« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

21 Şub

2011

Tarık Bugra’nın Konusu Anadolu’da Geçen Roman ve Hikâyelerinde Görülen Yazarlar,Eserler ve Kahramanlar

Nuran ÖZLÜK 01 Ocak 1970

ÖZET

Tarık Buğra konusu Anadolu’da geçen roman ve hikâyelerinde Anadolu’nun ve Anadolu insanının

pek çok özelliğine yer vermiştir. Bunlardan biri ve belki de Anadolu’daki aydın bakışını

bizlere en iyi verecek olanı ise roman ve hikâye kahramanlarının okudukları yazarlar, şairler

ve bunların eserleridir. Kendi özel hayatında sıklıkla başvurduğu yazarlar ve kitaplar bu eserlerde

de karşımıza çıkmaktadır. Bu çalışma ile sözü edilen roman ve hikâye kahramanlarının

okudukları eserler ve yazarlar ile yazıldıkları dönemler arasındaki bağlantı ve her ne olursa

olsun kitaptan ve okumaktan vazgeçmeyiş dikkatlere sunulmuştur.


TARIK BUĞRA’NIN KONUSU ANADOLU’DA GEÇEN ROMAN VE

HİKÂYELERİNDE GÖRÜLEN YAZARLAR, ESERLER VE KAHRAMANLAR

Tanzimat nesli yazarları, bu dönemde batıya yönelişle meydana gelen ve giyim

kuşam, eğlence gibi yaşama biçimlerindeki değişikliklerle kendi gösteren alafrangalık,

esaret, evlilik, aşk ve aile sorunlarını roman ve hikâyelerinde işlemişlerdir.

Tanzimat neslinden sonra eser veren yazarlar, dönemlerinde vuku bulan

siyasi, sosyal, kültürel, ideolojik olayların yanında aktüel yahut geleneksel hayatın

yansımalarının da bulunduğu konuları roman ve hikâyelerine taşımışlardır.

Bu doğrultuda Anadolu’ya ve Anadolu insanına yöneliş de 19. yy.dan itibaren

roman ve hikâyelerimizde önceleri basit ve acemice de olsa yoğun bir

egzotik ilgi ile destekli bir surette köye ve köy tabiatına gidiş şeklinde ortaya

çıkar.

Tanzimat Dönemi içerisinde, Fransa’da Romantizm akımının öncüsü yazarlarda

görülen tabiata yönelme bizde de köye, köy tabiatına gidiş fikrini uyandırmıştır.

Ahmed Midhat Efendi’nin Letâif-i Rivayat serisinde yayımladığı “Bir

Gerçek Hikâye” ve “Bahtiyarlık”, edebiyat tarihimizde köyden söz eden ilk hikâyelerdir.

1 Ara Nesil içerisinde eser veren Mehmed Celâl’in Cemile, Elvâh-ı

Sevdâ, Küçük Gelin2 ve İsyan adlı romanlarında, köyün tabiat güzelliği içerisinde

yaşayan sıradan ve sıkıntıdan uzak insanların hayatları ele alınır. Mehmed Celâl’in

yanında Samipaşazâde Sezâi’nin Sergüzeşt’inde de köy ve köy hayatı hakkında

bahisler vardır.3

Nâbizâde Nâzım, Karabibik’inde4 Anadolu köyüne realist bir bakış açısı ile

bakarak mekân-insan ilişkileri, geçim şartları, şive taklitlerine yer vermiştir.5

1 Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz.: Orhan Okay, “Türk Romanına Köy Mevzuunun Girişinde

Unutulan Bir İsim:Ahmed Midhad Efendi”, Sanat ve Edebiyat Yazıları, İstanbul, Dergâh Yayınları,

1990, s. 314-330

2 Mehmed Celâl’in sözü geçen romanlarının tahlili için bkz.: M. Fatih Andı, “Türk Romanında

Köye Açılma ve Mehmed Celâl’in Romanları”, Edebiyat Araştırmaları-1, İstanbul, Kitabevi Yayınları,

s. 71-83

3 Samipaşazâde Sezai’nin eserlerinde köy olgusunun tuttuğu yer için bkz: Zeynep Kerman,

“Samipaşazâde Sezâi’de Köy ve Köylü”, Hareket, No:2, Nisan 1979, s. 48-51

4 Karabibik’in geniş tahlili için bkz.: Mehmet Kaplan, “Karabibik”, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar-

1, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1876, s. 384-393

Mizancı Mehmed Murat’ın Turfanda mı Yoksa Turfa mı? adlı romanının yalnızca

bir bölümünde köye yönelme olsa da dönemi içinde diğer eserlerden ayrılarak

Anadolu’ya az da olsa değinmiştir.

Cumhuriyet Dönemine kadar geçen süre zarfında işlenen sosyal konular

arasında Anadolu da vardır. Ebubekir Hazım Tepeyran’ın Küçük Paşa (1910),

Halide Edip Adıvar’ın Yeni Turan (1912), Refik Halit Karay’ın Memleket Hikâyeleri

(1919), Ömer Seyfettin’in Yalnız Efe (1919), Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu

(1922) adlı eserleri bu dönemde yazılan eserlerden bazılarıdır.

Cumhuriyet Döneminde ise Anadolu olgusu etrafında kendini öne çıkaran

yazarların Anadolu’ya çok farklı perspektiflerden baktıkları görülür.

