İBN HALDÛN’UN EĞİTİM FELSEFESİ
Arife SÜNGÜ 01 Ocak 1970
ÖZET
XIV. yüzyılda yaşamış önemli bir İslâm filozofu olan İbn Haldûn, (1332-
1406) tarih felsefesinin kurucusu ve sosyolojinin de öncüsü olarak kabul edilir. Çok
yönlü bir filozof olarak birçok ilimde farklı görüşler öne sürmüş ve nispeten yaşadığı
asrın geleneksel kalıplarının dışına çıkmayı başarabilmiş olan İbn Haldûn’un eğitim
alanında da günümüzde de halen güncelliğini koruyan önemli ve ilginç görüşleri
vardır. Bizim bu çalışmadaki amacımız, İbn Haldûn’un eğitim görüşlerinde İslâm
filozoflarından ne derece etkilendiğini ortaya koymak ve bu görüşleri günümüz
eğitim akımlarıyla mukayese ederek bu bilgiler ışığında onun eğitim felsefesinin bir
değerlendirmesini yapmaktır.
Çalışmada ilk önce, İbn Haldûn’un Mukaddime adlı eserinde geçen eğitime
dair görüşleri esas alınarak onun toplum, ekonomi, toplumsal değişme konusundaki
görüşlerine değinilmiş, daha sonra eğitim ilke ve metotlarıyla ilgili görüş ve önerileri
analiz edilmiştir. Bunu yaparken günümüz eğitimcilerinin görüşlerine de yer verilmiş,
bu incelemelerden hareketle eğitime katkıda bulunacak yorum ve değerlendirmeler
yapılmıştır.
İbn Haldûn, medeniyet’in gelişmesini ekonomik alandaki gelişmelere
bağlamış, bu gelişmenin eğitim, sanat ve toplumsal hayata da etki ederek onları
geliştirdiğini düşünmüştür. Onun eğitimde baskıcı ve sert davranışlar yerine ılımlı bir
yaklaşımı tercih etmesi de günümüz eğitim anlayışını yansıtan görüşleri arasındadır.
Anahtar Kelimeler: 1) İbn Haldûn, 2) Eğitim, 3) Bilgi, 4) Toplum, 5) Ekonomi
ÖNSÖZ
İslâm felsefe tarihinde önemli bir konuma sahip olan İbn Haldûn (1332-
1406), İslâm bilimlerinin bütün dallarından, tabiî ve sosyal bilimlere kadar kendi
dönemindeki hemen her konuda önemli incelemeler yapmış ve özellikle tarih,
ekonomi ve sosyoloji alanında kendine özgü düşünceleriyle gelecek nesiller üzerinde
büyük bir etki bırakmıştır. Birçok tarihî araştırmalar yaparak toplumların yaşayışını
incelemiş olan İbn Haldûn, tarih ilmini empirik temeller üzerine kurmayı başarmış
bir filozoftur. İlim ve öğrenimi, tarihi ve toplumsal varlık alanının bir parçası ve
toplumun doğal bir olayı olarak gören İbn Haldûn’un eğitim felsefesi tarih ve toplum
görüşleriyle yakından ilişkili olmuştur.
Biz İbn Haldûn’un özellikle Mukaddime’nin altıncı bölümünde ele aldığı
eğitim konusundaki görüşlerine dayanarak yaptığımız bu çalışmamızda onun
görüşlerini gerek bugünkü eğitim anlayışı açısından gerekse diğer İslâm
filozoflarının eğitim görüşleriyle karşılaştırılması bakımından incelemeye ve
değerlendirmeye çalıştık.
Dört ana bölümden oluşan bu araştırmanın birinci bölümünde, İbn Haldûn’un
kendisini tanımak ve bu sayede düşüncelerini daha iyi anlamak amacıyla hayatı ve
eserleri hakkında genel bilgilere yer verilmiştir.
İkinci bölümde öğrenmenin ortaya çıkışı açısından İbn Haldûn’a göre akıl ve
bilginin oluşumu değerlendirilerek insanların, meleklerin ve peygamberlerin bilgileri
çeşitli İslâm filozofları ile karşılaştırma yapılarak ortaya konulmaya çalışılmıştır.
Üçüncü bölümde ise İbn Haldûn’un eğitim-öğretim ile ilgili görüşleri
özellikle eğitim, toplum ve ekonomi ilişkisi çerçevesinde incelenerek, ona göre
meslek eğitimi ve gelişimine etki eden faktörlere de değinilmiştir.
Dördüncü bölüm olan son bölümde ise İbn Haldûn’un öğretim metotları ile
ilgili görüşlerine yer verilerek ayrıca şiir sanatı ve dil öğrenme metodu incelenmeye
çalışılmıştır.
Beni bu konuyla ilgili çalışmaya teşvik eden ve bu çalışmamın ortaya
çıkmasında değerli görüşleriyle bana rehberlik eden, zamanını ayıran kıymetli
hocam; Prof. Dr. Kemal SÖZEN’e, çalışmamı okuyarak eleştiri ve önerileriyle
katkıda bulunan değerli hocalarıma, her konuda yardımlarını esirgemeyen Araş.Gör.
Bilgehan Bengü TORTUK’a ve son olarak büyük bir özveriyle bana sakin bir
çalışma ortamı sağlayan aileme teşekkürlerimi bir borç bilirim.
KISALTMALAR
a.g.e : Adı geçen eser
a.g.m : Adı geçen makale
A.Ü. : Ankara Üniversitesi
Bkz. : bakınız
b. : bin, ibn
C. : Cilt
DİA : Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi
İFAV : Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
MEB : Milli Eğitim Bakanlığı
ö. : ölümü
s. : Sayfa
S. : Sayı
SDÜ : Süleyman Demirel Üniversitesi
TDV : Türkiye Diyanet Vakfı
trc. : tercüme, tercüme eden
vb. : ve bu gibi
Yay. : yayını, yayınları
BİRİNCİ BÖLÜM
İBN HALDÛN’UN HAYATI VE ESERLERİ
1. Hayatı
XIV. yüzyılın büyük İslâm filozofu, kıraat ve fıkıh âlimi, devlet adamı, tarih
felsefesinin kurucusu ve sosyolog olarak tanınan İbn Haldûn, 1332 yılında Tunus’ta
doğmuştur. 1
Asıl adı Abdurrahman b. Muhammed b. Ebu Bekr Muhammed b. Hasan olan
İbn Haldûn’un künyesi büyük oğluna nisbetle Ebu Zeyd olup, ona Mısır’da Malikî
baş kadılığına yükseldiği için Veliyüddin lâkabı verilmiştir. İbn Haldûn, ailesinin
Yemen’in Hadramut şehrinden olması nedeniyle Hadramî, kendisi Tunus’ta doğduğu
için Tunusî, diğer mezheplere mensup olan baş kadılardan ayırt edilmesi için Mâlikî,
hayatının uzun yıllarını Mağrip’te geçirmesi nedeniyle Mağribî gibi isim ve
unvanlarla da anılmıştır.2 Ayrıca atalarından Halid b. Osman’ın Halid ismine Yemen
halkının âdeti gereği “vav” ve “nun” eklenerek ismi Haldûn şekline dönüşmüştür ve
Haldûn ismi de buradan gelir.3
İbn Haldûn’un soyu, sahabeden Vail b. Hacer’e kadar uzanan tanınmış, köklü
bir aileden gelmektedir. Vail b. Hacer, Hz. Muhammed’i ziyaret ederek onun hayır
duasını almış ve ondan yetmiş hadis rivayet etmiş olan bir sahabidir.4 İbn Haldûn’un
ailesi, VIII. yüzyıl sonlarında Hadramut’tan İspanya’ya göç etmiş, XII. yüzyılda ise
İspanya’nın Kastil Kralı III. Ferdinand tarafından alınması üzerine Tunus’a göç etmiş
olan aslen Yemenli bir ailedir.5
İbn Haldûn çocukluğundan olgunluk yaşına ulaşıncaya kadar babasının
gözetiminde yetişmiş, ilk bilgilerini de ondan almış ve öğrenimine Kurân’ı
ezberleyerek başlamıştır. Ancak onun eğitim hayatı her ne kadar babasından aldığı
1 Hilmi Ziya Ülken, İslâm Felsefesi, Selçuk Yay., Ankara 1957, s. 228.
2 Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, İbn Haldûn ve Felsefesi, İş Yay., İstanbul 1939, s. 4.
3 Abdurrahman İbn Haldûn, Mukaddimetü İbn Haldûn, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1993, (Bu
esere bundan sonraki dipnotlarda Mukaddime şeklinde atıfta bulunulacaktır ve Mukaddime
tercümesinin cilt ve sayfa numaraları parantez içinde verilecektir.); Türkçe çeviri: İbn Haldûn,
Mukaddime, C. I, (trc. Süleyman Uludağ), Dergah Yay., İstanbul 2004, s. 16.
4 Süleyman Uludağ, İbn Haldûn, Hayatı, Eserleri, Fikirleri, TDV Yay., Ankara 1993, s. 1.
5 Orhan Hülagu, Farabî ve İbn Haldûn’da Devlet Felsefesi, Kırkambar Yay., 1999, s. 59.
derslerle başlamışsa da asıl fikrî eğitimi Sultan Ebu İnan’ın Fas ve Tlemsen’den
getirttiği âlimlerle devam etmiştir. Merini sarayında kalışı ve Gırnata’da geçirdiği iki
yıl onun dinî, edebî, tarihî ve felsefî ilimlerde sağlam bir fikrî temel oluşturmasında
önemli bir dönem olarak görülmektedir.6
İbn Haldûn’un babası Muhammed Vâbili, siyasete girmeyip kendini İslâmî
ilimlere ve edebiyata adamış değerli bir bilim adamıdır. O, oğlu İbn Haldûn’un,
yaşadığı dönemdeki Tunus’un cami ve okullarında ders veren en iyi âlimlerden ders
almasına özen göstermiştir.7 İlme düşkün ve bu konuda bilgisini arttırmaya hevesli
olan İbn Haldûn, öğrenim çağına geldiğinde âlimler meclisine girerek o dönemin
ilim ve kültür merkezi olan Tunus’ta fıkıh, hadis, kelâm, akâid, tefsir, felsefe, mantık
ve matematik gibi ilimlerde birçok yetkin hocadan ders almıştır. Kendi döneminin
ölçüleri içinde özenli bir eğitim alan İbn Haldûn, gençliğinde gidip yaşadığı başka
yerlerde öğrenimini sürdürmüştür. On yedi yaşında iken halkı kırıp geçiren veba
hastalığı yüzünden anne ve babası ile bazı hocalarını kaybeden İbn Haldûn, yirmili
yaşlarında ilimde şöhret ve fazilet sahibi olması sebebiyle, Tunus Sultanı Ebû İshak’ı
vesayeti altına alan vezir İbn Tafragîn tarafından alâmet katipliği (mühürdarlık)
görevine atanmıştır. Alâmet katibinin görevi, besmele ile ondan sonra gelen resmî
yazı arasına Allah’a hamd olsun, Allah’a şükür ifadesini yazmaktır.8
İbn Haldûn’un yaşadığı dönemde, Kuzey Afrika’da bulunan İslâm ülkeleri
arasında siyasî ve fikrî mücadeleler olmaktaydı. Nitekim böyle bir mücadelenin
sonunda ortaya çıkan savaşta Tunus Sultanı Ebû İshak yenilgiye uğrayıp öldürülünce,
düşünürümüz görevini bırakmak zorunda kalmış ve Tunus’dan ayrılarak bir daha bu
şehre dönmemiştir.9 Daha sonra, Tunus’ta İbn Haldûn’la görüşen onun zekâsı ve
yeteneğine hayran kalan bazı kimselerin tavsiyesiyle Sultan Ebû İnan onu Fas’a
davet etmiş, daveti kabul eden İbn Haldûn da 1354’de bu şehre giderek buradaki
kütüphanelerde çalışmalar yapmıştır. Fas’ta sekiz yıl kalan İbn Haldûn, burada çeşitli
6 Nasr, Seyyid Hüseyin-Leaman, Oliver, İslâm Felsefe Tarihi, C. I, (trc. Şamil Öçal-Hasan Tuncay
Başoğlu), Açılım Kitap Yay, İstanbul 2007, s. 413-414.
7 İbn Haldûn, Mukaddime, C. I, (trc. Halil Kendir ), Yeni Şafak Kültür Armağanı, İstanbul 2004, s.14.
8 Süleyman Uludağ, “İbn Haldûn”, DİA, C. XIX, İstanbul 1999, s. 538-539; Satî el Husrî, İbn
Haldûn Üzerine Araştırmalar,(trc. Süleyman Uludağ), Dergah Yayınları, İstanbul 2001, s. 74.
9 Manaz, Ülker Nihal-Manaz, Abdullah, “İbn Haldûn Kimdir”,
http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=2626, 16.03.2008.
risale ve şiirler yazarak yoğun fikrî çalışmalarıyla bilgi ve deneyimini arttırma
imkânı bulmuştur. Ancak bir süre sonra burada da siyasî kargaşalar başlayınca bir
şekilde sultanla arası açılan İbn Haldûn, suçsuz olmasına rağmen iki yıl hapse
mahkûm edilmiştir. Daha sonra Sultanın öldürülmesi üzerine serbest kalan düşünür,
Fas’ın idaresini eline geçiren Ebû Salim zamanında sır kâtipliği ve hâkimlik gibi
önemli görevlerde bulunmuştur. Öldürülen Sultanın yerine geçen vezir Ömer b.
Abdullah ile aralarında soğukluk ortaya çıkınca bu ülkeden ayrılarak Gırnata Sultanı
Ebû Abdullah b. Ahmer’in hizmetine girmiştir. Sultan, İbn Haldûn’u ülkesinde
büyük bir ilgiyle karşılayarak onun ilminden büyük ölçüde istifade etmiştir. Hizmeti
sırasında İbn Haldûn, atalarının yaşadığı yer olan Sevil’in Hristiyan hükümdarı
Zalim Pedro’ya elçi olarak görevlendirilmiştir. Kralın, görüşlerine hayran kalarak
ülkesinde kalmasını teklif ettiği düşünürümüz, bu daveti nazikçe reddederek Fas’a
geri dönmüş ve aldığı hediyeleri Sultan’a takdim etmiştir.10
Kendisini Gırnata’da daha rahat hisseden İbn Haldûn, burada ikâmet ettiği
sıralarda vezirlik görevinde bulunan Lisannüddin İbn Hatip ile dostluk kurmuştur.
Ancak kısa bir süre sonra (yaklaşık üç yıl) yerleşmeyi düşündüğü bu şehri terk etme
kararı almış buradan ayrılarak eski dostu Becaye Sultanı Ebû Abdullah'ın davetiyle
Bicaye’ye gitmeye karar vermiştir. 11 İbn Haldûn’un bu kararı almasına etki eden
sebepler konusunda farklı kaynaklarda çok farklı bilgilerin olduğu görülmüştür. Bir
görüşe göre, İbn Hatip daha sonraları dinsizlik ithamı ile cahil halk tarafından taşa
tutularak (Bazı kaynaklarda İbn Hatip’in hapishanede boğularak öldürüldüğü bilgisi
de geçmektedir.) öldürülünce İbn Haldûn, Becaye’ye gitmek zorunda kalmıştır.
Diğer bir görüşe göre, kendisinin sultanla olan ilişkilerini kıskanan İbn Hatip’in bu
davranışını fark eden İbn Haldûn, onunla aralarındaki dostluğa zarar vermemek için
bu kararı almıştır.
İbn Haldûn Becaye’de vezirlik görevi üstlenmiş, bunun yanı sıra bazı
öğrencilere de ders vermeye devam etmiştir. Fakat bu şehirde yalnızca bir yıl
kalabilmiş ve 1366’da burayı da terk ederek Tlemsan Sultanı Ebû Hammu’nun
10 İbn Haldûn, Mukaddime C. I, (trc. Zakir Kadiri Ugan) MEB Yay., İstanbul 1970, önsöz, s. II,
(Bundan sonraki dipnotlarda Mukaddime çevirisinden alıntı yapıldığında yalnızca yazarın soyadı,
cilt ve sayfa numarası gösterilecektir.)
11 Küken Gülnihal, Ortaçağ’da Eğitim Felsefesi, Alfa Yayınları, İstanbul 2001, s. 613; Satî el Husrî,
a.g.e., (trc. S. Uludağ), s. 79.
hizmetine girmiştir. Tlemsan’da Ebû Hammu, onu kabileler arasında çıkan
anlaşmazlığı yatıştırmakla görevlendirmiş, ancak bu görevi istemeyerek kabul etmek
zorunda kalan düşünür, daha sonra fikrini değiştirerek söz konusu görevi
yapamayacağını Sultan’a bildirmiştir. İbn Haldûn, steplerde ve dağlarda yaşayan
Arap ve Berberi aşiret reislerinin, hizmet ettiği hükümdarlara siyasal olarak
bağlanmalarında önemli rol oynamıştır. Aşiret reisleriyle ilişkilerinde kazandığı
itibar, hükümdarın gözünden düştüğü zamanlarda bile ona faydalı olmuştur. Bu
gözden düşme durumu, İbn Haldûn’un hayatında pek çok kez tekrarlanmıştır. Bir
defasında bir aşiret reisinin koruması altında Beni Tucin kasabasındaki Benî Selâme
kalesine yerleşerek dört yıl gibi bir süre siyasetten uzak kalarak sakin bir hayat
yaşamış, burada ilim ve ibadetle meşgul olmuştur.12 Bu kaleye yerleştiğinde kırk iki
yaşında olan İbn Haldûn, o güne kadar edindiği siyasî, fikrî ve ilmî tecrübesiyle elİber’i
ve Mukaddime ile Berberilerin tarihini yazmaya başlamıştır. Dört yıl sonra,
bugün dünyaca ünlü bir eser olan Mukaddime’yi tamamlayan düşünür, eserinin
yazım işi ilerleyince başka kaynaklara da başvurmak zorunda olduğunu anlayarak
kaleden ayrılmış ve nihayet 1378 senesinde 26 yıl önce, henüz yirmili
yaşlarındayken ayrıldığı Tunus’a giderek eserini Tunus Sultanı Ebû Abbas’a takdim
etmiştir. Ancak kendi yurdunda dahi özlemini çektiği rahatı bulamayan İbn Haldûn,
hacca gitmek bahanesiyle dört yıl kaldığı Tunus’tan 1382’de ayrılmış, fakat yolda
fikir değiştirerek Mısır’a gitmiştir.13 Düşünürümüz, 1388 yılında hacca gitmesi ve
1400’lü yıllarda Timur’a karşı Melik en-Nâsır ile birlikte sefer yapması hariç
hayatının geri kalan yıllarını bu şehirde geçirmiştir.14
İbn Haldûn, Mısır’da Sultan Berkuk’un teklifi ve öğrencilerinde ricasıyla
Ezher Camisi ve Kamhiye Medresesi’nde dersler vermeye başlamıştır. Dil ve
edebiyata çok iyi hâkim olan İbn Haldûn’un kısa zamanda şöhreti yayılmış ve Sultan
tarafından Malikî Başkadılığına getirilerek Veliyüddin unvanını kazanmıştır.
Mısır’da sıcak bir ilgiyle karşılaşan düşünür, burada kalmaya karar vererek ailesini
de yanına getirtmek istemiştir. Ancak ailesi Tunus’tan deniz yolculuğu ile Kahire’ye
gelirken gemi kasırgaya yakalanarak batmış ve ailenin diğer bütün bireyleri
12 Hourani, Albert, Arap Halkları Tarihi, (trc. Yavuz Alogan, Yayına Hazırlayan. Tanıl Bora),
İletişim Yay., İstanbul 2001, s. 20.
13 Fındıkoğlu Ziyaeddin Fahri, a.g.e., s. 8-10.
14 Taylan Necip, Ana Hatlarıyla İslâm Felsefesi, Ensar Neşriyat, İstanbul 2000, s. 292.
boğularak can vermiştir. Bu olaydan büyük üzüntü duyan İbn Haldûn, kadılığı
bırakmaya karar vermiştir. Bu kararı almasında bazı siyasî çekişmeler de etkili
olmuştur. Özellikle onun kazaî meseleleri kavrama ve hüküm verme tarzı Mısırlılar
tarafından tenkit konusu edilerek eleştirilmiştir. Kadılık görevi sırasında çıkarları
zedelenen ve bu yüzden kendisini çekemeyen birtakım kimselerin şikâyetleri
sebebiyle pek çok defa bu görevden azledilmiştir. İbn Haldûn, 1387 yılında aktif
siyasî yaşantısını bırakarak tüm vaktini ilme ve ibadete vermiş ve daha önce niyet
edip gerçekleştiremediği hac görevini yerine getirmiştir.15
İbn Haldûn, hac görevini tamamladıktan sonra tekrar Mısır’a geri dönmüş ve
öğrencilere ders vermeye devam etmiştir. 1309 yılında Sultan tarafından ikinci kez
Malikî Başkadılığına getirilmiştir. 1400 yılında ise Timur’un Şam’ı istila ettiği
haberini alan Sultanın Suriye’ye yaptığı bir sefere de katılmıştır. Yapılan ilk savaşta
Timur’un ordusu galip gelince Sultan, Mısır’daki devlet işlerindeki birtakım
aksamalardan endişe duyarak devletin başında olmak amacıyla Mısır’a dönmek
zorunda kalmıştır. Bu sırada Timur’la şehrin teslim şartlarını gizlice görüşerek Şam
halkının katledilmemesi ve şehrin tahrip edilmekten kurtarılması hususunda önemli
bir görevi yerine getirmiştir.16
İbn Haldûn, 1401-1406 yılları arasında dört kez daha kadılık görevine
getirildiği Mısır’da 24 yıl boyunca kalmıştır. Nihayet 1406 yılında Kahire’de vefat
etmiş ve Nasr Kapısı dışında Sufiyye Kabristanı’na defnedilmiştir. 17
İbn Haldûn’un yaşamını, iki bölüme ayırarak incelemek mümkündür. Birinci
bölüm onun kırk iki yaşında Benî Selâme kalesine yerleşene kadar Müslüman
Batı’da siyasi ve idari karışıklıklar içinde geçirdiği dönemdir. İkinci bölüm ise onun
Mısır’da yaşadığı dönemdir ki bu dönemde de o, siyasi entrikalardan uzak bir şekilde
kendini yalnızca ilme ve düşünceye adamıştır. İlk dönemde onu etkileyen iki önemli
olay olmuştur: Bunlardan biri, hocalarının çoğunun ve kendi ebeveynlerinin ölümüne
15 Wikipedia Katılımcıları, “İbn Haldun”, Wikipedia, Özgür Ansiklopedi,
http://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0bn-i_Haldûn tr.,16.03.2008.
16 İbn Haldûn, Mukaddime, (trc. S. Uludağ), C. I, s. 47.
17 Kalem Güzeli, “İbn Haldûn”, http://www.kalemguzeli.net/ibn-i-Haldûn.html., 17.03.2008.
neden olan veba hastalığı, diğeri ise arkadaşı İbn Hatib’in suikaste uğramasıdır.18 İbn
Haldûn’un yetmiş dört yıllık ömrü, bazen bir sultanın kâtipliğinde bazen önemli
elçiliklerde bazen mahkeme veya hapiste bazen de ders kürsülerinde geçmiştir.19 Bu
görevleri esnasında o, seyahatleri sırasında ve hapse girdiği zamanlarda bile çevresini
gözlemleyerek çalışmalarına devam etmiş bilgi ve tecrübesini arttırmıştır. İnsanlar ve
özellikle toplumlar, devletler ve siyasetleri hakkında bilgi toplamıştır. İbn Haldûn,
kendi zamanı için yeni sayılacak bir bilginin tarih felsefesinin ve belki de bu bilgi ile
sosyolojinin kurucusu sayılabilir.20 Ancak onun fikirleri yaşadığı dönemde pek ilgi
görmemiştir. Çünkü onun zamanı, İslâm dünyasının en hareketli dönemleridir. O
dönemde Mısır’da Memlükler, Doğuda Timur’un hâkimiyeti ve Altınordu Devleti,
Kuzey Afrika’da Meriniler, İspanya ve Fas’ta Beni Ahmer Devleti bulunmaktaydı.
Bizans İmparatorluğu hâkimiyetini sürdürürken, Büyük Selçuklu Devleti dağılmış ve
Anadolu Selçuklu Devleti varlığını devam ettirmekteydi. Moğol ve Haçlı istilâları
bitmiş ama bıraktığı tahribat devam etmekteydi. Osmanlı İmparatorluğu ise henüz bir
beylik olarak yeni kurulmuştu. İbn Haldûn’un tarih ve siyasete dair fikirleri, ancak
Osmanlı’nın gerileme dönemindeki aydınları üzerinde etkili olabilmiştir. 21
İbn Haldûn’un eserlerini inceleyerek üzerinde araştırmalar yapan ilk millet
Türkler olmuştur. İbn Haldûn, Anadolu’da Kâtip Çelebi (ö.1657) tarafından
tanıtılmış, Nâimâ (ö.1716), Pîrizâde Mehmed (ö.1749) ve Ahmet Cevdet Paşa
(ö.1895) gibi Osmanlı tarihçilerinde İbn Haldûn’un önemli tesirleri görülmüştür.
Batı’da ise İbn Haldûn’un vefatından tam üç yüz yıl sonra Mukaddime adlı eseri ilgi
çekmeye başlamış ve hakkında araştırmalar yapılmıştır. XIX. yy. başında Sylvestre
de Sacy, Mukaddime’den bir bölüm tercüme ederek, Batı âlemine İbn Haldûn’u
tanıtmıştır.22 Osmanlı ilim adamlarının XVI. yüzyılda ilgi göstermeye başladıkları
İbn Haldûn’a Batı, ilgisini XIX. yüzyıldan itibaren yavaş yavaş belli etmeye başlamış
yani bu ilgi Osmanlıya göre çok geç başlamıştır. Buna rağmen İbn Haldûn’u tanıma
18 Albayrak, Ahmet, “Bir Medeniyet Kuramcısı Olarak İbn Haldûn”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, S. 9, C. 9, Bursa 2000, s. 1; Nasr, Seyyid Hüseyin-Leaman, Oliver, a.g.e., C. I,
s. 413.
19 Çubukçu, İbrahim Agah, İslâm Düşünürleri, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara 1983.
20 Küken Gülnihal, a.g.e., s. 613.
21 Yakıt, İsmail, “İbn Haldûn’a Göre Devletlerin Ömrü ve Osmanlı İmparatorluğu”, SDÜ İlahiyat
Fakültesi Dergisi, S. 8, Isparta 2002, s. 1.
22 Genel başvuru ve Bilgi Sitesi, Türkçe Bilgi, “İbn Haldûn”,
http://ansiklopedi.turkcebilgi.com/%DDbn_Haldûn., 24.03.2008.
XVII. yüzyılda Fransız oryantalist Barthelemy’nin bir eseriyle gerçekleşmiştir. XIX.
ve XX. yüzyılda ise Becker ve Barnes gibi bilginler onun Batı’da daha çok
tanınmasını sağlamışlardır.23
2. Eserleri
Kaynaklara göre İbn Haldûn’un manzume, risale, İbn Rüşd (ö.1198) ve
Fahreddin Razi’nin (ö.1210) eserlerine yazdığı özetlerin yanında matematik ve
mantığa dair eserleri bulunmaktadır. Dokuz kitap ve çeşitli risalelerden oluşan
eserlerinden başlıcaları şunlardır:
1. Kitâbu’l-İber: Bir tarih kitabı niteliğinde olan ve İbn Haldûn’un ismini
ölümsüzleştiren bu görkemli eser, 7 ciltten ibarettir ve 3 bölüme ayrılmıştır:
Birinci bölüm: Önsöz ve girişten oluşan bu bölüm zamanla Mukaddime adını
almıştır ve aynı zamanda eserin 1. cildidir.
İkinci bölüm: Eserin 2. 3. 4. ve 5. ciltlerini içeren bu bölümde Arap tarihi
yanında Suriye, Fars, Yahudi, Eski Mısırlı, Yemen, Roma, Türk, Franklılar gibi
milletlerin tarihi anlatılmaktadır. Ayrıca Emevî ve Abbasî gibi Müslüman
hanedanlıkların tarihine de yer verilmektedir.
Üçüncü bölüm: 6. ve 7. ciltlerden oluşan bu bölümde ise Berberilerin ve
Kuzey Afrika’daki Müslüman hanedanların tarihi anlatılmaktadır. 24
2. Mukaddime: İbn Haldûn, önsözde kitabı kısaca tanıtır ve tarih ilminin
öneminden bahseder. Girişte, tarih ilminin yazımında izlenen usüllerin araştırılması,
tarihçilerin düştükleri hatalar ve bunların sebepleri gibi konulara değinir. Birinci
kitabı oluşturan ve çeşitli yönleriyle insan cemiyetlerinin tarif ve açıklamasıyla
başlayan Mukaddime 6 ana bölümden meydana gelir:
1. Bölüm: İklimlerin yeryüzündeki uygarlıklar üzerindeki etkileri, havanın
insanların yaşam biçimlerine etkisi, yetersiz ya da aşırı beslenmenin insanların beden
ve huyları üzerindeki etkileri gibi konuları içerir.
23 Okumuş, Ejder, Osmanlı’nın Gözüyle İbn Haldûn, İz Yay., İstanbul 2008, s. 17.
24 Kalem Güzeli, “İbn Haldûn”, http://www.kalemguzeli.net/ibn-i-Haldûn.html, 17.03.2008.
2. Bölüm: Göçebe ve şehirli kültürlerinin karşılaştırılması, zıtlıklardan ortaya
çıkan çatışmaların sosyolojik ve tarihi sebepleri ve sonuçları gibi konuları kapsar.
3. Bölüm: Saltanat, hilafet, krallık ve bunların şartları, korunması, devletin
doğuşu ve çöküşü, sultanların asalet sıralaması ve idarenin temelleri gibi konular
incelenir.
4. Bölüm: Köy ve kasabalardaki hayata dair müşâhadeler, kale, cami ve
tapınaklarla evlerin yapılması, bunların İslâm devletiyle olan ilgisi gibi konular
işlenir.
5. Bölüm: Geçim araçları, sanat, ticaret, iş hayatı, ziraat, tarım, inşaat ve o
dönemdeki ana meslekler gibi konular incelenir.
6. Bölüm: Çeşitli bilimler, bunların sınıflandırılması, öğretim yöntemleri, aklî
ve naklî bilimlerin koşulları gibi konular incelenir.25
İbn Haldûn’a asıl şöhretini kazandıran ve adını ebedileştiren Mukaddime,
farklı konuları ihtiva eden hazine değerinde bir eserdir. Batılılar üzerinde oldukça
etkili olan ve orta çağın en önemli eseri sayılan bu kitap, Fransızca, İngilizce,
Almanca ve Türkçe gibi çeşitli dillere de çevrilmiştir.
Mukaddime’nin ilk iki bölümü ilk kez Şeyhülislam Pîrizâde tarafından
Osmanlı Türkçesi’ne 1730 yılında tercüme edilmiştir. Tercümenin üçüncü kısmı ise
Cevdet Paşa tarafından 1860 yılında tamamlanmıştır. Mukaddime’nin Türkçe
tercümeleri ise 1954 tarihinde Zakir Kadiri Ugan tarafından 3 cilt, 1977’de Turan
Dursun tarafından 2 cilt, 1982 tarihinde Süleyman Uludağ tarafından 2 cilt halinde
yapılmıştır.26
3. Şifâu’s-Sâil li-Tehzîbi’l-Mesâil: Tasavvufa dair olan bu eseri, İbn
Haldûn’un Mukaddime’den önce 1372-74 yılları arasında yazdığı kabul edilir. Eser,
Muhammed Tavit et- Tanci tarafından 1358’de yayınlanmış, Süleyman Uludağ
tarafından da 1977’de Türkçe’ye çevrilmiştir.
4. Et-Tâ’rif: İbn Haldûn, bu eserini Mısır’da yazmış ve eserinde ölümünden
bir yıl öncesine kadar olan hayatını, yaptığı seyahatleri ve kişisel anılarını anlatmıştır.
25 İzmirli, İsmail Hakkı, İslâmda Felsefe Akımları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1995. s. 360.
26 Uludağ, Süleyman, İbn Haldûn, Hayatı, Eserleri, Fikirleri, s. 27-28.
İbn Haldûn, bir günlük niteliği taşıyan otobiyografisini daha sonra el-İber adlı
eserinin yedinci cildine eklemiştir.
5. Lubâb’ul-Muhassal fî Usûli’d-Dîn: Eser, Fahrettin Râzi’nin kelam ile
ilgili el-Muhassal isimli kitabının özetlenmiş bir şekli olup dört bölümden oluşur. İbn
Haldûn’un 19 yaşında yazmış olduğu bu ilk eseri İspanyolca’ya da çevrilmiş ve
günümüze kadar gelmiştir.
