İBN HALDUN SOSYOLOJİSİNDE “UYGARLIK” VE “IRK” KURAMI
Kadir Canatan 01 Ocak 1970
Antropoloji ve sosyoloji başta olmak üzere modern sosyal bilimlerde kültürel ve ırksal “farklılık”ların açıklaması önemli bir yer işgal etmektedir. Bu çerçevede ortaya atılan tezler, Eski Yunan’a kadar geri götürülebilir. Hipokrates’in öğrencilerince derlenen bir yapıtta “… dağlık, sert ve sulak yerlerde (kuzeyde) oturan… insanların iri yapılı, dayanıklılığa ve yiğitliğe elverişli olmaları, hatta bunlarda bir dereceye kadar vahşilik ve hayvanımsılık bulunması pek doğaldır. Bol otlu, çukur sıcak yerlerde (güneyde) yaşayanlar… sakin, uyuşukturlar.” (Irk ve Irkçılık Düşüncesi, Alâeddin Şenel, Sh. 40-41, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara 1984) görüşüne yer verilmektedir.
Yine Aristoteles’in “Politika” adlı eserinde aynı görüşler yinelenmektedir. Yalnız burada dünyanın coğrafik yapısı, kuzey ve güney olarak ikiye değil üçe ayrılmaktadır. Buna göre soğuk kuzey bölgesinde yaşayan kavimler cesaret ve tutku doludurlar, fakat beyin ve becerileni kıttır. Siyasal birlikleri ve başkalarına egemen olma yetenekleri yoktur. Güneyde yaşayan Asyalıların hem beyin ve hem de becerileri vardır, ama cesaret ve iradeleri eksiktir. Bu nedenle köle ve uyruk olarak kalmaya mahkûmdurlar. Coğrafya olarak “orta” bir bölgede olan Hellen ırkı ise, diğerlerinden farklı olarak daha ölçülü ve mükemmeldirler. Bu nedenle birlik içinde ve diğerlerine egemen olacak niteliktedirler.
Bu açıklamalar, uygarlık ve ırka değin niteliklerin iklim ve coğrafya tarafından belirlendiğini göstermektedir. Aradan yüzyıllar geçmesine rağmen 14. yüzyılda yaşayan büyük İslam düşünürü İbn Haldun’da bu faktörleri, kendi sosyolojisinin temeli haline getirmiştir. Ona göre yeryüzündeki kültürel-kavmi ve ırksal farklılıklar, iklim ve coğrafya koşullarının farklı olmasından kaynaklanmaktadır.
İbn Haldun, ünlü “Mukaddime” adlı dev yapıtında yerküreyi güneyden kuzeye doğru, paralel olarak yedi iklim bölgesine ayırıyor. Buna göre güney uçtaki birinci bölge ile kuzey uçtaki yedinci bölge, iklim ve coğrafya koşulları bakımından birbirinin zıt kutuplarıdır. Güneyden kuzeye doğru çıktıkça, sıcak iklimden soğuk iklime doğru bir geçiş söz konusudur. En ortadaki dördüncü bölge ise, insan yaşamına en elverişli, en mutedil bölgedir. Bu tür bir ayrımla dünyadaki iklim bölgeleri, temelde üç ayrı bölgeye indirgenebilir. Ancak bu bölgelerin tekrar yeni bölümlere ayrılması, iklim koşullarında da bir nüans olduğunu vurgulamak içindir. Bu anlamda Haldun, dördüncü iklim bölgesinin bir altı ile bir üstünü de orta iklim bölgesine dâhil etmektedir.
İbn Haldun’unun ayrıntılı olarak yerküre üzerindeki iklim bölgeleri üzerinde durması boşuna değildir. Bu bilgi ve tasniflerle o, uygarlık biliminin (ilm-i umran) temellerini atmaktadır. Bir başka deyişle ekolojik (çevrebilimsel) koşullar, onun geliştirmeye çalıştığı sosyoloji, tarih felsefesi, antropoloji ve buna benzer daha birçok bilim dalının altyapısını oluşturmaktadır. Ona göre çevresel koşulları ve olanakları tanımak, insanlık toplumunu ve bu toplumlarda meydana gelen gelişmeleri ve değişmeleri de tanımak anlamına gelmektedir.