1923’ten itibaren köy perspektifinden Anadolu’ya daha sık bakmaya ve

Anadolu köyünün ve kasabasının romanını kaleme almaya başlayan yazarlar,

1950 yılından sonra asıl çıkışı gösterirler.

1923-19506 cumhuriyetin prensiplerine ve Anadoluculuk, halkçılık ve

“memleket edebiyatı” anlayışlarına7 bağlı olarak köy meselelerini bu zaviyeden

görenlerin yanında, roman ve hikâyelerine sosyalist görüşü dâhil edenler de

karşımıza çıkmaktadır. Ramazan Kaplan’ın tespitleriyle bu dönemde Anadolu’nun

problemlerinden dokuma tezgâhlarının durumu, işsizlik, toprak mücadelesi,

aydın-köylü çatışması, susuzluk, istenmeden yapılan evlilik, sağlık, eğitimsizlik

ve beraberinde getirdiği bilgisizlik, batıl inançlar, Sadri Ertem’in Çıkrıklar

Durunca, Faik Baysal’ın Sarduvan, Reşat Enis Aygen’in Kara Toprak, Yakup

Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban, Sabahattin Ali’nin “Hasan Boğuldu” vb. eserlerinde

ele alınır. Ramazan Kaplan, 1923-1950 yazılan Anadolu’ya yönelik romanlar

için, “… Çoğu zaman, problemlere önem verip insanı bu problemler

arasında bir araç gibi görmekle, insanı ihmal etmişlerdir.” (Kaplan, 1997:557)

der.

1950-1960 Anadolu’ya bakış farklı bir anlam kazanır. Köy Enstitüleri’nde

yetişen yazarlar köyün meselelerini yakından bildikleri için bunları roman ve

5 Türk Romanında Köy ve Köye açılma hakkında ayrıntılı bilgi için bkz.:M. Fatih Andı, “Türk

Romanında Köy ve Kemal Tahir”, Sosyoloji Yıllığı-Kitap 11-Baykal Sezer’e Armağan, İstanbul

2004, s. 510-520.

6 Köy romanı hakkında kapsamlı bir çalışması olan Ramazan Kaplan, bu dönemin köy romanlarını

üç devrede ele alır: 1923-1950, 1950-1960, 1960-1980. Bu dönemler arasında yazılan köy

romanları ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz.: Ramazan Kaplan, Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında

Köy, 3.bs.,İstanbul, Akçağ Yayınları, 1997

7 Cumhuriyet’in ilk döneminde edebiyatımızda etkili olan bu eğilim hakkında ayrıntılı bilgi için

bkz.: İnci Enginün, “Memleket Edebiyatı”, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, İstanbul, Dergâh Yayınları, 2001, s. 34-60.

hikâyelerine taşırlar. O dönemde ayrıca Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle

siyasi, ekonomik ve kültürel değişimler de yazarları Anadolu’ya yönlendiren

gelişmelerdendir.

1950 ile 1960 yılları arasında Anadolu’da vuku bulan konulardan ağalık,

muhtar ve köylü problemleri, su ve toprak kavgaları, eşkıyalık, siyasi çekişmeler,

toprakların işlenemeyişi, eğitim problemleri, sağlık, din, batıl inançlar, gelenekler;

Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın Ötelerin Çocuğu, Yaşar Kemal’in Teneke, Esat

Enis’in Despot, Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü, Fahri Erdinç’in Alinin Biri, Cengiz

Tuncer’in Hacizli Toprak, Talip Apaydın’ın Yarbükü, Yaşar Kemal’in İnce

Memet, Kemal Tahir’in Rahmet Yolları Kesti, Tarık Dursun Kakınç’ın İnsan Kurdu,

Refik Erduran’ın Yağmur Duası vb. ile işlenmiştir

Özellikle 1950-1960 toplumsal gerçekçilik adı verilen bir yönelişle kaleme

alınan romanların bir kısmı, belirli şablonlar içerisinde, sanatı düşünceye feda

ederek yazılmışlardır.

1960-1980 yılları arasında Anadolu’ya yönelme 27 Mayıs 1960 ihtilali ve

1980’e gelinceye kadar geçen sürede meydana gelen siyasi, ekonomik ve kültürel

değişmeler de edebiyatta kendisini gösterir. İşsizlik, fakirlik, toprak kavgaları,

ekonomik güçlükler, ağalığa tepkiler, idari yapıyı eleştiri, kan gütme, eşkıyalık,

evlilik, sağlık, din, batıl inançlar, gelenekler, Talip Apaydın’ın Emmioğlu,

Abbas Sayar’ın Yılkı Atı, Kemal Tahir’in Büyük Mal, Ömer Polat’ın Saragöl, Fakir

Baykurt’un Irazca’nın Dirliği, Kemal Bilbaşar’ın Başka Olur Ağaların Düğünü,

Yılmaz Güney’in Boynu Bükük Öldüler, Dursun Akçam’ın Kanlıderenin Kurtları,

Lütfi Kaleli’nin Haşhaş, Reşat Nuri Güntekin’in Kan Davası, Yaşar Kemal’in Yılanı

Öldürseler, Ümit Kaftancıoğlu’nun Yelatan, Ferit Edgü’nün Kimse, Yusuf Ziya

Bahadınlı’nın Güllüceli Kâzım’ında vb. söz konusu edilir.

Buraya kadar bahsedilen eserlerin büyük bir kısmı Anadolu köylerine, bir

kısmı da kasabaya yöneltilen bakışlarla ele alınarak değerlendirilmiştir.