Bu eserlerinin dışında ona ait olduğu bilinen 6 eser daha bulunmaktadır:
1. Kaside-i Bürde şerhi
2. İbn Rüşd felsefesi hakkında bir risale
3. Mantığa dair bir risale
4. Hesap hakkında bir risale
5. Merakeş sultanına yazılan bir risale
6. Şiire dair bir risale27
Eserlerinde, özellikle Mukaddime’de yaşamında edindiği tecrübelerin etkisi
görülen İbn Haldûn, bu eserinde yalnızca tarihçi kişiliğini ortaya koymamış aynı
zamanda İslâm dünyasındaki ilim ve sanatları inceleyerek eğitimle ilgili de oldukça
özgün görüşler öne sürmüştür. Bu görüşler onun eğitimci kişiliğini yansıtmasının
yanında günümüz eğitim anlayışına da katkı sağlayacak önemli bilgiler içerir.
27 Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, a.g.e., s. 22.
İKİNCİ BÖLÜM
İBN HALDÛN’A GÖRE AKIL ve BİLGİNİN OLUŞUMU
İbn Haldûn’un eğitimle ilgili görüşlerinin daha doğru değerlendirilmesi
açısından onun önce bilgi edinme ve öğrenme sürecindeki görüş ve düşüncelerini
incelemek yerinde olacaktır. Hemen belirtelim ki İbn Haldûn, Meşşaî gelenek içinde
yerleşip geliştirilen bir öğrenme şeması kullanmıştır.
Eğitim sürecinin temelinde bilgi, bilgilenme ve öğrenme süreci vardır.
Eğitim, temel besinini bilgiden alır. Ancak daha sonra onu aşan yapılandırıcı,
biçimlendirici ve davranış değiştirici bir etkinlik gücüne ulaşır. Bilginin kaynağı,
bilginin değeri, bilgi edinme sürecinde özne ve nesne arasındaki bağ ile ilgili
temellendirmeler, eğitimin bir bilgi olarak çeşitli biçimlerde temelleştirilişine de
yansımakta ve giderek eğitim sistemlerine program ve yöntem anlayışlarına etki
etmektedir.28
1. Fiille İlgili Olaylar Âleminin Ancak Düşünce İle Tamamlanması
Varlıklar âleminin iki varlık türünden oluştuğunu belirten İbn Haldûn’a göre
bu varlıklardan birincisi unsurlar, eserleri ve bunlardan oluşan üç sınıf varlık maden,
bitki, hayvan gibi saf zatlar, diğeri de bu zatların meydana getirdiği fiillerdir. Bu
fiiller, Tanrı’nın o canlılara vermiş olduğu güçle oluşur. Bu fiillerden bazıları,
insanın yaptığı fiiller gibi düzenli, bazıları da hayvanların fiilleri gibi düzensizdir.
Hayvanların algılaması ve kavrayışı yalnızca duyularla olduğu için onların fiillerinde
düzen yoktur. İnsan ise aklı sayesinde olaylardaki sebepler zincirini düzenli bir
şekilde kavrayabilir. Bu da insanın fiillerinin düzenli olmasını sağlar. İnsanda akıl,
ilk önce olaylar arasındaki düzeni kavrar, daha sonra bir şey gerçekleştirmek
istediğinde önce onun sebebini düşünür. Çünkü sebep (illet) önce, eser (malul) sonra
gelir. Bazen sebep ya da o şeyin gerçekleşmesi için gereken şart, birden fazla olabilir
bu sefer akıl bu sebepleri teker teker kavrayarak en üst sebebe ulaşır. Olayı meydana
getirmeye ise ulaştığı en son sebepten başlar. Örneğin; insan bir bina yapmak istese,
düşüncesi ilk önce duvarlara, sonra çatıya en son temele yönelir. Daha sonra insan
binayı yapmaya giriştiğinde işe en son düşündüğü şey olan temelden başlar. Bu
28 Topses, Gürsen, Eğitim Felsefesi Temel Sorunları, Dayanışma Yayınları, Ankara 1982, s. 151.
yüzden “son düşünülen şey ilk yapılan iş, son yapılan iş ilk düşünülen şeydir”
denilmektedir. 29 İbn Haldûn burada, eylem ile düşünce arasındaki güçlü bir ilişkiden
bahsetmektedir.
İbn Haldûn’a göre Tanrı, aklının düzenli işleyişi sayesinde düzenli fiiller
meydana getiren insanı, âlemdeki diğer varlıklardan üstün kılmıştır. Kabiliyetlerini
içinde yaşadığı toplumsal şartlar çerçevesinde kazanan insan, melekler ve hayvanlar
âleminin ortasında bir yerdedir ve onlarla ortak bazı özelliklere sahiptir. İnsanı bu iki
âlemden ayıran en önemli özellik onda irade, kasıt ve fikir gücünün olmasıdır.
Hayvanlar âleminden fikir gücüyle, melekler âleminden de irade ve kasıt kuvvetiyle
ayrılan insanda bu kuvvetler, ona hislerin oluşturduğu geçici izlenimlerin sınırları
ötesine geçerek kalıcı olanı tesbit etme imkânı sağlar. 30 Fikir gücüyle üstün fakat
fizikî güç bakımından zayıf olan insanın, diğer canlılarda mevcut olmayan başka bir
özelliği ise eldir. Düşünce kabiliyeti ile birleşen el sayesinde insan, kendini en güçlü
vahşi hayvanlardan dahi koruyabilir ve diğer canlılara üstün gelebilir. İbn Haldûn’a
göre insanın düşünme kabiliyeti ve elinin olması aynı zamanda ilimlerin ve sanatların
ortaya çıkmasını sağlamıştır.31
İnsanı diğer canlılardan farklı kılan ve bazı insanları sebepler zincirini
düşünmede üst basamaklara kadar çıkarabilen akıl, İbn Haldûn’a göre bu sayede
insanı, insanlığın daha üst seviyesine ulaştıran bir yetenektir. Ancak İbn Haldun,
insanı diğer varlıklar arasında ayrıcalıklı kılan aklın sınırları olduğunu belirtmek
amacıyla aklı bir teraziye benzetir. Ona göre akıl, altın tartmak amacıyla yapılan
fakat bazen suistimâl edilerek dağları tartmada kullanılan teraziye benzemektedir.
Aslında akıl doğru bir terazidir hükümleri de yakînîdir ve asla hatalı değildir. Ancak
bu terazi Tanrı’nın birliği, ahiret, nübüvvet gerçeği, ilahî sıfatların mahiyetleri gibi
kendi seviyesinin üstünde kalan problemleri tartmada kullanılmamalıdır. Çünkü bu,
muhal olanı istemek demektir. 32 Ayrıca İbn Haldun, aklın kullanımı konusunda
insanlar arasında da fark olduğunu belirtir. Tıpkı satranç oyununda bazılarının iki üç
29 İbn Haldun, Mukaddime, s. 370; (trc. S. Uludağ), C. II, s. 767; İbn Haldûn, Mukaddime, (trc. H.
Kendir), C. II, s. 649.
30 Görgün, Tahsin, “İbn Haldûn”, DİA, C. XIX, s. 546.
31 Kozak, İbrahim Erol, , İnsan Toplum İktisat, İbn Haldun’dan Yola Çıkılarak Çok Yönlü Bir Tahlil
Denemesi, Değişim Yayınları, Adapazarı 1999, s. 96.
32 Nasr, Seyyid Hüseyin-Leaman, Oliver, a.g.e., C. I, s. 421.
hamleyi önceden düşünüp daha iyi olabilmeleri gibi bazı insanlar da düşüncelerinin
daha düzenli işlemesi sayesinde insanlığın daha üst seviyesine çıkabilirler.33
2. İnsan Düşüncesi
Bilgi ve düşünme, eğitimin özünü oluşturan iki kavramdır. Eğitimde, insan
davranışlarının değiştirilmesinde bilgi çok önemli bir rol oynar. Düşünme ise dil
aracılığı ile ortaya çıkan, geniş anlamda psikolojik bir süreç ya da etkinliktir. İbn
Haldûn da, bir an bile olsa insanın düşünmeden duramayacağını belirterek düşünme
yeteneğini ilim ve sanatların kaynağı olarak görmüştür.
İbn Haldûn’a göre Tanrı, insanı biri cismanî diğeri ise ruhanî olan iki ayrı
varlık türünden yaratmıştır. İnsanın ruhanî parçası nefs adıyla anılır. Nefs aynı anda
idrakin, fikrin ve fiilin kaynağıdır. İnsan, birtakım idrak vasıtalarıyla eşyayı tanır.
İdrak, kişinin kendi dışındaki şeylere karşı zihninde oluşan şuurdur. Bu özellik,
hayvanlar ve insanlarda bulunabilen bir özelliktir. Hayvanlar ve insanlar işitme,
görme, koklama ve tatma gibi duyularla eşyayı tanırlar. Bu dış idraktir. Fakat
insanda bunun yanında beş duyu ile tanıyamadığı şeyleri, akıl (fikir, düşünce) ile
tanıma gücü vardır ki, bu da iç idraktir. İç idrakin müşterek his, muhayyile, vahime,
hafıza ve mütefekkire gibi kuvvetleri vardır. Müşterek his, dış duyuları içerir ve
algılanan şeyleri olduğu gibi idrak eder. Muhayyile, duyulur bir nesneyi dış
maddesinden soyutlayarak olduğu gibi algılayan bir kuvvettir. Vahime, soyutlara
ilişkin anlamları algılayan bir kuvvettir. Hafıza, tüm idrakleri kendisinde saklayan bir
kuvvettir. Mütefekkire (fikir ve düşünebilme kabiliyeti) sayesinde ise insan, eşyanın
sûretleri üzerinde analiz ve sentez yoluyla birtakım işlemlerde bulunur. Malûm
idraklerden örnekler çıkarır.34 Dolayısıyla İbn Haldûn, hayvanların yalnızca duyular
ve içgüdüyle hareket ettiğini, insanlarda ise buna ek olarak fikir ve irade gücünün
olduğunu düşünmektedir.
İbn Haldûn’a göre, insan düşüncesinin çeşitli dereceleri vardır ki bunların her
biri aklın özel bir türüne işaret eder. İlk derecesi temyizi akıl’dır ki bu akıl doğal
olarak düzenlenen durumları kavrar. İnsan bu akıl sayesinde geçimini sağlayabilir,
33 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 370; (trc. S. Uludağ), C. II, s. 768.
34 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 368-370; (trc. S. Uludağ), C. II, s. 766; Satî el Husrî, a.g.e., (trc. S.
Uludağ), s. 278-280.
zararlı olan şeylerden sakınıp faydalı şeyleri bulabilir. İkinci derecesi de tecrübî
akıldır. Bu da insanın toplum içinde diğer insanlarla iyi ilişkiler kurmasını sağlayan,
toplumsal kuralları düzenleyen akıldır. Üçüncü derece nazari akıl olup, insanın belli
bir konu hakkında bilgi ve düşüncelerini oluşturmasını sağlayan akıldır. Bu aklın
ulaşmak istediği son amaç, sebepleri ve tüm özellikleriyle varlığı olduğu gibi
kavramaktır. Bu şekilde akıl kendi gerçeği konusunda olgunlaşır.35
İbn Haldûn’un insanda bilginin meydana gelişi ve akıllar konusundaki bu
düşünceleri, büyük Türk filozofu Farabî (ö.950) nin düşünceleriyle tıpatıp
örtüşmektedir. Çünkü İbn Haldûn, buraya kadar anlattığımız görüşlerinde Aristoteles
(ö. M.Ö.384-322)’in nefs hakkındaki düşüncelerinin bir uzantısı olan ve İslâm
filozoflarının da benimsediği düşüncelerini devam ettirmiştir. Bu konuda Farabî’den
örnek verecek olursak ona göre de doğuştan boş, fakat bilgi kaydetmeye uygun
nitelikte olan akıl, duyular sayesinde ilk yazılımları ve bilgi kayıtlarını kaydeder.
Farabî, dış duyuların yaptığı bu işleme duyusal algı demiştir. Dış duyular, nesnenin
sûretini maddî bağlantıları içerisinde algılarlar ve o şeyin yok olmasından sonra onu
tanımlayamazlar. İşte bu noktada iç duyular devreye girer. Bilgi edinme sürecinde
gelen verilerin muhafaza edilip değerlendirilmesi bakımından, iç duyuların önemli
bir yeri vardır. İşlevlerine göre dört bölüme ayrılan iç duyulardan ilki, ortak duyu’dur.
Bilginin oluşum sürecinde, dış duyular ile iç duyular arasında bir nevi çift yönlü
köprü görevini üstlenen ortak duyu, bir yönüyle de duyulardan gelen ham bilgi
verilerini algılanır hâle getirirken, diğer yönüyle dış duyulara duyulmama gücünü
aktarır. Diğer bir güç ise fizikî hiçbir uyaranın yardımı olmadan bilgiyi zihinde
yeniden canlandırmayı sağlayan mütehayyile gücüdür. Mütehayyilenin en önemli
icraatı da Faal akılla iletişim kurabilmektir. Bir tür anlama ve bilme gücü olan vehim
ise Farabî’nin daha çok hayvanlarda aktif ve fonksiyonel olarak kabul ettiği güçtür.
Vehim gücü, mütehayyiledeki algıları çerçevesinde iyiyi ve kötüyü yararlı ve
zararlıyı bilebilir. Hafıza gücünü “vehmin idrak ettiği şeylerin toplandığı yer” olarak
tanımlayan Farabî’ye göre bu güç, bir nevi bilgilerin saklandığı bir depodur. Hafıza
gücünün bir görevi de sakladığı bu bilgileri düşünme gücü olan akıl istediğinde ona
35 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 374; (trc. S. Uludağ), C. II, s. 766-767; Satî el Husrî a.g.e.,(trc. S.
Uludağ), s. 281.
sunmasıdır. Bilgi edinme sürecinde duyulardan sonra devreye akıllar girer. Akıl,
duyulardan elde edilen bilgi verilerini işleme tâbi tutan en yetkin güçtür.36
İbn Haldûn’dan önceki birçok filozof aklı farklı tanımlamış ve yine akıl
konusunda birbirinden farklı ayırımlar yapmıştır. Örneğin, ilkçağ filozoflarından
Aristoteles, aklı etkin akıl ve edilgin akıl şeklinde iki ana gruba ayırmıştır. İlk İslâm
filozofu el Kindî (ö.873?), aklı, Faal akıl, bilkuvve akıl, bilfiil akıl, müstefad
(kazanılmış) akıl ve beyanî (veya zahir) akıl şeklinde dört kısımda
değerlendirmiştir.37 Farabî, aklı, amelî ve nazarî olmak üzere ikiye ayırmıştır. İbn
Sina (ö.1037) ise ilk İslâm filozofu Kindî’ye benzer bir ayrım yaparak aklı, bilkuvve,
bilfiil, müstefad ve Faal akıl şeklinde ayırmıştır. 38 İbn Rüşd (ö.1198), Farabî’ye
benzer şekilde aklı, amelî ve nazarî akıl olmak üzere iki mertebede
değerlendirmiştir.39
İbn Haldûn, bu konuda kendisinden önceki Aristoteles yorumcularından
etkilenmişse de bilgi üretme sürecinde aklı, belli bir sıra düzeni içerisinde temyizi
akıl, tecrübi ve nazari akıl şeklinde isimlendirerek oldukça özgün bir yaklaşım
sergilemiştir.
3. Tecrübî Akıl ve Bu Aklın Meydana Gelişi
İbn Haldûn, insanı, bireysel bir varlık olmasının yanında aynı zamanda
toplumsal yönü de olan bir varlık olarak görür. Ona göre toplum içinde yaşama
ihtiyacı, insanın doğuştan gelen fıtrî bir özelliğidir. İnsan için “O medenî bir
varlıktır.” denmektedir. Burada medenî kelimesinden kastedilen şey, insanın şehirli
oluşu değil, onun toplum içinde yaşayan bir varlık olmasıdır. İbn Haldûn, insan için
toplum hayatının zorunlu olduğunu belirtmiştir. Ona göre gerçekten de insan,
ihtiyaçlarını karşılayabilmek için toplum içinde yaşamaya ve diğer canlılarla
yardımlaşmaya ihtiyaç duyar. Ancak insan, diğer insanlarla ilişkilerini sürdürürken
arada bir bazı hususlarda anlaşmazlıklar çıkabilir ve bu durum kavgalara ve
düşmanlıklara sebep olabilir. İnsan, kendisine aklının kazandırdığı düzenli fiiller
36 Aydın, İbrahim Hakkı, Farabî’de Bilgi Teorisi, Ötüken Yayınları, İstanbul 2003, s. 87-105.
37 Şulul, Cevher, Kindî Metafiziği, İnsan Yayınları, İstanbul 2003, s. 126-128.
38 Kuşpınar, Bilal, İbn Sina’da Bilgi Teorisi, MEB Yayınları, Ankara 2001, s. 105.
39 Sarıoğlu, Hüseyin, İbn Rüşd Felsefesi, Klasik Yayınları 2003, s. 92,93.
sayesinde bu anlaşmazlıkları hayvanlardan farklı olarak çeşitli kurallarla çözme
yoluna gidebilir. O, yaşamında edindiği tecrübelerle tekrar yanlışa düşmekten sakınır
ve hayatını öğrendiği doğrulara göre yönlendirir. İşte insan, bu tür özellikleriyle
hayvanlardan farklı bir hâle gelir. Her insan kapasitesi kadar insanlar arası
ilişkilerinde elde ettiği tecrübelerle hayata dair bir şeyler öğrenir, iyi ve kötü
hakkında bilgi edinir ve bu durum onda bir meleke (alışkanlık) hâline gelir. Ancak
Tanrı, bazı insanlara bu bilgiyi daha kısa sürede öğrenmesini sağlayacak şekilde
kolaylık sağlar. İnsan, eğer büyüklerinin sözlerini dinler ve onların tecrübelerinden
faydalanırsa bilgiyi daha çabuk elde eder, bilgiyi elde etme konusunda çok uzun
zaman harcamak ve birçok sıkıntıya katlanmak zorunda kalmaz, kolayca öğrenir. Bu
konuda şöyle söylenir: “Babasının terbiye edemediği kimseyi zaman terbiye eder.”
Bu sözle insanın büyüklerinin söz ve tavsiyelerine uymadığı zaman hayata dair her
şeyi kendi tecrübeleriyle uzun bir sürede ve yaşayacağı birçok zahmetten sonra
öğrenebileceği anlatılmaktadır. İnsanın, düzenli fiillerinin ortaya çıkmasını sağlayan
temyizi akıl’dan sonra gelen ve tecrübelerle kazanılan tecrübî akıl budur. En son da
nazarî akıl gelir.40
İbn Haldûn’a göre ilimler sosyal şartlarda gelişen tecrübî aklın mahsulleridir.
Tabiatında bilgisiz olan insan, kazanma suretiyle bilgilidir. Dolayısıyla İbn Haldûn’a
göre bilgi a posterioridir, sonradan elde edilir. Bu konuda İbn Haldûn’un, realizme ve
ona dayanan eğitim felsefelerine daha yakın olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü
realizme göre insan zihni boş bir levha gibidir, doğuştan hiçbir bilgisi yoktur.
İdealizmde ise, idealar âleminden gelen ruh orada gördüklerini hatırlamaktadır.41
Dolayısıyla İbn Haldûn, idealizmdeki gibi insanın doğuştan birtakım bilgiler
getirdiğini düşünmez. Ona göre, doğuştan getirilen ideler yoktur. İbn Haldûn, insanın
doğuştan bilgi getirmediğini söylemekle de, Farabî ve İbn Sina gibi İslâm
filozoflarına ve Kur’ân- ı Kerim’deki bazı ayetlere uygun düşen bir görüş ortaya
koymaktadır.
40 İbn Haldun, Mukaddime, s. 371; (trc. S.Uludağ), C. II, s. 769-770.
41 Sönmez, Veysel, Eğitim Felsefesi, Anı Yay. Ankara 2005, s. 39, 72, 81.
4. İnsanların ve Meleklerin Bilgisi
İbn Haldûn, varlıklar dünyasında üç âlem olduğundan söz etmektedir.
Bunların birincisi, duyu organlarıyla idrak ettiğimiz duyular âlemi; ikincisi, düşünce
ile idrak ettiğimiz düşünceler âlemi; üçüncüsü de insanı birtakım hareketlere
yönlendiren içindeki sesin kaynağı olan melekler ve ruhlar âlemidir. Uyurken
gördüğümüz rüyalar ve uyanıkken kalbe ilham gelmesi, bu son âlemin var olduğunun
kanıtıdır. Ancak bu âlem, genel özellikleriyle bilinmesine karşın ayrıntıları
konusunda kesin bir bilgi yoktur. Dolayısıyla ruhanî varlıklar tecrübe sahamızın
dışında olup, onların tabiatları tamamen meçhuldür. Bunlara ulaşılması ve hatta
maddesi olmayan şeyler üzerinde aklın delil getirmesi mümkün değildir. İbn Haldûn,
bu âlemle ilgili ayrıntılı bilginin ancak dinî kaynaklardan elde edilebileceği
görüşündedir. Ona göre, ruhanî varlıklar hakkında hüküm vermek için tek
dayanağımız, kendi nefislerimizde özellikle mistik tecrübeyle birleşen batınî keşf
şeklinde müşahede ettiğimiz şeye kıyastır. Bu kıyaslamanın ötesinde söz konusu
türdeki varlıkları tavsif ve tarif etme gücümüz yoktur. Ancak İbn Haldûn, Farabî ve
İbn Sina gibi diğer ilahiyatçı filozofların akıllar olarak isimlendirdiği bu âlemdeki
varlıklarla ilgili açıklamalarının tamamen keyfi olduğu ve bu bilgilerin bir
kesinliğinin bulunmadığı kanaatindedir. 42 O, Mukaddime’nin altıncı bölümünde
“Felsefe ve Filozoflara Reddiye” başlığı altında ruhun idraklerinin sınırlı olduğu
görüşünü savunur.
İbn Haldûn’a göre filozoflar, hem duyulur hem de duyular üstü hakikatin
bilgisinin nazarî düşünce ve istidlâl vasıtasıyla mümkün olduğunu ve özellikle iman
konularının vahyin yardımı olmadan bu vasıtalarla bilinebileceğini iddia ederler.
Fakat sırf aklî olduğu ifade edilen insanın bu nihaî mutluluğu vahiyden yardım
almaksızın gerçekleşemez ve biz yalnızca akıl sayesinde bu âlemle ilgili bilgi sahibi
olamayız. En çok bilgi sahibi olabildiğimiz âlem, beşer âlemidir. Çünkü bu âlem,
hem cismanî hem de ruhanî algılarımızla görüp şahit olduğumuz âlemdir. Cismanî ve
ruhanî (veya aklî) olmak üzere iki kısımdan meydana gelen insan, idrakin süjesi
ruhanî cüz ile bazen cismanî objeleri beyin ve çeşitli duyu organları gibi cismanî
organlar vasıtasıyla idrak ederken ruhanî objeleri doğrudan aracısız idrak eder. Bu
42 Arslan, Ahmet, İbn Haldun’un İlim ve Fikir Dünyası, Vadi Yayınları, Ankara 1997, s. 433.
doğrudan idrak sırasında ruhani nefs en yüksek zevki tadar. İşte tam da bu noktada
İbn Haldûn, diğer İslâm filozoflarından ayrıldığı görüşünü ortaya koyar. Ona göre bu
zevke akıl yürütme yoluyla değil, duyuların tamamen aşıldığı ve duyu organlarının
terk edildiği mistik tecrübe yoluyla ulaşılır.43
Beşer âleminde insanların cismanî varlıkları hayvanlarla, ruhanî varlıkları da
meleklerle ortaktır, yani aynı cinstendir. Melekler ise, zat olarak saf akıl durumunda
olan ruhanî varlıklardır. Onlarda düşünce, düşünen ve düşünülen birdir. Dolayısıyla
meleklerin ilmi, hatasız ve eksiksizdir. İnsanların ilmi ise sonradan elde edilen
(mükteseb) bir ilimdir. Başlangıçta boş bir cevherden ibaret olan nefs, varlığa ait
suretleri yavaş yavaş alarak elbise gibi giyinir. İnsan, sûretleri elde ettikçe, yani bilgi
sahibi oldukça kendini geliştirir ki bu durum onun ölümüne kadar devam eder.
Dolayısıyla insan, yaratılışı itibariyle cahil, kesb itibariyle de âlimdir. Ancak insan
bazen bilgiyi elde ederken bilinen akıl yürütme yollarını kullanmadan bilgi kalbine
ilka olur. Ona bilginin perdesi açılır. Bu perdenin açılması ise yalnızca üç şey ile olur.
Birincisi namaz kılmak, ikincisi oruç tutmak, üçüncüsü ise ihlas ve samimiyetle
Tanrı’ya yönelmekle gerçekleşir.44
5. Peygamberlerin Bilgisi
İbn Haldûn’a göre peygamberler, şehvet, öfke gibi bedenî hallerden uzak
duran, Tanrı’ya ibadet ve onu zikretme gibi davranışlara yönelen, insanları Tanrı’nın
yoluna çağıran kimselerdir. Onların bilgilerinde küçük de olsa bir yanılma ve hata
yoktur. Bilgileri görülüp, şahit olunan açık seçik bir bilgidir. Peygamberlerin
meleklerle iletişimi sırasında gayb perdesi ortadan kalktığı için onların bilgileri
gerçeğe uygundur. İbn Haldûn, peygamberlerin meleklerle olan bu iletişimini onların
beşerî âlemden ruhanî âleme geçişi (insanlıktan melekliğe geçiş) olarak
yorumlamıştır. O, bu konuyu öncelikle şöyle açıklar: İçinde maden, bitki ve
hayvanların bulunduğu maddî ve cismanî âlem, içinde insanların bulunduğu beşerî
âlem, ve içinde melekler ve diğer ruhanî varlıkların bulunduğu ruhanî âlem gibi
türlerden oluşan varlıklar âleminin tüm varlıkları yukarıdan aşağıya ve aşağıdan
yukarıya doğru bir düzen içerisinde sıralanır. Ve her âlemin en üst basamağındaki
43 Fahri, Macit, İslâm Felsefesi Tarihi, (trc. Kasım Turhan), İklim Yay., İstanbul 1992, s. 294.
44 İbn Haldun, Mukaddime, s. 372; (trc. S.Uludağ), C. II, s. 770-772.
varlık, kendinden sonra gelen âlemin en alt basamağındaki varlığa geçiş özelliğine
sahiptir. Örneğin, bitkiler âleminin son basamağında bulunan üzüm ve hurmanın
hayvanlar âleminin en alt basamağındaki salyangoz karşısındaki durumu, ya da
hayvanlar âleminin en üst basamağındaki maymunun insan karşısındaki durumu gibi.
Dolayısıyla İbn Haldûn’un görüşüne göre insanda bir anlık da olsa insanî
özelliklerinden sıyrılıp melek olma özelliği vardır. Peygamberler böyle bir özelliğe
sahiptir. 45
Peygamberlik ve vahiy konusunda belirtmiş olduğu İbn Haldûn’un bu görüşü
evrim teorisini çağrıştırmaktadır. O, burada epistomolojik bir meseleyi antropolojik
bir temele oturtmaya çalışmış ve yaratılışı tedricî bir sürece bağlamıştır. Tam olarak
Darwin’de görüldüğü şekilde bir evrim teorisi olmasa da İbn Haldûn, elementlerden
meydana gelen varlıkların, madenlerden başlayarak aşamalı bir şekilde ortaya
çıktığını belirtir. Ancak o, bunu canlı türleri arasındaki yakınlığı anlatmak, canlıları
benzer özelliklerine göre gruplandırmak için de yapmış olabilir. Onun bu
görüşlerinde evrimi savunduğunu düşünenler varsa da İbn Haldûn’da bunun tam
olarak bir çoğalma yasası olup olmadığı meçhuldür.46 Uludağ’ın ifadesiyle, bu ilmî
bir nazariye değil, yalnızca onun derin bir sezgisinden ibarettir. Çünkü dikkat
edilmesi gereken bir nokta da şudur ki, varlıkları sıralayarak meleğe kadar gelen İbn
Haldûn burada durmakta ve melekle ulûhiyetin çeşitli mertebeleri arasında herhangi
bir inkilap, ittihat ve ittisal olayına eserlerinde yer vermemektedir. Bu düşünce
vahdet-i vücuda yakın bir görüş olmasına rağmen İbn Haldûn gerçekte bu anlayışa
karşıdır. Ona göre vahdet-i vücud, yabancı kaynaklardan gelerek daha sonra İslâm
medeniyeti içerisinde İslâmî bir şekil almış olan bir görüştür.47
Aristoteles ve onu yorumlayan birçok İslâm filozofu gibi İbn Haldûn da
varlıkları aşağıdan yukarıya doğru belli bir düzene göre sıralamış, yine filozoflara
benzer bir şekilde her varlık sınıfını ruhanî âlem, cismanî âlem gibi ayrı bir âlemin
içine yerleştirmiştir. İbn Haldûn, her bir âlemin en üst seviyesindeki varlığın bir
sonraki âlemle bağlantısı olduğunu belirtmektedir. Aynı görüşün Türk İslam
45 İbn Haldun, Mukaddime, s. 373; (trc. S. Uludağ), C. II, s. 773-774.
46 Tatlı, Adem, “İslâm Âlemindeki Görüşler,” http://www.sorularlaevrim.com/makale/islamlemindeki-
gorusler-154.html, 22.08.2009.
47 İbn Haldun, Şifâ’us Sâil, Tasavvufun Mahiyeti, (trc. S. Uludağ), Dergah Yay. İstanbul 1998, s. 28-30.
düşünürü İbn Sina’da da var olduğunu görmekteyiz. İbn Sina’ya göre, örneğin,
yeryüzünde aklın tek sahibi olan insan, taşıdığı nefs-i natıka ve onun kuvvesi, nazarî
akılla meleklere bağlanırken diğer iki nefsi, -bitkisel ve hayvansal- ile de madde
dünyasına bağlanır. Yine İbn Sina’ya göre en mükemmel insan, aklı Faal olarak en
zirvede olan peygamberlerdir. Çünkü onlar sahip oldukları bu akıl sayesinde
Tanrı’nın kelâmını işitir ve meleklerini müşahede eder. İbn Sina’nın anlayışında hem
normal insan hem de peygamber için Faal akıl, bilginin ve vahyin kaynağıdır. Ancak
normal insanın Faal akıldan bu bilgiyi alabilmesi için önce duyu verileri üzerinde
zihnini yorması gerekir, peygamber ise bunların hiçbirine gerek duymadan sahip
olduğu hads (ilâhî feyz, ilham) ile bilgiyi kısa zamanda aniden ve doğrudan alır.
Ayrıca peygamber, Faal akılla sürekli ilişki içinde olduğundan aldığı bilgi düzenli,
toplu bir bilgidir.48
İbn Haldûn’un bazı insanların bilgiyi elde ederken birtakım akıl yürütme
yollarını kullanmadan kalbine ilka olur demesi, İbn Sina’nın peygamberlerin bir
özelliği olarak gösterdiği hads kavramıyla örtüşmektedir. Çünkü hads olayında da
gayb perdesi ortadan kalkmakta ve kişi bilgiye doğrudan ulaşmaktadır.
Farabî ve İbn Sina’nın, insanın mutluluğunun Faal akıl’la ittisal edip ondan
hakikatin bilgisini elde etmekle gerçekleşeceği iddasını İbn Haldûn, dinî kaygılarla
reddetmektedir. Onların ittisal ile kastettikleri nefsin doğrudan aracısız idrakidir.
Ancak İbn Haldûn’a göre nefsin bu idraki sırasında duyduğu zevk, Kur’ân’ın nefse
vaad ettiği mutluluğun çok altındadır. Çünkü Kuran’ın vaad ettiği mutluluk, felsefî
burhanların çıkarabileceğinden veya ahlakî dürüstlük hayatının temin
edebileceğinden daha üstündür. 49 İbn Haldûn’un eserlerine eleştiriler yazdığı bir
düşünür olan İbn Rüşd’e göre ise ittisal, nazarî bilginin büyük ölçüde artması ve
aklın son yetkinliğine ulaşmasıdır. İbn Rüşd, böyle bir durumun insanda ancak
öğrenim ve nazarî inceleme ile gerçekleşebileceğini, aynı zamanda bunu yaparken
insanın nefsanî arzu ve eğilimlerini kontrol edebilecek bir irade gücüne sahip olması
gerektiğini söylerken İbn Haldûn’un gerçek bilgiye ulaşmasının yalnızca namaz
kılmak, oruç tutmak ve temiz bir kalp ile Tanrı’ya yönelmesi gibi üç şey ile mümkün
olduğunu savunması dikkate değer bir durumdur. İbn Rüşd’de dinî ibadet ve
48 Kuşpınar, Bilal, a.g.e., s. 145-155.
49 Arslan, Ahmet, a.g.e., s. 440; Fahri, Macit, a.g.e., s. 294.
uygulamaların bu konuda önemli bir katkı sağladığı gerçeğine işaret eder, fakat ona
göre bu konuda en önemli husus ilmî çabadır. 50 İbn Haldûn ise bilginin kalbe ilka
olmasını yalnızca dinî çabaya bağlayarak ilmî çabayı ikinci plana itmiştir.