Orta iklim, insanlığın gelişimine en uygun bir bölgedir. “Bundan dolayıdır ki, ilimler, sanatlar, binalar, giyecekler, yiyecekler, meyveler, hatta hayvanlar ve canlılar, ortadaki bahis konusu üç iklimde (3. 4. ve 5. iklimlerde) oluşan her şey, itidal (ve kemal) hususiyetine sahiptir.” (Mukaddime, C.I., Sh. 259, Hazırlayan: Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul 2004). Devamla İbn Haldun, uygarlığın sadece maddi öğelerinin değil, aynı zamanda manevi öğelerinin de bu bölgede en mükemmel bir şekilde geliştiğini bildirir. “Beden, renk, ahlak ve din bakımından mutedil insanlar burada yaşarlar. Hatta nübüvvet (müessesesi bile) ekseriya burada mevcut olmuştur.” (A.g.e., C I., Sh. 259). Daha güney ve kuzey bölgelerde peygamber geldiğine dair herhangi bir habere vakıf olmadığımızı belirten Haldun, dinî gelişim ve yayılma sürecini de ekolojiyle bağlantılı olarak ele alması oldukça ilginç bir yaklaşımdır. Bu tür bir açıklama tarzı, zaman zaman zihinlerde beliren “Neden hep peygamberler Ortadoğu bölgesinde ortaya çıkmışlardır?” sorusuna bir cevap vermektedir.
Bilimsel kavramlarla ifade edersek, İbn Haldun sosyolojisinde en geniş anlamıyla uygarlık (maddi ve manevi kültür) “bağımlı değişken”, ekoloji (çevresel koşullar) ise “bağımsız değişken”dir. Yani ilki “açıklanan”, ikincisi “açıklayan”dır. Haldun’unun iklim yapılarını geçirgen bir tarzda ele alması, kuramını daha yumuşak ve nüanslı bir model haline getirmektedir. Şöyle ki, bir eleştiri olarak Hıristiyanlık ve İslam dininin yayıldığı bazı bölgelerin (Yemen vs.) birinci ve ikinci iklim bölgesinde olduğunu söyleyenlere Haldun, buradaki iklim farklılaşmasının önemini vurgulamaktadır: “Çünkü Arap yarımadası üç taraftan tamamıyle denizler tarafından kuşatılmıştır. Onun için denizdeki rutubetin, yarımadadaki havanın nemi üzerinde tesiri olmuştur. Bu ise sıcaklığın gerektirdiği kuruluğun ve inhirafın (yani normal olmayan aşırı sıcaklık durumunun) eksilmesine sebep olmuştur. Bu yüzden denizin nemi sebebiyle burada kısmen (umrana müsait) mutedil bir durum meydana gelmiştir.” (A.g.e., C I., Sh. 261). Demek ki Haldun’un kuramsal modeli, çok katı değildir, bilakis istisnai durumlara da çözüm getiren esnek bir modeldir.
Orta iklim koşullarının insanın fizik yapısına en olumlu bir şekilde etki ettiğine değinen Haldun, bunu şu sözlerle ifade eder: “Kendilerinde itidal (ve normal hava şartları) bulunması sebebiyle bu iklimlerdeki halk çok mükemmeldir. Onun için bunların, meskenleri, kılık ve kıyafetleri, yiyecek maddeleri ve sanatları itibariyle gayet mutedil ve son derece normal oldukları görülür…. Umumi halleri itibariyle inhiraftan (aşırılıktan ve sapmalardan) uzak kalırlar.” (A.g.e., C I., Sh. 260). Ortadoğu ülkeleri başta olmak üzere İbn Haldun, Rum, Yunan ve Frenk’ten Hint ve Çin’e kadar olan bölgeyi mutedil ülkeler olarak nitelemekte ve burada yaşayan halkları her bakımdan ılımlı ve orta halli görmektedir.
