Tarık Bugra’nın Konusu Anadolu’da Geçen Roman ve Hikâyelerinde Görülen Yazarlar,Eserler ve Kahramanlar
Nuran ÖZLÜK 01 Ocak 1970
ÖZET
Tarık Buğra konusu Anadolu’da geçen roman ve hikâyelerinde Anadolu’nun ve Anadolu insanının
pek çok özelliğine yer vermiştir. Bunlardan biri ve belki de Anadolu’daki aydın bakışını
bizlere en iyi verecek olanı ise roman ve hikâye kahramanlarının okudukları yazarlar, şairler
ve bunların eserleridir. Kendi özel hayatında sıklıkla başvurduğu yazarlar ve kitaplar bu eserlerde
de karşımıza çıkmaktadır. Bu çalışma ile sözü edilen roman ve hikâye kahramanlarının
okudukları eserler ve yazarlar ile yazıldıkları dönemler arasındaki bağlantı ve her ne olursa
olsun kitaptan ve okumaktan vazgeçmeyiş dikkatlere sunulmuştur.
TARIK BUĞRA’NIN KONUSU ANADOLU’DA GEÇEN ROMAN VE
HİKÂYELERİNDE GÖRÜLEN YAZARLAR, ESERLER VE KAHRAMANLAR
Tanzimat nesli yazarları, bu dönemde batıya yönelişle meydana gelen ve giyim
kuşam, eğlence gibi yaşama biçimlerindeki değişikliklerle kendi gösteren alafrangalık,
esaret, evlilik, aşk ve aile sorunlarını roman ve hikâyelerinde işlemişlerdir.
Tanzimat neslinden sonra eser veren yazarlar, dönemlerinde vuku bulan
siyasi, sosyal, kültürel, ideolojik olayların yanında aktüel yahut geleneksel hayatın
yansımalarının da bulunduğu konuları roman ve hikâyelerine taşımışlardır.
Bu doğrultuda Anadolu’ya ve Anadolu insanına yöneliş de 19. yy.dan itibaren
roman ve hikâyelerimizde önceleri basit ve acemice de olsa yoğun bir
egzotik ilgi ile destekli bir surette köye ve köy tabiatına gidiş şeklinde ortaya
çıkar.
Tanzimat Dönemi içerisinde, Fransa’da Romantizm akımının öncüsü yazarlarda
görülen tabiata yönelme bizde de köye, köy tabiatına gidiş fikrini uyandırmıştır.
Ahmed Midhat Efendi’nin Letâif-i Rivayat serisinde yayımladığı “Bir
Gerçek Hikâye” ve “Bahtiyarlık”, edebiyat tarihimizde köyden söz eden ilk hikâyelerdir.
1 Ara Nesil içerisinde eser veren Mehmed Celâl’in Cemile, Elvâh-ı
Sevdâ, Küçük Gelin2 ve İsyan adlı romanlarında, köyün tabiat güzelliği içerisinde
yaşayan sıradan ve sıkıntıdan uzak insanların hayatları ele alınır. Mehmed Celâl’in
yanında Samipaşazâde Sezâi’nin Sergüzeşt’inde de köy ve köy hayatı hakkında
bahisler vardır.3
Nâbizâde Nâzım, Karabibik’inde4 Anadolu köyüne realist bir bakış açısı ile
bakarak mekân-insan ilişkileri, geçim şartları, şive taklitlerine yer vermiştir.5
1 Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz.: Orhan Okay, “Türk Romanına Köy Mevzuunun Girişinde
Unutulan Bir İsim:Ahmed Midhad Efendi”, Sanat ve Edebiyat Yazıları, İstanbul, Dergâh Yayınları,
1990, s. 314-330
2 Mehmed Celâl’in sözü geçen romanlarının tahlili için bkz.: M. Fatih Andı, “Türk Romanında
Köye Açılma ve Mehmed Celâl’in Romanları”, Edebiyat Araştırmaları-1, İstanbul, Kitabevi Yayınları,
s. 71-83
3 Samipaşazâde Sezai’nin eserlerinde köy olgusunun tuttuğu yer için bkz: Zeynep Kerman,
“Samipaşazâde Sezâi’de Köy ve Köylü”, Hareket, No:2, Nisan 1979, s. 48-51
4 Karabibik’in geniş tahlili için bkz.: Mehmet Kaplan, “Karabibik”, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar-
1, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1876, s. 384-393
Mizancı Mehmed Murat’ın Turfanda mı Yoksa Turfa mı? adlı romanının yalnızca
bir bölümünde köye yönelme olsa da dönemi içinde diğer eserlerden ayrılarak
Anadolu’ya az da olsa değinmiştir.
Cumhuriyet Dönemine kadar geçen süre zarfında işlenen sosyal konular
arasında Anadolu da vardır. Ebubekir Hazım Tepeyran’ın Küçük Paşa (1910),
Halide Edip Adıvar’ın Yeni Turan (1912), Refik Halit Karay’ın Memleket Hikâyeleri
(1919), Ömer Seyfettin’in Yalnız Efe (1919), Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu
(1922) adlı eserleri bu dönemde yazılan eserlerden bazılarıdır.
Cumhuriyet Döneminde ise Anadolu olgusu etrafında kendini öne çıkaran
yazarların Anadolu’ya çok farklı perspektiflerden baktıkları görülür.