Sonuç olarak İbn Haldûn insanın doğuştan bilgi getirmediğini ve edindiği
bilgileri sonradan, çeşitli idrak vasıtaları ile elde ettiğini ifade etmektedir. Ona göre
öğrenme yeteneği ile dünyaya gelen insan, çevreyle etkileşim içine girerek bir şeyler
öğrenmeye başlar. Bilgiyi elde etme konusunda İbn Haldûn, hem duyular hem de
duyular üstü akıllar’ın varlığını kabul eder. Ancak İbn Haldûn’un, Farabî ve İbn Sina
gibi diğer ilahiyatçı filozoflardan ayrıldığı nokta, Tanrı ile aynı olan ilk aklın
bilgisinin, yani gerçeğin bilgisinin Tanrı’nın yardımı olmadan nazarî düşünce ve
istidlal yoluyla elde edilemeyeceğidir. Ona göre aklın idraki, sınırlı olup duyuların
ötesinde kalan tevhit konuları, ahiret halleri ve ilahî sıfatların mahiyeti gibi ruhanî
meseleleri kavramaktan acizdir ve konularda dine başvurmaktan başka çare yoktur.
İbn Haldûn, özellikle vahiy ve peygamberlik konusunda Farabî ve İbn
Sina’yı reddetmektedir. O, aklî güçlerin ortak duyuda (hissi müşterek) bir formu
görmesi biçiminde tanımladıkları bir vahyi kesinlikle kabul etmemiştir.51 Ayrıca
onların hiçbir şeyi açıklamadan her şeyi akla indirgeyen görüşlerini tabiatçı
(materyalist) görüş ile aynı değerde görür. Ve açıkça Meşşaîlerdeki akılcı
dogmatizmi reddederek yerine şüpheci ampirizmi koymaktadır.52
50 Sarıoğlu, Hüseyin, a.g.e., s. 131,132.
51 İzmirli, İsmail Hakkı, a.g.e., s. 375.
52 Ülken, Hilmi Ziya, a.g.e., s. 238.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
İBN HALDÛN’UN EGİTİM- ÖĞRETİM İLE İLGİLİ
GÖRÜŞLERİ
İbn Haldûn’un eğitim ile ilgili görüşlerine geçmeden önce, onun eğitim
felsefesini incelediğimiz bu çalışmamızda, öncelikle birçok düşünür ve eğitimci
tarafından değişik şekillerde tanımlanan eğitim-öğretim kavramlarının ve eğitim
felsefesinin ne anlama geldiğini incelemek, konunun daha iyi öğrenilmesi açısından
bize kolaylık sağlayacaktır.
Eğitim, Türkçe bir kelime olan “eğmek” kökünden gelmektedir. Ayrıca şekil
vermek, kişinin yetenek ve kabiliyetlerini geliştirerek ona bir şahsiyet kazandırmak
anlamına gelir. 53 Ancak eğitim bilimcileri tarafından kabul görmüş en genel
anlamıyla eğitim, bireyin davranışlarında kendi yaşantısı yoluyla ve kasıtlı olarak
istendik davranış değiştirme ve geliştirme süreci olarak tanımlanır. Bireyin kendi
yaşantısı yoluyla davranışında meydana gelen değişme ise öğrenmedir.54 Öğrenim ve
öğretim, eğitimin iki temel öğesidir. Öğrenim, eğitimin öğrenci yönünü, öğretim de
öğretmen yönünü ifade eder. Öğretim, aslında eğitimin bir metodudur. Biz öğreterek
bir taraftan yönlendirme yaparız. Eğitim ve öğretim kelimeleri çoğunlukla aynı
cümlede birlikte kullanılırlar. Bu durumda eğitim, sosyal yönlendirmeyi, öğretim de
bilimsel yönlendirmeyi ifade eder.55 Eğitim, öğrenme ve öğretme faaliyetlerini de
içine alan geniş kapsamlı bir kavramdır. Eğitim, planlı ya da plansız olabilir. Fakat
öğretim eğitimin planlı, programlı ve çeşitli eğitim kurumlarında ders şeklinde
yürütülen kısmıdır.56
Felsefi görüşlere göre de eğitimin tanımı değişmektedir. Örneğin, idealizme
göre eğitim, insanın bilinçlice ve özgürce Tanrı’ya ulaşmak için sürdürdüğü çaba,
Realizme göre, yeni kuşağa kültürel mirası aktararak onları topluma uyuma
hazırlama sürecidir. Pragmatizme göre eğitim, kişiyi yaşantılarını inşa yoluyla
53 Bilgin, Beyza, Eğitim Bilimi ve Din Eğitimi, Gün Yayıncılık, Ankara 2001, s. 7.
54 Senemoğlu, Nuray, Gelişim Öğrenme ve Öğretim, Gazi Kitabevi, Ankara 2004, s. 86.
55 Çelikkaya, Hasan, Eğitime Giriş, Alfa Yay., İstanbul 1997, s. 23.
56 Çelikkaya, Hasan, a.g.e., s. 39.
yeniden yetiştirme süreci, Naturalizm'e göre ise, kişinin doğal olgunlaşmasını
arttırma ve onun bu özelliğini göstermesini sağlama işidir.57
Eğitim felsefesi ise eğitime yön veren, amaçları şekillendiren ve eğitim
uygulamalarına yol gösteren kısaca eğitim ve felsefe ilişkilerini inceleyen bir disiplin
veya sistemli fikir ve kavramlar bütünüdür.58
Net olarak bir eğitim ve öğretim tarifi yapmayan İbn Haldûn, devrindeki
medreseleri gözlemleyerek, bilgi ve tecrübelerine dayanarak, iyi bir eğitimin
önündeki engelleri sıralamış ve eğitimin nasıl yapılması gerektiği hakkında farklı
önerilerde bulunmuştur. Onun öğrenme ve öğretmeye dair kendine has geliştirdiği
kuralları vardır. İnsanın belli bir bilim dalında maharet veya ustalık kazanmasının
koşulunu, o daldaki bütün temel prensipleri anlayabileceği ve detayları bu
prensiplere dayanarak anlamlandırabileceği bir meleke (alışkanlık) kazanmasına
bağlayan İbn Haldûn, bu alışkanlık kavramına dayanarak kendi eğitim anlayışını
geliştirmiştir. Ona göre bir alışkanlık kazanmak, ezberlemek veya ezberden
bilmekten temelde farklıdır. Tüm öğretim görüşlerini meleke kavramı üzerine kuran
İbn Haldûn ilim, sanat, ibadet ve ahlâk gibi çeşitli alanlarda melekenin nasıl
oluştuğunu açıklamıştır.59
İlim ve sanat arasında bir ayrım yapan ve eğitimi bir ilim olmaktan çok bir
sanat olarak gören İbn Haldûn, Mukaddime adlı eserinin birçok bölümünde sadece
öğretimden bahsederek sanatların öğretimi, ilimlerin öğretimi, dilin öğretimi gibi
konulara değinmiştir. Çoğunlukla öğretimle ilgili olan görüşlerinin yanında bazen
eğitimle ilgili konulara da temas etmiştir.60
1. İlim ve Öğretimin İnsan Toplulukları İçin Doğal Bir Durum Oluşu
İbn Haldûn, toplumsal yaşamın insan için zorunlu bir ihtiyaç olduğunu
düşünür. Ona göre insan, hareketleri ve duygularıyla, yeme içmeye ve barınmaya
ihtiyaç duymasıyla hayvanlarla benzer özelliklere sahip olmasına rağmen aklını
kullanması, fikir üretmesi, bir inanca bağlanıp dinî kaidelere uyması ve kendi
57 Veysel, Sönmez, a.g.e., s. 36.
58 Fidan, Nurettin-Erden, Münire, Eğitime Giriş, Feryal Matbaacılık, Ankara 1992, s. 80.
59 Gür, Bekir S., “Mukaddime ve Eğitim”, Bilim ve Ütopya, Yıl: 12, S. 148, s. 23- 27.
60 Satî el Husrî a.g.e.,(trc. Süleyman Uludağ), s. 301.
cinsiyle bir arada yaşayarak bazı konularda yardımlaşması bakımından hayvanlardan
ayrılır. Bu sebeple insan başkalarıyla ilişki kurar. Beslenmek ve kendini savunmak
için zorunlu olan sanatlar ve âletlerle sosyal organizasyonlar geliştirir. Bunun nedeni
yalnızca insan tabiatının diğer varlıklardan üstün olması değil, aynı zamanda onun
tabî yapısının yalnız bir hayat sürmeye elverişli olmayışı ve başkalarıyla ilişki
kurmadan çaresiz kalacağı ve var olmayı bile başaramayacağıdır. 61
Nitekim İbn Haldûn’un da belirttiği gibi, insanın ihtiyaçlarını
karşılayabilmesi için çevresiyle etkileşimde bulunması gerekir. Çünkü insanın belirli
gereksinimlerini otomatik olarak karşılayarak onda fizyolojik dengenin oluşmasını
sağlayan bir hemostatik mekanizma bulunmaktadır. Bu mekanizma örneğin; insanın
vücut sıcaklığı yükseldiğinde, terleme yoluyla bu sıcaklığı düzenler. Ayrıca
refleksler de insanda yaşamı sürdürmeyi sağlar. Ancak bu iki sistem de insanın tüm
ihtiyaçlarını karşılama konusunda yetersiz kalmaktadır. Bu yüzdendir ki insan,
çevreyle etkileşimde bulunmak zorundadır.62
İbn Haldûn’a göre insan, her zaman düşünen bir varlıktır, düşünmekten
yorulmaz. İnsanın bu fikir ve düşünceleri ilim ve sanatların kaynağını oluşturur.
İnsanın hayvanlarda da var olan istediğini elde etme duygusu onun için gayet doğal
bir durum olduğundan insan bilmediği şeyleri kendisinden önce o ilmi öğrenmiş olan
kişilerden veya o ilimde yüksek bilgi sahibi olanlardan ya da o ilmi peygamberlerden
öğrenmiş olan kimselerden bilgi alarak öğrenir. İnsan, bu şekilde öğrendiği bilgileri
veya o bilgiyle ilgili durumları düşünür, böylece onda düşünme yeteneği meydana
gelir. Öğrendiği bilgilere, geçirdiği yaşantılar üzerine elde ettiği tecrübelerle
yenilerini ekler ve böylece onun öğrenmesi ayrı bir ilim hâlini alır. Ondan sonra
gelen nesil de bu ilimleri öğrenmeyi isteyince aynı yöntemle o da bu bilgileri
kendisinden önce öğrenenlere sorarak öğrenir. Böylece bir öğretim usulü ortaya
çıkar.63 İbn Haldûn, burada öğretimin sosyal bir yönüne işaret etmektedir. Yeni gelen
neslin bilgi ve becerileri kendinden önceki nesilden öğrenmesi ona göre öğretimin
insan üzerinde sosyal bir etkisinin olduğunu göstermektedir. Ayrıca İbn Haldûn’un
insanın bilmediklerini öğrenmek üzere başvurduğu kimseler arasında peygamberleri
61 Şerif, Muhsin Mehdi, İslâm Düşünce Tarihi, (trc. Mustafa Armağan), C. III, İnsan Yayınları,
İstanbul 1991, s. 119.
62 Senemoğlu, Nuray, a.g.e., s. 87.
63 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 341; (trc. Z. Kadiri Ugan), C. II, s. 441-442.
de söylemesi, onun, bilginin bir yönüyle ilahî kaynaklı olduğu düşüncesini taşıdığını
göstermektedir.64
İbn Haldûn’a göre insan yaratılışında bazı yetenekler ve potansiyel güçlerle
donatılmıştır. Eğitim-öğretim, aile sosyal ve siyasî çevre şartları insandaki bu
yetenekleri geriletebilir ya da söndürebilir. İnsanın doğuştan getirdiği yeteneklerini
kullanabilmesi veya değerlendirebilmesi, çevrenin kendisine sağladığı fırsat ve
imkânlara bağlıdır. İbn Haldûn’a göre insanın psikolojik ihtiyaçlarının karşılanması
da fizyolojik ihtiyaçlar kadar önemlidir. İnsanın tabiatında olan özgürlük,
bağımsızlık, kendine güven ve kendini gerçekleştirme gibi psikolojik ihtiyaçlarını
karşılayamaması hem ruh hem de beden sağlığının bozulmasına sebep olur.
Doğuştan bazı potansiyel yetenekleri olan insanın olumsuz çevre şartları eğer bu
yeteneklerini geliştirmesine izin vermezse vücudu hastalanabilir, hatta bu durum
onun ölümüne yol açabilir.65
İbn Haldûn’un insanın varlığı ve çevre ile ilişkileri konusundaki bu görüşleri
eğitim felsefesini bir organizma psikolojisine dayandıran, pragmatizm’in
öncülerinden John Dewey’in görüşleriyle benzerlik arz etmektedir. Dewey’e göre
organizma ve çevre arasındaki ilişki yaşam ve eğitim arasındaki ilişkiye benzer.
Psikolojik tepki ve dürtülerden oluşan insan organizması yaşayan doğal bir varlıktır.
Bu organizma bazen yaşamasını sağlayan bazen de yaşamını tehdit eden tehlikelerle
karşılaştığı bir çevrede yaşar. Tehlikeleri aşmayı ve problemleri çözmeyi öğrenmesi
yine çevre içinde gerçekleşir. Birey çevreye uyum sağlama sürecinde çeşitli
deneyimler kazanır. Dolayısıyla insan organizmasının deneyerek yaşamaya ihtiyacı
vardır ve her deneysel olgu onun deneyimini arttırır.66 Dewey’e göre önemli diğer bir
kavramda kültür aktarımıdır. Sosyal hayatın varlığını devam ettirebilmesi için
nesiller arası kültür aktarımının gerçekleşmesi ve tüm eylem düşünce duyguların
yetişkinlerden genç nesle aktarılması gerekir.67
64 Gün, Adem, İbn Haldûn’un Din Eğitimi İle İlgili Görüşleri, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi),
Sivas 2002, s. 36.
65 Kozak, İbrahim Erol, a.g.e., s. 184.
66 Gutek, Gerald L., Eğitime Felsefi ve İdeolojik Yaklaşımlar, (trc. Nesrin Kale), Ütopya Yay.,
Ankara 2006, s. 103.
67 Bayraklı, Bayraktar, Mukayeseli Eğitim Felsefesi Sistemleri, İFAV Yay., İstanbul 1999, s. 181.
İbn Haldûn’un tespitine göre eğitim, insanlar için toplumsal ihtiyaçlardan
dolayı ortaya çıkmış bir kurum olarak görülmektedir. Eğitim, insan toplumları için
gereklidir. İbn Haldûn, ilim öğrenmeyi ve eğitimi insan için psiko-sosyal bir ihtiyaç
olarak görmüştür. Yeme içme ve barınma gibi fizyolojik ihtiyaçlarını karşıladıktan
sonra insan, çevreye yönelerek hayatta mükemmelliği, genişliği arar. Ancak İbn
Haldûn, insalcıl (hümanistik) psikolojinin önde gelen isimlerinden Maslow’un
ihtiyaçlar sıralamasına uygun bir şekilde fizyolojik ihtiyaçların daha önce olduğunu,
ilim öğrenmenin ise insan için daha sonra ortaya çıkan lüks (kemalî) bir ihtiyaç halini
aldığını belirtmektedir. Maslow’un geliştirdiği hümanistik psikoloji kuramının temel
ilkesi şudur: Organizmayı harekete geçiren güdülerin temelinde ihtiyaçlar vardır.
İnsan gelişimine temel olan bu ihtiyaçlar, alt düzeyden başlayarak yüksek düzeye
doğru yedi tanedir. En temel ihtiyaç açlık, susuzluk gibi fizyolojik ihtiyaçlar, en üst
düzey ihtiyaç ise kendini gerçekleştirme ihtiyacıdır. Kendini ve çevreyi bilme,
tanıma, öğrenme ihtiyacı ise beşinci sırada yer alır. Eğitim öğretim de bu ihtiyacın
doğal bir sonucudur. Maslow’a göre, piramitsel yapı içinde alt düzeydeki bir ihtiyaç
karşılanmadan üst düzey bir ihtiyaç ortaya çıkmaz. Diğer bir ifadeyle alt ihtiyaç, üst
ihtiyacın ön koşuludur. 68 Bu ilke, İbn Haldûn’un yukarıdaki söyledikleriyle büyük
bir benzerlik göstermektedir. İbn Haldûn’a göre de temel ihtiyaçlar karşılanıp
ekonomik seviye yükselince psiko-sosyal ihtiyaçlar ortaya çıkar. Nitekim şehirlerde
yerleşik hayat gelişerek medeniyet seviyesi yükselinceye kadar insanlar yalnızca
geçinmeleri için gerekli olan şeyleri yapar. İlim ve sanayi ise yaşam için karşılanması
zorunlu bir ihtiyaç değildir.69
Sonuç olarak, bilmediklerini araştırıp öğrenmeye, kendini ve çevresini
tanımaya meraklı olan insanın öğrenme ve araştırma tutkunluğu doğuştandır. İnsan,
kalıtımla getirdiği yeteneklerini sonuna kadar geliştirmek ister. Çevresinde oluşan
olayları sorgular, eleştirel bir düşünmeyle anlamaya çalışır. Çünkü öğrenme ve
araştırma, düşünmenin kaynağıdır. Eğitilmenin tek yolu öğrenmektir. Öğrenmeden
yaşamak imkânsız olduğu için öğrenme, doğuştan getirdiğimiz bir haktır. En doğal
öğrenme yolu ise toplumsal öğrenmedir. Çevremizdeki insanlarla etkileşerek onların
yaptıklarını yapmaya çalıştığımızda öğrenme başlar. Öğrenme insanın doğal
68 Topses, Gürsen, a.g.e., s. 157; Bacanlı, Hasan, a.g.e., s. 206.
69 Ev, Hacer, İbn Haldun’un Eğitim Görüşü, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Dokuz Eylül
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir 2007, s. 40.
özelliğidir. Her insan öğrenebilir. Yeter ki ona uygun öğretim yöntemi, öğrenme
ortamı ve öğrenme zamanı verilebilsin. Kısaca, öğrenemeyen insan yoktur. 70
Hayvanlarda değişmeyen içgüdüler vardır. İnsan ise içgüdüleri olmasına rağmen
bunlara bağlı kalmaz. Onda görülen davranışların ve faaliyetlerin çoğu öğrenmeye
dayalıdır. Aciz ve güçsüz bir varlık olarak dünyaya gelen insan, çevreye uyum
sağlamak amacıyla sürekli öğrenmeye muhtaçtır. İnsan, eğitim ve öğretim ile insan
olmayı öğrenir. Kendisini, çevresini ve toplumunu tanıma ve onlardan yararlanma
hususlarında öğrenmenin önemli bir rolü vardır.71
2. Öğretimin Bir Meslek ve Sanat Oluşu
İlim ve sanatlar arasında sıkı bir ilişkinin olduğunu belirten İbn Haldûn,
öğretim kavramını hem ilimleri hem de sanatları içine alacak şekilde kullanmış ve
öğretmenliğin de bir meslek ve sanat olduğu konusu üzerinde önemle durmuştur.
Ona göre, öğretmenlerin bir öğrenim sonucunda diploma almaları ve öğretimin
kendine özgü metotlarının olması, öğretimin bir meslek ve sanat olduğunu gösteren
delillerdir.72
İbn Haldûn, öğrenme olayının yalnızca bilgi edinmekten ibaret olmadığı
düşüncesindedir. Ona göre herhangi bir ilim dalında uzmanlaşmak, o ilmi bütün
dallarıyla öğrenmek ancak o ilmin kurallarını ve ilimde incelenen meseleleri
kapsamlı bir şekilde bilmekle mümkündür. Yani küllî olan usullerden, fer’i olan
meseleleri çıkarabilir düzeyde olmak gerekir. Bir ilmin bir meselesini veya bir
kuralını anlamak ve ezberlemek o ilmi tümüyle öğrenmek demek değildir. Bir ilmi
iyice öğrenmek için o ilimde alışkanlık (meleke) kazanmak gerekir. Alışkanlık
kazanmak, anlamak ve ezberlemekten daha farklı bir şeydir. Çünkü anlama ve
ezberleme konusunda öğretmen, öğrenci veya sokaktaki sıradan bir insan arasında
hiçbir bir fark yoktur. Hepsi de herhangi bir meseleyi anlayabilir veya ezberleyebilir.
70 Başaran, İ. Ethem, Eğitim Bilimine Giriş, Ekinoks Yayınları, Ankara 2007, s. 93-100.
71 Yavuz, Kerim, Eğitim Psikolojisi, Erciyes Üniversitesi Yayınları, Kayseri 1991, s. 101.
72 Tezcan, Mahmut, “İbn Haldun’un Eğitime İlişkin Görüşleri.”
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/40/507/6179.pdf. 11.01.2009.
Ancak alışkanlık kazanmak, yalnızca ilimde ilerlemiş ve belli bir mertebeye ulaşmış
kimselerin sahip olduğu bir şeydir.73
İbn Haldûn, yukarıda anlattığımız görüşleriyle bir bakıma eğitimde kavrama
ve sentez basamağındaki öğrenmelere örnek vermektedir. Bir ilim dalında meleke
kazanmanın ya da uzmanlaşmanın ancak sentez basamağındaki öğrenmeyi
gerçekleştirmeyle mümkün olduğunu, kavrama düzeyindeki öğrenmenin bir ilimde
alışkanlık kazanmak ve o ilimde uzman olmak için yeterli olmadığını belirtmektedir.
İbn Haldûn’a göre melekeler, hem beden hem de matematik gibi akıl
kuvvetiyle ve öğretim yoluyla elde edilebilir. Ancak elde edilen bu bilgi cismanî bir
bilgidir. Cismanî olan her şey hissidir ve beş duyuyla algılanabilir. Bu yüzden
bilgiler ancak öğretim yoluyla elde edilebilir. Yani onların bilinmesi için öğretime
ihtiyaç duyulur. Onun için her ilim ve sanatın öğretiminde uzmanlığı ile tanınmış
öğretmenlerin icazet veya diplomaları, her yerde ve herkes tarafından kabul edilir.74
İbn Haldûn’a göre öğretimin meslek ve sanat olduğunu gösteren diğer bir
delil ise öğretim metot terimlerinin farklı olmasıdır. Öğretmenlerin her birinin eğitim
öğretime dair kendine özgü öğretim metot ve terimleri vardır. Ancak öğretilen bu
metot ve terimler, ilimden sayılmaz. Eğer ilimden sayılacak olsaydı, kendi alanında
uzmanlaşmış her bir öğretmenin de öğretim usülleri tek tip olurdu. Örneğin, kelâm
ilminin öğretiminde önceki bilginler ile sonraki bilginlerin metot ve terimleri
farklıdır. Fıkıh ve Arapça ilminde de böyledir. Kısaca her ilimde bu kural geçerlidir.
Yani ilim, bir olmasına rağmen, onun öğretim metot ve terimleri farklıdır. 75 İşte bu
sonuç İbn Haldûn’a göre, öğretimin bir meslek ve sanat olduğunu gösterir. Çünkü
metot ve terimler farklı olsa da öğretime konu olan ilimler aynıdır.
Gerçekten de İbn Haldûn’un da belirttiği gibi öğretmenlik bir meslek ve sanat
olarak görülmelidir. Çünkü meslek ve sanatlar ve birtakım bilgiler, amaçlı bir
faaliyet ile öğretilir ve öğrenilirler. Örneğin; örmek, dokumak, ekmek ve yemek
pişirmek ve dil öğrenmek gibi. Ancak bunlar yalnızca insana has bir özelliklerdir ve
diyebiliriz ki öğretim, insanî ve beşeri bir fonksiyondur. Hayvanlarda görülmez.
Hayvanlar dünyasında hayatın ve soyun devamı bilinçli bir çaba ve faaliyet
73 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 341; (trc. Ugan), C. II, s. 443.
74 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 341; (trc. Ugan), C. II, s. 443.
75 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 342; (trc. Ugan), C. II, s. 444.
olmaksızın yalnızca üreme ve soya çekim ile devam eder. Yani sadece bedenî
organizasyon, sinir sistemi ve beyin ile birtakım içgüdüler ve meyiller organik
yoldan sonraki nesillere geçmektedir. İnsanlarda da hayvanî hayatın ilk tabiî
fonksiyonları (nefes alma, emmek, bağırma ve yakalama gibi) bulunur, fakat bunlar
öğrenilmez ve öğretilmez. Buna göre eğitim, hayvanî hayatın organik aktarımlar yolu
ile olan intikallerine ilâve edilen şuurlu, gayeli ve planlı bir faaliyettir.76
Öğretmenlik mesleği, öğretim bir iş ve uğraşı alanı olarak ortaya çıkınca
doğmuştur. Ancak öğretimin bir meslek olup olmadığı uzun yıllar tartışılmıştır.
Sonunda öğretmenliğin kendine özgü bir meslek olduğu ve bir meslekte bulunması
gereken her türlü özelliklere sahip olduğu konusunda, anlayış birliğine varılmıştır.
Bir meslekte bulunması gereken özelliklerin hepsi öğretmenlikte de vardır. Örneğin;
uzmanlık bilgisi, giriş denetimi, meslek ahlâkı, çalışma özgürlüğü, meslek
kuruluşları, hizmet koşulları, herkesçe meslek olarak tanınma gibi.77 Öğrencilere
bilgileri sunmak bir sanattır. Bu işte başarı ancak öğretmenin öğrencilerini çok iyi
tanıması ve öğretmenliğin gerektirdiği kişilik özelliklerine sahip olmasına bağlıdır.
Öğretmenlik yüksek derecede beceri ve entelektüel bir çaba gerektirir.78
3. İbn Haldun’da Eğitim, Toplum ve Ekonomi İlişkisi
Toplumu bedevî ve hadarî toplum olarak iki genel kategoriye ayıran İbn
Haldûn’a göre bedevî toplum, hadarî toplumlardan daha önce ortaya çıkmış, göçebe
veya yerleşik yaşasa da sanayileşmemiş, geçimlerini hayvancılık ve çiftçilikle
sağlayan toplumlardır. Hadarî toplum ise, bedevî toplumdan sonra ortaya çıkan bir
aşamadır. Bu toplumda sanayî faaliyetler gelişmiştir. İnsanlar geçimlerini sanat ve
ticaretle sağlarlar. Lüks, bolluk, aşırı üretim-tüketim ve iş bölümünün olduğu
toplumlardır.79 İbn Haldûn, bu ayrımı ekonomik ölçütlere göre yapmıştır. Bedevî
toplumdan hadarî topluma geçişle birlikte ekonomik şartların toplumsal hayata etkisi
de artar. İşte İbn Haldûn’un üzerinde önemle durduğu konulardan biri de ekonominin
76 Öymen, Raşit, Eğitime Giriş, Yeni Desen Matbaası, Ankara 1965, s. 14.
77 Tezcan, Mahmut, Eğitim Sosyolojisi, Feryal Matbaası, Ankara 1996, s. 278; Yıldırım, Cemal,
a.g.e., s.38.
78 Başaran, İ. Ethem, Eğitim Psikolojisi, Modern Eğitimin Psikolojik Temelleri, Emel Matbaacılık
Ankara 1994, s. 288.
79 Uludağ, Süleyman, İbn Haldun, Hayatı, Eserleri, Fikirleri, s. 63-64.
eğitim ve medeniyetle olan ilişkileridir. Ona göre, topluluk yapılarının ve
kültürlerinin farklı oluşunun sebebi ekonomidir. İlkel toplumların medenî hâle
geçmesi yani İbn Haldûn’un değişiyle bedevî toplumdan hadarî topluma dönüşüm,
ekonomik sebeplerle olmaktadır. Dolayısıyla ekonomik gelişmeyle ilimlerin, eğitim
öğretimin, mesleklerin ve sosyal hayatın gelişmesi arasında güçlü bir bağ vardır.
Bazen eğitim öğretimin gelişmesiyle ekonomik iyileşme sağlanabilirken, bazen de
ekonomik iyileşme ilimlerin gelişmesini sağlar. Eğitim ile ekonomi arasında İbn
Haldûn’a göre birbirini etkileyen karşılıklı bir ilişki vardır. İbn Haldûn, kendi
çağında uygulanan eğitim öğretim faaliyetlerini örnekleriyle açıklayarak, bu
konudaki görüşlerini ortaya koyar.
3. 1. Ekonominin Gelişmesiyle Gelişen Bir Medeniyetin Eğitime Etkisi
Ekonomik yapı, toplumun temel yapısıdır, eğitim ise bu temelin üzerine
oturan bir üst yapı kurumudur. Eğitim ile ekonomi arasında organik bir bağ vardır ve
bu ikisi sürekli bir etkileşim içerisindedir. Alt yapıdaki değişiklik, denge veya
dengesizlik üst yapıya, üst yapıdaki değişiklikler alt yapıya etki eder. Genel olarak
bir toplumun üst yapı kurumu olan eğitim, alt yapının sahip olduğu özelliklere ve
niteliklere göre şekillenir. Toplumun ekonomik kalkınmasında eğitimin önemli bir
rolü vardır. Çünkü kalkınmayı gerçekleştirecek olan insandır ve insanın eğitilmesi
gerekir. Kalkınma, sosyal değişme ve ilerleme demektir. Eğitim bu değişimi ve
ilerlemeyi sağlayan önemli bir araçtır. Ekonomik kalkınmanın ihtiyaç duyduğu
birçok şeyi eğitim gerçekleştirmektedir. Ancak eğitimin bunları yapabilmesi
toplumun ekonomik koşullarına bağlıdır. 80 Bir ülke malî yönden ne kadar zenginse
eğitim, sağlık, kültür ve sanat alanlarındaki gelişimi de o nisbette iyi olur. Ülkenin
ekonomik kalkınması arttıkça, tüm alanlardaki gelişmeler hızlanır ve güçlenir. Aksi
durumda ülke malî yönden zengin değilse, gerekli bütçeyi ayıramaz ve bu alandaki
gelişmeler duraklar, istenilen sayı ve seviyedeki uzmanların yetişmesi sağlanamaz,
gerekli araştırmalar yapılamaz.81
İbn Haldûn’a göre ise bu alt ve üst yapı ilişkileri tek yönlü değil, diyalektiktir.
Yani insanlar bir taraftan düşündükleri ve inandıkları gibi yaşamaya, ona uygun bir
80 Öztürk, Hüseyin, Eğitim Sosyolojisi, Hatiboğlu Yay., Ankara 1993, s. 65.
81 Çelikkaya, Hasan, a.g.e., s. 191.
alt yapı geliştirmeye çalışırken diğer yandan da yaşadıkları ve içinde bulundukları
sosyal ve ekonomik yapıya uygun bir şekilde düşünür ve inanırlar ya da ona uygun
bir zihniyet ve karakter yapısı kazanırlar. İbn Haldûn’un toplumların sosyal ve siyasî
yapılarını, onların geçim tarzlarını göçebe ve yerleşik bir hayat yaşamalarıyla
açıklaması, onun ekonomik yapının toplumdaki belirleyici rolüne işaret eden
görüşlerini yansıtmaktadır. 82
İbn Haldûn, bu durumun örneğini şöyle dile getirmektedir. “Doğu’da ise
sürekli olarak eğitim devam etmekte, ilim meclisleri daima hareketli olup bilginlerle
dolup taşmaktadır. Bunun sebebi ülkenin çok gelişmiş olmasıdır. İlim ve sanat, Basra,
Kûfe, Bağdat gibi tahrip olan şehirlerden Doğu bölgesindeki Horasan’ın Acem
Irak’ına ve Mâveraunnehir’e, Batı bölgesindeki Kahire’ye ve oraya yakın olan
yerlere geçmiştir. Buraları gelişmiş yerlerdir ve sürekli gelişmektedir. Bu yüzden
buralardaki eğitim öğretim, kesintiye uğramadan devam etmektedir.”83
İbn Haldûn, ekonomik faaliyet tarzları ve yaşama biçimlerinin kişiler
üzerindeki psikolojik etkileri ve karakter yapılarında yaptığı değişiklikler üzerinde de
durmuştur. O, sanatlarla uğraşmanın, insan karakterinin ve kişisel kabiliyetlerin
gelişmesi üzerindeki etkilerine işaret etmiş, bu konuda Doğu ile Batı insanı arasında
fark görüldüğünü belirtmiştir. Ona göre Doğu halkı, ilim öğretiminde olduğu gibi
diğer sanatlarda da son derece ileridirler. Hatta zaman zaman bu yüzden Doğu’ya
gelen Batılılar, onların yaratılış bakımından daha zeki ve yetenekli olduğunu
düşünmüşlerdir. Onların ilim ve sanayideki bilgi ve maharetlerini gördükleri için
onları daha zeki zannederler. Ancak bu düşünce doğru değildir. Çünkü insanlığın
hakikati noktasında, Doğu ve Batı insanını bu derece farklı kılacak fizikî ve coğrafî
bir ayrılık yoktur. Böyle bir fark, ancak iklimi çok sıcak ve soğuk bölgelerdeki
insanlar arasında olabilir. İklim onların karakterlerine etki etmiştir ve onlarla diğer
iklimlerin insanları arasında bazı farklılıklar olabilir. Ancak Doğu ve Batı insanı
arasında zekâ, ilim ve sanat yönüyle görülen fark, gelişmiş bir medeniyetin insan
üzerindeki etkisinden kaynaklanır. Gelişen medeniyet ve kültür, Doğuluların
akıllarını aydınlatmış ve geliştirmiştir. 84 Bu yüzden İbn Haldûn, Doğu ile Batı insanı
82 Kozak, İbrahim Erol, a.g.e., s. 36.
83 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 344; (trc. Ugan), C. II, s. 449.