Güney ve kuzeydeki iklim bölgelerine gelince, buradaki elverişsiz iklim ve coğrafya koşulları, toplumların ve insanların fiziki yapıları üzerinde olumsuz etkiler yapar. “Buralardaki ahali, tüm halleri itibariyle itidalden (ve normalden) pek uzaktır. Bununla beraber ahlakları konuşan hayvandan ziyade konuşmayan hayvana yakındır. Hatta birinci iklim ahalisinden olan Sudanlıların birçoğunun, mağara ve ormanlarda ikamet ettikleri, ot yedikleri, ehlileşmiş ve yabanileşmiş vahşiler oldukları için birbirini yedikleri naklolunmaktadır. Sakabile (Slavlar, Eskimolar) de böyledir. Bunun sebebi, bahis konusu ahalinin itidalden (ve normal iklim şartlarından) uzak olmaları, mizaç ve ahlaklarındaki arazın konuşmayan yabani hayvanlara yakın olmasıdır. Konuşmayan hayvanlara yakın olmaları nispetinde insaniyetten uzaklaşmışlardır. Dini konulardaki halleri de böyledir. Ne nübüvvet tanırlar, ne de bir şeriata göre hareket ederler.” (A.g.e., C I., Sh. 261).
İbn Haldun’a göre, iklim ve coğrafya koşulları, insanları o kadar değiştirebilecek bir güce sahiptir ki, güneyin birinci ikliminde ve kuzeyin yedinci iklimdeki insanlar, “… tüm halleri itibariyle insanların hallerinden uzak ve hayvanların hallerine yakındır.” (A.g.e., C. I., Sh. 261). Eğer iklim koşulları bu kadar güçlüyse, neden insan ırkları (renkleri) da buna göre şekillenmesin? İbn Haldun, ırkların oluşumunu da tümüyle bu etkene bağlamaktadır. Ona göre soy bilginleri ve din adamlarının öne sürdükleri teolojik kökenli haberler anlamsız şeylerdir. Sanıldığı gibi ırklar, Hz. Nuh’un oğulları olan Ham, Sam ve Yafez’in soyundan gelmiyorlar. Milletler arasındaki fark, sadece neseplerin farklı olmasından ileri gelmez. Hele hele siyah ırkın oluşumunu Nuh’un Ham’a yaptığı bedduayla açıklamak, iklimsel ve coğrafyasal koşulların etkilerinden gafil olmaktan başka bir şey değildir.
İbn Haldun’a göre siyah ırkın güneyde; beyaz ırkın kuzeyde, mutedil renklerin ise orta bölgelerde yerleşik olması bir tesadüf eseri değildir. Bu olgu, tümüyle iklim ve coğrafya koşullarından bağımsız değildir. Fakat ilginçtir, İbn Haldun ırk olsusunu tümüyle bu koşullara da bağlamaz. “Bazıları itibariyle millet ve ırk (ümmet ve ceyl, nation ve race) arasındaki fark nesep ile olur. Nitekim Araplarda, İsrail oğullarında ve Farslarda durum böyledir. Bazılarında, içinde yaşanılan iklim, coğrafi bölge ve semt cihetiyle olur. Nitekim zenciler, Habeşliler, Sudanlılar ve Slavlar için durum bulur. Bazen de adet (içtimai itiyat, anane, custom), şiar (mümeyyiz vasıflar, distinguishing) ve neseple hâsıl olur, nitekim (bazı) Araplarda bu durum(da) vardır. Bunun dışında milletlerin halleri, hususiyetleri ve ayırıcı vasıfları itibariyle de olur.” (A.g.e., C I., Sh. 263)
Dikkat edilirse, burada İbn Haldun, ırkların oluşumu konusunda indirgemecilikten kurtuluyor ve ırkların oluşumunda nesep, iklim, coğrafi bölge, semt, adet ve ayırıcı vasıf gibi pek çok faktörü etkili görmektedir. Bu anlamda o, biyolojik ırk kuramlarını reddederek daha gerçekçi bir ırk kuramına ulaşmıştır. İbn Haldun, güney ve kuzeydeki ırklar (beyaz ve siyahlar) hakkında olumsuz bir şekilde konuşurken, hiç bir zaman bu ırkların yaradılıştan böyle olduklarını iddia etmez. Tam tersine harici faktörlerin bunu tayin ettiğini dile getirir. İşte, tam noktada o ırkların değişebileceğini de savunur. “Hiç şüphe yok ki, bahis konusu hususların ve vasıfların hepsi, nesilden nesile geçerken değişir. Bu gibi şeylerin sürekli ve aralıksız devam etmesi de zaruri değildir. Kulları hakkında Allah’ın sünneti (âdeti ve kanunu) budur ve ‘Sen Allah’ın sünnetinde (tabii ve ictimai olan ezeli nizamında) bir değişiklik bulamazsın (33/62).” (A.g.e., C I., Sh. 264).