1923’ten itibaren köy perspektifinden Anadolu’ya daha sık bakmaya ve
Anadolu köyünün ve kasabasının romanını kaleme almaya başlayan yazarlar,
1950 yılından sonra asıl çıkışı gösterirler.
1923-19506 cumhuriyetin prensiplerine ve Anadoluculuk, halkçılık ve
“memleket edebiyatı” anlayışlarına7 bağlı olarak köy meselelerini bu zaviyeden
görenlerin yanında, roman ve hikâyelerine sosyalist görüşü dâhil edenler de
karşımıza çıkmaktadır. Ramazan Kaplan’ın tespitleriyle bu dönemde Anadolu’nun
problemlerinden dokuma tezgâhlarının durumu, işsizlik, toprak mücadelesi,
aydın-köylü çatışması, susuzluk, istenmeden yapılan evlilik, sağlık, eğitimsizlik
ve beraberinde getirdiği bilgisizlik, batıl inançlar, Sadri Ertem’in Çıkrıklar
Durunca, Faik Baysal’ın Sarduvan, Reşat Enis Aygen’in Kara Toprak, Yakup
Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban, Sabahattin Ali’nin “Hasan Boğuldu” vb. eserlerinde
ele alınır. Ramazan Kaplan, 1923-1950 yazılan Anadolu’ya yönelik romanlar
için, “… Çoğu zaman, problemlere önem verip insanı bu problemler
arasında bir araç gibi görmekle, insanı ihmal etmişlerdir.” (Kaplan, 1997:557)
der.
1950-1960 Anadolu’ya bakış farklı bir anlam kazanır. Köy Enstitüleri’nde
yetişen yazarlar köyün meselelerini yakından bildikleri için bunları roman ve
5 Türk Romanında Köy ve Köye açılma hakkında ayrıntılı bilgi için bkz.:M. Fatih Andı, “Türk
Romanında Köy ve Kemal Tahir”, Sosyoloji Yıllığı-Kitap 11-Baykal Sezer’e Armağan, İstanbul
2004, s. 510-520.
6 Köy romanı hakkında kapsamlı bir çalışması olan Ramazan Kaplan, bu dönemin köy romanlarını
üç devrede ele alır: 1923-1950, 1950-1960, 1960-1980. Bu dönemler arasında yazılan köy
romanları ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz.: Ramazan Kaplan, Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında
Köy, 3.bs.,İstanbul, Akçağ Yayınları, 1997
7 Cumhuriyet’in ilk döneminde edebiyatımızda etkili olan bu eğilim hakkında ayrıntılı bilgi için
bkz.: İnci Enginün, “Memleket Edebiyatı”, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, İstanbul, Dergâh Yayınları, 2001, s. 34-60.
hikâyelerine taşırlar. O dönemde ayrıca Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle
siyasi, ekonomik ve kültürel değişimler de yazarları Anadolu’ya yönlendiren
gelişmelerdendir.
1950 ile 1960 yılları arasında Anadolu’da vuku bulan konulardan ağalık,
muhtar ve köylü problemleri, su ve toprak kavgaları, eşkıyalık, siyasi çekişmeler,
toprakların işlenemeyişi, eğitim problemleri, sağlık, din, batıl inançlar, gelenekler;
Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın Ötelerin Çocuğu, Yaşar Kemal’in Teneke, Esat
Enis’in Despot, Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü, Fahri Erdinç’in Alinin Biri, Cengiz
Tuncer’in Hacizli Toprak, Talip Apaydın’ın Yarbükü, Yaşar Kemal’in İnce
Memet, Kemal Tahir’in Rahmet Yolları Kesti, Tarık Dursun Kakınç’ın İnsan Kurdu,
Refik Erduran’ın Yağmur Duası vb. ile işlenmiştir
Özellikle 1950-1960 toplumsal gerçekçilik adı verilen bir yönelişle kaleme
alınan romanların bir kısmı, belirli şablonlar içerisinde, sanatı düşünceye feda
ederek yazılmışlardır.
1960-1980 yılları arasında Anadolu’ya yönelme 27 Mayıs 1960 ihtilali ve
1980’e gelinceye kadar geçen sürede meydana gelen siyasi, ekonomik ve kültürel
değişmeler de edebiyatta kendisini gösterir. İşsizlik, fakirlik, toprak kavgaları,
ekonomik güçlükler, ağalığa tepkiler, idari yapıyı eleştiri, kan gütme, eşkıyalık,
evlilik, sağlık, din, batıl inançlar, gelenekler, Talip Apaydın’ın Emmioğlu,
Abbas Sayar’ın Yılkı Atı, Kemal Tahir’in Büyük Mal, Ömer Polat’ın Saragöl, Fakir
Baykurt’un Irazca’nın Dirliği, Kemal Bilbaşar’ın Başka Olur Ağaların Düğünü,
Yılmaz Güney’in Boynu Bükük Öldüler, Dursun Akçam’ın Kanlıderenin Kurtları,
Lütfi Kaleli’nin Haşhaş, Reşat Nuri Güntekin’in Kan Davası, Yaşar Kemal’in Yılanı
Öldürseler, Ümit Kaftancıoğlu’nun Yelatan, Ferit Edgü’nün Kimse, Yusuf Ziya
Bahadınlı’nın Güllüceli Kâzım’ında vb. söz konusu edilir.
Buraya kadar bahsedilen eserlerin büyük bir kısmı Anadolu köylerine, bir
kısmı da kasabaya yöneltilen bakışlarla ele alınarak değerlendirilmiştir.