84 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 344; (trc. Ugan), C. II, s. 450.
arasında görülen farkın göçebe ve şehirli insan arasındaki farka eşit olduğunu
düşünür. Ve o, bu konudaki cümlelerini şehirli ve göçebe insanı arasındaki farkı
anlatmak için de kullanır. Ona göre, medenî insanların din ve geçinme, yaşama, ev
düzeni ve idaresi gibi dünya işlerinde uydukları birtakım kurallar vardır ve onlar bu
kurallara göre davranırlar. Kuralların dışına çıkmazlar. Bu kurallar, aynı zamanda
onların atalarından öğrendikleri sanatlardır. Bütün sanatlar, nefs-i nâtıkada bir iz
bırakarak düşünce ve zihni geliştirir ve keskinleştirir. Sanatın zihinde bıraktığı bu iz,
zekâyı kuvvetlendirdiği için insana yeni bir düşünce kazandırır ve bu sayede yeni bir
sanatın öğrenilmesini de kolaylaştırır. Gelişen aklın öğrenme kabiliyeti artar.
Örneğin Mısırlılar, sanatların öğretimi konusunda çok ilerlemişlerdir. Onlar, bazı
hayvanlara birtakım hareketler ve sözler öğreterek onları eğitmişlerdir ki, bu
hayvanlar için şaşılacak durumdur. Buna karşılık Batılılar, bu tür şeyleri hayvanlara
öğretemezler, öğretemedikleri gibi bunları anlamazlar bile. Bu örnekten de
anlaşıldığı gibi, ilim sanat ve diğer işlerde doğru bilgi sahibi olmak ve bu bilgilerin
çokluğu, insan zekâsının kavrayış kabiliyetini arttırdığı gibi bilgilerin çoğalmasıyla
da düşünce aydınlanır. 85 Dolayısıyla Mısırlıların hayvanlara dahi birtakım
davranışları öğretmeleri onların öğretim konusunda doğru metodu kullanmaları
sayesinde olmuştur. Doğru metodun kullanılmasıyla hayvanlar dahi eğitilebiliyorsa
bu sayede doğuştan öğrenim yeteneği olan insanların eğitimi daha kolay olacaktır.
Sanatın zihinde bir iz bırakarak zekâyı kuvvetlendirmesi, bu sayede insanın
gelişen aklının öğrenme kabiliyeti artarak yeni bir düşünce kazanması ve yeni bir
sanatı öğrenmesinin daha da kolaylaşması günümüz eğitim anlayışında “olumlu
transfer” tanımını yansıtmaktadır. Olumlu transfer, önce edinilen bilgilerin yeni
bilgilerin öğrenilmesini kolaylaştırmasıdır. Ayrıca bu görüş İbn Haldûn’un eğitimi,
insanları ileri doğru götüren ve onların yeni şeyler öğrenmelerini sağlayan bir etken
olarak değerlendirdiğini göstermektedir. Çünkü ilim ve sanayide doğru bilgi sahibi
olmak, insanın kavrayış kabiliyetini ve zekâsını arttırdığı için bilgilerin artmasıyla
fikir de aydınlanır. İlmî eserler, fikirde yeni suretler meydana getirir bu da insanın
gelişme ve ilerlemesine neden olarak onun akıl ve zekâsını attırır.
85 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 344; (trc. Ugan), C. II, s. 450.
İbn Haldûn, farklı ilim ve sanatlarda meleke kazanmanın, insan zekâsını ve
yeteneğini geliştireceğine ilişkin yazı, matematik ve geometride bilgi ve maharet
sahibi olmanın önemine işaret eder. Yazı, akılda düşünme ve idrak etme melekesi
meydana getirerek aklın idrak gücünü arttırır. Bu meleke sayesinde zihin, gördüğü
her nesneyi daha iyi anlama kabiliyeti kazandığı için, bu melekeye sahip olanlar
işlerini daha iyi ve güzel bir şekilde idare ederler. Matematik de yazı gibi akla,
delillerden mana ve sonuçlara ulaşma, yani intikal melekesi kazandırarak aklı
geliştirir.86 Geometride ise kullanılan tüm delil, burhan ve kıyasların dayanakları
düzenli ve açık olduğu için bu ilimde yanılma yok hükmündedir. Kurallarındaki
tertip ve düzenin mükemmel olması sebebiyle bu kurallara alışan fikirler
yanılmalardan uzaklaşır. Dolayısıyla, geometri bilen kişinin akıl ve fikri aydınlanır o
kimse âdeta doğruluktan ayrılmayan bir akla sahip olur.87
İbn Haldûn, kişilere verilen mesleksel ve entelektüel eğitimin, onlarda tutum
değişikliğine yol açacağını belirtmektedir. Ona göre bu, eğitimin insana kattığı bir
özelliktir. Şehirlilerin göçebelere göre daha anlayışlı olmaları, öğretim, meslek ve
sanatların onların akıl ve fikirlerini geliştirmiş olmasından kaynaklanır. Çünkü İbn
Haldûn’a göre öğretim, meslek ve sanatların aklı geliştiren bir etkisi vardır. Ayrıca
İbn Haldûn şehirlilerin, eğitimden yararlanma açısından göçebelere göre daha şanslı
olduklarını belirtmektedir. Şehirlilerin göçebelere oranla sorunlar karşısında daha
kavrayışlı olmaları onların eğitilmiş olmalarıyla ilgilidir. İbn Haldûn’a göre kişinin
eğitiminde çevresel faktörler büyük önem taşır. İleri bir çevre, zekâyı ve düşünceyi
arttırır ve doğuştan gelen yetenekler çevresel etkilerle işlenerek daha verimli bir hâle
gelebilir.88
Sonuç olarak İbn Hâldun’a göre, duyularla algılanan şeylerden ve bunların
tekrarlanmasıyla oluşan bilgilerden, insanın akıl ve zekâsı gelişir, artar. Ancak insan
zekâsının bireylerde farklı görülmesi, onların farklı yaratılışta olduklarını göstermez.
Örneğin şehirli, fikir ve kavrayış bakımından göçebeden daha üstündür ancak bu
yaratılıştan gelen bir özellik değildir. Bu durum şehirlinin hüner ve sanayide
ilerlemiş olmasından, onlarda medeniyet seviyesinin yükselmesinden ve göçebe
86 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 339,340; (trc. Ugan), C. II, s. 439-440.
87 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 398; (trc Ugan), C. II, s. 585.
88 Tezcan, Mahmut, a.g.m., s. 2.
insanların, çoğu konuda şehirlilerin bildiği birçok şeyi bilmemesinden kaynaklanır.
Göçebelerin içinde anlayış ve kavrayış olarak mükemmel, akıl ve yaratılışı ile
şehirliden daha iyi olanları olsa da genel olarak bu değişmez. Bu sadece medeniyetin
kural, usul ve edeplerini bilmek, hüner ve sanatı öğrenmekle elde ettiği doğru
bilginin bir sonucudur. Öğretim, hüner ve sanat, onların akıl ve fikirlerini aydınlatır
ve geliştirir. Çünkü sanatın, insanı geliştiren tesir ve eserleri vardır.89
İbn Haldûn, insanlar arasındaki anlayış ve kavrayış farkının yaratılıştan gelen
bir özellik olmadığını, bu farkın oluşmasında çevre faktörünün çok önemli olduğunu
belirtmiştir. Ancak bunun zıddı bir görüş sunan İbn Rüşd ise, insanların doğuştan
getirdikleri farklı yetenek ve özelliklerle birbirlerine üstün geldiklerini, bu farklılığın
da ilâhî adaletin bir tezahürü olduğunu öne sürer. Ona göre, her insan bir konuda
kabiliyetli olarak dünyaya gelir. Herkesin aynı fıtratta olması veya tüm yetenekleri
kendinde toplaması imkânsızdır. Her insan için ilimde bir branş, sanatta bir dal
olduğunu düşünen İbn Rüşd, insanın kendi yeteneğine göre hareket etmesini tavsiye
eder. Yeteneklerin geliştirilmesinde çevre faktörünün önemini de göz ardı etmeyen
İbn Rüşd, doğuştan getirilen özelliklerin daha etkili olduğunu ifade etmektedir.
Eğitimde, insanlar arasındaki ferdî farklılıklar göz önünde bulundurulmalı ve buna
uygun eğitim yapılmalıdır diyen İbn Rüşd, insanları hitabet ehli, cedel ehli ve burhan
ehli olarak üç sınıfa ayırır. Herkesin kendi yeteneğine uygun iş yaptığı bir toplum,
düzenli bir yapıya kavuşur ve bu insanlar, ferdî farklılıklarına göre farklı sosyal
tabakaları oluştururlar.90
Zekânın diğer unsurlardan ayıklanıp, soyutlanarak öne sürülmesi ona salt
doğuştan nitelik verilmesi idealizmin temel düşünce yapısını oluşturur. Oysa, nasıl ki
insan yetenekleri sosyo-ekonomik yapının özelliklerinden etkileniyorsa, zekâ
olayının da bir üst ırk, üstün ulus ve insan kavramı içerisinde algılanmasının
ekonomik sınıfsal temelleri vardır. 91 Nitekim zekâ gelişiminde kalıtsal etmenler
çevresel etmenlere göre daha yüksek bir etki gücüne sahiptir. Ancak kişinin içinde
yaşadığı toplumun sosyo-ekonomik düzeyi beslenme, bakım ve eğitim gibi özellikler
de zekâ gelişiminde önemli ölçüde etkili olmaktadır. Toplumun alt ve orta sosyo-
89 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 344; (trc. Ugan), C. II, s. 451.
90 Aruç, Numan Yusuf, İbn Rüşd’ün Eğitim Felsefesi, Rağbet Yayınları, İstanbul 2003, s. 83-87.
91 Topses, Gürsen, Eğitim Felsefesi Temel Sorunları, s. 102.
ekonomik tabakasında ortaya çıkabilecek uyaran eksiklikleri, başarı güdüsü, çalışma
ortamı, aile içi ilgi ve sevgi eksikliği, çocuğun düşünce girişimleri ve süreçlerinin
yeteri kadar önemsenmemesi, daha az bağımsız ve daha çok baskıcı anne baba
davranışları, ekonomik güçlerden kaynaklanan kaygı geliştirici psikolojik ortam gibi
değişkenler, bu toplumlardaki kişilerin zekâ seviyelerinin daha düşük düzeyde
seyretmesine neden olmaktadır. 92 Alt sosyo-ekonomik düzey çocukları daha az
imkâna sahip olduğu, üst düzey çocukları ise daha çok imkâna kavuştukları için,
kalıtımla gelen dezavantajların bir kısmı imkânlarla telafi edilebilmektedir. Alt düzey
çocukları ise tersine, kalıtımla getirdikleri birtakım üstünlükleri imkânsızlık
nedeniyle ortaya koyamayabilmektedirler.93
Zekânın gerçekten ne olduğu, genel bir yetenek mi, yoksa farklı
yeteneklerden mi oluştuğu, ne dereceye kadar kalıtım ve çevre ürünü olduğu konuları
yüzyıllardır bilim adamları tarafından tartışılmış ve bu konularda farklı yaklaşımlar
öne sürülmüştür. Zekânın çeşitli yeteneklerin (kavrama, hüküm verme ve akıl
yürütme gibi) birleşmesinden meydana gelen karmaşık bir yapıya sahip olduğu
düşüncesi ilk defa Fransız psikolog Alfred Binet tarafından ortaya atılmıştır. Daha
sonra İngiltere’de Spearman, Amerika’da ise Thordike ve Thurstone bu konuyla ilgili
olarak birbirinden farklı görüşler öne sürmüşlerdir. Spearman, zekânın “g faktörü”
(genel faktör) ve “s faktörü” (özel faktör) denilen iki farklı zihinsel yetenekten
oluştuğunu, Thorndike, zekânın soyut, mekanik ve sosyal zekâ gibi üç faktörden
meydana geldiğini belirtmiştir. Thurstone ise, 1938’de Spearman’ın tezini temele
alarak geliştirdiği görüşünde, zihinsel farklılıkların dokuz ayrı faktörden oluştuğunu
ileri sürmüştür. (bazı kaynaklarda yedi faktör olarak da geçmektedir.) Bunlar ise
basarî veya mekâni yetenek, algı yeteneği, sayı yeteneği, mantıkî veya kelâmî
ilişkileri kavrama yeteneği, kelimeleri kullanmadaki oluşan yetenek, hafıza, endüktif
ve dedüktif yetenek, son olarak akıl yürütme yeteneğidir. Thurstone’a göre şiir
yazmak, satış yapmak, bir yazıyı anlamak ya da bir problemi çözmek gibi zihinsel
faaliyet esnasında bu dokuz yeteneğin hepsi birlikte bu faaliyetin oluşmasında etkili
olur. Ancak bu yeteneklerden bazıları söz konusu faaliyetlerden bazılarının
oluşmasında daha etkilidir. Örneğin, sayı yeteneği, mühendis olma konusunda şair
92 Topses, Gürsen, Gelişim ve Öğrenme Psikolojisi, Nobel Yay., Ankara 2003, s. 105.
93 Bacanlı, Hasan, Gelişim ve Öğrenme, Nobel Yay., Ankara 2003, s. 118.
olmadan daha etkili olur.94 Thurstone’un bu kuramını andıran başka bir zekâ kuramı
ise daha yakın zamanlarda, (1983 yılında) Howard Gardner tarafından geliştirilmiştir.
Gardner, çoklu zekâ adını verdiği kuramında zekânın birbirinden ayrı sekiz alanı
olduğunu söyler. Bunlar: mantıksal ve matematiksel, görsel ve uzamsal, bedensel ve
kinestetik, müziksel ve ritmik, sözel, sosyal, içsel ve doğa zekâsıdır. Ona göre,
zekânın oluşumunda biyolojik ve çevresel etmenler vardır. Bunlar; kaynaklara
ulaşım şansı, kültürel, coğrafi ve ailesel etkenlerdir. Bu etkenlere bağlı olarak
zekânın boyutları artabilir ve eksilebilir.95 Ünlü psikolog Jean Piaget ise zekâyı,
çevreyle etkileşme sonunda ferdin çevreye yaptığı uyumun özel bir durumu veya
çevre ile zihnî yapı arasındaki bir çeşit denge hâli, olarak tanımlanmıştır. Piaget,
zekâyı bir uyum süreci olarak değerlendirmektedir. Çünkü uyum, organizma ile
çevre arasındaki etkileşmede bir denge kurmak demektir. Bu etkileşim sırasında
insanın kendine uydurma ile kendini uydurma (değiştirme) süresi, zihin gelişmesinin
temelini oluşturur.96 Özetle, bizimde katıldığımız görüş şudur ki, bireyin zekâsının
temel öğeleri kalıtımla gelmektedir, ancak bireyin çevresiyle yaptığı her etkileşim
onun zekâsının gelişmesini ve zihinsel örüntüsünün değişmesini sağlamaktadır. Her
bireyin zihinsel örüntüsü birbirinden farklı olduğu için bireyler arasında ayrılıklar
vardır.97 Ayrıca sözel veya sayısal olarak iki yetenekten değil de birçok yeteneğin bir
araya gelmesiyle oluşan zekâ, İbn Sina’nın deyimiyle dış dünyadan gelen algıların
insana verdiği bilgiyi öğrenmeyle ortaya çıkmaktadır.98
3. 2. Ekonomik Kalkınmanın İlim, Fen ve Sosyal Hayatın Gelişmesine
Etkisi
Öğretimi bir meslek ve sanat olarak gören İbn Haldûn, meslek ve sanatların
ancak şehirlerde gelişebileceğini ifade eder. Ona göre mesleklerin halk arasında
gelişip yayılabilmesi ve çeşitlenmesi, halk nüfusunun az ya da çok olmasına, şehrin
gelişmişliğine ve refah seviyesine bağlıdır. Çünkü şehirdeki medenî hayatın
94 Gates, Arthur I., Jersild, Arthur T., Mc Connell, T.R, Challman, Robert C., Eğitim Psikolojisi, (trc.
Necmi Z. Sarı), MEB Yay., İstanbul 1962, s. 220-222.
95 Wikipedia Katılımcıları, "Çoklu Zekâ Kuramı," Wikipedia, Özgür Ansiklopedi,
http://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%87oklu_zek%C3%A2_kuram%C4%B1, 05.08.2009.
96 Yavuz, Kerim, a.g.e., s. 61.
97 Başaran, İ. Ethem, Eğitim Psikolojisi, s. 85.
98 “Zekâ kuramları ve çoklu yaklaşımlar”, http://www.ogretmen.info/cokluzeka.asp, 05.08.2009.
gerektirdiği meslekler, zaruri ihtiyaçlardan değil, daha mükemmel olma ihtiyacından
doğar. İnsanlar işlerinde geçimlerini temin etmekten daha fazla kazanç elde ederlerse,
bu fazlalığı, yani artan zaman ve çabayı ilim ve sanat öğrenmek için harcarlar. İlim,
sanat gibidir. Köylerde ve medenî bir yaşamın gelişmediği şehirlerde sanat olmadığı
için oralarda yaşayan halk, öğrenmek istedikleri ilim ve sanatı kendi yaşadıkları
yerlerde bulamadıkları için, bu ilim ve sanatların öğretildiği başka şehirlere gitmek
zorunda kalırlar. İbn Haldûn, bu konuda Bağdat, Kurtuba, Kayrevan, Basra ve Kufe
gibi şehirlerden söz ederek ve konuyu örneklendirerek şu görüşlere yer verir:
İslâmiyet’in ilk yıllarında nüfus çoğalıp medenî seviye yükselince, buralarda öğretim
terimleri ve her çeşit ilim son derece ilerlemiş ve gelişmişti. Ancak daha sonra bu
şehirlerdeki gelişmişlik ve nüfus azalıp ekonomik durum kötüleşince, gelişen
medeniyet ve onunla ilgili olan ilim ve öğretimde yok oldu. Ülkedeki ilim ve öğretim,
âlimler vasıtasıyla başka şehirlere aktarılarak oralarda devam etti. 99
İbn Haldûn bundan sonra, kendi yaşadığı dönemde ilim ve öğretim merkezi
olarak bu şehirlerden yalnızca Kahire’nin kaldığını belirterek bunun sebebini,
Mısır’ın yıllarca medeniyetlerin merkezi olmasına ve gelişmişliğin bu ülkede sağlam
bir şekilde yerleşmesine bağlar. Ona göre Mısır’da kurulan Türk devletleri ve
Selahattin Eyyubi ve daha sonraki hükümdarların Mısır’ı yönetimi de bu ülkenin ilim
ve öğretim merkezi olarak kalmasında önemli bir etken olmuştur. Çünkü Türk
Hanedanlığına bağlı olan Türk beyleri öldükleri zaman servetlerine hükümdarın el
koyup çocuklarına bir şey kalmamasından endişe ederek mallarının çoğunu, gelirinin
bir kısmını çocuklarına verilmesi şartıyla vakfetmişlerdir. Aynı zamanda ecir ve
sevap kazanacakları ümidiyle Türk beyleri birçok medrese, tekke ve zaviye,
imarathane vakfetmişler ve vakıfların Mısır’da çoğalmasını sağlamışlardır.
Vakfedilen yerlerin gelirleri çoğalınca ilme heves eden öğrenciler ve öğretmenler de
çoğalmış, bu sebeple ilim öğrenmek amacıyla Irak ve Batı Afrika’dan Mısır’a
öğrenci gelmiştir. Böylece Mısır’da ilim ve fen gelişmiş, çeşitlenmiş, ilim konusunda
büyük bir canlılık yaşanmıştır. Mısır’ın Kahire şehri de yıllarca medeniyetin merkezi
olmasından dolayı her türlü ilim, sanat ve hüner gelişmiş ve çeşitleri çoğalmıştır.
Yine burada vakıfların çok oluşundan dolayı ilim ve fen gelişmeye devam etmiştir.100
99 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 344-345, (trc. Ugan), C. II, s. 452.
100 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 345, (trc. Ugan), C. II, s. 454-455.
İbn Haldûn burada, hem ekonominin ilim ve öğrenim üzerindeki etkisini göstermekte
hem de vakıf işlemlerinin arkasında gizli kalmış olan bir menfaat yönüne
değinmektedir.
İbn Haldûn, el sanatları ve sanayinin yalnızca şehirlerde gelişebileceğini
bildirmektedir. Ona göre insanlar, geçimlerini temin ettikleri mesleklerinden daha
çok kazanç sağladıkları takdirde, geçinmelerinden artan vakit ve emeklerini ilim, fen
ve sanatı öğrenmekte harcarlar. Medeniyetin gelişmediği yerlerde ve köylerde ilim
ve sanat da gelişmemiş olduğu için, bunları öğrenmek isteyen buradaki insanlar ilim
ve sanatın geliştiği diğer şehirlere giderler. Basra, Kufe, Kurtuba ve Kayrevan
şehirlerinin nüfusları çoğalıp medenî seviyeleri yükseldiği için, buralarda her çeşit
ilim ve fen son derece ilerlemişti. Daha sonra bu şehirlerin gelişmişliği azalarak
ekonomik durumları bozulunca ilim ve öğretim de sona erdi ve buradaki bilginler
başka şehirlere gitti. 101
Eğitim-ekonomi ilişkileri içinde eğitim genellikle ekonomik yapıya göre
şekillenir. Günümüzde de ekonomik açıdan son derece ileri ve sanayileşmiş ülkelerin
özelliklerine bakacak olursak; bu ülkelerde okuma yazma oranı yüksektir. İş
etkinliklerinin örgütlendiği kurumlar, hacim olarak büyüme eğilimindedir. Hizmet ve
mesleklerde yayılma söz konusudur. İş bölümünün egemen duruma gelişi, bu sonucu
ortaya çıkartır. Özellikle üretimde kullanılan yenilikler, yeni iş alanlarını ve
toplumda yeni rolleri ortaya çıkarır. Böylece toplumda yapısal değişiklikler meydana
gelir. 102 Asya, Orta Doğu, Afrika ve Latin Amerika gibi ülkelerin toplumsal ve
ekonomik kalkınmaları eğitime de yansımaktadır. Bu toplumların gelenekçilikten
modernleşmeye geçişlerinde eğitim programlarının içerikleri değişmekte, eğitimsel
imkânlar nicel olarak artmaktadır. Eğitim, modernleşmede bir araç rolü
oynamaktadır.103
Sosyo-ekonomik açıdan az gelişmiş toplumlarda ise eğitim hizmetleri
yetersizdir. Moda, lüks ve sanat etkinlikleri azdır. Eğitimde yeterli sayıda yetişmiş
eleman yoktur. Nitelikli ve uzun süreli eğitime istek fazla değildir. Eğitim hizmetleri
101 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 344-345; (trc. Ugan), C. II, s. 452-453.
102 Tezcan, Mahmut, Eğitim Sosyolojisi, s. 243.
103 Tezcan, Mahmut, a.g.e., s. 216.
konusunda bölgeler arasında bariz farklar vardır.104 Az gelişmiş ülkelerde ortalama
gelir düzeyi düşük olup, sanayileşme sınırlı olduğundan okuma yazma bilenlerin
sayısı azdır. Yeterli sayıda okul ve her yaştaki çocuğa göre yeterli eğitim programı
yoktur. Kültürel değerler, dinsel ve aileseldir. Maddî değerlerden çok, manevî
değerlere önem verilir. Meslekî yeterlilikte ehliyete bakılmaz, genellikle kıdem ve
yaş önemlidir. 105
3. 3. Ekonominin Gelişmesiyle Meslek ve Sanatların Gelişmesi
İbn Haldûn’a göre bir ülkede ekonomik kalkınmanın hızlandırılması ve
gerçekleştirilmesi, nitelikli insan gücüne olan talebi arttırmaktadır. Medenî seviye
yükselinceye kadar halk, genellikle geçinme ve karnını doyurması için zaruri olan
ihtiyaçlarını karşılama düşüncesindedir. Medenî seviye yükselip iş fırsatları ve
rahatlık artınca, kazançlar da artar ve zaruri ihtiyaçlarından daha fazlasını kazanan
insan, bunu lüks için harcamaya başlar. İnsanı hayvandan ayıran akıl ve fikrin ürünü
olan ilim ve sanayî, zaruri ihtiyaçlar karşılandıktan sonra ortaya çıkan bir ihtiyaçtır.
Şehrin medenileşmesi, meslek ve sanatların ilerlemesini gerektirir. Çünkü insanların
zaruri ihtiyaçları karşılanıp lüks talepleri artınca, sanayi de doğal olarak gelişmeye
başlar. Yerleşik hayatı benimsemiş şehirlerde medenî seviye yüksek olup, hüner ve
sanayi gelişmiştir. Bununla birlikte göçebe kültürüne sahip az gelişmiş şehirlerde,
basit ve sade meslek ve sanatlar vardır. Buralarda yalnızca demircilik, terzilik,
dokumacılık gibi sanatlara ihtiyaç duyulur. Bu sanatlar da zaten zaruret ölçüsünde
yapılır ve mükemmel değildir. Yerleşik hayata geçildikçe, bu hüner ve sanatlarda bir
güzelleşme ve gelişme yaşanır. Lüks hayatın gerektirdiği sanatlar ortaya çıkar,
mesela kuyumculuk gibi. Ve yerleşik hayatın gelişmesi devam ettikçe, bu sanatların
mükemmel eserleri görülür. Medenî seviyenin gelişmesinin bir sonucu olarak
yağcılık, bakırcılık ve aşcılık gibi sanatların yanında, dans ve bir müzik aleti çalma
öğretimi gibi değişik sanatlar da ortaya çıkar. Medenî hayatın gelişmesi, insanı fikrî
ve aklî bilgilerle uğraşmaya yönelttiği için, kağıtçılık ve kitap düzenleme sanatı gibi
meslekler artar. Yerleşik hayatın ve medeniyetin gelişerek bu türlü mesleklerin
çoğaldığı Mısır’da, Batıda bile var olmayan meslekler vardır. Örneğin, burada
104 Celkan, Hikmet Yıldırım, Eğitim Sosyolojisi, Atatürk Üniversitesi Basımevi, Erzurum 1989, s.
124.
105 Tezcan, Mahmut, a.g.e., s. 225.
papağana konuşmayı, eşek ve vb. hayvanlara müzik eşliğinde dans etmeyi öğreten, ip
üzerinde yürüyen, ağır cisimleri kaldıran kimseler vardır. Bu durum, Mısır ve
Kahire’nin medeniyet ve sanayi alanında Batı Afrika’dan daha üstün olduğunu
göstermektedir. 106
Bilim ve eğitim ihtiyaçların ürünüdür. Örneğin, Mısır ve Mezepotamya’da
matematiğin gelişmesi, ticaret ekonomisinin gelişmesiyle ilişki içindedir. Kare,
dikdörtgen vb. geometrik şekillerin alan ve hacim gibi hesaplamalarına ilişkin
bilgiler, astronomi biliminin, Nil Nehri’nin taşma zamanlarını bilme ihtiyacından
doğmuştur. Nitekim felsefe, ekonomi, bilim, teknik, üretim süreçleri birbirlerinin
içine girmiş, birbirleriyle etkileşim dinamiğiyle var olan olgulardır.107 İbn Haldûn’un
birçok yerde vurguladığı temel düşünce, öğrenme ihtiyacının insanın doğuştan
getirdiği bir yetenek olması ve bu yeteneğin yine insanın hayatı boyunca
ihtiyaçlarına göre şekil almasıdır. Ona göre, sosyal hayatı geliştiren üretim ve iş
bölümüdür. İhtiyaçların giderilmesi yeni ihtiyaçlara yol açar ve toplum büyür.
Toplumda kazancın artmasına tâbi olarak bolluk ve refah, buna bağlı olarak da tekrar
ihtiyaçlar o nisbette artar. Üretimi çoğaltmak için sanayi ilerler, tüketim çok olduğu
için fiyatlar yükselir, ancak buna rağmen toplumun kazancı artar. Böylece İbn
Haldûn, toplumun ekonomik determinizmle büyümesini, ekonomik kurallarla aldığı
şekillerle anlatmaktadır. Toplumun medenî seviyesinin bu şekilde yükseleceğini
açıklamaktadır.108
Günümüzde de hızlı teknolojik gelişmeler iş hayatında bazı mesleklerin
çeşitli dallara ayrılmasına, bazılarının ortadan kalkmasına ve bazı yeni mesleklerin
de ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.109
3. 4. Şehirlerde Mesleklerin Yerleşip Gelişmesinin Yerleşik Hayatın
Uzun Sürmesine Bağlı Oluşu
İbn Haldûn’a göre meslek ve sanatlar yerleşik hayatın bir gereğidir.
Medeniyet seviyesi artıp ihtiyaçlar çeşitlenince meslek ve sanatlar da artar.
106 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 315-316; (trc. Ugan), C. II, s. 369-371.
107 Topses, Gürsen, Eğitim Felsefesi Temel Sorunları, s. 114.
108 Hülagu, Orhan, a.g.e., s. 78.
109 Alkan, Cevat, Doğan, Hıfzı, Sezgin, İlhan, Mesleki ve Teknik Eğitimin Esasları, Gazi Büro
Kitabevi, Ankara 1996, s. 399.
Gelişmenin ve medenî bir hayatın uzun yıllar devam ettiği bir şehirde daha sonra
kültürel bakımdan bir gerileme yaşansa dahi, yeni gelişmeye başlamış bir şehre göre
ilim ve sanatlar daha ileridir. Çünkü bir itiyat uzun zaman tekrar ile yerleşip kökleşir.
Örneğin, bir madde boyanıp kuruduktan sonra onu çıkarmak zordur. Madde
eskiyinceye kadar üzerindeki boya sabit kalır, birden yok olmaz, zaman içinde
kaybolur. Tıpkı bunun gibi, uzun süre gelişmiş toplumlarda varlığını sürdüren
sanatlar elden ele geçmiş ve iyice yerleşmiştir. Ancak yeni gelişmeye başlayan
şehirlerde henüz medenî gelişme zirveye ulaşmadığı için buralarda bulunan sanatlar
eksiktir. Bunun bir örneği Endülüs’te yaşanmıştır. Bu şehirde lüks hayatın
gerektirdiği ihtiyaçların karşılanması için gereken tüm sanat ve sanayi dalları
ilerlemiş durumdadır. Endülüs, eski ilerlemiş medenî seviyesini kaybetmiş diğer
şehirlere göre daha geri duruma gelmiş olsa da oradaki sanat eserleri medenî hayatla
ilgili birçok sanat ve sanayi hâlâ ayakta durmaktadır. Çünkü Endülüs’te medeniyet,
orada hüküm sürmüş olan birçok devletin hâkimiyetinde ilerlemiştir. Buradaki
devletlerin hâkimiyeti uzun sürdüğü için meslek ve sanatlar nesilden nesile
aktarılarak devam etmiş ve daha da mükemmelleşmiştir. Endülüs kadar olmasa da
Tunus şehri de yerleşik ve medenî hayatın etkisiyle meslek ve sanatların yayıldığı bir
şehir olmuştur. Aralarındaki mesafe yakın olduğu için Mısır’dan medenî hayatın
gerektirdiği meslek ve sanatlardan beğendiklerini nakletmişlerdir. Ayrıca hicretin
yedinci yılında Hristiyanlar’ın sıkıştırmasıyla Endülüs’ün doğusundan Tunus’a
yapılan göç, kültür, meslek ve sanat bakımından Tunus’un Endülüs’e benzemesine
sebep olmuştur. 110
3. 5. Ekonominin Bozulmasıyla Geri Kalmış Bir Medeniyetin Eğitime
Etkisi
İbn Haldûn, yaşadığı dönemde medeniyetin, gelişmişliğin ve devlet
otoritesinin zayıflamasıyla, el sanatları ve sanayinin azalması sonucunda Batı
Afrika’da ilim ve öğretim neredeyse yok olma derecesine geldiğini belirtir ve bu
durumun sebebini şöyle açıklar: Batı Afrika’nın başkenti Kayrevan ve Endülüs’ün
başkenti Kurtuba, önceleri oldukça gelişmiş şehirlerdi. Buralarda ilim ve sanatlar
ilerlemiş ve yayılmıştı. Ülke çapında gelişen ilim ve sanat en yüksek seviyeye
110 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 316-317; (trc. Ugan), C. II, s. 371-374.
ulaşmıştı. Ancak daha sonra bu iki başkent tahrip olunca Muvahhidin Devletinin
sayesinde Merakeş’te nisbeten devam eden öğretimin haricinde Batı Afrika’da
öğretim tamamen ortadan kalkma derecesine geldi. Ancak Muvahhidin Devletinin
ömrü kısa ve göçebe bir devlet olmasından dolayı Merakeşte’de medeniyet tam
olarak gelişmedi ve yerleşmedi. Kayrevan ve Kurtuba şehirlerinde öğretimin yok
olma derecesinde zayıflaması, Fas ve Batı Afrika’nın diğer bölgelerinde de güzel bir
öğretim metodu’nun ortadan kalkmasına sebep oldu. Bunun sonucunda insanların
ilim öğrenmeleri, ilimde ilerlemeleri ve otorite olmaları zorlaştı.111 İbn Haldûn, bu
sözleriyle devletin içinde bulunduğu durumun eğitim ve öğretime yansıdığını
belirtmektedir. Ona göre devletin gücü zayıfladığı zaman ilim ve sanatlarda gerileme
yaşanır ve eğitim öğretim faaliyetleri sekteye uğrar, insanların bu konuda bilgi sahibi
olmaları zorlaşır.