Irkların zamanla değişebileceği konusunda Haldun, bazı gözlemler ileri sürmektedir. Sözgelimi zenci Sudanlılardan biri, mutedil iklim bölgesine geçerse veya tersine mutedil bir iklimlen biri mutedil olmayan bir yöreye geçerse, bunlar renk bakımından bir kaç kuşak sonra farklılaşmaktadır. Eğer Avrupalı bilginler daha erken bir zamanda İbn Haldun’unun yapıtını ve bunun içindeki orijinal görüşleri tanıma imkânına sahip olsalardı, belki de ırkçılığa zemin hazırlayan sapkın ırk teorilerine itibar etmeyeceklerdi. Demek ki, ırklar tümüyle genetik olarak açıklanamayacağı gibi, sadece kavim ve milletlere özgü ayırıcı özelliklerde ırksal temellere indirgenemez. Hem ırksal-genetik öğeler, hem de kültürel özellikler değişkendirler.
İbn Haldun, “Mukaddime”de yeni bir bilim dalının (ilm-i umran) kurucusu olduğunun farkındadır ve bunu açık bir şekilde vurgulamaktadır (A.g.e., C. I., Sh. 162). İlm-i umran, kimileri tarafından sosyoloji ya da kültürel antropoloji, kimileri tarafından da uygarlık bilimi ve tarih felsefesi olarak nitelenmiştir. Gerçekte, yapıtında ele aldığı konular ve bunların ele alınış biçimi dikkate alındığında, onun toplumsal ve tarihsel olgulara tam bir bilim adamı edasıyla yaklaştığı görülecektir. Zira o, hep “olması gerekeni” (ideali) değil, “olanı” (realiteyi) anlamaya ve açıklamaya çalışmaktadır. Araştırma sahası itibariyle de oldukça geniş bir alanı kucaklayan ilm-i umran, sosyal bilimlerin pek çok dalıyla kesişmektedir.
İlm-i umran, toplum ve tarih karşısında belirli bir yaklaşım tarzı sunmaktadır. Olguları ve süreçleri, önemli oranda maddi öğelerle açıkladığı için o ilk etapta maddeci bir görüşe bağlı görünmektedir. Bu yönüyle tarihi ve diyalektik materyalizmin erken bir müjdecisi olarak karşılanmıştır. Marksist aydınlarda rastlanan İbn Haldun sevgisi buradan kaynaklanmaktadır. Maddi koşulların üstyapıyı (hukuk, kültür, ahlak vs.) belirlediği hususunda, ortak bir kanaate sahip olduklarını düşünüyorlar. Ancak maddeci yaklaşımlarına rağmen İbn Haldun felsefi ve öğretisel anlamda bir materyalist değildir. O, daha çok metodolojik ve kuramsal anlamda bir materyalisttir. Bununla birlikte o üstyapı kurumlarının etkisini ve altyapı ile karşılıklı etkileşimini tümüyle ihmal etmiş değildir. Bu açıdan İbn Haldun’unun sosyolojisinin yeniden yorumlanması gerekmektedir.
Ekolojik dengelerin bozulduğu ve çevre sorunlarının çokça tartışıldığı bir dönemde, İbn Haldun’unun sosyolojik yaklaşımları aktüel bir değer taşımaktadır. Eğer maddi çevre ve olanaklar, önemli derecede uygarlık ve kültürün temeli ise, altyapıdaki dengenin sarsılması üstyapısal değer ve kurumlarda da ciddi sarsıntılara yol açacaktır. Nitekim bugün ekolojik kirlenmenin sonuçlarını ruhsal, toplumsal ve kültürel yaşamımızda da hissetmekteyiz. Stres ve benzer ruhsal sıkıntılar yanında göç, çarpık kentleşme, yapay beslenme vs. sorunlardan sık sık şikâyet ediyoruz. Modern insan, paradoksal bir durumla karşı karşıyadır: Bir yandan sanayileşmek ve teknolojik bir toplum haline gelmek istiyor, diğer taraftan da bunun sonuçlarına katlanmak istemiyor. Oysa insan doğayı dönüştürdüğü ve olanaklarını ölçüsüz bir şekilde kullandığı müddetçe, ekolojik kriz ve bunun beraberinde getirdiği sorunlar kaçınılmazdır. Öyleyse, artık modernite’yi taklit etmek yerine, oturup insan-doğa ve insan-Tanrı arasında bozulan dengenin yeniden nasıl kurulabileceği konusunda derinlemesine düşünmek ve alternatif bir yaşam biçimini geliştirmek zorundayız.