Cumhuriyet Döneminde eser veren ve döneminin sosyal endişeleri yüzünden
romanın sanat yönüyle fazla ilgilenmeyen bazı toplumsal gerçekçilerden
veya eserlerini belli idealler için yazıp insanı ikinci planda bırakan yazarlardan
ayrılarak şahsına münhasır eserler veren bir yazar daha vardır: Tarık Buğra.
Tarık Buğra, Mahmut Yesari’nin “Romanı yazmak için evvelâ görmek lâzımdır.
Evvelâ insanlığı ve tabiatı inceleyerek görmek.” sözlerinin yankısını
bulduğu yazarlarımızdandır. Tarık Buğra tabiatı görmek için özel bir çaba harcamamıştır.
O gözlemlerinden ve hatıralarından geniş ölçüde yararlanarak,
içinden geldiği yöreyi ve insanlarını, hayat mücadeleleri ve yaşama biçimleriyle
anlatmaya özen göstermiştir.
Tarık Buğra’nın eserlerinin büyük bir çoğunluğunda yansıttığı mekânlar,
insanlar, olaylar; onun çocukluk yıllarından itibaren âdeta farkında olmadan,
tabii bir biçimde topladığı malzemelerdir.
Cumhuriyet Döneminde toplumsal gerçekçi yazarların veya köye çevrilen
dikkatlerin aksine o, romanlarında kasaba çerçevesinden bakmayı tercih eder.
Tarık Buğra’nın asıl amacı çocukluk ve ilk gençlik yıllarını geçirdiği kasabası ve
kasabasının insanlarının sosyal ve siyasal değişikliklerde yaşadıklarını ön plana
çıkarmaktır. Bu konu ile ilgili Beşir Ayvazoğlu şunları söyler:
“Tarık Buğra, ilk hikâyelerinden itibaren, toplumcu gerçekçi köy romancılarının
çok sevdikleri çevre tasvirlerinden ve olay kalabalığından kurtularak
ayrıntılara inmeyi ve ayrıntılar vasıtasıyla insani ilişkilerin derinliklerinde gezinmeyi
tercih etmişti. Bu şuurlu tercihini kendisiyle yapılan bir röportajda şöyle
açıklamıştır: ‘Yazar olmaya karar verişim, evet, on yedinci yaşımda, benimsediğim
örneklerle, insanı ve insan ilişkilerini, insan kaderini anlatmaya değer
buluşumla başlar: İnsan ilişkileri ve kaderi içinde ben de yorumlamalıyım tutkusu,
o kadar.”8
Tarık Buğra’nın konusu Anadolu’da geçen romanları Türk siyasi tarihinin
dönüm noktalarını esas alır. Küçük Ağa Millî Mücadele dönemini, Yağmur Beklerken
Serbest Fırka’nın kurulduğu 1930 yılını, Dönemeçte ise çok partili hayata
geçiş yıllarını, bu yıllarda yaşanan siyasi, sosyal ve ekonomik değişimlerin kasabalı
tarafından nasıl karşılandığını, bu olaylar sırasında Anadolu insanının
nasıl düşündüğünü, nasıl hareket ettiğini anlatır.
*
* *
Tarık Buğra, konusu Anadolu’da geçen roman ve hikâyelerinin birçoğunda
mutlaka kitap okumaya sevdalı kahramanlardan söz etmiştir. Bu kahramanlar
hangi durumda olurlarsa olsunlar kitap okumayı bırakmazlar. Hatta bazılarının
okudukları kitaplar hayat felsefelerini de belirler.
Küçük Ağa romanında, Çolak Salih’in cepheden kasabaya geldiği günden
itibaren sergilediği itici davranışlar ve konuşmalar, son olarak da Salim’in kahvesinde
Ali Emmi’nin kendisine savaşın durumu hakkında soru sorması üzerine
verdiği umarsız cevaplar, kasabalıyı sinirlendirir ve onlar tarafından dış-
8 Beşiri Ayvazoğlu, “Tarık Buğra’nın Farklılığı”, Türk Edebiyatı, No:233, Mart 1993, s.39
lanmasına neden olur. Öğle ezanı okunurken herkes camiye gittikten sonra o da
kahvenin merdivenlerini inerek çarşıdan koşar adımlarla geçer. Kasaba içinde
amaçsızca yürürken bir yandan da savaşı ve memleketin içinde bulunduğu siyasi
durumu düşünür durur. Savaşta açılan birçok cephe ve son zamanlardaki
siyasi oluşumların isimlerini zihninden geçirir. Bunların sonucunda yenilmenin
ne demek olduğunu tam kavrayamaz. Yazara göre Salih, aklından geçen isimlerin
hiçbirinin mahiyetini bilmez. Bütün bildikleri rüştiyede okuduğu Oku adlı
kitap ve babasının ona söylediği bölük börçük cümlelerdir. (Buğra, 2001a:46)
Salih artık kitap okumamaktadır fakat rüştiyede okuduğu kitabın hatırasını ve
hatırlattıklarını unutmaz.
Aynı romanda Kuvayı Milliyecilerden olan Doktor Haydar, Yüzbaşı Hamdi
ve Mülâzımıevvel Niyazi, Konya’da çıkan bir isyanı bastırmak için görevlendirilirler.
