahran 19 aban 1353 (10 Kasım 1974)
[ ucalır : yüceliyor / tek : gibi / nakş u nigârı : güzellikleri / neçe : nice, bir kaç / seni Tarı : Allah aşkına ].
3. Hamid Nutki
İstanbul üzerine şiir yazan bir başka şairimiz de Dr. Hamid Nutkidir. Dr. Nutki, 1299 (1920)'da Azadistan hareketinin lideri Şeyh Muhammed Hıyabaninin öldüğü gün dünyaya geldi. Ana dili mücadelesine ta küçükten başlayan Nutki, daha sonra hukuk tahsili gördü. Bir ara (1949?) İstanbul üniversitesinde doktora yaptı. İrana dönünce petrol idaresinde görev aldı. Dr. Nutki, 1969'lardan beri ictimai münasebetler fakültesinde öğretim üyesidir. Farsça, Arapça ve İngilizce bilir. Nutki, iyi bir şair olup şiirlerini daha çok azad (serbest) vezinle yazar. Yahya Şeyda, onu dünya seviyesinde bir şair olarak nitelendirir ve "Türk edebiyatının en büyük dayanaklarından biridir" der. Nutki halen Tahran'da çıkan Varlık dergisinde şiir ve makaleler yayınlamaktadır. Nutkinin burada verdiğimiz şiiri müşahedeye dayalı gerçekçi bir "seyahat tablosu"dur.
İSTANBUL'DA BİT PAZARI
Beyazıtla Kapalıçarşı arasında
Sahafların arkasında
İşte şanlı
adlı sanlı
Bit pazarı
Bir bayram günü
Bayraklarla bezenmiş dört bir yan
Gürültüde çalkalanır zemin ve zaman
Çığıran çığırana
bağıran bağırana
Teşhire arzedilmiştir
Beklenmedik metalar
Sınık purojektörle asrımıza adım atıp Bit pazarı
Budur Fatihli Caferin
bir paşa köşkünden
aşırdığı kırık rakı takımı
Topal Singer dikiş maşını*
Dilsiz Kurbanın
yıllarca veremden yattığı
Sonra mirasçılarının hiçe sattığı
Yırtık yorgan.
Pirinç, demir, mis,* teneke mangal
Dipsiz Kazan,
bir kollu maşa
iki ayaklı sac ayağı
Leke, yamak,* pas...
Güve yemiş yel?, atkı, şal
Modası geçmiş cürbecür* paltar.
Yağışta ıslanan kül rengi hava
Gelenler, gidenler... Alanlar... Satanlar...
Kalabalık, tünlük,* basabas.
İstanbul, 1956
[ maşını : makinesi / mis : bakır / yamak : yama / cürbecür paltar : çeşit çeşit elbise / tünlük, basabas : sıklık, izdiham ].
4. Arif Abdullahzade
Başka bir İstanbul şiiri de Kuzeyli Arif Abdullahzadenindir. Abdullahzadenin şiiri İstanbul'da Bir Uşak adını taşımaktadır. Şiir seyyar satıcı bir çocuğun hayat mücadelesini, kanaatkârlığını, tevekkülünü anlatmaktadır. Şairin "Adın nedir ay bala?" sorusuna seyyar satıcı çocuğun verdiği,
Adımı neyleyirsen?
Pulun olsa dünyada
Adsız da geçinersen
cevabı bilinen gerçeğin güzel bir ifadesidir. Şair çocuğun her hareketine dikkat etmiş, Samsun sigarasından Ankara cikletlerine, Altungaz çakmaklarından bayram hediyelerine, mübarek ramazanlıktan oğula düğünlük, kıza nişanlığa kadar en ince ayrıntıları gözlemlemiştir. Aşağıda verdiğimiz bu şiir Çağdaş Azeri Şiiri Antolojisinde yayımlanmıştır. Şiirin diğerlerinden farklılığı İstanbul'dan beşerî bir kesit vermesidir.
İSTANBUL'DA BİR UŞAK
Samsun sigaraları,
Ankara çikletleri,
Sinema ulduzları
Dünyanın en ateşli
En sevimli kızları.
Bereketli zembiller,*
Kolbağ* kimi* mendiller
Mendedir efendiler.
'-Adın nedir ay bala?'*
'-Altungaz çakmakları,
Sultanlık tokmakları.'
'-Adın nedir ay bala?'
'-Adımı neyleyirsen?
Bir şey al ağabey sen
Pulun* olsa dünyada
Ad san da özü gelir
Yaşamalı, görmeli,
Devran da özü gelir.'
'-Bes* Kazancın ne kadar?'
'-Senin verdiğin kadar,
Onun verdiği kadar
Allahın verdiği de
Bir candır bize yeter
Yeter ölene kadar.
Bayram hediyeleri,
Mübarek ramazanlık,
Oğlunuza düğünlük,
Kızınıza nişanlık!
Gelin gelin aparın,
Gelin güneş yoruldu,
Yetişin akşam oldu.'
[ zembiller : poşet, çanta, torba vs. / kolbağ : bilezik / kimi : gibi / bala : yavru / pulun : paran / bes : peki ].
5. Umran Salahi
İstanbul üzerine şiir yazan bir şair de Güneyli Umran Salahidir. Pencereden Taş Gelir adlı şiir kitabında yer alan İstanbul şiiri 8 parçadan meydana gelmektedir. Azerbaycan Medeniyet (Kültür) Cemiyeti tarafından 1361 (1982-83)'de yayınlanan eserin şairi hakkında bir malumata sahip değiliz. Burada şiirin bütününü vermek çok yer kaplayacağından, bazı bölümleri neşretmekle yetiniyoruz. Şair şiirinde anarşi dönemlerinde bulunduğu İstanbul'u, silahları tetikte bekleyen askerleri, boğulan gemileri, kapalı dükkânları, tenha caddeleri, duvarlardaki sağ ve sol sloganları, Büyükadayı canlı çizgilerle aksettirmesini bilmiştir.