İbn Haldûn, bir ülkede el sanatları ve sanayinin, devlet gücünün eksilmesi,
medeniyet ve ekonominin alt üst olmasının da eğitim öğretimi olumsuz yönde
etkilediğini ifade etmektedir. Ona göre, Endülüs’te ekonomik durumun bozulması ve
İslâmiyet’in yaşandığı ülkelerde gelişmişliğin azalması sebebiyle, orada Arapça ve
edebiyat hariç, eğitim öğretim tamamen durmuştur ve ilme verilen önem ortadan
kalkmıştır. Fıkıh, muhtevası (içeriği) boş bir şekilden ibaret hâle gelmiş ve aklî
ilimlerin izi bile kalmamıştır. Bunun en önemli nedeni, İbn Haldûn’a göre ülkede
gelişmişliğinin azalması, bazı bölgeler hariç tüm Endülüs’ün düşmanlar tarafından
ele geçirilmiş olmasıdır. Halk orada her şeyden önce geçimini temin etme derdine
düştüğü için ilim öğretimi kesintiye uğramıştır. 112 Farklı şehirlerdeki ilim ve
sanatların durumunu karşılaştıran İbn Haldûn, çeşitli sebeplerle Endülüs ve
Mağrip’te ilim ve sanatların gerilediğini, hatta yok olduğunu, doğu bölgelerinin ise
İslâm ülkeleri içinde en yüksek seviyede olduğunu belirtir.
3. 6. Ekonominin Bozulmasının Meslek ve Sanatlara Etkisi
İbn Haldûn, bir şehrin ekonomik durumunun zayıflayarak nüfusu azalmaya
başlayınca, insanların rahat ve huzurunun da o ölçüde azalacağını düşünmektedir.
Buna bağlı olarak bu lüks ve rahatın gerektirdiği hüner ve sanatlarda da bir azalma
111 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 342; (trc. Ugan), C. II, s. 444-445.
112 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 343; (trc. Ugan), C. II, s. 447-448.
görülür. Çünkü halkın talep etmediği sanatlardan ustalar kazanç sağlayamaz ve bu
sanatı bırakarak geçimini sağlamak için başka bir sanata yönelir veya o usta öldükten
sonra yerine geçecek kimse bulunmadığı zaman o sanat yok olur gider. Şehrin
medeniyet seviyesi azaldıkça hüner ve sanatlar da azalır.113
Değişmenin olmadığı bir toplum düşünülemez. Ancak İbn Haldûn’a göre
bedevî toplumda başlayan sosyal değişme, hadâri topluma geçişle birlikte toplumun
ekonomik, siyasal, kültürel yapılarında değişiklik meydana getirmiştir. Bu bir
zorunluluktur. Ona göre toplumsal değişme, belli bir zaman sürecinde yaşanmaz,
süreklilik arzeder. Bu bakımdan onun bu konuya ilişkin görüşleri determinist bir
yapıdadır. Ayrıca sosyal değişme ve gelişmelerin yönü yukarı doğrudur. Her zaman
bir yükseliş ve ilerleyiş vardır ama bu ilerleme ağır bir şekilde olmaktadır.114 Eğitim
noktasında ise, eğitimin mi toplumsal değişmeyi etkilemekte olduğu yoksa sosyal
değişmenin mi eğitimi etkilemekte olduğu sorusuna İbn Haldûn, açık bir şekilde
toplumdaki sosyal değişmenin ilim ve sanat etkinliklerini olumlu ya da olumsuz
yönde etkilediği cevabını vermiştir. İbn Haldûn, ekonomik kalkınma veya
gerilemeyle yaşanan toplumsal değişmeyi hareket noktası olarak ele almış ve eğitim
faaliyetlerinin, meslek ve sanatların, sosyal hayatın buna göre şekillendiğini kabul
etmiştir. Eğitsel ve sanatsal faaliyetler, toplumsal değişmenin arkasından gelir.
Karşılıklı etkileşim vardır, fakat ilim ve sanat toplumsal değişmeleri başlatmaktan
çok onların arkasından gider. Bu haliyle İbn Haldûn’da eğitim öğretim faaliyetleri
toplumsal gelişmeyi sağlayan bir sebep değil, bağımlı bir değişken sayılabilir. İbn
Haldûn’un üzerinde önemle durduğu ekonomik yönden geri kalmış ve ileri düzeyde
olan ülkelerin arasında görülen eğitim farkı günümüzde de halen söz konusu olan bir
durumdur. Özellikle ekonomik bakımdan geri kalmış ülkeler, ekonomisi ileri
düzeyde olan ülkelerle kıyaslandığında bireye sağladığı eğitim imkânları daha azdır.
4. İbn Haldûn’da Meslekî Eğitim
Başka alanlardan farklı öğrenim ve deneyim yoluyla belli bir iş alanında, belli
bir amaca yönelik olarak mal, hizmet ve düşünce türünden ürün üretebilecek
113 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 318; (trc. Ugan), C. II, s. 376-377.
114 Yurtçul, Buket, İbn Haldun’un Eğitim Sosyolojisi, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi),
Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sivas 1999, s. 31-32.
yeterliliğe ulaşmak ve bu yeterliği işe koşarak ürün üretmeyi düzenli hâle getirmek
demek olan meslek, öğrenim ile birlikte deneyim kazanarak uzmanlaşmayı gerektirir.
Her meslekte mesleğin kimliği, meslek sahibinin alt kimliğine dönüşerek onun
davranışlarını meslek içinde ve dışında yönlendirir. Her mesleğin kendine özgü
kültürü, kuralları ve inançları vardır. Meslek sahibinin bu kuralları özümsemesi
gerekir. Ayrıca bir mesleğin bilimselliği ve teknolojisi yükseldikçe, bu mesleği
edineceklerin öğrenim ve deneyim ihtiyaçları da yükselir. 115 Genel eğitimin bir
türünü oluşturan meslekî eğitim, üretimi esas alarak belirli bir meslek alanı ile ilgili
bilgi beceri ve alışkanlıkların kazandırılmasını amaçlar. 116
İbn Haldûn’a göre ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla bir şeyler üreterek
ekonomik faaliyette bulunmak, insanoğlunun zorunlu ve tabî bir faaliyetidir. Ona
göre, insan ihtiyaçlarını tek başına karşılayamaz ve en alt düzeydeki ihtiyaçlarını
karşılayabilmek için bile başkalarının ürettiği mal ve hizmetleri satın almak, kendisi
de başkalarının ihtiyacı için mal ve hizmet üretmek zorundadır. 117 İbn Haldûn,
sanatları basit, mürekkep olmak üzere iki kategoriye ayırır. Ona göre, hayatta zaruri
ihtiyaçlarla ilgili olanlar basit, lüks yaşantıyla ilgili olan sanatlar ise mürekkeptir. İlk
önce, insanların ihtiyaç duyduğu basit sanatlar öğretilir. Bu sanatları öğrenenlerin
sayısı da çoktur. Çünkü bunları öğrenmek için akıl ve fikir yormaya ihtiyaç yoktur,
bu sanatların öğrenilmesi kolaydır. Küçük şehirlerde genellikle basit sanatlar görülür
ve buralarda sanayi geri kalmıştır. Çünkü medeniyet seviyesi düşüktür, medeniyet
zamanla gelişir, geliştikçe de meslek ve sanatları geliştirir, çeşitlerini çoğaltır.118
İlkel toplumlarda meslekleşme yoktu. Toplamacılık ve avcılıkla yaşamını
sürdüren toplum, ihtiyaçlarını doğrudan doğruya doğadan karşılardı. Meslekleşme,
insanlık tarihinin en büyük iki devrimi olan tarım devrimi ile endüstri devriminin
başlattığı iş bölümünün ürünüdür. Toplumun evlilik, hukuk, iş, din, güvenlik, sağlık
gibi kurumlarındaki yenileşmeler, uygarlığın ve kültürün gelişmesine yol açmış ve
meslekleşme ortaya çıkmıştır.119 İlkel toplumlarda var olmayan mesleklerin tarım ve
115 Başaran, İ. Ethem, a.g.e., s. 208.
116 Alkan, Cevat, Doğan, Hıfzı, Sezgin, İlhan, a.g.e., s. 21.
117 Kozak, İbrahim Erol, a.g.e., s. 21.
118 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 315; (trc. Ugan), C. II, s. 367-368.
119 Tezcan, Mahmut, a.g.e., s. 109.
sanayi devrimi ile ortaya çıkıp giderek çeşitlenmesi, İbn Haldûn’un yukarıda
belirttiğimiz görüşlerine uygun düşmektedir.
İbn Haldûn’a göre sanayi de üç türlüdür: Biri, yaşayış ve geçinme ile ilgili
olan sanayidir, mesela terzilik, marangozluk, kasaplık gibi. Diğeri de akıl ve fikirle
ilgili sanatlardır. Mesela şiir, kağıtçılık ve ilim öğrenme sanatı gibi. Üçüncü kısım ise
sevk ve idareye özgü sanatlardır, siyaset ve askerlik gibi.120 Görüldüğü gibi, İbn
Haldûn eğitimi ikinci kısımda değerlendirmektedir. Bunun sebebi eğitimin, öğretim
yoluyla elde edilmesi ve terimlerinin farklı olmasıdır.
4. 1. Meslek ve Sanat Öğreniminde Öğretmene Duyulan İhtiyaç
İbn Haldûn’a göre herhangi bir sanat dalında yetişmek, usta olmak, ancak o
sanatla ilgili bilgi edinmek ve çalışmakla gerçekleşir. Sanat, hem fikrî hem de amelî
bir yetenektir. Yani hem beden hem de akıl gücüne ihtiyaç duyar ve bizzat yaparak
ve yaşayarak elde edilir, mükemmelleşir. Sanat öğrenmek isteyen kişinin o sanatı
öğretmenden öğrenmesi, gözüyle görerek âletlerle bizzat kendinin çalışması onun
için daha faydalıdır. Bu şekilde öğrenme, anlatım (tarif ve rivayet) yoluyla
öğrenmeye göre daha etkilidir. Ve bu yöntemle elde edilen bilgiler, zihinde daha çok
sağlam ve kalıcı olur. Ayrıca öğrenci kullandığı öğretim yönteminin güzelliğine göre
ve işinde alışkanlık kazanması ölçüsünde o sanattaki yeteneğini geliştirir. Alışkanlık,
(meleke) o iş zihinde yerleşene kadar onu tekrar etmekle kazanılır.121 Alışkanlığın
kişinin zihninde otomatik hâle gelmesi için bir süre uygulanması gerekir. Hatta ara
sıra uygulanan pekiştireçler ile bunları sürekli olarak devam ettirmek mümkündür. 122
Becerilerin alışkanlığa dönüştürülmesinde eğitim açısından daha çok süre, emek ve
araçlara ihtiyaç duyulur. Becerilerin pekiştirilmesi ve alışkanlık olarak yerleşmesi,
yapılacak alıştırmalarla olanaklıdır. Alıştırma, bir konunun yinelenmesi,
benzerlerinin yaptırılması, aşamalı öğretilmesi, bilmece-bulmaca ile yaptırılabilir.
Alıştırmaların en önemli görevi, becerileri alışkanlığa dönüştürmektir.123
İbn Haldûn’un da belirttiği gibi insanın tek başına kendi kabiliyetlerini işleyip
geliştirmesi zor olduğu için onun gerekli olan gelişmeyi gösterebilmesi ancak
120 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 315; (trc. Ugan), C. II, s. 368.
121 İbn Haldûn, Mukaddime, (trc. Ugan), C. II, s. 366.
122 Alkan, Cevat, Doğan, Hıfzı, Sezgin, İlhan, a.g.e., s. 91.
123 Başaran, İ. Ethem, Eğitim Psikolojisi, s. 268-272.
kapasiteli, (zihnen ve ruhen) yaratıcı güce sahip öğretmenlerin yetişmesiyle mümkün
olur. Bu özellikleri kazanmış bir öğretmen, çocukların kabiliyetlerini uyguladığı
eğitim ile geliştirebilir. Böylece insandaki doğal kabiliyet ve yetenekler, eğitimin
kendi kuralları içinde gelişme imkânı bulur. Bu da eğitimin en önemli amaçlarından
biridir.124 Öğrenci kendi başına bırakıldığında becerileri öğrenmede belki iyi bir yol
seçebilir. Fakat daha etkisiz ve yanlış bir yola da gidebilir. Öğretmenin yapacağı
açıklamalar ve gösteriler, onun hangi uyarıcılara daha önem vereceğini, tepkilerini
nasıl denetleyebileceğini ve hangi durumda hangi tepkiyi vermesi gerektiğini
kararlaştırmasına yardımcı olur. Bir beceriyi oluşturan basamaklar rastgele değil de
belli bir plan dâhilinde sırasıyla adım adım açıklanır ve gösterilirse, öğrenci ne
yapacağını daha çabuk öğrenir.125
İbn Haldûn, özellikle sanat öğreniminde kişinin bizzat öğretmenden görerek
ve yaparak öğrenmesini tavsiye etmiş, bu yöntemin anlatım yöntemine göre daha
etkili olduğunu belirtmiştir. İbn Haldûn’un bu düşünceleri, öğrenmede somutluğa ve
etkileşime önem verdiğini, ayrıca bize becerilerin öğretilmesinde çoğunlukla
“gösteri” (demonstrasyon) yöntemini tavsiye ettiğini göstermektedir. Gösteri,
kazandırılmak istenen bilişsel ya da davranışsal becerinin uzman veya öğretmen
tarafından gerçekleştirilmesidir. Bu teknik büyük ölçüde gözlem yoluyla öğrenmeyi
sağlar. Ayrıca eğitimin öğretmenle bir araya gelerek yapılması ve İbn Haldûn’un
aletler dediği ders araç ve gereçleriyle çalışılması, ancak okul ortamında örgün
eğitimle gerçekleşebilir. Bu bakımdan İbn Haldûn’un bu düşünceleriyle özellikle
meslek eğitiminde örgün eğitimi desteklemiş olduğunu söyleyebiliriz.
İbn Haldûn, kendi dönemindeki öğretmenlerin kazancı, toplumda öğretmenlik
mesleğinin değeri ve bu mesleğin işleyişi hakkında da bilgi vermektedir. Ona göre,
öğretmenlik ve benzeri görevlerde bulunan kimseler genellikle fazla bir kazanç
sağlayamazlar. Çünkü kazanç, emeğin değeridir. Emeğin değeri ise ihtiyaçlara göre
farklılık gösterir. Yani bir meslek, toplumun zorunlu olarak ihtiyaç duyduğu bir
meslek ise, o mesleğin kazancı daha çok olur. Ancak öğretmenlik dâhil birtakım dinî
görevlerin başında olan kimselerin hizmetine tüm halk ihtiyaç duymaz. O kimselere
yalnızca dinine bağlı olan havas, ihtiyaç duyar. Fetva almak ve aradaki ihtilafları
124 Yavuz, Kerim, a.g.e., s. 130.
125 Başaran, İ. Ethem, a.g.e., s. 276.
halletmek için müftülük ve kadılık görevlerine ihtiyaç duyulsa da bu ihtiyaç mecburi
değildir. Bu tür meslekleri yapan kimselerin maaşları, onlara duyulan ihtiyaç
ölçüsünde devlet tarafından verilir. Ancak yine de devletin bu kimseler için
belirlediği maaş, toplumun zorunlu olarak ihtiyaç duyduğu sanatkârlar ile yüksek
makam sahibi memurların maaşına denk değildir, hatta onlardan daha azdır. Bununla
birlikte bu meslek, toplumun nazarında çok üstün, şerefli bir meslektir. Bu mesleği
yapan kimseler sağlam kişilikleriyle makam sahiplerine boyun eğmezler, bu yüzden
gelirlerini çoğaltacak payı da onlardan alamazlar. Böyle kimselere yaltaklanarak
kendilerini küçük düşürmek istemezler. Bu sebeple çok fazla kazanç elde edemezler.
Ayrıca bu şerefli mesleğin mensupları, ilim ve faziletlerini arttırmak için çok fazla
çalışmaya, bu suretle zihin ve vücutlarını yormaya mecburdurlar.126
Öğretmenlik mesleği İslâmiyet’in ilk yıllarında sevap kazanma ümidiyle
yapılmış, daha sonraları geçinmeyi sağlayan bir meslek haline gelmiştir. Ancak
görüldüğü gibi İbn Haldûn’un yaşadığı dönemde öğretmenlik, çok saygın bir meslek
olmasına rağmen toplumun çok fazla ihtiyaç duyduğu bir meslek olmadığı için geliri
azdır. Ona göre yapılan iş ve hizmet toplum için zaruri ise değeri yüksek, değilse ona
duyulan ihtiyaç ve verilen değer de azdır. Ayrıca İbn Haldûn, Abbasî halifesi el-
Me’mun döneminde devletin gelir ve giderlerine ait bazı kayıtların eline geçtiğini ve
bu hesaplara göre kadı, müderris ve imamların düşük maaş aldıklarını söylemektedir.
Ancak İbn Haldûn’un ortaya koyduğu bu düşünceler, özellikle toplumda bazı
kimselerin zaruri iş yapmadığı fikri, daha sonra araştırmacılar tarafından eleştirilmiş
ve tartışılmıştır. İbn Haldûn’un belirttiği zaruri ihtiyaç meselesinin mahiyeti nedir?
Bir görüşe göre, İbn Haldûn işleri maddi değeri ile ölçüyorsa eğer, tarım işçileri
zaruri bir ihtiyacı karşıladıkları hâlde neden son derece az bir kazanç
sağlamaktadırlar? Ayrıca İbn Haldûn, müezzin ve hatiplerin işleriyle kadı ve
müderrislerin işlerini beraber değerlendirmekle hata etmiştir. Çünkü namazın
onlarsız da kılınabileceğini dikkate alarak imam ve müezzinlere bir noktada zaruri
ihtiyaç olmadığını söylemek mümkün olabilir. Fakat kadı ve müderrisler için aynı
şekilde bir değerlendirme yapmak mümkün değildir. Ayrıca İbn Haldûn, el-Me’mun
döneminde eline geçtiğini söylediği hesap defterleriyle ilgili herhangi bir açıklama
yapmamıştır, ancak kadıların ve ilmi faaliyete emeği geçen kimselerin aldıkları
126 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 309- 310; (trc. Ugan), C. II, s. 351-352.
ücretler hakkında kesin bilgiler kaydedilmiştir ve bunlar İbn Haldûn’un
söyledikleriyle çelişmektedir.127
Modern ilimlerin henüz gelişmediği ve eğitimin tamamen dinî bir nitelik
taşıdığı o dönemde, öğretmenler genellikle para kazanma amacı gütmeden öğretim
faaliyetinde bulunuyorlardı. O çağın sosyo-ekonomik yapısı içerisinde müstakil bir
meslek olarak bile görülmeyen öğretmenlik mesleğinin iktisadî açıdan tatmin edici
olmayışı son derece doğaldır. Günümüzde her ne kadar şartlar eğitim ve öğretmenlik
mesleği lehine değişmişse de hâlen, birçok ülkede öğretmenler düşük ücretlerle
çalışmaktadırlar. Bu durumun sebeplerinden biri de İbn Haldûn’un tespiti olan bu
mesleğe duyulan ihtiyaç meselesidir. Hâlen tüm dünyada bu mesleğin mensuplarının
hizmetine duyulan ihtiyaç son derece yüksektir, ancak ihtiyaç acil ve öncelikli olarak
tatmini gerektiren bir ihtiyaç değildir.128 Ayrıca İbn Haldûn, mesleklerin zorunlu
olup olmamasını kendi açısından değil, çoğunluğu okuma-yazma bilmeyen halkın
bakış açısından ele almış olabilir. O günün toplumunu göz önünde bulundurursak, bu
mesleğin çok fazla ihtiyaç olarak görülmemesi son derece doğaldır. Çünkü o
dönemde şimdiki kadar okuma, okula gitme, eğitim alma gibi faaliyetler yoktu. İbn
Haldûn, herkesin ihtiyaç duyduğu görevleri zorunlu olarak görmüştür.
4. 2. Meslek ve Sanatların Gelişmesine Etki Eden Faktörler
İbn Haldûn, meslek ve sanatların ancak talip ve araştıranların çok olmasıyla
çoğalıp güzelleşeceğini ifade etmektedir. İbn Haldûn’a göre, sarfedilen güç ve
emeğin kıymeti, toplumun o maddeye olan ihtiyacı ölçüsündedir. O maddeye buna
göre değer verilir. Yani bir şeyin değeri, arz ve talebine bağlıdır.
İbn Haldûn’a göre insan, geçimini ve kazancını işinden temin ettiği için boşu
boşuna kazancı olmadan çalışmak istemez. Çünkü insan, emeği ile geçinir ve hayatı
boyunca ondan fayda sağlar. O yüzden şehirde değeri olan bir sanata yönelir ki,
amacı ondan kazanç sağlamaktır. Halk tarafından çok talep edilen bir meslek,
pazarda müşterisi çok olan bir mal gibidir. Herkes o sanatı öğrenmeye çalışır ve
ondan kazanç sağlar. Eğer bir sanatın talep edeni yok ise kimse onu öğrenmek
127 Çelebi, Ahmet, İslâm’da Eğitim Öğretim Tarihi, (trc. Ali Yardım), Damla Yay., İstanbul 1976,s.189.
128 Bilgiseven, Amiran Kurtkan, Eğitim Sosyolojisi, Filiz Kitapevi, İstanbul 1992, s. 97.
istemez ve sonuçta o sanat yok olur gider. Örneğin, bakırcılık sanatı gibi. Hz. Ali bu
konuda şöyle demiştir: “Bir kimsenin değeri güzel bir şekilde yapabileceği iş ile
ölçülür.” Bu söz, bir kimse sanat ya da mesleğinde ne kadar yetkinse, o nisbette
değerlidir, kişinin sanat ya da mesleğindeki yeterliliği onun değerini yükseltir
anlamındadır. Yani kişi değer ürettiği nisbette değerlidir. Ayrıca bir sanatın
gelişmesini sağlayan diğer bir unsur, o sanatın gelişmesini devletin istemesidir. En
büyük müşteri, devlet olduğu için devletin istemediği sanat yeterince gelişmez. 129 Bu
sebeple ilim ve sanatların gelişebilmesi için devletin desteği de önemlidir.
Ekonomide olduğu gibi eğitimde de arz, talebe bağlıdır. Ancak eğitimde arz
önce talep ise sonradır. Eğitimde arz demek okul yaptırma, öğretmen yetiştirme, araç
gereç sağlama demektir. Bunların sağlanması uzun süren bir iştir. Talep de
çocukların veya gençlerin okuma isteğinde bulunmaları ve öğrenim işini
başarmalarıdır.130
Bir mesleğin meslek olabilmesi için mesleğin gelirinin, meslek sahibinin
geçimini sağlaması ve emekliliğini güven altına alması gerekir. Eğitim sisteminde
çalışanların bu güvencesi zayıfladığında iş görenler başka alanlara yönelirler. Ayrıca
bir hizmetin toplumun küçük bir kesimi tarafından istenmesi, o hizmetin bir meslek
olarak benimsenmesini tehlikeye sokar. Eğitimdeki mesleklerin toplumca meslek
olarak benimsenmesi ancak eğitim hizmetlerinin toplumun üyelerinin çoğunluğu
tarafından istenmesine bağlıdır.131
129 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 317; (trc. Ugan), C. II, s. 375-376.
130 Çelikkaya, Hasan, a.g.e., s. 195.
131 Başaran, İ. Ethem, Eğitim Psikolojisi, s. 209.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
İBN HALDUN’UN ÖĞRETİM İLKE VE METOTLARI İLE
İLGİLİ GÖRÜŞLERİ
1. Öğretim Metot ve Tekniklerinin Ayrı Oluşu
Metot, amaca varmak için benimsenen yol demektir. Öğrenme olayını
gerçekleştirmek için başvurulan tüm yollara genel anlamda öğretim metotları
denmektedir. Türkçe’mizde metot karşılığında ilke, yöntem, teknik gibi kelimeler de
kullanılmaktadır. Ancak ilke, metot’a göre daha geniş bir kavramı, teknik de daha
dar bir kavramı ifade eder.132 İbn Haldûn’a göre, eğitim-öğretim bir meslek ve
sanattır. Bunun en önemli göstergesi eğitim ve öğretimde kullanılan metot ve
tekniklerin ayrı olmasıdır. 133 İbn Haldûn, ünlü Mukaddime adlı eserinde hem
ilimlerin öğrenilmesinde takip edilmesi gereken ilkeleri söylemiş hem de kendi
döneminde kullanılan yöntem ve teknikleri eleştirmiştir.
2. Eserlerin Çokluğunun Öğrenme Üzerindeki Etkileri
Öğrenciye bilgi verilirken kullanılan dilin yalın (sade) ve öğrencilerin
anlayabileceği düzeyde olması anlamayı kolaylaştırmaktadır. Teknik ve bilimsel
terimlerin her biri bir kavramı anlatır. Bu terimlerin öğrenciler tarafından iyi
anlaşılması, üzerinde alıştırmalar yapılarak bu terimlerin her fırsatta kullanılması,
öğrencilerin hem terimleri anlayarak yerli yerinde kullanmasını hem de kavramları
daha iyi öğrenmesini sağlamaktadır.134
İbn Haldûn’a göre de ilimlere dair yazılan eserlerin ve teliflerin, bilgi ve
terimlerin ve dahası öğretim yollarının fazlalılığı, öğrencilerin bilgileri öğrenmesine
ve bu bilgilerin amacına ulaşmasına engel olur. Çünkü öğrenci, öğrenimini eksiksiz
bir şekilde tamamlamak için bu eser ve terimlerin hepsini araştırıp bulmak ve bunları
ezberlemek zorundadır. Bu durum ise çok fazla zaman alır ve öğrencinin ömrü
bunlar üzerinde uğraşmakla geçip gider. Öğrencilerin ömrü geçtiği gibi bu bilgiyle
132 Çelikkaya, Hasan, a.g.e., s. 75-83.
133 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 342; (trc. Ugan), C. II, s. 444.
134 Başaran, İ. Ethem, Eğitim Psikolojisi, s. 288.
uğraşanlardan birkaçı hariç hiçbiri de asıl amacına ulaşamaz. 135 Çocuğun
öğretiminde, ders konularının işlenmesinde, öğretim ya da diğer şahsi ihtiyaçların
giderilmesinde en az zaman, emek ve enerji ilkesine göre davranılmalıdır. Yani
öğrenme ekonomik olmalıdır. Öğrencinin, öğrenmenin doğru tekniğini alması ve
kullanması demek olan eğitimde ekonomilik ilkesi, en kısa sürede en az araçla en az
güç harcayarak istenilen hedefe varmaktır. 136 İbn Haldûn da ilmi eserlerin, bu
eserlerdeki bilgi ve terimlerin, öğretim metotlarının çok oluşunun, öğrencinin
gereksiz yere zamanını alacağını ve onun öğrenimini güçleştireceğini belirterek,
eğitimde ekonomiklik ilkesine uyulması gerektiğini düşünmüştür.
Bilgi ve fenlere dair yazılan eserlerin çokluğu o fenlerin öğrenilmesine
engeldir diyen İbn Haldûn, aslında kendi dönemindeki bir eğitim geleneğini
eleştirmektedir. O, Mâliki mezhebinin fıkıh kitabı Müdevvene’yi ve bu esere yazılan
İbn Yunus’un, Lahmi’nin, İbn Beşir’in ve Utbiyye’nin şerhi olan Mukaddimât,
Beyan ve Tahsil’i, İbn Hacip’in eseri ve bu esere yazılan şerhleri bu konuda örnek
olarak gösterir. Ona göre öğrenci, bu eserlerdeki usuller arasındaki farkı görebilmek
için düşünce ve metotların her birini tek tek anlamak ve kavramak zorundadır. Ancak
bu şekilde fetva verecek makama erişebilir. Oysa öğrenciler, şerh ve haşiyeleri
okumaktan ziyade, yalnızca mezhebin meselelerini öğrenseler, o ilmi öğrenmek daha
kolay olur. Bu öğretim metodu alışkanlık hâlini aldığı için, bunu ortadan kaldırmak
ya da değiştirmek de zor bir iştir, çünkü alışkanlıklar doğal bir hâl alınca, onları
değiştirmek zorlaşır.137
İbn Haldûn’a göre, öğrenciyi bilgi elde etmekten alıkoyan usüller ve eserler
çok olunca ilimde ileri bir derece elde etmek zorlaşır. Kişi bütün ömrünü öğrenmeye
ayırsa da ömrü buna yetmez. Bunun için İbn Haldûn, öğretimde teknik terimlerle ve
aynı konunun işlendiği pek çok eserle çok fazla zaman kaybedilmemesi gerektiğini
söyler ve öğretmenlerin, öğrencilerine konunun özünü vermelerini tavsiye eder ve o
ilme dair yazılan her eseri öğretme çabasını ve öğrenciyi terimlerin hepsini
135 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 454, (trc. Ugan), C. III, s. 140,141.
136 Hesapçıoğlu, Muhsin, Öğretim İlke ve Yöntemleri, Beta Yayınları, İstanbul 1998, s. 161.
137 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 455, (trc. Ugan), C. III, s. 141.
ezberlemeye zorlamayı, öğrenmeyi engelleyen yanlış bir öğretim metodu olarak
ortaya koyar.138
İbn Haldûn’un ilmî eserler diye bahsettiği ders kitapları, öğrenciler için
önemli bir çalışma aracıdır. Derslerin özü ders kitaplarında bulunur. Bu sebeple
öğrencinin faydalanacağı iyi bir ders kitabında bazı özelliklerin bulunması gerekir.
Örneğin, kitaplardaki ifade öğrencilerin yaş ve olgunluk seviyesine uygun olmalıdır.
Konularda ana bilgileri açıklamaya yetecek kadar ayrıntı bulunmalıdır. Konuları
açıklayıcı resim, tablo, şema, grafik vb. yardımcı unsurlar kullanılmalıdır. Ancak
konular içindeki ana bilgiler, teferruattan ayırt edilebilecek şekilde belirtilmelidir.
Kitapların ifadesi doğru ve sade olmalı, karışık ve uzun cümlelerden kaçınılmalıdır.
Bu özellikleri taşıyan ilmî eserler, öğrencinin öğrenimine büyük ölçüde yararlı
olacağı için amaca en çok uyan bu türlü kitapların tercih edilmesi gerekir.139
3. Özet Niteliğindeki Bilginin Öğrenmeye Etkisi
İbn Haldûn’a göre eserleri fazla kısaltarak yazmak, ilim öğrenmek için
zararlıdır. Yani her ilme dair müfredat programı gibi kısaca eserler yazıp, kısa
cümlelerle ve az kelimeyle çok şey anlatmaya çalışmak belagat bakımından doğru
olmadığı gibi anlamayı da zorlaştırır. Sırf ezberlemeyi ve kavramayı kolaylaştırmak
amacıyla kısaltılan eserler vardır ki, bu durum öğrenme için zararlı olduğu gibi
öğretim usulünü de bozmaktadır. Çünkü bu usul, öğrenmeye yeni başlamış öğrenciye
sonunda verilecek bilgileri baştan vererek onu şaşırtmak olur. Bu, İbn Haldûn’a göre
yanlış bir öğretim sistemidir. Üstelik birçok anlam yüklü olan bu kısa ibarelerden,
kelimeleri inceleyerek meseleleri çıkartmak ve bunları kavramak zorunda olan
öğrenci, hem çok zor bir iş yüklenmiş olur hem de çok fazla zaman kaybeder.