Doktor Haydar’dan önce yola çıkmak için hazırlanan Yüzbaşı Hamdi ve
Mülâzımıevvel Niyazi’nin denklerinde bir şilte, Sarıkamış ve Galiçya’dan kalma
bir beylik, mini mini bir mektup paketi, üç beş kitap ve iki üç takım çamaşır
vardır. (Buğra, 2001a:164)
Doktor Haydar’ın dengi de beş on meslek kitabı dışında bunlardan farklı
değildir. Görüldüğü gibi savaş sonrası çıkan bir isyanı bastırmaya giden aydın
kesimden üç şahıs, sırtlarında taşıdıkları denklerine kitap koymayı ihmal etmezler.
Doktor Haydar’ın ilk defa o akşam eli çok yavaş işler. Savaşı düşünür,
şehitleri, arkada kalanları. Yazar, Doktor Haydar’ın düşüncelerini verirken her
şehidin ardında Shakespeare’ini, Corneille’ini bulamayacak yürekler parçalayıcı
bir facia yattığını ifade eder ve ilave eder: “Yavuklular, sözlüler, saçı bitmedik
yavrular, ak sakallar, apak saçlar… Göz yaşları… Kırık gönüller…” Bunları aklından
geçiren Haydar’ın elinde Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nin bir cildi
vardır. Evliya Çelebi onun için bütün bir Osmanlı tarihinin haşmeti için tek bir
cümleden ibarettir: “Gün akşamlıdır devletlim; dün doğduk, bugün ölürüz.”
(Buğra, 2001a:165) Romanın şartları içerisinde değerlendirilen bu ibare “Gün
Akşamlıdır” hikâyesinin konusunu şekillendirir.
Küçük Ağa’da Doktor Haydar’a göre ölmek hiçbir şey değildir. Fakat önce
insan ölmesini bilmelidir. Ölmek, kurban edilmek veya kurban olmak hele kurban
etmek hiç değildir. Doktor bunlarla bağlantılı olarak Zer-tâc’ın söylediği
şiiri düşünür. Ona, tövbe edersen şah seni affedecek derler; genç ve güzel kadın
onlara şöyle cevap verir: “Ben ne ateşin çektiği pervane, ne de kurbanlık koyunum.
Ben düşünen baş, inanan gönülüm.” Doktor, Zer-tâc’ın dövüşmeyi öğrendiğini
ve ondan sonra dövüştüğünü ama şu anda gök ekinine benzettiği çocukların
daha dövüşmeyi bilmediğini düşünür. (Buğra, 2001a:166) Yazar, romanın ilerleyen sayfalarında yapılan benzetmenin kime ait olduğuna ve bu sefer
kimin için yapıldığına yer da verir.
İstanbullu Hoca için Fuat Paşa vur emri verir ve bunu yerine getirecek olan
kişi kura ile belirlenir. Kısa çöpü çeken Yüzbaşı Hamdi, İstanbullu Hoca’yı ortadan
kaldıracaktır. Çünkü İstanbullu Hoca, Kuvayı Milliye aleyhinde konuşarak
çevresindekileri etkilemiş ve bu hareketi ihanet olarak addedilmiştir. İstanbullu
Hoca’ya saygı duyan ve dört yıldan bu yana çocuk yaşta savaşın içinde
bulunan Yüzbaşı Hamdi için bu, en zor görevdir. O anın melankolisi içinde
olan ve Yüzbaşı Nazım’la aynı duyguları taşıyan Doktor Haydar, Yunus Emre’nin
bir mısraını hatırlar “Gök ekini biçer gibi” ve devamını Yüzbaşı Hamdi
getirir: “Yanar özüm, köynür özüm.” (Buğra, 2001a:242) Yazar, kıyılacak can
için duyulan üzüntüyü ortaya koymak amacıyla duruma uygun olan Yunus
Emre’den mısraları kahramanlarına okutur.
Kasabanın Ağır Ceza Reisi Mehmet Bey, Çakırsaraylı ile Akşehir’e düzenlemeyi
tasarladığı baskını durdurması için gittiği Yakasaray’daki görüşmeden
döndüğünün üçüncü gecesinde, evinde Ravzatü’l-Hakayik’ı okurken cama bir
avuç kum atılır. (Buğra, 2001a:209) Görüldüğü gibi kasabanın her an basılacağı
gerginliği içinde bile Mehmet Bey kitap okumaktan vazgeçmez. (Buğra,
2001a:209)
İstanbullu Hoca, hakkında vur emri verildiği haberini duyduktan sonra
Çakırsaraylı’nın yanına kaçar. Bir müddet sonra da Çerkez Tevfik’in birliklerine
katılarak Düzce’ye gider. Orduya karşı koymayı ve Ankara’ya yürümeyi, sırf
gurur meselesi yaptığı için düşünen Çerkez Ethem ve Çerkez Tevfik kardeşler,
birliklerindekilere onlara katılıp katılamayacakları konusunda karar vermelerini
söylerler. Bu karar memleketin zaten karışık olan durumunu daha da kötüleştirecek,
düşmana karşı kazanılacak zafere ket vuracaktır. Bu yüzden İstanbullu
Hoca (Küçük Ağa) büyük sıkıntı içerisindedir. İstanbullu Hoca, Düzce’deki
odasında gaz lambasını alarak pencerenin pervazındaki çiviye asar ve
her zor durumda yaptığı gibi İhya’ül Ulûm’u okumaya koyulur. (Buğra,
2001a:435.) Ağır Ceza Reisi Mehmet Bey gibi en zor şartlarda bile İstanbullu
Hoca’nın sığınağı kitabıdır.