Cumhuriyet Döneminde eser veren ve döneminin sosyal endişeleri yüzünden

romanın sanat yönüyle fazla ilgilenmeyen bazı toplumsal gerçekçilerden

veya eserlerini belli idealler için yazıp insanı ikinci planda bırakan yazarlardan

ayrılarak şahsına münhasır eserler veren bir yazar daha vardır: Tarık Buğra.

Tarık Buğra, Mahmut Yesari’nin “Romanı yazmak için evvelâ görmek lâzımdır.

Evvelâ insanlığı ve tabiatı inceleyerek görmek.” sözlerinin yankısını

bulduğu yazarlarımızdandır. Tarık Buğra tabiatı görmek için özel bir çaba harcamamıştır.

O gözlemlerinden ve hatıralarından geniş ölçüde yararlanarak,

içinden geldiği yöreyi ve insanlarını, hayat mücadeleleri ve yaşama biçimleriyle

anlatmaya özen göstermiştir.

Tarık Buğra’nın eserlerinin büyük bir çoğunluğunda yansıttığı mekânlar,

insanlar, olaylar; onun çocukluk yıllarından itibaren âdeta farkında olmadan,

tabii bir biçimde topladığı malzemelerdir.

Cumhuriyet Döneminde toplumsal gerçekçi yazarların veya köye çevrilen

dikkatlerin aksine o, romanlarında kasaba çerçevesinden bakmayı tercih eder.

Tarık Buğra’nın asıl amacı çocukluk ve ilk gençlik yıllarını geçirdiği kasabası ve

kasabasının insanlarının sosyal ve siyasal değişikliklerde yaşadıklarını ön plana

çıkarmaktır. Bu konu ile ilgili Beşir Ayvazoğlu şunları söyler:

“Tarık Buğra, ilk hikâyelerinden itibaren, toplumcu gerçekçi köy romancılarının

çok sevdikleri çevre tasvirlerinden ve olay kalabalığından kurtularak

ayrıntılara inmeyi ve ayrıntılar vasıtasıyla insani ilişkilerin derinliklerinde gezinmeyi

tercih etmişti. Bu şuurlu tercihini kendisiyle yapılan bir röportajda şöyle

açıklamıştır: ‘Yazar olmaya karar verişim, evet, on yedinci yaşımda, benimsediğim

örneklerle, insanı ve insan ilişkilerini, insan kaderini anlatmaya değer

buluşumla başlar: İnsan ilişkileri ve kaderi içinde ben de yorumlamalıyım tutkusu,

o kadar.”8

Tarık Buğra’nın konusu Anadolu’da geçen romanları Türk siyasi tarihinin

dönüm noktalarını esas alır. Küçük Ağa Millî Mücadele dönemini, Yağmur Beklerken

Serbest Fırka’nın kurulduğu 1930 yılını, Dönemeçte ise çok partili hayata

geçiş yıllarını, bu yıllarda yaşanan siyasi, sosyal ve ekonomik değişimlerin kasabalı

tarafından nasıl karşılandığını, bu olaylar sırasında Anadolu insanının

nasıl düşündüğünü, nasıl hareket ettiğini anlatır.

*

* *

Tarık Buğra, konusu Anadolu’da geçen roman ve hikâyelerinin birçoğunda

mutlaka kitap okumaya sevdalı kahramanlardan söz etmiştir. Bu kahramanlar

hangi durumda olurlarsa olsunlar kitap okumayı bırakmazlar. Hatta bazılarının

okudukları kitaplar hayat felsefelerini de belirler.

Küçük Ağa romanında, Çolak Salih’in cepheden kasabaya geldiği günden

itibaren sergilediği itici davranışlar ve konuşmalar, son olarak da Salim’in kahvesinde

Ali Emmi’nin kendisine savaşın durumu hakkında soru sorması üzerine

verdiği umarsız cevaplar, kasabalıyı sinirlendirir ve onlar tarafından dış-

8 Beşiri Ayvazoğlu, “Tarık Buğra’nın Farklılığı”, Türk Edebiyatı, No:233, Mart 1993, s.39

lanmasına neden olur. Öğle ezanı okunurken herkes camiye gittikten sonra o da

kahvenin merdivenlerini inerek çarşıdan koşar adımlarla geçer. Kasaba içinde

amaçsızca yürürken bir yandan da savaşı ve memleketin içinde bulunduğu siyasi

durumu düşünür durur. Savaşta açılan birçok cephe ve son zamanlardaki

siyasi oluşumların isimlerini zihninden geçirir. Bunların sonucunda yenilmenin

ne demek olduğunu tam kavrayamaz. Yazara göre Salih, aklından geçen isimlerin

hiçbirinin mahiyetini bilmez. Bütün bildikleri rüştiyede okuduğu Oku adlı

kitap ve babasının ona söylediği bölük börçük cümlelerdir. (Buğra, 2001a:46)

Salih artık kitap okumamaktadır fakat rüştiyede okuduğu kitabın hatırasını ve

hatırlattıklarını unutmaz.

Aynı romanda Kuvayı Milliyecilerden olan Doktor Haydar, Yüzbaşı Hamdi

ve Mülâzımıevvel Niyazi, Konya’da çıkan bir isyanı bastırmak için görevlendirilirler.

