Tarık Buğra
Hilmi Yavuz 01 Ocak 1970
Tarık Buğra'nın 20. yüzyıl Türk romancıları ve hikâyecileri içinde seçkin bir yeri var. Ben Buğra'yı, Kemal Tahir'le birlikte Türkiye'de gerçek anlamda tarihî romanın öncüsü sayıyorum.
Edebî kimliğinin ötesinde Tarık Buğra'yı bir dost ve ağabey olarak tanımışlığım var. 1960'lı yılların başında ben Ahmed Emin Yalman'ın, Cağaloğlu'nda, Molla Fenari Sokağı'ndaki 'Vatan' gazetesinde önce muhabir, sonra da gece sekreteri olarak çalışırken tanımıştım Tarık Ağabey'i. Sanırım, o sıralarda çalışmakta olduğu 'Yeni İstanbul' gazetesinden ayrılıp, 'Vatan'a, yazı işleri müdürü olarak gelmişti. O yıllarda 'Vatan'ın nüfuzlu ortaklarından biri olan Sevgili Naim Tirali Ağabey'le, her ikisinin de edebiyat adamı olmalarından kaynaklanan yakın dostlukları vardı ve eğer belleğim beni yanıltmıyorsa, Tarık Ağabey'in 'Yarın Diye Bir Şey Yoktur' adlı hikâye kitabını, Tirali, sahibi olduğu 'Yenilik' yayınları arasında yayımlamıştı. Beyaz zemin üzerine son derece zarif bir kapakla...
Tarık ağabeyle, 'Vatan'ın yazı işlerinde, çok da uzun sayılmayacak bir süre, birlikte çalıştık. O günlerden ve elbette gecelerden bende kalan, Tarık Ağabey'in çok titiz, özenli ve bu özen ve titizliğin gerektirdiği karşılığı göremediğinde de çok öfkeli bir kişiliği olduğudur. Gazetelerin, yazı işleri de içinde olmak üzere mürettiphane, klişehane ve rotatif bölümlerinin eşgüdümlü çalışmasını denetleme konumundaydı yazı işleri müdürleri. O nedenle de Tarık Ağabey'i sık sık, kızgın ve öfkeli yüzüyle anımsıyorum şimdi...
Ben 'Vatan'dan Cumhuriyet'e geçtikten kısa bir süre sonra, 1962 yılıydı, o ünlü 'Küba Füzeler Krizi' patlak verdi. 'Cumhuriyet'in dış haberler ekibi olarak, Kriz'i çok kuşatıcı bir biçimde verdiğimiz için Genel Yayın Müdürümüz rahmetli Cevat Fehmi (Başkut), beni ödüllendirmek istedi ve yanılmıyorsam, Turizm Bakanlığı'nın Abant Gölü yakınındaki dinlenme tesislerinde bir davete yönlendirdi. Altemur ve Gündüz Kılıç'ın, şimdi ne yazık ki adını hatırlayamadığım kardeşlerinin yönetici konumunda bunduğu bir tesisti bu. Benimle birlikte, İstanbul basınından başka gazeteciler de vardı orada. Tarık Buğra Ağabey'le, bir kez de orada karşılaştık. Göl kıyısında uzun yürüyüşler yaptık. Öteki arkadaşlarla birlikte, orada çekilmiş fotoğraflarımız hâlâ durur bende...
İngiltere'den dönüşümde de, sanırım 1970 yılı olmalıdır, İstanbul Radyosu'nda, Türk romanı üzerine bir açık oturuma katıldık Tarık Ağabey'le. Sonra, Radyoevi'nden çıkıp Taksim'e kadar birlikte yürüdük;- neler konuştuk, hatırlamıyorum şimdi.
İnsan olarak nasıl tanımlarım Tarık Buğra'yı diye düşündüm. Baudelaire'in 'Spleen'lerinden birinde söylediği gibi, 'sanki bin yaşındayım, o kadar hatıram var' diyebilecek kertede tanımadım, o kertede hatıralarım olmadı Tarık Ağabey'e dair. Ama bir insan kimliğini tanımlayabilmek için 'sanki bin yaşında'ymış gibi, o kadar hatırası olması gerekmiyor galiba. Müşfik ve öfkeli, yüce gönüllü ve kırgın, zarif ve taviz vermez bir kimlikti o;- ve bu sıfatların hepsini, kendine yakıştırmasını bilmişti...
Bir roman ve hikâye yazarı olarak Tarık Buğra, Prof. Mehmet Kaplan'ın deyişiyle, 'insanın her şeyden önce bir mizaç olduğunu görmüş, nadir Türk yazarlarından biridir'. Kaplan, bunu şöyle açıklıyor: 'İnsan herhangi bir formül ile özetlenebilecek bir fikir değil, her an tabiat, toplum ve kendi kendisi ile, içten içe çatışma halinde olan bir varlıktır.' Kaplan, 'dramatik insan görüşü' adını verdiği bu varlık görüşü, 'insanı, her şeyi basitleştiren ve bir tek kuvvete irca eden 'epik görüş'ten çok daha iyi kavradığı' kanısındadır: Kaplan, bu değerlendirmesi ile, Bahtin'in, romanın temelkoyucu ilkesi olarak önesürdüğü 'dialojik' yaklaşımı tekrarlıyor gibidir.
Buğra'nın ne kertede büyük bir romancı olduğunun, şimdilerde insansız, dolayısıyla mizaçsız kimliklerle romanı kurguya irca eden romancılara bakarak, daha iyi anlaşılacağını düşünüyorum.