Yağmur Beklerken romanında Rahmi ve kasaba aydınlarından bir kaçı parkta
oturup konuşurlarken laf Serbest Fırka’ya gelir. Fırka kasabada kurulursa ikinci
sayılı azası olacağını açıkça belirten Dişçi Nevzat’a oradakiler güler. Çünkü yazara
göre Hayyam delisi olan bir dişçiyi, politik çabalar içinde görmek onlara
komik gelir. (Buğra, 1998:48)
Yağmur Beklerken’de Halk Fırkası Müfettişlerinden Hilmi Bey, kasabaya gelir
ve şerefine İkizkaya yamacındaki Çınarlı Pınar’da yemek verilir. Hilmi Bey,
rakip partinin yani Serbest Fırka’nın kasabadaki kurucusu Rahmi’yi de bu yemeğe
davet eder. Yemek yenildikten ve misafirler dağıldıktan sonra ovanın ve
Çay’ın görüntüsüne ay ışığının etkisi de karışarak güzel bir tablo oluşturur. Bu
tabloya dalıp giden Hilmi Bey, Yahya Kemal’den bir beyit okur: “O kuş en kuytu
bahçelerde öter/Sarmaşıklarla yüklü vadide”. Ardından Rahmi’ye “Yahya
Kemal Bey’i hatırlayıverdim. Sever misiniz şiirlerini?” diye sorar. Rahmi’den
evet cevabını alınca şu mısralarla devam eder. “Bir yoldu, parıldayan gümüşten/
Gittik; bahs açmadık dönüşten.” (Buğra, 1998:146-147) Yazar, müfettişlik ile
Yahya Kemal’i bağdaştıramaz ama kahramanına şairden birinci beyti “Gece”,
ikinci beyti “Gece Bestesi”nden aldığı iki farklı şiirini okutur. Bu manzara karşısında
Rahmi de benzer duygular içerisindedir. O da neredeyse Ahmet Haşim’e,
Yahya Kemal’e bütünüyle kayıp gidecek durumdadır. (Buğra, 1998:149)
Aynı romanda yazar Kenan Bey’i tanıtırken kahveye, lokantaya, parka
gelmediğini, bir yerlerde oturup birileriyle iki çift laf etmeye hiç yanaşamadığını,
her zaman okuduğunu, kitaplarıyla meşgul olduğunu ifade eder. Kenan Bey
bir gün Rahmi’ye “Dostoyevski’yi tanımayanlarla ne konuşacağım?” der. (Buğra,
1998:40)
Küçük Ağa’da hangi şartta olursa olsun okunan kitaplara karşılık çok partili
hayata geçiş yıllarının dolayısıyla daha rahat bir dönem ve ortamın anlatıldığı
Dönemeçte adlı romanda yazar, kitap okunmamasından şikâyet eder ve kahramanı
Şerif’in şahsında bu konudaki fikirlerini sık sık dile getirir.
Dönemeçte adlı romanda kasabaya yeni gelen Savcı Yardımcısı Orhan’ın şehir
kulübünde Doktor Şerif’le yaptığı ilk konuşmasında, Şerif’in aklından geçenleri
söylemesi üzerine Orhan şaşırır ve “Düşünceleri okuyan makine mi var
sizde?” diye sorar. Bunun üzerine Şerif, bunun yalnızca Andre Maurois’in fantezisi
olduğunu söyleyerek yazarın Düşünceleri Okuyan Makine adlı eserine atıfta
bulunur. (Buğra, 1997:19) Şerif, Orhan’la olan konuşmasına yanında kitap getirip
getirmediğini sorarak devam eder. Bunu neden sorduğunu merak eden Orhan’a
Şerif, aydınların kasabaya yanlarında kitaplarla geldiğini ama kendilerini
İstanbul’da bıraktıklarını söyler. Çünkü kasabadaki evlerde yıllar geçtiği hâlde
daha kapakları açılmamış eski Yunan, Fransız veya Rus klasikleri vardır ve onlar
ebediyen okunmayacaklardır. (Buğra, 1997:21)
Doktor Şerif, sabahlara kadar şehir kulübünden çıkmayan, orada kumar
oynayıp içki içerek memleket meselelerine duyarsız kalan kasabanın aydın ke
siminin kitap okumamasına çok kızar. Bunu ilk fırsatta yüzlerine vurur. Yine
böyle bir zamanda veterinere “Baytar, bugünlerde hangi kitabı okuyorsun?”
sorusunu sorar. Veteriner gülerek “Aynştayn’ı doktor.” diye cevap verir. Bunun
üzerine yazar Şerif adına düşünür “İyi ki öğrenmiş adını, mendebur!” (Buğra,
1997:73)
Buğra, yalnız veterinerin değil savcı, yargıç öğretmen, mühendis dâhil hiçbir
aydının bir yıl içinde bir tek kitap bile almadığını belirtir.
Doktor Şerif, sigara aramak için girdiği oturma odasında bir aydır okunmadan
kırk yedinci sayfası açık hâlde duran Suç ve Ceza’nın eski yazı nüshasını
görünce kendisine karşı büsbütün küçülür. (Buğra, 1997:118)
Doktor Şerif, şahsi problemlerinden ve şehir kulübünün ortamından uzaklaşmak,
doktor olarak bir işe yaramak ve kendine göre arınmak amacıyla ova
köylerine gider. İki hafta boyunca kaçıp buraya sığınma nedenlerini aklına bile
getirmez. Bu müddet içinde Mevlânâ ve Dostoyevski okur. Geceleri, üç beş
mumluk gaz lambasının altında okuduğu cümlelere veya mısralara dalar gider
ve bunlar üzerinde düşünür: “Mevlânâ Dostoyevski’nin sağlıklısı… Mevlânâ
ruhları sağlıklı insanların Dostoyevskisi” der. (Buğra, 1997:141) Şerif, doğru mu
yoksa yanlış mı umursamadan bu buluşu ile arındığını zanneder.