Öğrenci, tüm bunlara rağmen kısaltılmış eserlerden o ilimde bilgi sahibi olsa bile
edindiği bilgide eksikler, yanlışlar vardır. Çünkü uzun yazılan eserlerde geniş izahlar
ve birçok yararlı tekrarlar bulunur. Tekrarların çok olması öğrenmeyi kolaylaştırır.
Aslında eserleri kısaltma yoluna gidenler, bunu öğrencilere faydalı olmak ve
ezberlemeyi kolaylaştırmak amacıyla yapmışlardır. Fakat öğretimde takip edilen bu
138 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 456; (trc. Ugan), C. III, s. 142
139 Hesapçıoğlu, Muhsin, a.g.e., s. 310.
sistem, öğrenciyi daha zor durumda bırakarak onları bütüncül bilgi elde etmekten
alıkoymuştur.140
Kısaca, öğrenciye bilgiyi sunarken geniş açıklamalar yapmak ve aynı bilgileri
değişik sözlerle yinelemek, öğrencilerin anlamasını kolaylaştırmaktadır. Bu sebeple
öğretmen derste olabildiğince her kavramı geniş olarak açıklamalı ve yeri geldikçe
aynı bilgileri değişik bir dille tekrarlamalıdır. Böyle bir metot kullanmak, öğretmen
için sıkıcı olsa da öğrenci için kaçırdığı ve anlayamadığı yerleri anlayabilme şansı
yakaladığından faydalı bir metottur.
4. Öğrencilere Sert Davranmanın Öğrenci Üzerindeki Olumsuz Etkileri
İbn Haldûn, “Eğitim öğretimde öğrencilere, özellikle küçük yaştaki
öğrencilere sert davranmak zararlıdır.” sözüyle anne babanın ya da öğretmenin
baskıcı tutum ve davranışlarının çocuk üzerindeki kötü etkilerine vurgu yapar. Çünkü
ona göre bu tür davranışlar, onların kötü bir alışkanlık kazanmalarına sebep olur.
Eğer bir öğrenci, işçi veya hizmetçiye şiddet göstererek terbiye verilirse bu, o
kişilerin iş ve çalışma azmini yok ederek onları daha da fazla tembelliğe ve kötülüğe
götürür. Yeteneklerinin gelişmesine engel olur. O kimse, kendisine yönelen baskı ve
korku altında düşündüklerini söyleyemez ve yalancılığa, hileciliğe alışır. Bu
alışkanlık onda bir karakter özelliği (huy) hâline gelir. Neticede toplumun temelini
oluşturan insanın kendisindeki insanî vasıflar bozulur. O kimse, kendini ve ailesini
koruyabilecek seviyedeyken başkalarının korumasına muhtaç hâle gelir. Nefsi
tembelleşerek güzel huylar edinmekten kaçınmaya başlar. Böylece o kimse,
insanlığın en alt seviyesine düşer.141
Ceza, intikam alma şekline girmemelidir. İntikam, ilkel toplumların
özelliğidir. İslâm uygarlığında intikam psikolojisi içinde suçluya ceza uygulanmaz.
Dayak, çocuğun ruhunu incittiği için sağlıklı gelişmesine engel olarak onda birtakım
davranış bozukluklarının ortaya çıkmasına neden olur. Çocuğun cesaretini kırar ve
çocuk bu durumda düşüncelerini serbestçe ifade edemez hâle gelir.142
140 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 457; (trc. Ugan), C. III, s. 143,144.
141 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 463; (trc. Ugan), C. III s. 160.
142 Bayraklı, Bayraktar, İslâm’da Eğitim, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yay., İstanbul
2002, s.173.
İbn Haldûn’a göre, baskıcı ve sert davranışlarla eğitimde asla amaçlanan
hedeflere ulaşılamaz. Böyle bir tutum karşısında öğrenci, yeteneklerini
geliştiremediği gibi bizatihi kendisinde var olan değerler de bir süre sonra sönmeye
başlar. İnsan karakteri üzerinde birçok olumsuz etkiye sebep olan baskıcı ve sert
davranışlar zamanla toplumun karakteri hâline gelir. Çeşitli baskılara maruz kalarak
egemenliklerini kaybedip başka toplumların sevk ve idaresi altına giren toplumlarda,
insanların karakteri değişebilir. Zamanla idaresi altına girdikleri toplumun karakterini
benimseyen bu insanlar, asıllarını kaybederek olumsuz davranışlara yönelirler ve bu
tür bir yaşamın sıkıntısını çekerler.143
İbn Haldûn’a göre, öğretmen ya da anne baba, çocuklara eğitim verirken asla
sert davranmamalıdır. Bir öğretmenin öğrencilerine karşı son derece yumuşak ve
anlayışlı davranması gerekir. Bu görüşüyle İbn Haldûn, eğitimde şiddet ve ceza
uygulamalarına yer verilmemesi gerektiğini ve bunun çocuğa yarardan çok zarar
getireceği anlayışında olduğunu açıkça belirtmek istemiştir. Bu düşünceleriyle İbn
Haldûn’un, sınıfta öğrencilerin düşünce ve duygularına önem veren demokratik
öğretmen davranışını teşvik ettiğini, sınıfta baskı havası yaratarak öğrenciye serbest
bir çalışma ortamı sağlamayan otokratik öğretmen ya da öğrencileriyle ilgilenmeyen
kararsız, plansız ve tutarsız hareket eden ilgisiz öğretmen davranışını ise kesinlikle
uygun bulmadığını söyleyebiliriz. 144 İnsanlığın en eski ve en etkili düşünce
sistemlerinden biri olan idealizmde de öğretmen, öğrencilerin yetiştirilmesinde
önemli bir unsur olarak görülmektedir. Öğretmen, neyi, ne zaman ve hangi öğretim
safhasında öğreteceğini bilen, öğrencilerini seven, onlara karşı sıcak, coşkulu ve
heyecanlı bir kişilik olmalıdır. Öğrenciye arkadaş dost gibi davranmalı, tutum ve
davranışlarıyla öğrencide öğrenme isteği uyandırmalıdır. Bu özellikler ise bir
öğretmen için tecrûbe, alanında uzmanlık ve kültürü gerektirir.145 Özellikle insanı
merkeze alan modern eğitim kuramlarında, hoşgörü ve anlayışa dayanan bir
öğretmen-öğrenci ilişkisi vardır. Günümüzde de geçerli olan bu yaklaşım bundan
asırlar evvel İbn Haldûn tarafından dile getirilmiştir. Bu durum onun eğitim
görüşlerinin ne derece işlevsel olduğunu ve çoğu görüşünün bugün bile geçerliliğini
koruduğunu ispat etmektedir.
143 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 463; (trc. Ugan), C. III, s. 161.
144 Tezcan, Mahmut, Eğitim Sosyolojisi, s. 332.
145 Gutek, Gerald L., a.g.e., s. 33; Sönmez, Veysel, a.g.e., s.77.
Dönemine kıyasla oldukça çağdaş bir yaklaşım sergileyen İbn Haldûn, yine
de bu konuda bir ölçü olduğunu ve bir eğitimcinin davranışlarında olması gereken bu
ölçünün din tarafından belirlendiğini ifade etmekten de geri durmaz. Çünkü dinde
insanların faydasına olan şeyler belirlenmiştir. Yani Tanrı, herkesin yararına olan
şeyi herkesten daha iyi bilir. Bununla ilgili İbn Haldûn, Hz. Ömer’in “Dinin terbiye
edemediği kimseyi Tanrı terbiye etmez.” sözünü naklederek eğitimde terbiye ve ceza
ölçülerinin dinen belirlendiğini ifade etmiştir. Çünkü dinin belirlediği ölçülerin
aşılması, yani o kişiyi daha fazla cezalandırmak ya da o kimseye daha sert
davranmak, onu terbiye edeceği yerde daha küçük düşürür.
İbn Haldûn, eğitim sisteminin güzel bir örneği diye bahsettiği, Harun Reşid’in,
oğlu Muhammed Emin’e Halef b. Ahmer’i öğretmen olarak gönderdiğinde söylediği
sözlere, kitabında şöyle yer vermiştir: Ey Ahmer! Müminlerin emiri, kalbinin meyvesi
ve ciğerparesi oğlunu sana teslim ederek senin elini ona uzatmış (yani ona vurmanı
serbest bırakmış) ve onun sana boyun eğmesini (yani itaat etmesini) vacip kılmıştır.
Sen ona müminler emirinin dilediği gibi davran. Ona Kur’ân okut, tarih öğret, şiir
rivayet et. Sünnetleri göster, söze nasıl başlayacağını, nerede ve nasıl konuşacağını
öğret. Yerli yersiz gülmesine engel ol, yanına saygıdeğer kişiler girdiğinde onlara
saygı göstermesini öğret. Emirler ve komutanlar onun meclisine girdiğinde ona
onları yönetmeyi öğret. Vaktini boşa geçirmesine engel ol, aksine her dakikasını ona
faydalı olan bilgiyi öğretmek için fırsat bil. Ancak bunları öğretirken onu usandırma
ki zekâsı sönmesin. Çok müsamaha göstererek vaktini boş geçirmeye ve tembelliğe
de alıştırma. Mümkün oldukça yakınlık göster ve hatalarını ılımlı davranarak düzelt.
Ancak bu şekilde yola getiremezsen sertlik göster. 146 Bu sözlerden İbn Haldûn’un,
öğretmenin öğrencisiyle iletişiminde sevgi ve saygı çerçevesinde temel bilgileri ona
vermesini ne çok sert ne de aşırı ılımlı olmasını istediği anlaşılmaktadır.
İslâm dini ise ceza meselesinde, bilgi, sorumluluk ve ceza arasındaki
bağlantıları arar. Bilgisizlikten doğan suçlarla, bilindiği halde işlenen suçlara aynı
cezayı uygulamaz. İslâm eğitiminde dayak, en ağır cezalar arasında yer alır. Ancak
dayak uygulamasına geçilmeden önce iki aşamadan bahsediliyor; öğüt ve tecrit
(yalnız bırakma). Eğitimde şiddet ve ceza konusu diğer İslâm filozofları tarafından
146 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 464; (trc. Ugan), C. III, s. 162.
55
çok tartışılmıştır. Bu tartışmaların sonucunda onların az da olsa dayağın varlığını
kabul ettikleri görülmektedir. Onlar için önce nasihat, tenbih, korkutma ve yalnız
bırakma metotları fayda vermediğinde son çare olarak dayağa başvurulabilir ki buda
zorlayıcı ve kötü bir cezadır.147
Bu konuda İbn Sina’nın görüşü şu şekildedir: İbn Sina’ya göre eğitimci,
eğitilen ile ilişkilerinde son derece nazik olmalı, ona sevgi dolu güzel cümlelerle
hitap etmeli, hatta hitabında hafif bir ses tonu kullanmalıdır. Bazı zararsız kusurlarını
görmezden gelerek ona güler yüz göstermelidir. Çünkü bu yöntem, öğrencinin güven
duygularının pekişmesini sağlar, ayrıca sert ve yüksek tonlarda söylenen tehdit ve
azarlamalara göre daha olumlu sonuçlar verir.148 Ancak İbn Sina, eğitenin eğitilene
karşı aşırı hoşgörülü olmasını da tasvip etmez. Ona göre aralarında tatlı bir mesafe
olmalıdır. 149 Öğretmen kibar biri olmalı, çocuğa karşı ne onun küstahlık
yapabileceği kadar yumuşak ne de korkup soru soramayacağı kadar sert
davranmalıdır.150 İbn Sina, bir öğrencinin istenilen şekilde gelişme gösteriyorsa ilk
başta ödüllendirilmesi ve davranışlarının övülmesi gerektiğini belirtir. Ancak
istenilen sonuç elde edilemiyorsa, sadece eğitmek amacıyla bir öğrenciye dayak ve
ceza metodu uygulanabilir. Bu metot, yalnızca eğitim verildikten sonra tekrar
istenmeyen huy ve davranışlarına dönen ve bu davranışları bırakmamak konusunda
inat eden öğrenci için geçerli bir metottur. İbn Sina’nın eğitim anlayışında, korkutma
ve yüz çevirme gibi manevî cezalar önce gelir, ancak bunlarla sonuç alınamazsa fiili
ceza (dayağa) başvurulabilir.151
İbn Rüşd’e göre, gayri medenî bir davranış olmasına rağmen çocuğu terbiye
etmekte mecburi ve son yöntem olarak kullanılan cezanın eğitimde önemli bir yeri
vardır. Toplumda isyankâr ve ahlâkî değerlere karşı olumsuz tavır sergileyen
kimseler için kullanılan ceza yöntemi içerisinde, İbn Rüşd’e göre dayak cezası da
uygulanabilir. Ancak cezanın amacı daima çocuğu eğitmek olmalıdır, kızgınlık ve
öfke sebebiyle ceza verilmemelidir. Cezanın, anne baba ya da öğretmenin çocuk
147 Bayraklı, Bayraktar, a.g.e., s. 172.
148 Dodurgalı, Abdurrahman, İbn Sina Felsefesinde Eğitim, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Yay. 1995, s. 174.
149 Dodurgalı, Abdurrahman, a.g.e., s. 171.
150 Sönmez, Veysel, a.g.e., s. 141.
151 Dodurgalı, Abdurrahman, a.g.e., s. 176-179.
karşısındaki yetkilerinden biri olduğunu düşünen İbn Rüşd, bu yöntemin eğitimde
uygulanmasını tavsiye etmiştir.152
“Bir eğitimci yumuşak kalpli olmalıdır.” diyen Mevlana (ö.1273) ise
eğitimcide bulunan bu özelliğin, eğitilmesi zor olan insanları dahi eğitebileceğine
işaret etmek istemiştir. Ona göre bir eğitimci, insanı kemâle erdirecek nitelikte tatlı
söze, yumuşak kalbe ve derin ilahî bilgiye sahip olmalıdır. Yüzünü ekşitmeyen, tatlı
ve yumuşak davranmayı prensip edinen eğitimci çok daha etkili olur, öğrenciden
olumlu neticeler alır ve öğrenciler tarafından sevilir. Katı kalpli ve ekşi suratlı
eğitimciler daima itici ve dağıtıcı olurlar.153
Gazzalî (ö.1111)’ye göre, öğretmen öğrencinin iyi hareketlerini övmeli, kötü
davranışları olunca onu uyarmalı, tekrar ederse azarlamalıdır.154 Gazzalî, öğrenci için
dayak cezasına, ancak son çare olarak başvurulmasını önermektedir. Öğretmen bu
yöntemi sık sık kullanmamalıdır. Kullandığı takdirde öç alan biri gibi değil,
merhametli ve terbiye edici nitelikte olmalıdır.155
Ceza konusunda çeşitli eğitim felsefelerinin görüşleri de şu şekildedir:
Temelde realizm ve idealizme dayanan daimicilik ve esasicilik akımlarına göre sınıf
ortamında disiplin sağlanmalı, öğretmen bilgi ve beceriyi kazandırmak için gerekirse
cezaya başvurmalı, çekinmeden zor kullanmalıdır.156 Pragmatik felsefenin öncüsü
John Dewey’e göre, öğretmen öğrenciye rehberlik etmelidir. Direk kontrol, zorlama
ve dış disiplin öğrenmeye engel olur.157 Pragmatik felsefeye dayanan ilerlemecilik ve
onun devamı olan yeniden kurmacılık akımına göre ise, eğitim ortamı demokratik
olmalı, öğrenciye ceza verilmemeli aksine öğrenciyi yüreklendirme temele alınmalı
ve onda öğrenmeye karşı ilgi uyandırılmalıdır.158 Naturalizme göre eğitim, öğrenci
merkezli ve demokratik olmalıdır. Varoluşculuğa göre, öğretmen kendi doğrularını
zorla benimsetmeye çalışmamalı, öğrenciye kendi doğrusunu tanıması ve geliştirmesi
için fırsat verilmelidir. Ceza korkusu yaşayan çocuklar sorumluluk almayı öğrenme
152 Aruç, Numan Yusuf, a.g.e., s. 181-183.
153 Usta, Mustafa, Divan-ı Kebir’de Mevlana’nın Eğitim Görüşü, Marmara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Yay., İstanbul 1995, s. 59-61.
154 Sönmez, Veysel, a.g.e., s. 144.
155 Bayraklı, Bayraktar, İslâm’da Eğitim, s. 174.
156 Sönmez, Veysel, a.g.e., s. 88, 94.
157 Gutek, Gerald, a.g.e., s. 117.
158 Sönmez, Veysel, a.g.e., s. 98, 104.
fırsatı verilmediği için çocukluk dönemine hapsedilirler.159 Perennializm akımına
göre, öğretmen zorlama ve şiddetten kaçınmalıdır. Çünkü böyle bir ortamda bedensel
ve psikolojik ceza ile korkutma vardır ki bu da öğrencilerin yaratıcılık ve
bireyselliklerini köreltir.160
Hemen belirtelim ki eğitimde ceza olarak dayak uygulamasını kesinlikle
tasvip etmiyoruz. Çünkü bu tür bir uygulama acizliğin işaretidir. Bu bakımdan suç
işleyen bir kimsede öncelikle onu suça iten nedenlerin araştırılması ve ona göre
önlem alınması gerekir. Önemli olan suça sebebiyet verici hususların ortadan
kaldırılmasıdır. Öyleyse insan psikolojisini dikkate alarak uygulanan bir eğitim
olumlu sonuçları doğurur. Çocuğa küçük yaştan itibaren terbiye verilmesinin
gerektiğini düşünen İbn Haldûn ise, bunu yaparken ona sert davranılmasına karşıdır.
O, belki de o dönemin eğitim anlayışından etkilenerek dayak ve cezaya en son çare
olarak başvurmayı kabul eder, ancak bunun sadece belli ölçüde olmasını ister. Yine
de onun bu görüşünü bugünün eğitim felsefeleri ile karşılaştırdığımızda modern
felsefelere daha yakın olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü birçok konuda geleneksel
felsefenin izlerini taşıyan görüşlerinin aksine İbn Haldûn, özellikle “öğrencilere sert
davranılmamalıdır” diyerek modern eğitim anlayışını yansıtan bir görüş ortaya
koymuştur.
5. Öğretim Amaçlı Yolculuk Yapmanın ve Uzmanlarla Görüşmenin
Önemi
İbn Haldûn’a göre, ilim tahsil etmek için yolculuk yapmak ve üstatlarla
görüşmek öğretimdeki mükemmelliği arttırır ve bilgi edinmek düşüncesiyle gezi
yapmak, bilginler ve üstatlarla görüşmek öğrenim için üstün ve faydalı bir şeydir.
Çünkü insan bilgiyi, ahlâk kurallarını ve benimsediği fikirleri iki şekilde öğrenir:
Birincisi öğretim yoluyla, ikincisi ise işin ehli olan kimseleri bizzat görerek, onları
kendisine örnek alarak öğrenir. Öğretmenle bizzat yüz yüze gelerek işi ehlinden
öğrenmek ve kendisinden istifade edinilen öğretmenlerin çok olması, öğrenilenlerin
zihinde daha sağlam yerleşmesini sağlar.161
159 Sönmez, Veysel, a.g.e., s. 109, 131; Gutek, Gerald, a.g.e., s.148.
160 Gutek, Gerald, a.g.e., s.314.
161 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 464; (trc. Ugan), C. III, s. 162-163.
Hz. Peygamber ilim tahsili için yapılan yolculuklar konusunda şöyle
buyurmuştur: “İlim tahsil etmek için yola çıkan kimse Allah yolunda cihada çıkmış
mücâhid gibidir.” 162 “Gurbette ilim tahsil ederken ölen kimse şehittir.” 163 Hz.
Peygamberin ilim öğrenmeyi teşvik etmek amacıyla söylemiş olduğu bu sözlerine
uyarak Müslümanlar, yolculukların çok zor olduğu o dönemlerde bıkmadan ve
şikayet etmeden ilim uğrunda yolculuk yapmışlardır.164
Burhanettin ez- Zernuci’nin “Tâ’lim’ül Müteallimin” isimli eserinde bir
dersten istifade etmenin yolları anlatılırken, ilmi hocaların ağzından dinleyerek
öğrenmenin ne derece faydalı olduğu önemle belirtilmiştir. Öğrenci, dersi hocanın
ağzından dinleyip anlamaya veya düşünerek, tefekkür ederek ve çok tekrar ederek
anlamaya çalışmalıdır. Ayrıca öğrenci, ilim sahibi kişilerle sohbet etmeyi ihmal
etmemeli ve sohbetlerde dinlediği önemli bilgileri kalemini eline alarak defterine not
etmelidir.165
İbn Haldûn, öğretimde ilmî terimlerin çok fazla oluşunun öğrencinin zihnini
bulandırdığı görüşündedir. Çünkü öğrenci bunları ilmin bir parçası olarak düşünebilir.
Böyle bir yanlışı öğrenci ancak ayrı ayrı öğretmenlerden farklı metot ve terimleri
öğrenerek düzeltebilir. Her âlimin kendine has üslubu ve bir ilim metodu olduğu
bilinmektedir. Eğer öğrenci, birçok öğretmenle görüşür, onların öğretim sistemlerinin
farklı olduğunu da görürse, ilmi terimleri daha iyi öğrenir ve ayırt eder. Ayrıca
terimlerin yalnızca bir öğretim metodu ve ilmi başkalarına ulaştırma vasıtası
olduğunu anlar. Böylece öğrenci bilgi edinme kabiliyetini kuvvetlendirir, bilgilerini
düzeltir ve daha da sağlamlaştırır. Öğrencinin öğretmenlerden bilgileri birçok kez
duyması, edindiği bilgilerin zihinde daha çok yerleşmesini ve bu bilgileri birbirinden
ayırt edebilmesini sağlar.166
Ancak yine de İbn Haldûn kişinin bu sonuca ancak Tanrı’nın kendisine bilgi
yollarını kolaylaştırması ve doğru yolu göstermesiyle ulaşacağını düşünür. O, “Tanrı
dilediğine doğru yola gösterir.” sözüyle, insanın tüm gayretlerinin sonucunu
162 Bu Manada Hadis İçin Bkz. Tirmizi, İlim 2, İbn Mace, Mukaddeme, 17; Taberânî, el-Mu'cemu's-
Sağir, I, 352, (h. no: 262).
163 Bu Manada Hadis İçin Bkz. Tirmizi, İlim, İbn Mace, Mukaddeme, 17.
164 Çelebi, Ahmet, a.g.e., s. 326.
165 Ez-Zernuci, Burhanettin, Ta’lim’ül Müteallimin, İslâm’da Eğitim Öğretim Metodu, (trc. Y. Vehbi
Yavuz), İlim ve Kültür Yay., 1979 Bursa, s. 101, 137.
166 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 464; (trc. Ugan), C. III, s. 163.
tevekkül anlayışıyla Tanrı’ya bırakmıştır. 167 Ona göre bilgi edinmek ve fayda
sağlamak için ilim ehliyle görüşmek, ilim yolculuklarına çıkmak bilgiyi
mükemmelleştirme açısından mutlaka gereklidir. İbn Haldûn’un idealize ettiği bu
yüz yüze ve katılarak yapılan eğitim anlayışı, ancak öğretmen nezaretinde doğru
yöntemlerle ve planlı olarak okul ortamında gerçekleştiği için günümüzde de genel
kabul gören eğitim anlayışlarından biridir.
6. Önceki Öğrenilenlerin Sonra Öğrenilenlere Engel Olması
İbn Haldûn’a göre, önceki öğrenilenler sonraki öğrenilenlere engel olur.
(ileriye ket vurma). Yani bir kimse iki ayrı dil veya sanatı aynı derecede öğrenemez.
İbn Haldûn, dilde daha önce bir meleke kazanılmışsa daha sonra elde edilecek olan
melekenin eksik ve kusurlu olacağını söyler. Çünkü ona göre ilk fıtrat (boş ve
işlenmemiş ) üzere olan tabiatlarda melekenin yerleşmesi daha kolaydır. Tabiata
daha önce yerleşen meleke daha sonra gelen yeni meleke ile çatışma içine girer ve
beyin yeni melekenin kabulüne engel olur. Bu durum sonradan çalışılarak ve
öğrenilerek kazanılan bütün bilgiler ve melekelerde mevcuttur. İşte, dil ve sanatta da
böyledir. Daha önce öğrenilen bir dil sonra öğrenilen dilin eksik kalmasına yol açar.
Örneğin, daha önce Farsça bilen biri sonra Arapça’yı öğrense bile tam olarak
mükemmellik kazanamaz.168 İbn Haldûn, aynı zamanda bu sözleriyle bir kimsenin
yalnızca ana dilini mükemmel konuşabileceğini, sonra öğrendiği diğer dilleri ise aynı
mükemmellikte kullanamayacağını anlatmaktadır. Bu sebeple o, çocuğun ana dilinde
eğitim görmesini uygun bulmuştur.
İbn Haldûn aynı şekilde, bir hüner ve sanatta uzman olan kimsenin diğer
mesleklerde uzman olmasının da az görülen bir şey olduğunu düşünmektedir. Çünkü
meleke, nefsin bir kuvveti ve nefiste sağlam bir şekilde yerleşmiş bir hal olduğu için
bir kimse bir hüner ve sanatta meleke elde ettiği zaman diğer bir melekeyi elde
etmesi zor olur. Daha önce herhangi bir mesleği öğrenmemiş ise kolay bir şekilde
meleke kazanır. Fakat bir defa meleke elde ettiğinde, nefsinde bir değişiklik meydana
geldiği ve nefsi doğal hâlini kaybettiği için bu melekenin kendisinde bıraktığı etki ile
diğer bir melekeyi elde etme kabiliyeti azalır. Terzilik bu durumun en güzel örneğidir.
167 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 464; (trc. Ugan), C. III, s. 164.
168 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 468; (trc. S. Uludağ), C. II, s. 802.
Terzi, bu meslekte meleke kazandıktan sonra ticaret veya yapı işlerinde uzman
olamaz. Ancak terzilikte uzman olamamışsa diğer bir meslekte uzman olur. İnsanın
iki mesleği de aynı derecede güzel bir şekilde öğrenmesi zor bir ihtimaldir. İbn
Haldûn, bu söylediklerinin ilimle uğraşan, melekelerini bu yönde kazanan kimseler
için de geçerli olduğunu belirtmektedir. Ona göre, bir ilim ehli uzmanlığı dışında
başka bir ilimle meşgul olursa o ilimdeki melekesi eksik ve kusurlu olur. Böyle bir
durum ancak nadiren görülebilir.169 Yani İbn Haldûn’a göre, herkes ister meslek
alanında, ister ilim sahasında olsun kendi alanında uzmanlaşmalı ve bu alanının
bilgisine sahip olmalıdır.
7. Ders İşlenişi Sırasında Konunun Dağıtılmaması
İbn Haldûn’a göre öğretmen, ister başlangıç aşamasında isterse ileri seviyede
olsun öğrenciye zihin gücünün üzerinde ders yüklememeli, okutmakta olduğu kitapta
anlatılan konuların dışına çıkmamalı ve konuyu başka konularla karıştırmamalıdır.
Öğrenci, bir dersin kitabını başından sonuna kadar okuyup kavrayarak amacına
ulaşıncaya kadar ve o kitaptan edindiği bilgilerle diğer başka kitapları da anlayacak
seviyeye gelinceye kadar bu metodu takip etmelidir. Böyle olunca öğrencide bir
heves ve daha fazlasını öğrenmek için istek meydana gelir. Ancak, eğer öğretim
metodu karışık olursa, öğrenci o bilgiyi kavrayamaz ve onda isteksizlik ortaya çıkar.
Sonuçta o öğrenci öğrenmeyi bırakır.170
İbn Haldûn, öğretmenin bir kitaptaki konuyu başka bir kitaptakiyle
karıştırmamasını söyler. Ona göre öğretmen, öğrenciye bilgiyi yerinde ve zamanında
vermeli, öğrencinin o konuyu öğrenmeye hazır olup olmadığına dikkat etmelidir.
Çünkü kişinin öğrenebilmesi için öğrenmeye hazır hâlde bulunması gerekir. Bireyin
bir işi yapabilmesi için gereken olgunlaşmaya erişmesinin gerekliliği yanında bu iş
için gereken ön bilgi beceri ve tutumu da kazanmış olması gerekir. Eğitim, bireyin
gelişimine uygun olmalıdır. Öğrenciye uygun bir öğrenme ortamı sağlamak, onu
dersi dinlemesi için uyarmak gerekir.171
169 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 319; (trc. Ugan), C. II, s. 379,380.
170 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 458; (trc. Ugan), C. III, s. 146.
171 Yıldırım, Cemal, Eğitim Felsefesi, Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi Yay., Eskişehir
1988, s. 78.
“Herkese gücünün yettiği nisbette konuşunuz.” diyen Mevlana da bu konuda
İbn Haldûn ile aynı görüşü paylaşmaktadır. Ona göre, öğrencilere ya da halka
güçlerinin yetmeyeceği veya yatkın olmadıkları bilgilerin öğretilmesi doğru değildir.
Çünkü herkes aynı anlayış ve öğrenme kabiliyetine sahip olmadığı için her çeşit
bilgiyi herkese öğretmek ve aynı derecede öğretmek mümkün değildir. Tüm insanlar
yetenekleri konusunda birbirinden farklı yaratılmıştır. Bu yüzden bir eğitimci
metotlarını bu ilkeyi göz önünde bulundurarak ayarlamalıdır.172
İbn Haldûn’un öğretimde uygulanmasını tavsiye ettiği metotlardan biri de iki
ilmin aynı anda öğretilmemesidir. Çünkü öğrencinin aynı anda iki ilmi birden
öğrenmeye çalışması, onun ikisini birbirine karıştırmasına sebep olur, kalbi ve
düşüncesi iki ilim arasında bölünür, o her ikisini anlamaya çalışırken birinden
diğerine kayar ve ikisini birden öğrenmesi zorlaşır. Böylece öğrenci hiç birini
kavrayamaz, öğreneceği konudan mahrum kalır ve boşu boşuna yorulur. Ancak, eğer
akıl ve düşünce öğrenmek istediği bir ilim üzerine yoğunlaşırsa, yani kendini
tümüyle ona verirse insan o ilmi öğrenir. Tanrı da ona yardım eder. 173
Ayrıca İbn Arabî (ö.933) ’ye göre de yetenekli, zeki ve istekli öğrenciler hariç,
genel olarak iki ilmin aynı anda öğretilmesi metodu doğru bir metot değildir.174 Kadı
Ebu Bekir, yetenekli ve zeki öğrenciler için bu uygulamanın yapılabileceğini söyler.
İbn Haldûn da onunla aynı kanaati paylaştığını, öğrencinin kabiliyet ve kapasitesini
göz önünde bulundurarak birkaç dersin bir arada öğretilmesinin mümkün olduğunu
eserinin bu konudan bahsettiği bölümünde belirtmiştir.
O dönemde, öğrencinin zihnini karıştırmaması için genellikle bir defada bir
konu çalışılırdı. Ancak bu kural, zamanla zekî öğrenciler tarafından bozulmuş, her
gün birkaç ilmi çalışmak gelenek haline gelmiştir. Bugün dünyanın her yerinde bu
uygulama devam etmektedir. İbn Haldûn’un söylediği bu kural, günümüzde bir bilim
dalında ileri düzeyde bilgi (ihtisas) sahibi olacak yetişkinler için geçerli bir durum
olmaktadır. Çünkü ilk ve orta öğretimde okula giden çocuklar için bir dersi okuyup
bitirdikten sonra başka bir derse geçilmesi, aşırı zaman kaybına neden olacağından
birçok ilim aynı zamanda öğretilmektedir. Eğer okutulacak ders sayısı birkaç ilimden
172 Usta, Mustafa, a.g.e., s. 225-227.
173 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 459; (trc. Ugan), C. III, s. 147.
174 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 463; (trc. Ugan), C. III, s. 159.
ibaret olsaydı, İbn Haldûn’un dediği gibi olabilirdi, ancak günümüzde öyle olmadığı
için çocuğun eğitimi bir ömür boyu sürebilir. Dolayısıyla bu kural, günümüzün
eğitim anlayışında geçerliliğini kaybetmiştir.
8. Dersler Arasındaki Sürenin Ölçütü
İbn Haldûn’a göre, öğretmenin görevlerinden bir diğeri de öğrencinin bir ilim
dalını öğrenirken zamanını çok fazla uzatmamaktır. Çünkü bu, onun öğrendikleri
arasında kopukluk olmasına ve öğrendiklerinin unutulmasına neden olur. Konuların
bu şekilde dağınıklığı o konuda bilgi edinmeyi de zorlaştırır. Bir ilmin konuları
başından sonuna kadar düzenli bir şekilde kavranırsa, bu bilgiler unutulmaz daha
sağlam olur ve o ilimde bilgi edinmek daha da kolaylaşır. Çünkü İbn Haldûn’un
meleke adını verdiği bilgide alışkanlık kazanmak yalnızca alıştırmanın sürekli
yapılmasıyla ve tekrarlarla meydana gelir. 175 Alıştırma ve tekrar, unutulup
yapılmazsa onların sayesinde ortaya çıkan bilgiler de unutulur. Tekrar, sosyal
derslerde ve özellikle yabancı dil öğretiminde öğrenmeyi kolaylaştırır. Bu yüzden
öğretimde tekrara yer vermek gerekir.