Doktor Haydar’dan önce yola çıkmak için hazırlanan Yüzbaşı Hamdi ve

Mülâzımıevvel Niyazi’nin denklerinde bir şilte, Sarıkamış ve Galiçya’dan kalma

bir beylik, mini mini bir mektup paketi, üç beş kitap ve iki üç takım çamaşır

vardır. (Buğra, 2001a:164)

Doktor Haydar’ın dengi de beş on meslek kitabı dışında bunlardan farklı

değildir. Görüldüğü gibi savaş sonrası çıkan bir isyanı bastırmaya giden aydın

kesimden üç şahıs, sırtlarında taşıdıkları denklerine kitap koymayı ihmal etmezler.

Doktor Haydar’ın ilk defa o akşam eli çok yavaş işler. Savaşı düşünür,

şehitleri, arkada kalanları. Yazar, Doktor Haydar’ın düşüncelerini verirken her

şehidin ardında Shakespeare’ini, Corneille’ini bulamayacak yürekler parçalayıcı

bir facia yattığını ifade eder ve ilave eder: “Yavuklular, sözlüler, saçı bitmedik

yavrular, ak sakallar, apak saçlar… Göz yaşları… Kırık gönüller…” Bunları aklından

geçiren Haydar’ın elinde Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nin bir cildi

vardır. Evliya Çelebi onun için bütün bir Osmanlı tarihinin haşmeti için tek bir

cümleden ibarettir: “Gün akşamlıdır devletlim; dün doğduk, bugün ölürüz.”

(Buğra, 2001a:165) Romanın şartları içerisinde değerlendirilen bu ibare “Gün

Akşamlıdır” hikâyesinin konusunu şekillendirir.

Küçük Ağa’da Doktor Haydar’a göre ölmek hiçbir şey değildir. Fakat önce

insan ölmesini bilmelidir. Ölmek, kurban edilmek veya kurban olmak hele kurban

etmek hiç değildir. Doktor bunlarla bağlantılı olarak Zer-tâc’ın söylediği

şiiri düşünür. Ona, tövbe edersen şah seni affedecek derler; genç ve güzel kadın

onlara şöyle cevap verir: “Ben ne ateşin çektiği pervane, ne de kurbanlık koyunum.

Ben düşünen baş, inanan gönülüm.” Doktor, Zer-tâc’ın dövüşmeyi öğrendiğini

ve ondan sonra dövüştüğünü ama şu anda gök ekinine benzettiği çocukların

daha dövüşmeyi bilmediğini düşünür. (Buğra, 2001a:166) Yazar, romanın ilerleyen sayfalarında yapılan benzetmenin kime ait olduğuna ve bu sefer

kimin için yapıldığına yer da verir.

İstanbullu Hoca için Fuat Paşa vur emri verir ve bunu yerine getirecek olan

kişi kura ile belirlenir. Kısa çöpü çeken Yüzbaşı Hamdi, İstanbullu Hoca’yı ortadan

kaldıracaktır. Çünkü İstanbullu Hoca, Kuvayı Milliye aleyhinde konuşarak

çevresindekileri etkilemiş ve bu hareketi ihanet olarak addedilmiştir. İstanbullu

Hoca’ya saygı duyan ve dört yıldan bu yana çocuk yaşta savaşın içinde

bulunan Yüzbaşı Hamdi için bu, en zor görevdir. O anın melankolisi içinde

olan ve Yüzbaşı Nazım’la aynı duyguları taşıyan Doktor Haydar, Yunus Emre’nin

bir mısraını hatırlar “Gök ekini biçer gibi” ve devamını Yüzbaşı Hamdi

getirir: “Yanar özüm, köynür özüm.” (Buğra, 2001a:242) Yazar, kıyılacak can

için duyulan üzüntüyü ortaya koymak amacıyla duruma uygun olan Yunus

Emre’den mısraları kahramanlarına okutur.

Kasabanın Ağır Ceza Reisi Mehmet Bey, Çakırsaraylı ile Akşehir’e düzenlemeyi

tasarladığı baskını durdurması için gittiği Yakasaray’daki görüşmeden

döndüğünün üçüncü gecesinde, evinde Ravzatü’l-Hakayik’ı okurken cama bir

avuç kum atılır. (Buğra, 2001a:209) Görüldüğü gibi kasabanın her an basılacağı

gerginliği içinde bile Mehmet Bey kitap okumaktan vazgeçmez. (Buğra,

2001a:209)

İstanbullu Hoca, hakkında vur emri verildiği haberini duyduktan sonra

Çakırsaraylı’nın yanına kaçar. Bir müddet sonra da Çerkez Tevfik’in birliklerine

katılarak Düzce’ye gider. Orduya karşı koymayı ve Ankara’ya yürümeyi, sırf

gurur meselesi yaptığı için düşünen Çerkez Ethem ve Çerkez Tevfik kardeşler,

birliklerindekilere onlara katılıp katılamayacakları konusunda karar vermelerini

söylerler. Bu karar memleketin zaten karışık olan durumunu daha da kötüleştirecek,

düşmana karşı kazanılacak zafere ket vuracaktır. Bu yüzden İstanbullu

Hoca (Küçük Ağa) büyük sıkıntı içerisindedir. İstanbullu Hoca, Düzce’deki

odasında gaz lambasını alarak pencerenin pervazındaki çiviye asar ve

her zor durumda yaptığı gibi İhya’ül Ulûm’u okumaya koyulur. (Buğra,

2001a:435.) Ağır Ceza Reisi Mehmet Bey gibi en zor şartlarda bile İstanbullu

Hoca’nın sığınağı kitabıdır.