Dönemeçte adlı romanda kasabaya gelen bir gazeteci, genç bir yüzbaşı ve
Doktor Şerif, çalışmak üzerine konuşurlar. Gazeteci: “Çalışmak elbette bir erdemdir.
İnsanı insan yapar, toplumları geliştirir, yüceltir. Ama önce çalışmak
nedir, onu bilmeli.” der ve arkasından “Dante’nin Cehennemi’ni bilir misiniz?”
diye sorar. Doktor Şerif ve yüzbaşı, Dante’nin İlahi Komedi’sini okumamışlardır.
Bunun üzerine gazeteci anlatmaya başlar:
“Orada insanın tüylerini diken diken eden bir tablo vardır, cehennemlikler
büyük kaya yuvarlarını bir bayırdan yukarı, düzlüğe çıkarmak zorundadırlar.
O dev gibi taşları kan ter içinde iter, yokuş yukarı sürerler, tam başaracakları
sırada, düzlüğün kıyısına varınca kayalar, haydi yallah yeniden aşağıya yuvarlanır.
Ve bu böylece sonsuza kadar sürüp gidecektir.” (Buğra, 1997:186)
Aynı romanda Fakir Halit, dükkânının tahta kepenklerini çektikten sonra
müşterilerini beklerken Makalât’ı okumaya başlar. (Buğra, 1997:35) Doktor Şerif,
kasabaya ilk geldiği zamanlar hakkında cimri, var yemez olduğu söylenen Fakir
Halit’i çok merak eder ve onunla tanışmak ister. Bunun üzerine Şerif, ansızın
Halit’in dükkânına gider, elinde bir kitap görür ve adını sorar. Fakir Halit,
Mesnevi olduğunu söyler ve Şerif’e böyle kitaplar okuyup okumadığını sorar.
Şerif “Ne gezeeer. Mesnevi için de, Mevlânâ için de bilip bileceğim lisede öğrettikleri
üç buçuk şeyden ibaret. Onun da yarısını unuttuk gitti.” der ve kitaba
bakmak ister. Kitap, Mesnevi’nin eski yazı nüshasıdır. Şerif, kitaba bakarak Fakir
Halit’in kaldığı yeri okur:
“Zifir gibi karanlık bir ahıra kapatılmış bir fil ile ömürlerinde hiç fil görmemiş
adamların, filin ne mene şey olduğunu el yordamıyla anlatmaya çalışmalarını
anlatıyordu. Doktorun okul kitabında aynı hikâye körler üzerine idi.
Kimi filin kulağını tutar ‘Fil bir şaldır.’ der, kimi burnunu eller, ‘Hayır bir hortumdur’
der ve böylece aynı şey dikme olur, taht olur. Mevlânâ hikâyeyi, ‘Ellerinde
bir ışık, önlerinde bir kılavuz olsaydı, karanlık da, gece de fili olduğu gibi
görmelerine engel olmayacak, hepsi de onun nasıl ve ne biçim bir hayvan olduğunu
kolayca anlayabilecekti, diye bitiriyordu.” (Buğra, 1997:143)
Fakir Halit, hikâye üzerine konuşmaya başlar ve kasaba insanının aynı hâlde
olduğunu söyler. Kasabalının ekonomik olarak rahatlaması sonucunda bilinçsiz
şekilde davranmasına üzülen Fakir Halit’in, her zaman kasabalı ve köylünün
her çeşidine karşı kuşatıcı bir sevgisi vardır: “Onların ne vabali var doktor
bey? Bi ışık tutan, yol gösterenleri mi olmuş?.. Yemesini, içmesini bile bilmez
onlar, yazık” (Buğra, 1997:144)
Yazara göre Fakir Halit, yeme içme ile ilgili güzel, yalın ve tam bir Nasrettin
Hoca şakacılığıyla örnekler verir. Fakir Halit, hayata Mevlânâ’nın merceğinden
bakabilmek için sabırla uğraşıp duran roman kahramanıdır. Bunu merkeze
alarak hayatının yolunu çizen ve felsefesini belirleyen Fakir Halit, “Bir gelir insan
cihâne” der ve dine, takvaya bağlanır.
Yazar, herkesin dünyaya bir kez geldiğinden, herkesin öleceğinden ve
önemli olanın bir defa verilen şansı, imkânı nasıl kullanacağından bahseder ve
örnek vermek için tarihî şahsiyetlerin isimlerini sayar: Fatih de bir kere yaşadı,
İbrahim de, Muhammed de, Haccac da, Mansur da, Köroğlu da, Bolu Beyi de,
“Benden sonra tufan.” diyen Neron da.