Tarih ilminin erdemlerini anlatırken İbn Haldun, tarihçilerin sık sık düştükleri yanılsamalar üzerinde durur. Ona göre tarihçileri saptıran etkenler arasında eleştirel yaklaşımın eksikliği, yanlılık ve değişme olgusunu göz ardı etmek baş sırada gelmektedir (A.g.e., C. I., Sh. 198-199). Gerçekten bu saptamalar, bugün de geçerliliğini korumaktadır. Günümüz dünyasında Müslüman sosyal bilimciler ve düşünürler, Haldun sosyolojisinin olanaklarını kullanırken, onu geliştirmek yönünde de bir çaba harcamalıdırlar. Ne yazık ki bugüne değin İbn Haldun konusunda yapılan çalışmalar, sadece onu tanıtmaktan öteye gitmiyor. Oysa onun kuramsal modeli geliştirilmeye ve daha rafine bir hale getirilmeye muhtaçtır. Aksi takdirde, onun çok önem verdiği eleştiri yöntemini göz ardı etmiş olacağız.
Bu çerçevede sosyal bilimcileri yanılsamaya sürükleyen üç temel algı hatasına değinmek gerekiyor. Bir sosyal bilimci, olguları ve süreçleri izlerken, genellikle onları anlaşılır kılmak için “basitleştirme”ye, “genelleştirme”ye ve “kategorize etme”ye yönelirler. Bu işlemler, aşırı bir vurguyla birleştiği zaman realiteden uzaklaşarak onu karikatürize etmeye yönelirler. Nitekim İbn Haldun, sosyal-siyasal ve kültürel olguları açıklarken, zaman zaman maddi faktörleri aşırı bir biçimde vurgulamakta ve indirgemeci bir mantığın tuzaklarına düşmektedir. Oysa bugünkü sosyal bilimciler, toplumsal olguların ve süreçlerin tek bir nedenle açıklanamayacak kadar karmaşık olduğunu sonucuna ulaşmışlardır. Bu nokta, dikkate alınması gereken önemli bir noktadır. İkinci nokta, İbn Haldun’unun kolayca genellemelere gitmesidir. Sınırlı oranda elde edilmiş verilerle genellemeler yapmak çoğu zaman hatalı bir yaklaşımdır. Bugünkü sosyal bilimlerde “doğrulama” kadar “yanlışlama” yönteminin de kullanılması gerektiği konusunda genel bir fikir birliği bulunmaktadır.
Son olarak şematik ve kategorik düşünmenin de yanlışlıklara yol açtığının bilincine varmak gerekiyor. Sözgelimi İbn Haldun dünyayı belirli iklim bölgelerine ayırıyor ve bu temelde toplumları ve halkları da tasnife çalışıyor. Bu makul bir işlem gibi görünmekle birlikte, eğer şemalar haklı çıkarılmak için realite çarpıtılırsa o zaman son derece tehlikeli bir yola girilmiş olur. Unutulmamalıdır ki, her sınıflandırma yeni sınıflandırmalara yol açar ve böylece realite daha detaylı ve nüanslı olarak ele alınabilir. Eskimoların karda kırka yakın beyaz renk nüansını farketmesi buna tipik bir örnektir. Oysa biz, karı sadece ve sadece beyaz olarak tanırız. Netice olarak dürüst her bilim adamı, kurgusal şemalar pratikle çeliştiği zaman realiteyi değil, modelini değiştirme cesaretini gösterebilmelidir. Aksi halde kurgusal modeller, realiteyi çarpıtmaktan başka işe yaramayacaklardır.