Yağmur Beklerken romanında Rahmi ve kasaba aydınlarından bir kaçı parkta

oturup konuşurlarken laf Serbest Fırka’ya gelir. Fırka kasabada kurulursa ikinci

sayılı azası olacağını açıkça belirten Dişçi Nevzat’a oradakiler güler. Çünkü yazara

göre Hayyam delisi olan bir dişçiyi, politik çabalar içinde görmek onlara

komik gelir. (Buğra, 1998:48)

Yağmur Beklerken’de Halk Fırkası Müfettişlerinden Hilmi Bey, kasabaya gelir

ve şerefine İkizkaya yamacındaki Çınarlı Pınar’da yemek verilir. Hilmi Bey,

rakip partinin yani Serbest Fırka’nın kasabadaki kurucusu Rahmi’yi de bu yemeğe

davet eder. Yemek yenildikten ve misafirler dağıldıktan sonra ovanın ve

Çay’ın görüntüsüne ay ışığının etkisi de karışarak güzel bir tablo oluşturur. Bu

tabloya dalıp giden Hilmi Bey, Yahya Kemal’den bir beyit okur: “O kuş en kuytu

bahçelerde öter/Sarmaşıklarla yüklü vadide”. Ardından Rahmi’ye “Yahya

Kemal Bey’i hatırlayıverdim. Sever misiniz şiirlerini?” diye sorar. Rahmi’den

evet cevabını alınca şu mısralarla devam eder. “Bir yoldu, parıldayan gümüşten/

Gittik; bahs açmadık dönüşten.” (Buğra, 1998:146-147) Yazar, müfettişlik ile

Yahya Kemal’i bağdaştıramaz ama kahramanına şairden birinci beyti “Gece”,

ikinci beyti “Gece Bestesi”nden aldığı iki farklı şiirini okutur. Bu manzara karşısında

Rahmi de benzer duygular içerisindedir. O da neredeyse Ahmet Haşim’e,

Yahya Kemal’e bütünüyle kayıp gidecek durumdadır. (Buğra, 1998:149)

Aynı romanda yazar Kenan Bey’i tanıtırken kahveye, lokantaya, parka

gelmediğini, bir yerlerde oturup birileriyle iki çift laf etmeye hiç yanaşamadığını,

her zaman okuduğunu, kitaplarıyla meşgul olduğunu ifade eder. Kenan Bey

bir gün Rahmi’ye “Dostoyevski’yi tanımayanlarla ne konuşacağım?” der. (Buğra,

1998:40)

Küçük Ağa’da hangi şartta olursa olsun okunan kitaplara karşılık çok partili

hayata geçiş yıllarının dolayısıyla daha rahat bir dönem ve ortamın anlatıldığı

Dönemeçte adlı romanda yazar, kitap okunmamasından şikâyet eder ve kahramanı

Şerif’in şahsında bu konudaki fikirlerini sık sık dile getirir.

Dönemeçte adlı romanda kasabaya yeni gelen Savcı Yardımcısı Orhan’ın şehir

kulübünde Doktor Şerif’le yaptığı ilk konuşmasında, Şerif’in aklından geçenleri

söylemesi üzerine Orhan şaşırır ve “Düşünceleri okuyan makine mi var

sizde?” diye sorar. Bunun üzerine Şerif, bunun yalnızca Andre Maurois’in fantezisi

olduğunu söyleyerek yazarın Düşünceleri Okuyan Makine adlı eserine atıfta

bulunur. (Buğra, 1997:19) Şerif, Orhan’la olan konuşmasına yanında kitap getirip

getirmediğini sorarak devam eder. Bunu neden sorduğunu merak eden Orhan’a

Şerif, aydınların kasabaya yanlarında kitaplarla geldiğini ama kendilerini

İstanbul’da bıraktıklarını söyler. Çünkü kasabadaki evlerde yıllar geçtiği hâlde

daha kapakları açılmamış eski Yunan, Fransız veya Rus klasikleri vardır ve onlar

ebediyen okunmayacaklardır. (Buğra, 1997:21)

Doktor Şerif, sabahlara kadar şehir kulübünden çıkmayan, orada kumar

oynayıp içki içerek memleket meselelerine duyarsız kalan kasabanın aydın ke

siminin kitap okumamasına çok kızar. Bunu ilk fırsatta yüzlerine vurur. Yine

böyle bir zamanda veterinere “Baytar, bugünlerde hangi kitabı okuyorsun?”

sorusunu sorar. Veteriner gülerek “Aynştayn’ı doktor.” diye cevap verir. Bunun

üzerine yazar Şerif adına düşünür “İyi ki öğrenmiş adını, mendebur!” (Buğra,

1997:73)

Buğra, yalnız veterinerin değil savcı, yargıç öğretmen, mühendis dâhil hiçbir

aydının bir yıl içinde bir tek kitap bile almadığını belirtir.

Doktor Şerif, sigara aramak için girdiği oturma odasında bir aydır okunmadan

kırk yedinci sayfası açık hâlde duran Suç ve Ceza’nın eski yazı nüshasını

görünce kendisine karşı büsbütün küçülür. (Buğra, 1997:118)

Doktor Şerif, şahsi problemlerinden ve şehir kulübünün ortamından uzaklaşmak,

doktor olarak bir işe yaramak ve kendine göre arınmak amacıyla ova

köylerine gider. İki hafta boyunca kaçıp buraya sığınma nedenlerini aklına bile

getirmez. Bu müddet içinde Mevlânâ ve Dostoyevski okur. Geceleri, üç beş

mumluk gaz lambasının altında okuduğu cümlelere veya mısralara dalar gider

ve bunlar üzerinde düşünür: “Mevlânâ Dostoyevski’nin sağlıklısı… Mevlânâ

ruhları sağlıklı insanların Dostoyevskisi” der. (Buğra, 1997:141) Şerif, doğru mu

yoksa yanlış mı umursamadan bu buluşu ile arındığını zanneder.