Nitekim günümüz eğitimcileri de İbn Haldûn gibi düşünmektedir. Onlara
göre de özellikle yeni bir konunun öğretimine geçmeden önce, mutlaka önceki
konuların hatırlatılması ve konular arasında bağlantı kurulması gerekir. Bu da
öğretmenin konuları kendisinin özetlemesi şeklinde değil, öğrenciye sorular sorarak
cevap almak suretiyle uygulanmalıdır.176
9. Bilgilerin Sunumunda Takip Edilmesi Gereken Doğru Metot
İbn Haldûn, bilgilerin öğrencilere azar azar ve derece derece öğretilmesi
gerektiğini ifade eder. O, bu şekilde öğrencilere daha faydalı olunacağı kanaatindedir.
Ona göre konular üç aşamada verilmelidir ve her bir aşamayı İbn Haldûn şöyle
açıklar:
“İlk başta, öğretilecek konunun sonuna kadar öğrencinin konuyu
kavrayabilme yeteneği göz önüne alınarak, ilmin temelini oluşturan ana konular kısa
175 İbn Haldûn, a.g.e., s. 458; (trc. Ugan), C. III, s. 147.
176 Çelikkaya, Hasan, a.g.e., s. 201.
bir şekilde açıklanmalıdır. Bu şekilde öğrenci bilgiyi anlamaya ve kavramaya alışır,
konuları öğrenmeye hazırlanır.
Daha sonra, öğretmen konuyu baştan alır ve bu kez öncekine nazaran konu
hakkında daha geniş bilgiler vermeye başlar, farklı görüşler sunar ve açıklamalar
yapar. Böylece öğrencinin bilgisi ve alışkanlık seviyesi de artmış olur.
Üçüncü ve son kez, öğretmen bilgiyi yeni baştan öğretir. Bu aşamada
öğretmen konuyu bütün yönleriyle ele alarak anlaşılmayan, karmaşık, çözümü zor
olan tüm konuları anlatır. İbn Haldûn’a göre öğrenciye yararı olan öğretim metodu
budur. Takip edilen bu metot sayesinde öğrenci, o bilgide alışkanlık kazanır, yani
konuyu tam olarak öğrenir ve ilimdeki bilgisini mükemmelleştirir. Ancak bazı
öğrenciler ise yaratılışlarından gelen kabiliyetleri sayesinde daha az zamanda ve
daha az tekrarla o bilgide alışkanlık kazanabilirler.” 177
İbn Haldûn, öğretimde öğrencilere faydalı olan bu metodu kullanmayan ya da
bu metodu bilmeyen öğretmenleri eleştirmekte ve farklı tespitlerde bulunmaktadır.
Ona göre, birçok öğretmen öğrenmeye yeni başlayan öğrencilere ilk başta
anlaşılması zor olan konuları anlatmaya çalışarak, onları bu konuları anlayıp
ezberlemeye zorlar. Oysa bu doğru bir öğretim metodu değildir. Çünkü öğrencinin
zihni henüz bunları anlayacak derecede gelişmemiştir. Onlar, ilmî konularda en son
verilecek hususları başlangıçta vermek suretiyle öğrencilerin zihinlerini allak bullak
etmektedirler.178 Dolayısıyla İbn Haldûn’a göre öğrencinin başarısı öğretmenin bu
alandaki yeteneğine bağlıdır. Öğretmenin bilgiyi sunarken yanlış bir metot
kullanması öğrencinin konuyu yeterince kavrayamamasına ve başarısız olmasına
neden olmaktadır.
Bu şekilde İbn Haldûn, anlatım metodunun uygulanışında farklı bir yol
önermiş olmaktadır. Nitekim İbn Haldûn’un bu görüşleri günümüzde eğitim
psikologları tarafından da kabul edilmiştir. Buna göre öğrencilere bilgilerin düzenli
ve ana hatlarının belirtilerek sunulması, anlamayı arttırdığı için çok faydalıdır.
Bilgilerin amaca ulaştıracak bir düzen içerisinde sunulması, öğrencilere yapılan işin
ne olduğunu daha iyi anlatmakta, öğrenciler adım adım amaca ulaştıklarını
177 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 458; (trc. Ugan), C. III, s. 144,145.
178 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 458; (trc. Ugan), C. III, s. 146.
görebilmektedirler. Önce konunun ana hatlarının verilmesi, öğrencilerin konuyu
bütünüyle görmelerine ve önemli kavramları yakalamalarına fırsat vermektedir.179
Bu tarz bir anlatım metodu, birbirini takip eden sınıflarda (1. 2. 3. sınıf gibi)
da olabilir, farklı gün ve haftalar içinde aynı konu derece derece genişletilerek ve
özetten ayrıntıya gidilerek de verilebilir. Nitekim Satî el Husrî, XX. yüzyılda Fransa
gibi birçok Avrupa ülkesinde buna benzeyen bir ders verme yönteminin
uygulandığını belirtmiştir. Örneğin Fransa’da ilk, orta ve yüksek gibi dönemlere
ayrılan öğretimde derslerin her biri öncekine göre daha geniş ve ayrıntılı sonrakine
göre ise daha kısa olarak verilmektedir.180 Ancak İbn Haldûn’da bu kural, daha çok
aynı ders içinde uygulanacak şekilde açıklanmıştır. Nitekim İslâm eğitim tarihinde
önemli bir yeri olan bu yöntem, uzun yıllar kullanılmıştır. Buna göre, derse kısa bir
dinî alıştırma ile başlanır, öğretmen önce konuyu okur, okuduktan sonra açıklar,
öğrenciler soru sormakta serbesttirler.181
İbn Rüşd’ün eğitim öğretim sisteminde de tedricililik yöntemine büyük önem
verilmektedir. İnsanın doğası ve gelişim aşamaları ona neyin, ne zaman ve nasıl
öğretileceğini belirler. Her çocuğun kendine özgü fıtrî özellikleri olduğu için eğitim
sürecinde onun büyüme ve gelişme durumlarına dikkat etmek gerekmektedir. İbn
Rüşd’e göre insanın gelişim süreci birbirini takip eden evrelerden oluştuğu için
öğretilecek bilgi ve becerilerinde tedrici olarak verilmesi bir zorunluluktur. Eğiticinin,
çocuğa her şeyi her istediğinde vermesi mümkün değildir. Çocuğun içinde
bulunduğu gelişim evresinin özelliklerine uygun olarak eğitim yapılmalıdır. Bütün
ilimler bilinenden bilinmeyene, basitten zora doğru hazırlanmış bir sistemle
öğrenciye okutulmalıdır. Aşamalar çocukların anlayış düzeyine, kavrama ve
benimseme yeteneğine uygun olmalıdır.182
Hemen belirtelim ki, bu konuda Farabî de aynı görüşleri benimsemiştir. Ona
göre de eğitim öğretim yapılırken kolaydan zora, basitten karmaşığa, somuttan
soyuta, yakından uzağa ilkesine uyulmalıdır. Örneğin, önce en kolay olan sayılar ve
hacimler öğretilebilir. Örneğin, Tanrı’nın varlığı gibi öğrenilebilen, fakat kendisiyle
179 Başaran, İ. Ethem, Eğitim Psikolojisi, s. 289.
180 Satî el Husrî, a.g.e., (trc. S. Uludağ), s. 313.
181 Öymen, Raşit, Dağ, Mehmet, İslâm Eğitim Tarihi, MEB. Yay., Ankara 1974, s. 230.
182 Aruç, Numan Yusuf, a.g.e., s. 171-172.
amel edilemeyen zihinsel bilgiler önce verilmelidir. Düşünmek, araştırmak, ortaya
çıkarmak, öğretmek ve öğrenmekle ilgili davranışa yönelik bilgiler daha sonra
sunulmalıdır.183
Sonuç olarak İbn Haldûn’a göre, ilmi öğrenme ve o ilmin meselelerini anlama
kademe kademe gerçekleşir. Öğrenci, bazı özel durumlar hariç, başlangıçta
genellikle meseleyi anlamaktan tamamıyla acizdir. Bazı hallerde, yani o konuya
yakın, somut ve konunun özeti şeklinde örnekler verilirse anlayabilir. Sonra
öğrencinin kabiliyeti, o ilmin meseleleriyle uğraştıkça ve bunları tekrar ettikçe
anlama mertebesinden kavrama mertebesine çıkarak yavaş yavaş fakat sürekli olarak
gelişir. Sonunda o, ilimdeki öğrenimini tamamlar. Ancak ilmî konuların öğretiminde
en son öğretilmesi gereken hususlar ilk başta gösterilirse, zihin öğrenme konusunda
hazır olmadığından karışır, o bilgiyi öğrenemez. Bu yanlış öğretim metodu yüzünden
bilgiyi elde edemeyen öğrenci, bunun ilimdeki zorluktan kaynaklandığını düşünür ve
öğrencide bir bıkkınlık meydana gelir. Böylece öğrenci giderek tembelleşir.184
10. Eğitimde Tartışma Metodunun Önemi
Tartışma, iki ya da daha fazla kişinin belli bir konuda kendi düşüncelerini
sergileme yoluyla fikir alışverişinde bulunmalarıdır. Bu yöntemde öğrenciler derse
aktif olarak katılırlar. Tartışma esnasında öğretmenle öğrenci, öğrenci ile diğer
öğrenciler arasında karşılıklı iletişim kurulur. Tartışma yöntemi, problem çözme,
eski bilgileri yeni durumlara uygulama, eleştirici düşünme, yeteneklerinin
geliştirilmesinde etkili bir yöntem olarak kullanılabilir. Tartışma yoluyla öğrenciler
güzel konuşma, düşündüklerini sözlü olarak ifade edebilme, fikirlerini savunma ve
başkalarının düşüncelerine saygılı olma gibi özelliklerini geliştirebilirler.185
İbn Haldûn’a göre öğretimde ezbercilik yerine ilmî müzakere (tartışma) ve
diyalog yöntemi uygulanmalıdır. Çünkü ilimde meleke (alışkanlık) kazanmak için,
yani üstat, usta olmak için en basit yöntem ilmi konuşmalar ve tartışmalardır. İlim
öğrenirken öğrenci için en faydalı yöntem, öğrencinin derslerini ve ilmi konuları
tartışması ve diyalogta bulunmasıdır. Öğrenciler birbirleriyle derslerini ve ilmi
183 Sönmez, Veysel, a.g.e., s. 139.
184 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 458; (trc. Ugan), C. III, s. 146.
185 Fidan, Nurettin-Erden, Münire, a.g.e., s. 185.
konuları tartışarak daha iyi öğrenirler. Öğrenci için en faydalı ve en kolay yöntem
budur.
Ezberciliği bir öğretim metodu olarak eleştiren İbn Haldûn, ezberciliğe önem
veren bir öğrencinin ilim tahsil ederken çok vakit harcamasına rağmen, ilim
meclislerinde söz söylemekten aciz olduğunu belirtmektedir. Batı Afrika’daki
öğrencilerin ezberciliğe çok önem verdiklerini ifade eden İbn Haldûn, bu
öğrencilerin ilim meclislerinde hiç söz alamadıklarını ve bir konu hakkında fikir
yürütemediklerini söyler. Bu durum onlar için yanlış bir öğretim metodunun takip
edilmesinden ve güzel bir metotla ders veren öğretmenlerin bulunmayışından
kaynaklanır. Ona göre ilim sahibi olmak ve ilimde ilerlemek, kitapta yazanları
ezberlemek değildir. Bunu sağlamak, ilmi münakaşa ve münazaralarla konuları
zihinde yerleştirmek suretiyle gerçekleşir.186 İslâm eğitim tarihinde cedel ismini alan
bu metot, özellikle kelam konularının açıklığa kavuşturulmasında ve
sonuçlandırılmasında kullanılmıştır.187 İbn Haldûn da, bilhassa fıkhî konularda bu
metodun kullanılmasının gerekli olduğunu belirtir.188
İlim öğrenmede münazaranın faydası, tek başına bir konuyu tekrarlamanın
faydasından daha büyüktür. Nitekim bir atasözünde “İlim iki kişi arasındadır.”
denilmiştir. Ancak fikir alış verişi biçiminde ortaya çıkan münazarayı, fikir çatışması
ve sonuçta kavgaya dönüştürmemek gerekir. Yapılan konuşmalar asla kırıcı
olmamalı ve karşıdaki insanın düşüncelerine saygı gösterilmelidir.189 Tartışmanın
demogojiye kaçması ve dejenere edilmesi hiç istenmeyen bir sonuçtur.
Tartışma metodunu öğretimin temeline yerleştirmiş olan idealizmde bu metot,
öğrenen ve öğretenden oluşan, öğrenenin düşüncelerinin farkına varması için
uyarıldığı bir süreçtir. İdealizmde ders işlemeye uygun bir yöntem olarak kullanılan
sokratik tartışma iki aşamadan oluşur: Birinci aşamada öğrenci sorulan sorularla
hiçbir bilgisinin olmadığını anlar. İkinci aşamada ise sorular ve ipuçlarıyla
öğrencinin doğru bilgiye ulaşması sağlanır. 190 Realist felsefenin kurucularından
Aristoteles’in de ders işlerken kullandığı metotlardan biri olan tartışma, realizmde
186 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 354; (trc. Ugan), C. II, s. 446.
187 Öcal, Mustafa, Din Eğitimi ve Öğretiminde Metotlar, TDV Yay., Ankara 1999, s. 216.
188 İbn Haldûn, Mukaddime, (trc. Ugan), C. II, s. 510.
189 ez-Zernuci, Burhanettin, a.g.e., s. 105, 106.
190 Gutek, Gerald L.,a.g.e., s. 31; Sönmez, Veysel, a.g.e., s. 77.
ders anlatma, deney gözlem gibi çeşitli yöntemlerle birlikte kullanılır. 191 Klasik
realizm ve idealizme dayanan daimicilikte de öğrencilere akıllarını ve iradelerini
geliştirecek bir ortam sağladığı için sokratik tartışma metodu tavsiye edilmiştir.192
Pragmatik felsefeye dayanan ilerlemecilik ve onun devamı olan yeniden kurmacılık
akımlarına göre eğitim ortamında öğrencilerin tartışarak sonuca varmaları sağlanmalı
ve bu metot kullanılmalıdır. 193 İnsanda varoluşun özden önce geldiğini savunan
varoluşculuğa göre, eğitime en uygun teknik sokratik tartışma olarak görülmektedir.
Ancak doğruya ulaşmada kullanılan bu teknik idealist felsefede olduğu gibi
kullanılmamalı öğretmende öğrenciye sorduğu sorunun doğru cevabını bilmemeli
veya ona doğru cevabı empoze edecek soru sormamalı, kendi düşüncelerini
oluşturması için ona ortam hazırlamalıdır.194 Görüldüğü gibi hem geleneksel hem de
çağdaş felsefe akımlarının eğitimde faydalı gördüğü tartışma metodunu İbn Haldûn
da faydalı bularak kullanılmasını tavsiye etmiştir.
Eğitimde tartışma metodunu tavsiye eden diğer bir düşünür ise İbn Rüşd’dür.
Çok eski dönemlerden beri kullanılan tartışma metoduna önem verilmesi gerektiğini
belirten İbn Rüşd, bu yöntemin Hz. Muhammed tarafından insanları Tanrı’nın dinine
davet etme yolunda da kullanıldığını ifade eder. Ona göre Hz. Muhammed’in bu
kadar başarılı olmasının en önemli sebebi budur. Kur’an-ı Kerim’de bir ayette şöyle
buyrulmaktadır: “Ey Muhammed! Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır;
onlarla en güzel şekilde tartış…”195 Kur’an ve hadisten deliller getirerek tartışma
metodunu eğitimde öne çıkaran İbn Rüşd’e göre, insanlar bilgi edinme konusunda
farklı tabiatlara sahiptirler. Bir kısım insanlar ancak akılla doğrulanan önermeleri
kabul ederler ki, bunlar burhan ehlidir. Bir kısım insanlar da ancak tartışarak
önermelerin doğruluğunu kabul ederler. İbn Rüşd’ün cedel ehli olarak isimlendirdiği
bu insanlar, bilgi edinmede tartışma yöntemini benimseyen orta tabakaya ait
insanlardır. Bunlar hitap ehlinin bir üstüne çıkmış olsalar da burhan ehlinin
derecesine ulaşamayan kimselerdir.196
191 Bayraklı, Bayraktar, a.g.e., s. 83.
192 Sönmez, Veysel, a.g.e., s. 88.
193 Sönmez, Veysel, a.g.e., s. 95, 108.
194 Sönmez, Veysel, a.g.e., s. 126; Gutek, Gerald, a.g.e., s. 144.
195 Nahl, 16/125.
196 Aruç, Numan Yusuf, a.g.e., s. 168-169.
Gazzalî’ye göre ise, öğretmen sınıfta ezber, tekrar, tartışma, dikkatli ve
ayrıntılı tartışmayı kullanmalıdır, fakat bunların en önemlisi tartışma ve düşünmedir.
Gazzalî, “İki harfi anlamak iki satır ezberlemekten iyidir, bir saatlik tartışma bir
aylık tekrar değerindedir.” diyerek tartışma ve düşünmenin önemini savunmuştur.197
İbn Haldûn, öğretim metotlarının yanlışlığı ve öğretimin zorluğu sebebiyle
öğrenim süresinin gereksiz yere uzayabileceğine dikkat çekerek, bunun çok önemli
sonuçları olacağını belirtir. Böyle bir duruma Batı Afrika’daki ve Tunus’daki
öğrencileri örnek olarak gösterir. Tunus’ta öğrencilerin ilim öğrenmek için okulda
kaldıkları süre 5 yıl olduğu halde, Batı Afrika’da bu sürenin 16 yıl olması, uygulanan
yöntemin yanlış olmasından kaynaklanmaktadır. Bu süre, öğrencinin ilimde bilgi
sahibi olup olamayacağını, yani o ilmi öğrenip öğrenemeyeceğini anladığı sürenin
asgari sınırıdır. 198
11. Alet İlimlerinin Öğretiminde İzlenmesi Gereken Metot
İbn Haldûn ilimleri iki ayrı gruba ayırmaktadır: Birinci grupta, kendisi amaç
olan tefsir, hadis, fıkıh, kelam gibi şer’i ilimler ile, tabiiyyat ve ilahiyat gibi felsefi
ilimler yer alır. İkinci grupta ise, sözü edilen bu ilimlere aracı durumdaki ilimler
(şer’i ilimler için Arapça, hesap ve felsefî ilimler için mantık gibi) bulunur. Sonraları
mantık ilmi, kelâm ve fıkıh usulü için de geçerli olan bir araç ilmi olarak kabul
edilmiştir.İbn Haldûn’a göre, kendisi amaç olan ilimler de (bizatihi öğrenilmesi
gereken bilgiler) konuları geniş bir ölçüde inceleyip teferruata inerek, görüşleri
ayrıntılı bir şekilde açıklamakta herhangi bir sakınca yoktur. Çünkü böyle yapmak,
öğrencinin hem bilgisini attırır hem de sağlamlaştırır. Ancak, onlar yalnızca diğer
ilimlerin daha iyi anlaşılmasına yarayan aracı ilimler olduğu için bu ilimlerde sözü
çok fazla uzatmak, bilgilerden geniş ölçüde bahsetmek, konuların teferruatına girerek
meseleleri dallandırıp budaklandırmak, doğru bir usul değildir. İnsanı amacından
uzaklaştırır. Yani böyle bir metot kullanmak, bu ilimlerin amacı dışına çıkmak
demektir. Ayrıca sözün uzatılması ve ayrıntılara inilmesi, bu ilimlerde bilgi edinmeyi
197 Sönmez, Veysel, a.g.e., s. 143.
198 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 354; (trc. Ugan), C. II, s. 447.
de zorlaştırır. Teferruat çok fazla olduğundan öğrenim için harcanan zaman uzar ve
insan aracı ilimleri öğrenirken kendisi amaç olan ilimleri öğrenemez. 199
Mantık, fıkıh usulü ve nahiv ilminde sonradan yetişen âlimler, bu ilimleri
aracı olmaktan çıkarıp amaç ilimler arasına girecek kadar meseleleri genişletip
incelemişler ve delilleri çoğaltmışlardır. İbn Haldûn, onların bu metodunu eleştirir ve
şöyle ifade eder: “Bu bilgileri böylesine genişletmek öğrenciler için genel itibariyle
zararlıdır.” Çünkü ona göre bu şekilde öğrenciler amaç ilimleri öğrenmek için
kullandıkları aracı ilimlere önem vermek zorunda kalarak çok fazla vakit kaybederler.
Bunun için aracı ilimleri okutan öğretmenler, öğrencilerini bu ilimleri okutmadaki
amacın ne olduğu konusunda bilgilendirmeli ve böyle bir yanlış metodu
uygulamaktan kaçınmalıdırlar. İbn Haldûn, çocuğa önce öğrenilmesi gerekli olan
bilgilerin ve kendisi amaç olan ilimlerin öğretilmesi gerektiği kanaatindedir. Daha
sonra amaç ilimlerdeki temel bilgileri öğrenen öğrencilerden, bu gibi aracı ilimlerde
bilgisini derinleştirmek isteyenler olursa, onlar diledikleri kadar ulaşılması zor
derecelere yükselebilir, o konuda ayrıntılara inebilirler.200
İbn Rüşd’e göre de her ilim dalının kendi dili, kavramları ve öğretim metodu
vardır. Her şeyden önce çocuğa okutulacak konunun ya da ilmin terminolojisi
öğretilmeli, sonra o konunun içeriğine girilmelidir. Yani her ilim kendi kavramları ile
öğrenilmeli ve her varlık kendi özellikleri ile tanınmalıdır.201
12. Çocuklara Bilgi Verme Metodu ve Bu Hususta İslâm Ülkelerinde
Uygulanan Çeşitli Öğretim Metotları
İslâmiyetten sonra Müslümanlar arasında Kur’ân, eğitim-öğretimde temel bir
kaynak olarak ortaya çıkmıştır. Çocuk, verileni anlayacak yaşa geldiğinde ilim
tahsiline başlar, sabah erkenden kalkarak okuma-yazma öğreten küttaba gider. Orada
ilk önce Kur’ân’ı ezberlemekle işe başlar, sonra yazıyı öğrenir. Ergenlik çağına
ulaştığında ise tahsilini tamamlar. O dönemde, ilim öğrenimine başlama ve bitirme
yaşı konusunda bir kesinlik yoktur. Çocuğun yaklaşık üç yılda Kur’ân’ı ezberlemesi
istenir. Çocuk, on yaşına geldiğinde ve ilköğretimini bitirdiğinde öğrenimine üç yıl
199 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 461; (trc. Ugan), C. III, s. 152.
200 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 461; (trc. Ugan), C. III, s. 153-154.
201 Aruç, Numan Yusuf, a.g.e., s. 164.
daha devam edebilir. İslâm dünyasında cami okulları ve küttaplar ise, eğitim-öğretim
görevini üstlenmiş olan kamu kuruluşlarıdır. 202 O dönemde genel olarak İslâm
dünyasında bu eğitim özelliklerine göre öğretim yapılmaktaydı. İbn Haldûn da, İslâm
dünyasının temel öğretim usulü olan Kur’ân öğretimini, çocuğun eğitiminde bir
başlangıç olarak kabul etmiş ve bu konuda kendi döneminde çeşitli İslâm ülkelerinde
uygulanan eğitim usullerini birbiriyle, özellikle Arap dili melekesini oluşturmaları
bakımından karşılaştırmış ve bu farklı uygulamalara dikkat çekerek kendi görüşlerini
ortaya koymuştur. Çocukların erken yaşta iyi ve köklü bir eğitim almalarının önemli
olduğunu belirten İbn Haldûn, bu köklü eğitimin çocuğun sonraki yaşlarında temel
teşkil edeceğini bildirmektedir. O, bu konudaki düşüncelerini şöyle ifade eder:
“Kalpler ve zihinler için ilk önce olan diğer melekelerin temeli gibidir. Temel üzerine
bina olan şeyin durumu temele ve bu temelin çeşitli üsluplarına göre olur.”203
İbn Haldûn, çocuklara Kur’ân-ı Kerim öğretmenin dinin gereklerinden biri
olduğu kanaatindedir. Çünkü ona göre Kur’an’ı öğrenmek, çocukların kalplerine
iman ve inancın yerleşmesini sağlar. Kur’ân öğretimi, çocuklara verilen eğitimin
temeli olmuştur. Bu yüzden birçok Müslüman ülkesinde bu uygulama vardır.
Çocukların küçük yaşta eğitilmeleri, aldıkları bilginin daha sağlam ve kalıcı olmasını
sağlamak içindir. Çünkü her yapı temeline dayandığı gibi, sonradan edinilen bilgiler
de önce öğrenilen temel niteliğindeki bilgilere dayanır. İbn Haldûn’un bahsettiğimiz
bu görüşü, insanı doğanın bir parçası olarak gören naturalizme ters düşen bir görüş
olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü naturalizme göre, toplum içinde yaşamaya mecbur
olan çocuğun iyi özellikler kazanabilmesi ve bu iyi hâlin bozulmaması için terbiye
alması gerekir. Fakat çocuk büyüyene kadar hiçbir değer yargısı ve dinî inanç ona
verilmemeli, bilgiyi keşfederek kendinin öğrenmesi sağlanmalıdır. Çocuk belli bir
yaşa geldiği zaman, tabiatta bir takım akıl ve irade dışı olayların olduğunu fark
ederek sorular sormaya başlar. Onun bir rehbere ihtiyacı yoktur. Düşünerek,
insanlara sayısız nimetler veren yüce yaratıcıyı kendiliğinden bulur. Ona sevgi
duymaya ve bu duyguyu ibadetle dile getirmeye başlar.204
202 Öymen, Raşit, Dağ, Mehmet, İslâm Eğitim Tarihi, s. 78.
203 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 461; (trc. Ugan), C. III, s. 155.
204 Sönmez, Veysel, a.g.e., s. 109; Yurtçul, Buket, a.g.e., s. 66.
İbn Haldûn döneminde Müslüman ülkelerin çocuklara Kur’ân öğretme
metotları farklı farklıdır. Örneğin; Batı Afrika (Mağrip halkı)’da Müslümanlar,
çocuklarına ilk önce Kur’ân’ın okunuşunu ve yazılışını ve ayetlerdeki ihtilafları
öğretirler. Öğrenci, bunları yeterince öğreninceye ya da eğitim hayatı bitene kadar
başka bir bilgi vermezler. Yani hadis, fıkıh, Arapça dil bilgisi gibi diğer hiçbir şeyi
karıştırmazlar. İster çocuk isterse yetişkin olsun, öğrenmeye yeni başlayan kimselere
Kur’ân öğretiminde uygulanan metot budur. Mağrip halkı ve onları örnek alan
Berberiler, ergenlik çağı bitene kadar çocuklarını bu şekilde eğitirler. Bu nedenle
onlar, Kur’ân’ın yazılması ve ezberlenmesi konusunda diğer bölgelerdeki
Müslümanlardan daha başarılı olmuşlardır.
Endülüslüler, eğitim sistemlerinde din ve diğer tüm ilimlerin kaynağı olan
Kur’ân’ı esas alırlar. Onlar çocuklarına Kur’ân’ı öğretirken, bunun yanında şiir
okutup ezberletirler, Arapça dilbilgisini öğretirler, güzel yazı yazma eğitimi verirler.
Ancak onların eğitimde önem verdikleri şey, yalnızca Kur’ân öğretimi değildir.
Çocuk, ergenlik çağını bitirip genç bir yetişkin oluncaya kadar onun eğitiminde bu
metodu takip ederler. Uyguladıkları bu metot sayesinde çocuk, Arapça, şiir ve güzel
yazıda bilgi edinip ilerleme kaydetmiş ve bu ilim dallarında yetenek kazanmış olur.
Onlar için güzel yazı yazma daha önemlidir. Çocuk, kendi ülkesinde bu ilimleri
hocalarından okuyup anlayacak seviyeye gelinceye kadar, bir üst seviyede eğitim
imkânı olmadığı için okuldan ayrılıp öğrendikleriyle yetinmek zorunda kalır. 205
Endülüs’ün doğusunu Hristiyanlar zorla ele geçirince, Endülüslü hocalar
Kuzey Afrika’ya göç ederek Tunus’a yerleşmek zorunda kalmışlardır. Kuzey
Afrikalılar da bu hocalardan ders almışlar, çocuklarına onlardan öğrendiklerini
öğretmişler ve çocuklarını onların metoduyla yetiştirmişlerdir. Bu yüzden Kuzey
Afrikalıların eğitim sistemi, Endülüslülere benzemektedir. Ancak Kuzey Afrikalılar,
bu benzerliğin yanında onlardan farklı olarak, Kur’ân öğretimini hadis ilmiyle
birlikte yaparlar. Bununla birlikte onlar, en çok Kur’ân’ın okunmasına ve bu
konudaki ihtilafların öğretilmesine önem verirler. Yine onlar çocuklarına, bu
ilimlerin yanında diğer ilimlerin temel kurallarını ve bazı meselelerini de öğretirler.
205 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 461; (trc. Ugan), C. III, s. 155.
Doğu ahalisine gelince, İbn Haldûn gelen rivayetlere göre muhtemelen
onların Kur’ânla birlikte diğer ilimleri de öğrettiklerini, fakat hangisine daha çok
önem verdiklerini bilmediğini belirtmektedir. Yine söylenenlere göre onlar, gençlere
güzel yazı (hat) öğretmek yerine Kur’ânla birlikte ilmi eserleri ve kuralları
öğretmişlerdir. Çünkü onların ayrıca güzel yazı öğreten öğretmenleri bulunduğu için
onlar bu dersi sanki bir sanat dersi gibi öğretiyorlardı. İlkokullarda yazı dersi
olmadığı için kendi heves ve gayretiyle yazı uzmanlarından öğrenenler hariç diğer
öğrenciler bir şey yazmaları gerektiği zaman ancak bozuk bir yazı ile yazabiliyorlardı.
Batı ve Kuzey Afrika ülkelerindeki Müslümanların, çocuklarına yalnızca
Kur’ân öğretmeleri, onlarda dil yeteneğinin eksik kalmasına neden olmuştur.
Eğitimde sadece Kur’ân öğretimiyle yetinildiği ve öğrencilere sadece Kur’ân üslûbu
öğretildiği için onlar Arapça’da başka üslûp bilmezler. Dolayısıyla Kur’ân’ın üstün
edebî üslûbunu kullanma veya onun benzerinde bir eser meydana getirme yetenekleri
de yoktur. Küçük yaştan itibaren Arapça metinler üzerinde örnek alacakları şekilde
çalışmadıkları için Arapça’nın üslûbunu tam olarak kavrayamamışlardır. Ancak bu
konuda Kur’ân öğretimiyle birlikte diğer ilimlerin kanun ve kurallarını da verdikleri
için Kuzey Afrikalılar, Batı Afrika (Mağrip) Müslümanlarına göre biraz daha iyidir.
Onlar, bir örneğin benzerini oluşturma, cümle kurma, söz ve cümleleri düzenleme
gibi Arapça dilbilgisi kurallarını az çok biliyorlardı. Fakat yine de ezberledikleri ve
okudukları şeylerin çoğunun edebî değeri düşük olduğu için bu konudaki bilgi ve
yetenekleri eksik kalmıştır. 206
Endülüslüler ise, İbn Haldûn’un daha önce de belirttiği gibi çocuklarına
küçük yaştan itibaren Kur’ân öğretiminin yanında şiir, güzel yazı ve Arapça eğitimi
de verdikleri için onların bu konudaki bilgileri oldukça iyidir. Fakat onlar diğer
(İslâmi) ilimlerin temeli olan Kur’ân ve hadis ilminin öğretimine yeterince önem
vermedikleri için bu alanda geri kalmışlardır. Bu nedenle çocukların temel
eğitimlerinden sonra alacakları ikinci seviye eğitimlerinde de başarılı olmaları
beklenemez.
İbn Haldûn, farklı ülkelerin Müslümanlarının çocuklarına Kur’ân öğretiminde
takip ettikleri metotları anlatıp bu konuda kendi görüşlerini de açıkladıktan sonra son
206 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 462; (trc. Ugan), C. III, s. 156-157.
olarak Kadı Ebu Bekir İbn Arabî’nin Rıhle (Seyahat) isimli eserinde tavsiye ettiği
öğretim metotlarına da yer verir. İbn Arabî’ye göre, Endülüslülerin yaptığı gibi şiir,
güzel yazı ve Arapça’ya önem vermek doğru ve güzel bir metottur. Bu ilimleri diğer
ilimlerden önce vermek gerekir. Çünkü şiir, Arapların tarihlerini anlatan kayıtlardır.