Romanın bir diğer kahramanı Eczacı Celâl, Fakir Halit’in “Bir gelir insan
cihane” diyerek hayat tarzını belirlediği yolun zıt istikametinde yaşamaya daha
çok bağlanarak Türkiye’nin ilaç kralı olmayı kafasına koyar. Celâl’in kitapları,
mesleğiyle ilgili olanları bir yana bırakılırsa sayı bakımından yirmi beş, otuzu
geçmez. Arasında bir tek roman veya şiir olmayan kitapların hepsi de yazarın
deyimiyle, “Bir gelir insan cihane” felsefesinin ünlü savunucularının, kendilerini
tüm dünyada kabul ettirmiş kişilerin hayat hikâyeleridir. Kitaplardan biri
Bayer İlaç Fabrikaları’nın kuruluş ve gelişme hikâyesini anlatır. (Buğra, 1997:31)
Bu kitaptan başka Eczacı Celâl’in kitaplığında kendine ait olan veya emanet
aldığı kitapların isimleri, romanın içinde dağınık olarak verilir. Celâl, sabah
kalktıktan sonra İlim ve Hata’dan birkaç sayfa okur. (Buğra, 1997:24) Celâl, intihar
etmeden önce Doktor Şerif’e bir mektup yazar. Mektubu, bir zamanlar Şerif’ten
ödünç alıp da daha sonra geri vermeyi unuttuğu Hayat-ı Kimya kitabının
içine koyar. (Buğra, 1997:224) Eczacı Celâl, kendine ait olan malları ve eşyaları
kime bıraktığını bildiren vasiyetinde Cevdet Paşa Tarihi’ni Doktor Şerif’e bıraktığını
yazar. (Buğra, 1997:224)
Dönemeçte adlı romanda Türkiye’de değişen ekonomik şartların köylüyü
zenginleştirip ne oldum delisi yaparken zamanında itibarın en köklüsüne sahip
memur maaşlarının değerini kaybettiğinden de bahsedilir. Kasaplar, bakkallar,
tuhafiyeciler, kırtasiyeciler ve manifaturacıların veresiye defterleri memur isimleriyle
doludur. Şerif, bunun üzerine Mevlânâ’nın Mesnevi’sinden uyarıcı cümleler
ve hikâyeler hatırlar: “Alışılmamış geçim darlıkları ve yaşayıştaki alışkanlıkların
karşılanamaz hâle gelişi bir çeşit kıyamet alameti oluyordu.” (Buğra,
1997:38)
Aynı romanda kasabalının ve köylünün zayıf noktalarını iyi bilen, onların
duygularını sömürmek için kasabada gazete basan ve kendi siyasi görüşünü bu
yayın organında kendi eğitimiyle doğru orantılı olarak vermeye çalışan Karcı
Yusuf, daha çocuk yaşlarda pek çok şeyin yanında Kan Kalesi, Genç Osman,
Şahmeran, Billur Köşk gibi halk masalları ve destanları satarak kasabanın sayılı
manifaturacılarından biri olur. (Buğra, 1997:41) Anadolu halkının okuduğu kitapların
türleri burada daha belirginleşir.
Dünyanın En Pis Sokağı romanında Bucak Müdürü olan Fazıl, çalıştığı yerde
Edebiyatta Caniler’i okuduğu sırada telefona çağrılır. (Buğra, 1989:28) Gelen telefon
İstanbul’daki büyük gazetelerden birinin yazı işleri müdüründendir. Kasabanın
haftalık gazetesinde çıkan yazılarını beğendikleri için kendisine gazetede
köşe yazarlığı teklif edilir.
Ahmet Haşim ve Şeyh Galip okuyan iki kahraman iki farklı hikâyede
karşımıza çıkar. “Ömer”de hikâye kahramanı sabahları başka kitaptan değil
Hüsn ü Aşk ve Piyale’den birini okur. (Buğra, 2001b:49) Aynı hikâyede kahramanın
oğlu Ömer, ağır tifo hastalığıyla yatağında yarı baygın yatarken babası
üzüntü içinde ona bakar ve oğlunun, kendisinden para isteyerek polisiye romanlar
almasını hırsla bekler. (Buğra, 2001b:35)
“Şehir Kulübünde” hikâyesine Ceza Yargıcı Münir Cevdet Bey’in eve gittikten
sonraki yaşamı üzerine tahminler yürüten kahraman, Münir Cevdet
Bey’in sedire uzanmış Evliya Çelebi, Şeyh Galip, Haşim veya Namık Kemal’i
okuduğunu söyler. (Buğra, 2001b:133) Kahraman, “Şehir Kulübünde” adlı hikâyesinde
Doktor, Ceza Yargıcı Münir Cevdet Bey’in kasabaya gelişinde yanında
Balzac ve Eflatun serisi getirdiğini hatırlar. (Buğra, 2001b:135)
*
* *
Tarık Buğra’nın Anadolu’yu ele alan roman ve hikâyelerinde kitap okuyan
kahramanların tümüne bakacak olursak her birinin, sergilediği karakterle örtüşen
eserleri, yazarları ve şairleri okuduğunu görürüz. Fakir Halit’in Mevlânâ’nın
Mesnevi’sini, İstanbullu Hoca’nın İhyâ’ül-Ulûm’u, Eczacı Celâl’in Bayer
Fabrikasının kurucusunun hayatını okuması gibi. Yazar, eserlerindeki kitap ve
yazarlarını belli bir amaç için zikreder. Yani bu durum, söylediğimiz gibi kahramanların
karakterlerini yansıtmak aynı zamanda da romanda işlenen konuyu
daha üst düzeyden verebilmek içindir.