Dönemeçte adlı romanda kasabaya gelen bir gazeteci, genç bir yüzbaşı ve

Doktor Şerif, çalışmak üzerine konuşurlar. Gazeteci: “Çalışmak elbette bir erdemdir.

İnsanı insan yapar, toplumları geliştirir, yüceltir. Ama önce çalışmak

nedir, onu bilmeli.” der ve arkasından “Dante’nin Cehennemi’ni bilir misiniz?”

diye sorar. Doktor Şerif ve yüzbaşı, Dante’nin İlahi Komedi’sini okumamışlardır.

Bunun üzerine gazeteci anlatmaya başlar:

“Orada insanın tüylerini diken diken eden bir tablo vardır, cehennemlikler

büyük kaya yuvarlarını bir bayırdan yukarı, düzlüğe çıkarmak zorundadırlar.

O dev gibi taşları kan ter içinde iter, yokuş yukarı sürerler, tam başaracakları

sırada, düzlüğün kıyısına varınca kayalar, haydi yallah yeniden aşağıya yuvarlanır.

Ve bu böylece sonsuza kadar sürüp gidecektir.” (Buğra, 1997:186)

Aynı romanda Fakir Halit, dükkânının tahta kepenklerini çektikten sonra

müşterilerini beklerken Makalât’ı okumaya başlar. (Buğra, 1997:35) Doktor Şerif,

kasabaya ilk geldiği zamanlar hakkında cimri, var yemez olduğu söylenen Fakir

Halit’i çok merak eder ve onunla tanışmak ister. Bunun üzerine Şerif, ansızın

Halit’in dükkânına gider, elinde bir kitap görür ve adını sorar. Fakir Halit,

Mesnevi olduğunu söyler ve Şerif’e böyle kitaplar okuyup okumadığını sorar.

Şerif “Ne gezeeer. Mesnevi için de, Mevlânâ için de bilip bileceğim lisede öğrettikleri

üç buçuk şeyden ibaret. Onun da yarısını unuttuk gitti.” der ve kitaba

bakmak ister. Kitap, Mesnevi’nin eski yazı nüshasıdır. Şerif, kitaba bakarak Fakir

Halit’in kaldığı yeri okur:

“Zifir gibi karanlık bir ahıra kapatılmış bir fil ile ömürlerinde hiç fil görmemiş

adamların, filin ne mene şey olduğunu el yordamıyla anlatmaya çalışmalarını

anlatıyordu. Doktorun okul kitabında aynı hikâye körler üzerine idi.

Kimi filin kulağını tutar ‘Fil bir şaldır.’ der, kimi burnunu eller, ‘Hayır bir hortumdur’

der ve böylece aynı şey dikme olur, taht olur. Mevlânâ hikâyeyi, ‘Ellerinde

bir ışık, önlerinde bir kılavuz olsaydı, karanlık da, gece de fili olduğu gibi

görmelerine engel olmayacak, hepsi de onun nasıl ve ne biçim bir hayvan olduğunu

kolayca anlayabilecekti, diye bitiriyordu.” (Buğra, 1997:143)

Fakir Halit, hikâye üzerine konuşmaya başlar ve kasaba insanının aynı hâlde

olduğunu söyler. Kasabalının ekonomik olarak rahatlaması sonucunda bilinçsiz

şekilde davranmasına üzülen Fakir Halit’in, her zaman kasabalı ve köylünün

her çeşidine karşı kuşatıcı bir sevgisi vardır: “Onların ne vabali var doktor

bey? Bi ışık tutan, yol gösterenleri mi olmuş?.. Yemesini, içmesini bile bilmez

onlar, yazık” (Buğra, 1997:144)

Yazara göre Fakir Halit, yeme içme ile ilgili güzel, yalın ve tam bir Nasrettin

Hoca şakacılığıyla örnekler verir. Fakir Halit, hayata Mevlânâ’nın merceğinden

bakabilmek için sabırla uğraşıp duran roman kahramanıdır. Bunu merkeze

alarak hayatının yolunu çizen ve felsefesini belirleyen Fakir Halit, “Bir gelir insan

cihâne” der ve dine, takvaya bağlanır.

Yazar, herkesin dünyaya bir kez geldiğinden, herkesin öleceğinden ve

önemli olanın bir defa verilen şansı, imkânı nasıl kullanacağından bahseder ve

örnek vermek için tarihî şahsiyetlerin isimlerini sayar: Fatih de bir kere yaşadı,

İbrahim de, Muhammed de, Haccac da, Mansur da, Köroğlu da, Bolu Beyi de,

“Benden sonra tufan.” diyen Neron da.