İSTANBUL
Bu ada Büyükada
Cenneti salar* yada
Yeller ıtır getirir
Bu nişana, bu ada.
İnanmıram Allah da
Bu cür cennet yarada
Gözel kızlar, kadınlar
Dini veripler bada.*
Benzemir hiç bir şeye
Ama okşar her zada.*
Aklım aşıp şaşıpdır
Allah! Yetiş imdada.
Faytonlar koymayacak
Bir kes gide piyada.*
Bu güller gözel güller
Bu ada Büyükada
Men amma ahtarmıram*
Türkiyeni burada.
Gözlerde ışık yanır
Bu gözler meni tanır,
Ama hayıf ki Umran
Bakabilmir utanır.
[ salar yada : hatıra getirir / bada vermek : boş vermek, aldırmamak / zada : şeye / piyada : yaya / ahtarmıram : aramıyorum / Türkiyen : Türkiye'yi ].
6. Bahtiyar Vahabzade
Dikkate değer bir İstanbul şiiri de Bahtiyar Vahabzadenindir. Vahabzade mevzuunda fazla bir şey söylemeyeceğiz. Zira o, ülkemizde Türkiyeli bir şairden daha çok ve daha iyi tanınır.
Vahabzade 1925'te Şekide doğdu. Diyalektik metodun tesiriyle tezatlarla, fikirlerle, kısaca felsefeyle azami derecede yüklü bir şiiri vardır. Bu husus aşağıda yer alan İstanbul şiirinde de görülmektedir:
İSTANBUL
Bosfor körfezi
İki kıt'a
Söykenmiş* birbirine
Ortasında bu yolun.
Bir tarafı Avropadır
Bir tarafı Asiya
İstanbul'un...
Türk oğlu durup ortada
Seyr edir
Sağını
Solunu.
Bir şeherde birleşir
İki kıt'a,
Birinin başlangıcıdır
Birinin sonu...
Sol tarafında
Debdebeli geçmişinden yadigâr kalan
Başı göklere ucalan*
Camileri, burçları, kal'eleri
Durur bin yıldan beri.
Sağ tarafında
Modern evler, bankalar, hoteller...
Türk oğlu
Gözlerinden sualler yağa yağa
Gâh sola bahır, gâh sağa
İstanbul'un geçmişi vügarlı,* şanlı
Bu günü özüne yad
Geleceği dumanlı...
Bu gün
Bir ayağı Avropadadır
Bir ayağı Asiyada
Türkün
Kulaklarında motor sesi,
Dilinde Kur'an suresi
Türkün.
Zaman onu dillendirir
Asrın ahengine ses verir
Düşünüp derinden
Ancak babası çeker eteklerinden...
Çırpınır şeher
İkilik içinde
Düğüm düğüm olmuş fikirler
Asrın keşmekeşinde...
Bir şeherde görüşür
İki dünya, iki alem
Tapacakdır* eminem
Türk oğlu Hakk yolunu
O helelik* seyr edir
Sağını
Solunu...
Yüreği şark yüreği
Aklı garb aklıdır
Türkün.
Bu tezaddan
Sinesi dağlıdır
Türkün.
Durup his ile akıl arasında
Hakikatle nağıl* arasında
İreli mi getsin,
Geriye mi dönsün?!
Geçmişinden kopabilmir
Bu gününü
Tapabilmir*
Ahtarır,*
Ahtarır,
Ahtarır.
Karşıda ışık var
Ahtaran tapar!..*
İstanbul, Şubat 1961
[ söykenmiş : dayanmış / ucalan : yükselen, yücelen / vügarlı : büyük, muhteşem / tapacakdır : bulacaktır / helelik : şimdilik / nağıl : masal / tapabilmir : bulamıyor / ahtarır : arıyor / ahtaran tapar : arayan bulur ].
Görüldüğü gibi İstanbul birinin başlangıcı, öbürünün sonu olan iki kıtanın birleştiği yerdedir. İstanbul'da bir tarafta şanlı, büyük geçmişi hatırlatan görkemli tarihî eserler varken, diğer tarafta modern evler, bankalar, oteller bulunmaktadır. Vahabzade bu durumu o kadar güzel ifade ediyor ki, daha iyisi, güzeli olamaz:
İstanbul'un geçmişi vügarlı, şanlı
Bugünü özüne yad,
Geleceği dumanlı...
Yine batılılaşma, yine yabancılaşma, yine ikilik, yine sentez vs... Türkün bir ayağı Avrupada, bir ayağı Asyadadır. Kulağında motor sesi (sanayileşmenin gereği), dilinde Kur'an suresi (ananenin gereği) vardır.
Vahabzade İstanbul'un şahsında Türkiye'yi anlatıyor bu şiirinde. Türkün yüreği şark yüreğidir, aklı garp aklıdır. Hisle akıl arasında, hakikatle masal arasında kalmıştır Türk oğlu. Kendisi mi kalsın? Ne yapsın? Bilmiyor! Arıyor bir şeyler, durmadan arıyor, arıyor...
Fakat Vahabzade Türk oğlunun doğru yolu bulacağından emindir. Çünkü karşıda ışık vardır. Çünkü arayan bulur. Buna biz de inanıyoruz.
NOT : Bu makale Türk Yurdu dergisinin Ekim 1987 tarihli 9. sayısının 35-39. sayfaları ile Türk Edebiyatı dergisinin, Kasım 1987 tarihli, 169. sayısının, 30-32. sayfaları arasında yayımlanmıştır.