Her şartta okumayı tercih eden kahramanları ve bu kahramanlar vasıtasıyla
okumayanları hicveden Tarık Buğra, bunaldıkça kitaplara sığındığını söyler.
(Buğra, 1979:131) Kendi kahramanlarını da aynı yolda yürütür. Bunalan, kendini
boşlukta hisseden kahramanlarının sığındığı limanlar kitaplardır.
Tarık Buğra, Tercüman gazetesinde yazdığı “Türkçe” başlıklı yazısında,
“Gömdük klasiklerimizi; sonunda da çoğumuz Türkçe’yi yani ilim ve edebiyat
imkânını kaybettik. Okumuyoruz onları… Mesela Yahya Kemal’i mesela Yunus
Emre’yi veya Ahmet Haşim’i Şeyh Galip’i, Fuzulî’yi Nedim’i ve benzerlerini.”
(Buğra, 1979:33) diyerek bu yazarların ve eserlerinin ihmal edildiğini vurgulamak
için kahramanlarının pek çoğuna Yahya Kemal, Yunus Emre, Ahmet Haşim
ve Şeyh Galip’i okutur.
Tarık Buğra, M. Nuri Bingöl’le yaptığı sohbetinde tek kıskançlığının yabancı
romancılara olduğunu ve hayranlıklarının Dostoyevski ile başladığını söyler.
(1986:43) Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Tarık Buğra’nın iki roman kahramanı
da Dostoyevski düşkünüdür.
Necmettin Turinay, roman ve hikâyelerde okunan iki eser için “Yazarın bir
Evliya Çelebi, bir Cevdet Paşa cümlesinden hareketle, hayat ve insan için genel
düsturlara varmaya mütemayil göründüğünü kaydedelim” der. (1981:35)
Yazarın hikâyelerindeki iki çocuk kahramandan biri olan Ömer, babasının
verdiği paralarla tıpkı Tarık Buğra gibi polisiye romanlar alır. Tarık Buğra da
babasının verdiği harçlıklarla okuma yazma bilmediği hâlde kapak resimlerine
bakarak aldığı kitaplardan Cingöz Recaileri, Tilki Lemanları, Çekirge Zehra’yı
ablalarına veya kendisinden üç dört yaş büyük olan amcasına okutur. (Karabay,
1993:21)
Çocuk yaşında dönemin popüler eserlerini yalnız resimleri ile anlamaya çalışan
Tarık Buğra’nın yukarıda ele aldığımız eserlerinde de görüldüğü gibi kitap
okumanın özellikle de Türk ve dünya edebiyatının önde gelen edebî şahsiyetlerinin,
düşünürlerinin ve din âlimlerinin bir insanın şekillenmesinde, kendini
geliştirmesinde önemli rol oynadığına inanan Buğra, çeşitli görevlerle
Anadolu’ya giden veya orada yaşayan münevver kesimin okumayı bıraktığının
veya okumadığının farkına varmış, bunu gazete yazılarında, sohbetlerinde bilhassa
roman ve hikâyelerinde dile getirmeye çalışmış ve bir aydın olarak üzerine
düşen görevi ifa etmeye çalışmıştır.
KAYNAKLAR
Andı, M. Fatih (2000), “Türk Romanında Köye Açılma ve Mehmed Celâl’in Romanları”,
Edebiyat Araştırmaları-1, Kitabevi Yayınları, İstanbul, s.71-83.
Andı, M. Fatih, (2004), “Türk Romanında Köy ve Kemal Tahir”, Sosyoloji Yıllığı-Kitap
11-Baykal Sezer’e Armağan, İstanbul s.510-520Bingöl, M. Nuri, (Kasım 1986).
“Tarık Buğra ile Sanatı ve Sanat Dünyası Üzerine Sohbet”, Türk Edebiyatı, Sayı:
157, s. 42-45.
Buğra, Tarık, (1979), “Bir de Sanat Vardı”, Düşman Kazanmak Sanatı, Ötüken Neşriyat,
İstanbul.
Buğra, Tarık, (1989), Dünyanın En Pis Sokağı, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
Buğra, Tarık, (1997), Dönemeçte, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
Buğra, Tarık, (1998), Yağmur Beklerken, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
Buğra, Tarık, (2001a), Küçük Ağa, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
Buğra, Tarık, (2001b) “Ömer”, Yarın Diye Bir Şey Yoktur, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
Enginün, İnci, (2001), “Memleket Edebiyatı”, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı,
Dergâh Yayınları, İstanbul.
Kaplan, Mehmet, (1976), “Karabibik”, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar-1, Dergâh
Yayınları, İstanbul, s. 384-393.
Kaplan, Ramazan, (1997), Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Köy, Akçağ Yayınları,
İstanbul.
Karabay, Muhsin, (Mart 1993), “Tarık Buğra ve Güneş Rengi Yapraklar”, Türk Edebiyatı,
Sayı: 233, s. 27-29.
Okay, Orhan, (1990), “Türk Romanına Köy Mevzuunun Girişinde Unutulan Bir
İsim:Ahmed Midhad Efendi”, Sanat ve Edebiyat Yazıları, Dergâh Yayınları, İstanbul,
s. 314-330.
Kerman, Zeynep, “Samipaşazâde Sezâi’de Köy ve Köylü”, Hareket, Sayı: 2, Nisan
1979, s. 48-51.
Turinay, Necmettin, (Ocak-Şubat 1981), “Tarık Buğra: Dönemeçte”, Töre, Sayı: 116-
117, s. 34-37.