Romanın bir diğer kahramanı Eczacı Celâl, Fakir Halit’in “Bir gelir insan

cihane” diyerek hayat tarzını belirlediği yolun zıt istikametinde yaşamaya daha

çok bağlanarak Türkiye’nin ilaç kralı olmayı kafasına koyar. Celâl’in kitapları,

mesleğiyle ilgili olanları bir yana bırakılırsa sayı bakımından yirmi beş, otuzu

geçmez. Arasında bir tek roman veya şiir olmayan kitapların hepsi de yazarın

deyimiyle, “Bir gelir insan cihane” felsefesinin ünlü savunucularının, kendilerini

tüm dünyada kabul ettirmiş kişilerin hayat hikâyeleridir. Kitaplardan biri

Bayer İlaç Fabrikaları’nın kuruluş ve gelişme hikâyesini anlatır. (Buğra, 1997:31)

Bu kitaptan başka Eczacı Celâl’in kitaplığında kendine ait olan veya emanet

aldığı kitapların isimleri, romanın içinde dağınık olarak verilir. Celâl, sabah

kalktıktan sonra İlim ve Hata’dan birkaç sayfa okur. (Buğra, 1997:24) Celâl, intihar

etmeden önce Doktor Şerif’e bir mektup yazar. Mektubu, bir zamanlar Şerif’ten

ödünç alıp da daha sonra geri vermeyi unuttuğu Hayat-ı Kimya kitabının

içine koyar. (Buğra, 1997:224) Eczacı Celâl, kendine ait olan malları ve eşyaları

kime bıraktığını bildiren vasiyetinde Cevdet Paşa Tarihi’ni Doktor Şerif’e bıraktığını

yazar. (Buğra, 1997:224)

Dönemeçte adlı romanda Türkiye’de değişen ekonomik şartların köylüyü

zenginleştirip ne oldum delisi yaparken zamanında itibarın en köklüsüne sahip

memur maaşlarının değerini kaybettiğinden de bahsedilir. Kasaplar, bakkallar,

tuhafiyeciler, kırtasiyeciler ve manifaturacıların veresiye defterleri memur isimleriyle

doludur. Şerif, bunun üzerine Mevlânâ’nın Mesnevi’sinden uyarıcı cümleler

ve hikâyeler hatırlar: “Alışılmamış geçim darlıkları ve yaşayıştaki alışkanlıkların

karşılanamaz hâle gelişi bir çeşit kıyamet alameti oluyordu.” (Buğra,

1997:38)

Aynı romanda kasabalının ve köylünün zayıf noktalarını iyi bilen, onların

duygularını sömürmek için kasabada gazete basan ve kendi siyasi görüşünü bu

yayın organında kendi eğitimiyle doğru orantılı olarak vermeye çalışan Karcı

Yusuf, daha çocuk yaşlarda pek çok şeyin yanında Kan Kalesi, Genç Osman,

Şahmeran, Billur Köşk gibi halk masalları ve destanları satarak kasabanın sayılı

manifaturacılarından biri olur. (Buğra, 1997:41) Anadolu halkının okuduğu kitapların

türleri burada daha belirginleşir.

Dünyanın En Pis Sokağı romanında Bucak Müdürü olan Fazıl, çalıştığı yerde

Edebiyatta Caniler’i okuduğu sırada telefona çağrılır. (Buğra, 1989:28) Gelen telefon

İstanbul’daki büyük gazetelerden birinin yazı işleri müdüründendir. Kasabanın

haftalık gazetesinde çıkan yazılarını beğendikleri için kendisine gazetede

köşe yazarlığı teklif edilir.

Ahmet Haşim ve Şeyh Galip okuyan iki kahraman iki farklı hikâyede

karşımıza çıkar. “Ömer”de hikâye kahramanı sabahları başka kitaptan değil

Hüsn ü Aşk ve Piyale’den birini okur. (Buğra, 2001b:49) Aynı hikâyede kahramanın

oğlu Ömer, ağır tifo hastalığıyla yatağında yarı baygın yatarken babası

üzüntü içinde ona bakar ve oğlunun, kendisinden para isteyerek polisiye romanlar

almasını hırsla bekler. (Buğra, 2001b:35)

“Şehir Kulübünde” hikâyesine Ceza Yargıcı Münir Cevdet Bey’in eve gittikten

sonraki yaşamı üzerine tahminler yürüten kahraman, Münir Cevdet

Bey’in sedire uzanmış Evliya Çelebi, Şeyh Galip, Haşim veya Namık Kemal’i

okuduğunu söyler. (Buğra, 2001b:133) Kahraman, “Şehir Kulübünde” adlı hikâyesinde

Doktor, Ceza Yargıcı Münir Cevdet Bey’in kasabaya gelişinde yanında

Balzac ve Eflatun serisi getirdiğini hatırlar. (Buğra, 2001b:135)

*

* *

Tarık Buğra’nın Anadolu’yu ele alan roman ve hikâyelerinde kitap okuyan

kahramanların tümüne bakacak olursak her birinin, sergilediği karakterle örtüşen

eserleri, yazarları ve şairleri okuduğunu görürüz. Fakir Halit’in Mevlânâ’nın

Mesnevi’sini, İstanbullu Hoca’nın İhyâ’ül-Ulûm’u, Eczacı Celâl’in Bayer

Fabrikasının kurucusunun hayatını okuması gibi. Yazar, eserlerindeki kitap ve

yazarlarını belli bir amaç için zikreder. Yani bu durum, söylediğimiz gibi kahramanların

karakterlerini yansıtmak aynı zamanda da romanda işlenen konuyu

daha üst düzeyden verebilmek içindir.

Her şartta okumayı tercih eden kahramanları ve bu kahramanlar vasıtasıyla

okumayanları hicveden Tarık Buğra, bunaldıkça kitaplara sığındığını söyler.

(Buğra, 1979:131) Kendi kahramanlarını da aynı yolda yürütür. Bunalan, kendini

boşlukta hisseden kahramanlarının sığındığı limanlar kitaplardır.

Tarık Buğra, Tercüman gazetesinde yazdığı “Türkçe” başlıklı yazısında,

“Gömdük klasiklerimizi; sonunda da çoğumuz Türkçe’yi yani ilim ve edebiyat

imkânını kaybettik. Okumuyoruz onları… Mesela Yahya Kemal’i mesela Yunus

Emre’yi veya Ahmet Haşim’i Şeyh Galip’i, Fuzulî’yi Nedim’i ve benzerlerini.”

(Buğra, 1979:33) diyerek bu yazarların ve eserlerinin ihmal edildiğini vurgulamak

için kahramanlarının pek çoğuna Yahya Kemal, Yunus Emre, Ahmet Haşim

ve Şeyh Galip’i okutur.

Tarık Buğra, M. Nuri Bingöl’le yaptığı sohbetinde tek kıskançlığının yabancı

romancılara olduğunu ve hayranlıklarının Dostoyevski ile başladığını söyler.

(1986:43) Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Tarık Buğra’nın iki roman kahramanı

da Dostoyevski düşkünüdür.

Necmettin Turinay, roman ve hikâyelerde okunan iki eser için “Yazarın bir

Evliya Çelebi, bir Cevdet Paşa cümlesinden hareketle, hayat ve insan için genel

düsturlara varmaya mütemayil göründüğünü kaydedelim” der. (1981:35)

Yazarın hikâyelerindeki iki çocuk kahramandan biri olan Ömer, babasının

verdiği paralarla tıpkı Tarık Buğra gibi polisiye romanlar alır. Tarık Buğra da

babasının verdiği harçlıklarla okuma yazma bilmediği hâlde kapak resimlerine

bakarak aldığı kitaplardan Cingöz Recaileri, Tilki Lemanları, Çekirge Zehra’yı

ablalarına veya kendisinden üç dört yaş büyük olan amcasına okutur. (Karabay,

1993:21)

Çocuk yaşında dönemin popüler eserlerini yalnız resimleri ile anlamaya çalışan

Tarık Buğra’nın yukarıda ele aldığımız eserlerinde de görüldüğü gibi kitap

okumanın özellikle de Türk ve dünya edebiyatının önde gelen edebî şahsiyetlerinin,

düşünürlerinin ve din âlimlerinin bir insanın şekillenmesinde, kendini

geliştirmesinde önemli rol oynadığına inanan Buğra, çeşitli görevlerle

Anadolu’ya giden veya orada yaşayan münevver kesimin okumayı bıraktığının

veya okumadığının farkına varmış, bunu gazete yazılarında, sohbetlerinde bilhassa

roman ve hikâyelerinde dile getirmeye çalışmış ve bir aydın olarak üzerine

düşen görevi ifa etmeye çalışmıştır.



KAYNAKLAR

Andı, M. Fatih (2000), “Türk Romanında Köye Açılma ve Mehmed Celâl’in Romanları”,

Edebiyat Araştırmaları-1, Kitabevi Yayınları, İstanbul, s.71-83.

Andı, M. Fatih, (2004), “Türk Romanında Köy ve Kemal Tahir”, Sosyoloji Yıllığı-Kitap

11-Baykal Sezer’e Armağan, İstanbul s.510-520Bingöl, M. Nuri, (Kasım 1986).

“Tarık Buğra ile Sanatı ve Sanat Dünyası Üzerine Sohbet”, Türk Edebiyatı, Sayı:

157, s. 42-45.

Buğra, Tarık, (1979), “Bir de Sanat Vardı”, Düşman Kazanmak Sanatı, Ötüken Neşriyat,

İstanbul.

Buğra, Tarık, (1989), Dünyanın En Pis Sokağı, Ötüken Neşriyat, İstanbul.

Buğra, Tarık, (1997), Dönemeçte, Ötüken Neşriyat, İstanbul.

Buğra, Tarık, (1998), Yağmur Beklerken, Ötüken Neşriyat, İstanbul.

Buğra, Tarık, (2001a), Küçük Ağa, Ötüken Neşriyat, İstanbul.

Buğra, Tarık, (2001b) “Ömer”, Yarın Diye Bir Şey Yoktur, Ötüken Neşriyat, İstanbul.

Enginün, İnci, (2001), “Memleket Edebiyatı”, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı,

Dergâh Yayınları, İstanbul.

Kaplan, Mehmet, (1976), “Karabibik”, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar-1, Dergâh

Yayınları, İstanbul, s. 384-393.

Kaplan, Ramazan, (1997), Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Köy, Akçağ Yayınları,

İstanbul.

Karabay, Muhsin, (Mart 1993), “Tarık Buğra ve Güneş Rengi Yapraklar”, Türk Edebiyatı,

Sayı: 233, s. 27-29.

Okay, Orhan, (1990), “Türk Romanına Köy Mevzuunun Girişinde Unutulan Bir

İsim:Ahmed Midhad Efendi”, Sanat ve Edebiyat Yazıları, Dergâh Yayınları, İstanbul,

s. 314-330.

Kerman, Zeynep, “Samipaşazâde Sezâi’de Köy ve Köylü”, Hareket, Sayı: 2, Nisan

1979, s. 48-51.

Turinay, Necmettin, (Ocak-Şubat 1981), “Tarık Buğra: Dönemeçte”, Töre, Sayı: 116-

117, s. 34-37.

Ziyaret -> Toplam : 125,28 M - Bugn : 34270

ulkucudunya@ulkucudunya.com