Dolayısıyla dilin bozulmasını önlemek için eğitimde ilk başta şiir ve Arapça öğretimi
yapılmalıdır. Daha sonra hesap (matematik) öğretilmelidir. Öğrenci, onun kurallarını
öğreninceye kadar alıştırma yaptırılır. Bu temel bilgileri aldıktan sonra Kur’ân
öğretimine geçilir ki, bundan sonrası zaten öğrenciye kolay gelir. Ancak İbn
Arabî’nin ifadesine göre, ne yazık ki kendi ülkesinin insanları, (Endülüs halkı)
küçücük çocuklara ilk önce Kur’ân okutarak onları anlamadıkları metinleri
öğrenmeye zorluyorlar. Hâlbuki şiir, Arapça, güzel yazı, matematik gibi temel
ilimleri öğrendikten sonra, çocuğa Kur’ân öğretimi yapılmalı, daha sonra da sırasıyla
fıkıh usulü, cedel (diyalektik), hadis ilimleri öğretilmelidir.207
Başta da söylendiği gibi eski öğretim usulüne göre çocukların öğrenimine
Kur’ân ile başlanırdı. Arapların dışında diğer milletlerin çocukları da, henüz
bilmedikleri bir dil olan Arapça ile okumaya zorlandıkları Kur’an’ı doğal olarak
anlamadan sadece ezberlemek zorunda kalırlardı. Arapça, ortaçağın önemli kültür
dillerinden olduğu için İbn Haldûn bu konuda “Ana dili Arapça olmayan bir kimse
ilim öğrenirken dili Arapça olanlara göre geri kalır.” demiştir. Arapça dil bilgisini
iyi bilmeyen bir kimse, Arapça lafızların manalarını yeterince anlayamaz. İlim
öğrenmek isteyen kimse Arap olmayan biri ise ana dilinin dışında başka bir dil ve
yazı ile ilim öğrenmek zorunda kalır ve bu durum onun için büyük bir engel
oluşturur.208
İbn Haldûn, Kadı Ebu Bekir (İbn Arabî)’in eğitim metodu görüşlerine
katıldığını, bu metodu yerinde ve faydalı bulduğunu söyler. Ona göre de çocuğun
öğretiminde bir sıra takip edilmelidir. Çocuğa önce dil, sonra aritmetik, daha sonra
da Kur’ân öğretilmeli ve din eğitimi verilmelidir. İbn Haldûn, çocuğun başlangıç
bilgilerini aldıktan sonra Kur’ân ve din öğreniminin daha da kolay olacağına inandığı
için bu bilgileri en sona aşamaya bırakmıştır. Ona göre, çocuklara önce Kur’ân
öğretmeye çalışmak hatalı bir metottur. Çünkü çocuklar anlamadıkları bir şeyi
207 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 462; (trc. Ugan), C. III, s. 158.
208 Küken, Gülnihal, a.g.e., s. 619.
öğrenemezler. Kur’ân öğretiminden sonra sırasıyla usul-ü fıkıh, cedel hadis ve diğer
din ilimleri öğretilmelidir.
Bu uygulama İbn Haldûn’un yaşadığı dönemin eğitim geleneğidir. İbn
Haldûn, yine de dinî ilimlerin öğrenimini sona bırakmış önce dil ve matematik
öğretilmesini istemiştir. Bu daha çok realist bir müfredat programı yansıtır. Çünkü
ilkokul düzeyindeki bir realist programda, okuma-yazma, hesaplama ve daha sonra
yapılan değer öğretimi büyük önem taşımaktadır.209 İdealist eğitim programında ise,
dil ilk basamak öğretiminde yer alırken bunun yanında felsefe, teoloji ve matematik
dersleri bulunmaktadır.210 İçerik ağırlıklı ve konu merkezli bir müfredatı savunan
essensializm ve perennializm’de de okuma-yazma ve matematik gibi temel yetilerin
öğretimi, temel eğitimde zorunludur.211 Konu ağırlıklı müfredatı eleştiren naturalizm,
pragmatizm, ekzistansiyalizm, progresivizm (ilerlemecilik) akımlarına göre, çocuğun
ilgi ve tecrübelerinden hareketle ihtiyaçlarını karşılayacak bir müfredata önem
verilmelidir. 212 İbn Haldûn’un programı ise konu-bilgi ağırlıklı bir müfredat
olmasına karşın, o, Kur’ân öğretiminden önce dil öğretiminin yapılması gerektiğini,
çünkü çocuğun bu yönde bir ihtiyacının bulunduğunu söylemesiyle modern eğitim
felsefelerine uygun bir görüş ortaya koymuştur. Bu görüş aynı zamanda günümüz
eğitim anlayışına da yakın bir görüştür. Çünkü bugünkü temel eğitim programında
çocuğa ilk önce okuma-yazma eğitimi, daha sonra matematik ve diğer temel bilgiler
verilmektedir.
İslâm da ana dil ile eğitime büyük önem vermiştir. Nitekim Kur’ân’da
“Kendilerine apaçık anlatabilsin diye her peygambere kendi milletinin diliyle
gönderdik…”213 denilmektedir. Bu ayete göre her peygamber kendi dili ile öğretim
yapmaktadır. Tanrı da insanları eğitirken onların ana dillerine göre eğitimci
göndermektedir. Düşünmek ve düşündürebilmek için ana dil ile eğitim yapmak
gereklidir. Yine Kur’ân’da “ Biz onu anlayasınız diye Arapça bir Kur’ân olarak
indirdik.”214, “Apaçık kitaba ant olsun ki akledesiniz diye Kur’ân’ı Arapça okunan
209 Gutek, Gerald, a.g.e., s. 52.
210 Gutek, Gerald, a.g.e., s. 28-29.
211 Gutek, Gerald, a.g.e., s. 294, 308.
212 Gutek, Gerald, a.g.e., s. 87, 119, 150, 336.
213 İbrahim, 14/4.
214 Yusuf, 12/2.
bir kitap kılmışızdır.”215 denilmektedir. Kur’an’ın Arapça gönderilmesi, gönderilen
bilgilerin iyice anlaşılması ve kolayca uygulanması içindir. Tanrı, insanların
eğitiminde ana dili tercih etmiştir. Bu yolu, onun öğretilerine tepki göstermemeleri
için tercih ettiğini de şu ayetle belirtmektedir: “Biz bu Kur’ân’ı yabancı bir dil ile
ortaya koysaydık: “Ayetleri uzun açıklanmalı değil miydi? Bir Arap’a yabancı bir
dille söylenir mi?” derlerdi.”216 Çünkü zihin anlamadığı bir şeye tepki gösterir.217
İbn Haldûn’a göre, İbn Arabî’nin tavsiye ettiği bu öğretim metodu esas
itibariyle doğrudur. Fakat yerleşik âdetlerin hükmü karşısında bu metodu uygulamak
güçtür. Yani bu metot, içinde yaşanılan toplumun evvelden beri yerleşmiş olan
eğitim geleneğine uygun değildir. Toplum geleneksel eğitim anlayışına uyarak,
Tanrı’dan sevap ve bağışlanma ümidiyle çocukların eğitimine Kur’ân’la başlar. Yine
onlar, çocukların ergenlik çağına geldiklerinde gençlik hevesiyle başka şeylere dalıp
Kur’ân öğrenmeyi ihmal etmeleri endişesiyle de bu yolu tercih ederler. Çocuklar,
küçükken anne babanın gözetimi altında olup onlara itaat etmek durumunda
olduğundan, fırsattan istifade bu dönemlerde bu eğitim verilmesi gerekmektedir. O
dönemdeki eğitimciler bu metodu tercih etmişlerdir. Çünkü çocuk, bu dönemde
eğitim öğretimi itiraz etmeden ve ara vermeden sürdürür. İbn Haldûn’a göre, şayet
çocuk hayatı boyunca sürekli olarak ilme tâbi olup öğretimi kabullenecek diye kesin
bir kanaat oluşsaydı, İbn Arabî’nin tavsiye ettiği metot Doğu ve Batı halkının takip
ettikleri metottan daha iyi denilebilirdi. 218
İbn Haldûn, burada aynı zamanda bir çocuğun gelişimindeki duygusal
değişimlere de dikkat çekmek istemiştir. Ona göre temel eğitimin sonlarına doğru,
ergenlik çağına gelen çocuğun (merak, korku, öfke, sevgi ve hoşlanma, utanma,
kıskançlık gibi) duygularında büyük değişmeler olur. Çeşitli sebeplerle birey, olumlu
duyguların yanında istenilmeyen olumsuz duygulara da yönelebilir ve bunun
sonucunda istenmeyen olumsuz davranışlar gösterebilir.219 Bu sebeple İbn Haldûn,
çocukta Kur’ân eğitiminin ergenlik döneminden önce verilmesi gerektiği
kanaatindedir.
215 Zuhruf, 43/3.
216 Fussilet, 41/44.
217 Bayraklı, Bayraktar, İslâm’da Eğitim, s. 228-229.
218 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 463; (trc. Ugan), C. III, s. 159.
219 Başaran, İ. Ethem, Eğitim Psikolojisi, s. 110.
Bedensel büyüme ve zihinsel gelişimini tamamlamış bir çocuğun eğitimine
İbn Sina’ya göre Kur’ân’la başlanmalıdır. Önce hece harfleri öğretilmeli, çocuğun
Kur’ân okumayı öğrenmesi sağlanmalıdır. Eğitimin ilk aşaması, okuma yazma ile
başlar. Ana dili Arapça olan bir toplumda yaşadığı için İbn Sina, Arap harflerinin
öğretilmesini istemiştir. Bu da Kur’ân metinleri üzerinde çalışılarak öğretilebilir.
Daha sonra çocuğa dinî eğitim verilmelidir. Ancak İbn Sina, yüzeysel bir dinî eğitimi
yeterli görmez, ona göre çocuğa dinin felsefî yönü de öğretilmelidir. Bu aşamadan
sonra ilk okutulacak dersler belagat, gramer, şiir, hitabet ve neseb gibi bölümleri olan
edebiyat dersleridir. İbn Sina’nın, çocuğun eğitiminde Kur’ân ve din eğitimini öne
alma nedeni, bu dersler zamanında öğretilmezse daha sonra ilginin azalacağı
endişesidir. Ona göre din eğitimi belli yaşlarda verilirse başarılı olur.220 İbn Sina’nın
bu görüşleri İbn Haldûn’un görüşleri ile benzerdir.
İbn Rüşd’e göre ise, öğretime okuma ve yazmadan başlanmalıdır. Öğrenci,
okuduğunu ve yazdığını anlayabilecek seviyeye geldikten sonra ona mantık ilmi
öğretilmelidir. Bunun yanında beden ve musiki eğitimi de yapılmalıdır. Daha sonra
alet ilimleri öğretilmelidir. Öğretimde somuttan soyuta ilkesine uygun olarak, fizikî
dünyadan başlayıp fizik ötesi dünyaya geçilmelidir. Önce fen bilimleri öğretilmeli,
bunun dışında matematik, geometri, fizik ve astronomi ilimleri de verilmelidir. Daha
sonra metafizik ve ilahiyat bilgileri verilmeli, en sonunda ulaşılması zor ve herkesin
nasibi olmayan felsefe öğretilmelidir. Felsefî ağır konulara girmeden önce
öğretilmesi kolay olan konulardan başlanmalıdır. Sonra zorlarıyla devam
edilmelidir.221
13. Şiir Sanatını Öğrenme Metodu
İbn Haldûn’a göre Arap dili, şiir ve nesir olmak üzere iki dala ayrılır.
Bunlardan şiir vezinli ve kafiyeli söz demektir. Arapça’nın bir dalı olan şiir, diğer
bütün dillerde vardır. İnsanlar anlatmak istediklerini o dilin şiir kurallarına göre ifade
ederler. Ancak şiir Arap dilinde önemli bir yere sahiptir. Araplar anlatmak istedikleri
birçok şeyi şiirle dile getirmişlerdir. Onlarda şiir, eğitim görmüş insanların bir
faaliyeti olarak bol miktarda yazılırdı, sonradan onların düşüncelerini ve tarihlerini
220 Dodurgalı, Abdurrahman, a.g.e., s. 165-167.
221 Aruç, Numan Yusuf, a.g.e., s. 171-172.
şiirle kaydederek sonradan başvuracakları önemli bir kaynak olmuştur. Şiir kıtalarla
bölünür ve her kıtasına beyit denir. Her beyit’in birbirine benzeyen son harflerine
revi veya kafiye, şiirin bütününe ise kaside ismi verilir. Beyitler şiirin bütünüyle
uyumlu olduğu halde her biri kendi içinde ayrı bir anlam taşır. Şair, şiirinde ağır
telaffuzlardan kaçınır. Şiirin tamamını tek bir vezinde yazmaya dikkat eder.
Arapça’da kullanılan buhur olarak isimlendirilen yaklaşık on beş vezin vardır. Ve
bunların dışında vezin kullanılmaz.222
Şiirin Araplar için çok önemli olduğunu söyleyen İbn Haldûn, şiir melekesi
konusunu çok geniş bir şekilde ele alarak bu konudaki melekenin çokça ezber ve
alıştırma ile gerçekleşeceğini belirtmektedir. Ona göre, sonradan bir dili öğrenmek, o
dili çok fazla duymak ve kullanmakla olur. Ancak bir dili sonradan öğrenen bir kişi o
dilin tüm kurallarını bilse de şiir sanatını öğrenmesi zordur. Çünkü şiirde her beyit
ayrı bir anlam taşımasına rağmen tümüyle bir anlam bütünlüğü olması gerekir.
Ayrıca kasidenin beyitleri arasında uygunluk sağlamak ve edebiyatın gerektirdiği
kurallara riayet etmek gerekir. Bunu yapabilmek için bu konuda ince bir yetenek
sahibi olmak şarttır.223
Şiir sanatı, öğrenilmesi zor ayrıntılı kuralları olan bir sanattır. Güzel bir şiir
yazabilmek için yalnızca o dili bilmek yeterli değildir. Aynı zamanda sözleri güzel
bir üslupla kullanıp, bu güzel sözleri edebiyatın bilinen kalıplarına oturtmak için
büyük bir kabiliyet ve ince güçlü bir zekâ sahibi olmak gerekir. Üslup, sözlerin ve
cümlelerin ona göre düzenlendiği bir ölçü veya onun biçimine göre yapılan bir
kalıptır. Sözün asıl anlamını söylemek ya da şiirde kullanılan vezin değildir. Üslup,
zihinde oluşan bütünsel bir surettir. Bu suret mimarın kalıbı ve dokumacının dokuma
âletine benzer. Nasıl ki bir mimar bir yapı inşa ederken kalıp kullanır ya da bir
dokumacı kumaşı işlerken bir model veya tezgâh kullanır. Zihin de sözleri
düzenlerken, hayalde oluşan sureti kullanır. İşte buna üslup denir ve şiir o dilin
üslubuna göre düzenlenir. Üsluba uymayan, yani zihindeki bütünsel surete uygun
olmayan sözler, tıpkı mimarın ya da dokumacının modele uymayarak yaptıkları şeyin
bozuk olması gibi bozuktur. 224
222 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 488; (trc. Ugan), C. III, s. 226-227.
223 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 488; (trc. Ugan), C. III, s. 228.
224 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 489; (trc. Ugan), C. III, s. 229-230.
Zihinde suret ve şekillerin oluşması demek olan üslup, ancak Arap şiirlerini
çok ve tekrar tekrar okumak ve incelemekle tam bir şekilde yerleşir. Şair, her
kelimenin yerini ve kullanılış şeklini bu şekilde öğrenir ve böylece şiirde geçen her
terkipte zihindeki bu suretten faydalanır. Sarf ve nahiv gibi edebiyat kurallarını
bilmek, üslup öğrenmek için yeterli değildir. Arapların kullandıkları belli başlı
üsluplar vardır ki bunları yalnızca Arap şiirlerini ezberleyenler bilebilirler.
Araplar duygu ve düşüncelerini hem şiir hem de nesirde dile getirmiştir, söz
konusu suretler (üslup) her iki yazı şeklinde de vardır. Örneğin, şiirde, vezin ve
kafiyeye önem vererek her beyit’in tek başına bir anlam ihtiva etmesine özen
göstermişler, nesirde de cümlelerin vezin bakımından birbirine benzemesine dikkat
etmişlerdir. Arap sözlerini çok okuyan ve ezberleyen bir kişi, şiir ve nesirde bir eser
vermek istediğinde bu gibi belirli ve somut kalıplardan zihinde genel ve soyut bir
ölçü oluşturur.225 Şair, mimar ve dokumacı gibi söz ve şiirlerini bu ölçüye göre
düzenler. Ayrıca bu düzenlemeyi yaparken sarf, nahiv, beyan ve aruz gibi
Arapça’nın kurallarına uymak gerekir. Üslup, bu ilimlerden ayrı bir şey olmasına
rağmen şiirde üslup, ancak bu kurallara uyularak tamamlanır, güzelleşir. Böyle bir
şiir yazabilmek için ise Arap sözlerini ezberlemek faydalı olur.
İbn Haldûn, şiiri şöyle tarif eder: “Şiir istiare ve betimleme temeline dayanan
vezin ve kafiye bakımından beyitlere ayrılmış her beyit’i kendi içinde diğerlerinden
ayrı bir anlam taşıyan Arapça’ya özgü şiir üslubuyla düzenlenmiş belagatlı sözdür.”
Aruz bilginlerinin şiiri tarifi ise farklıdır. Çünkü onlar, şiiri yalnızca vezin ve kafiye
yönüyle yani irap ve beyan bakımından incelerler. Şiiri bu şekilde tarif eden İbn
Haldûn, şiirin oluşturulmasını ise bir takım şartlara bağlar. Birinci şart, şiir yazacak
kişinin yazacağı şiirin benzerinde birçok şiir ezberlemesidir. Ezberleyeceği şiirler,
edebî yönü yüksek olan şiirler olmalıdır. Bunu yapmayan kişinin yazdığı şiirlerin
tekniği, üslubu yetersiz ve kötü olur. Şiirin hiçbir tadı olmaz. Bu tat yalnızca çok şiir
ezberleyerek oluşur. Az ezberleyen ya da hiç ezberlemeyen kişinin şiiri olmaz. Böyle
biri, sadece nazımı düzenleyebilir. Düşük kalitede şiir yazmaktansa hiç yazmaması
ve şiir yazmaktan uzak durması daha iyidir. Ancak birçok şiir ezberledikten sonra
bunları kendine örnek alarak şiir yazma kabiliyetini geliştirip bundan sonra şiir
225 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 491; (trc. Ugan), C. III, s. 233-234.
yazılmalıdır. Şiir yazma konusundaki kabiliyet, yalnızca şiir ezberleyerek ve bunları
kendine örnek ederek sağlamlaşır. 226 Bazı bilginlere göre, zihinde bu kabiliyet
oluştuktan sonra ezberlenen şiirlerin unutulması gerekir. Çünkü ezberlediği şiirler
zihinde var olmaya devam ederse, kendi şiir yazacağı zaman bunları aynen
kullanacağı için kendine ait bir şey söyleyemez, yeni şeyler düşünemez. Ezberlenen
şiirlerdeki kelime ve harfler unutulup onların üslup ve kalıplarının zihinde kalması
gerekir. Zihinde kalıp yerleşen bu üsluplar yeni şiirler için bir örnek teşkil eder. İbn
Haldûn’un bu tespiti şiir sahası dışında eğitim-öğretim teorileriyle ilgili psikolojik bir
görüşü yansıtır. Çünkü ezber yapıldıktan sonra bu ezberin unutulmasıyla zihinde
kalan iz, kişinin özgün olabilmesini sağlayan bir şeydir. Unutulan ezberle eğitimden
gelen yönlendirici ve belirleyici iz terk edilmiş ve kişi başarılı bir şiir söyleme
imkânı elde etmiş olur.227
Diğer bir şart ise şiir yazacak kimsenin tabiatı güzel ve sessiz bir mekâna
çekilip orada kalmasıdır. Çünkü böyle bir yer onun kabiliyetini harekete geçirir.
Bunun yanında şairin huzurlu ve neşeli olması da gerekir. Yine bazı bilginler
demişlerdir ki, şiir yazmak için en uygun vakit uykudan yeni kalkıldığı ve midenin
boş olduğu sabahın erken saatleridir. Çünkü bu vakitte zihin daha dinamiktir. Ayrıca
güzel şiir yazmanın şartlarından birinin de âşık olmak olduğunu söyleyenler vardır.
Tüm bu şartlar oluştuktan sonra şaire şiir yazmak zor geliyorsa kendisini
zorlamamalıdır ve bu işi başka bir vakte ertelemelidir.228
Şiiri yazarken, başından sonuna kadar aynı kafiye üzerine olmasına önceden
dikkat edilmelidir. Bu hususa önceden dikkat edilmezse sonradan kafiyeyi yerine
yerleştirmek zor olur. Şairin, yazdığı şiire uygun olmayan bir yerde bir beyit aklına
gelirse beyit’i şiir içinde kendisine uygun olan başka bir yere yerleştirmelidir. Çünkü
her beyit kendi içinde bağımsız bir anlam taşıdığı halde şiirde beyitler arasında bir
bütünlük vardır. Şair, şiirini bitirdikten sonra onu tekrar gözden geçirerek
düzenlemelidir. Eğer iyi değilse emeğine acımadan şiiri olduğu gibi bırakmalıdır.
Şiirinde zoraki ifadeler kullanmaktan kaçınmalı, düzen itibariyle sözlerin en iyisini
kullanmalıdır. Çünkü zaruretler şiirin edebî değerini düşürür. Anlaşılması zor
226 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 492; (trc. Ugan), C. III, s. 235-237.
227 Satî el Husrî, a.g.e., (trc. S. Uludağ), s. 332.
228 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 493; (trc. Ugan), C. III, s. 238.
ifadeler kullanılmamalı, aksine anlamları kolayca anlaşılan ifadeler kullanılmalıdır.
Bir beyit tek bir anlam ifade etmelidir. Az sözle çok şey anlatmaktan kaçınmalıdır.229
Sonuç olarak İbn Haldûn’a göre şiir melekesini kazanmak, Mudar dili melekesi
kazanmak gibi yalnızca kural öğrenmekle elde edilmez. Bu sadece, Arapça’nın edebi
metinlerini ezberleyerek ve bunlar üzerinde bolca alıştırma yaparak gerçekleşir. İbn
Haldûn bunu birçok yerde tekrar ederek ayrıntılarıyla açıklamıştır.
14. Dil Öğrenme Metodu
Bir taraftan algılamanın gelişmesiyle, diğer yandan da öğrenme ve akıl
yürütmeyle bağlantılı bir kavram olan dil, bir tür toplumsal semboller bütünüdür ve
düşünceler arasındaki ilişki bu semboller aracılığı ile gerçekleşir. 230
İbn Haldûn’a göre dil melekesi, çok ezberlemekle kazanılır ve bu melekenin
olgunluğu ezberlenen metinlere göredir. Daha önce birçok yerde belirtildiği gibi, İbn
Haldûn’a göre dil öğrenmek isteyen kişi, çok ezberlemeli ve yeteneğinin mükemmel
olması için ezberlediği metinlerin edebî değeri yüksek olmalıdır. Çünkü o dili
yerinde ve mükemmel şekilde kullanmak, ezberlenen metinlerin güzelliğine ve edebî
değerine bağlıdır. Bu ikisi doğru orantılıdır. Ezberlenen metinler ne kadar iyiyse elde
edilen yetenek de o derece gelişir. Dil yeteneği ezberlenen metinlerden beslenir,
faydalanır onlara göre cümle kurar.231
İnsan nefsi, (ruhu) yaratılışı itibariyle tek bir tane olmasına rağmen dışarıdan
gelen sonradan elde ettiği algılarının farklı oluşundan dolayı her insanda farklı
farklıdır. Yaratılışta kuvve hâlinde olan nefis, algıları sayesinde tamamlanır ve bilfiil
hâle gelir. İnsanda çeşitli yeteneklerin oluşması, o konudaki örnekleri ezberlemekle
elde edilir. Örneğin, şiir yazma yeteneği şiir ezberlemekle, düz yazı yeteneği nesir
ezberlemekle oluşur ve gelişir. Diğer tüm ilimler de böyledir. Yetenek insanda kuvve
hâlinde bulunur, kişi o yeteneği üzerinde çalışmalar ve kıyaslamalar yaparak o
konuda yapılmış çalışmaları çok okuyarak ve ezberleyerek, yeteneğini bilfiil hâle
getirir. Ancak yetenekler hangi örnekler üzerinde geliştirildiyse derecesi ona göre
229 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 494; (trc. Ugan), C. III, s. 239,240.
230 Yıldırım, Cemal, a.g.e., s.17.
231 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 495; (trc. Ugan), C. III s. 247.
olur. Örneğin, edebiyat yeteneği edebî değeri yüksek olan eserleri ezberlemekle
kazanılır. İslâm hukukçularının ve onlar gibi diğer ilim adamlarının (nahivciler,
kelâmcılar) dil yetenekleri edebî açıdan biraz düşüktür. Çünkü onlar, ilk önce ilmî
terimleri ve kuralları öğrendikleri için zihinleri bu örneklere göre şekillenir. Onlarda
ortaya çıkan yetenek edebî açıdan eksik ve kusurlu olup Arapça’nın üslubuna
uymaz.232
Görüldüğü gibi İbn Haldûn, insanda dil yeteneğinin ezberleme ile
gelişeceğini ve böylece cümle kurma başarısının artacağını belirtmektedir.
Ezberlemek, öğrenmek için insanın önüne konan şeyleri olduğu gibi hafızasına
yerleştirmesidir. Bu yüzme, daktilo yazma, saz çalma da olduğu gibi bedenî olabilir;
ya da şiir, bir metin, rakamlar, semboller, formüller ve benzerlerinde olduğu gibi
sözle yapılan hareketlerin alışkanlık kazanması şeklinde de olabilir. Öğrenmenin
ikinci türünde dilin önemli bir rolü vardır. Çünkü ezberlemede daha çok sözlü
öğrenme söz konusudur. Aslında ezberleme kolay ve basit bir öğrenme şeklidir,
çünkü bu tür öğrenmede bir problem çözme veya kavrama söz konusu değildir. 233
Ezberlemede tekrarın önemli bir rolü vardır, öğrenilecek davranış ya da konu ne
kadar çok kullanılırsa veya tekrar edilirse zihindeki kalıcılığı o kadar çok olur. Ünlü
bir eğitim bilimcisi olan Thorndike tekrar kanununu iki bölüme ayırmıştır:
1. Uyarıcı ve tepki arasındaki bağ kullanıldıkça güçlenir, buna kullanma
yasası denir.
2. Tekrar devam etmediğinde uyarıcı ve tepki arasındaki bağ zayıflar,
buna da kullanmama yasası denir.
Kısacası, tekrar yasasına göre, insan yaparak öğrenir, yapmayarak unutur.234
İbn Haldûn, yalnızca dil yeteneğinin değil, diğer ilimlerdeki yetenek ve
bilgilerimizin de üzerinde durulmadığı ve kullanılmadığı zaman unutulmaya
mahkûm olduğunu ifade etmektedir. Yaptığımız tekrar ve kodlamalarla kısa süreli
bellekten uzun süreli belleğe gönderdiğimiz bilgiler orada uzunca bir süre kalır,
haftalar, aylar ve yıllar sonra dahi hatırlanabilir. Ayrıca İbn Haldûn’a göre, dil
gelişiminde örnek alınan kişi ya da kişiler, yani sosyal çevre ve yeteneğin
232 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 495; (trc. Ugan), C. III s. 248.
233 Yavuz, Kerim, a.g.e., s. 117.
234 Senemoğlu, Nuray, a.g.e., s. 134.
gelişmesinde etkisi olan örnekler de çok önemlidir. Örneğin, sosyal bakımdan az
gelişmiş tabakanın çocukları konuşma gücü bakımından daha az gelişmektedir. Dil
bakımından kusurlu olan örnekler, çocuğun dil gelişimini de olumsuz yönde
etkiler.235
Dil, dinleme, okuma, konuşma ve yazmadan oluşur. Birey, dili öğrenirken
önce dinlediklerini anlamakta, sonra konuşmaktadır. Dil gelişimi öğrencinin
olgunluğu ve zihinsel gelişimine bağlıdır, ancak bireyin çevresi de dil gelişiminde
önemli bir etkide bulunur. Eğer öğrenci, az konuşulan bir çevrede büyümüş veya
öğrenciye konuşma fırsatı verilmemişse anladığı sorulara bile çoğunlukla tek bir
sözcük ya da hareketle cevap verir.236
Psikologlar dilin kazanılmasıyla ilgili üç ayrı görüş ortaya koymuşlardır.
Bunlar davranışçı, sosyal öğrenmeci ve psiko-linguistik kuramlardır. Davranışçı
kuram, dilin öğrenilmesini pekiştirme sonucu belli davranışların ortaya çıkması
şeklinde açıklar. Sosyal öğrenme kuramına göre dil, çevrenin model olması, çocuğun
taklit etmesi suretiyle kazanılır.237 İbn Haldûn, ana dilin gelişimi hakkındaki bu
düşüncelerinde hem davranışçı yaklaşımın hem de sosyal öğrenme yaklaşımının
görüşlerine katılmaktadır. Ona göre, dilin kazanılmasında pekiştirme ve taklit etkili
olmaktadır. Ancak İbn Haldûn, çoğu yeteneğin insanda doğuştan kuvve hâlinde
bulunduğuna ve bu yeteneğin daha sonra yaşantılarla geliştirildiğine dikkat çekerek
dil gelişiminde psiko-linguistik kuramın görüşlerini de taşımaktadır.
Psiko-linguistik kuramın en önemli temsilcisi olan ünlü dil bilimcisi
Chomsky’e göre dil, çocuğun doğuştan getirdiği bir yetenektir. Herkes doğuştan tüm
dilleri öğrenme yeteneği ile doğar. Ancak Fransa’da doğan bir çocuk Fransızca,
Türkiye’de doğan bir çocuk ise Türkçe konuşmaktadır. Çünkü yakın çevre, dil
gelişimini belirleyen en önemli etmenlerden biridir. Çevre, çocuğun dili öğrenip
öğrenemeyeceğini değil, hangi dili öğreneceğini belirler.238 Bu konuda benzer bir
düşünceye sahip olduğu görülen Hz. Peygamber de bir hadisinde bu durumu şöyle
235 Bilgin, Beyza, a.g.e., s. 42.
236 Başaran, İ. Ethem, Eğitim Psikolojisi, s. 283.
237 Selçuk, Ziya, Gelişim ve Öğrenme, Nobel Yay., Ankara 2003, s. 104.
238 Bacanlı, Hasan, a.g.e., s. 72.
ifade etmiştir: “Çocuklar fıtrat üzere doğarlar anne ve babaları onları kendilerince
yetiştirir.”239
14. 1. Arap Dilinin Mudar Dilinden Farklı Bir Dil Olduğu
İbn Haldûn fasih bir Arapça ile halk arasında kullanılan avamî dili birbirinden
ayırır. Belli kuralları olan ve kelime sonlarında irabı bulunan Arapça’ya İbn Haldûn
Mudar dili der. Kuran’ın indiği dil olan Mudar dilinde beyan ve belagat daha
mükemmel ve açıktır.240
Mudar dili, İslamiyet’in yayılmaya başlamasıyla (Irak, Şam, Mısır ve Batı
Afrika’nın alınmasıyla) Arap olmayan kavimlerle karşılaşmanın bir sonucu olarak,
değişmeye ve bozulmaya başlamıştır. Bir dilin yabancı unsurlarla çok fazla
karşılaşması, onu eski ve asıl hâlinden uzaklaştırır. Nitekim farklı toplumlarla
etkileşim içine giren Arap toplumu onların bozuk konuşma şekillerini işittikçe kendi
dillerinden uzaklaşmışlardır. Dilin tamamen bozulmasından, Kur’ân ve hadislerin
anlaşılamayacak hâle gelmesinden endişe eden ilim adamları, Kur’ân’ın indiği ve
hadislerin söylendiği dil olan Mudar dilini öğretmek amacıyla, bu dilin kurallarını ve
hükümlerini tespit ederek kayıt altına almışlardır. Böylelikle nahiv ilmi ve Arapça
sanatı adını verdikleri ilimler ortaya çıkmış ve bu sanatlar Kur’ân ve hadisleri
anlamak için öğrenilen alet ilimleri olmuştur.241
İbn Haldûn’a göre, şehirli ve yerleşik hayat yaşayan Arapların dili ile göçebe
Arapların dili başlı başına Mudar dilinden farklı bir dildir. Bu dilin şehirler ve
bölgeler arasında farklı konuşma şekilleri vardır. Doğulu Arapların dili batılı
Arapların dilinden farklı, Endülüslülerin dili bu ikisinden de farklıdır. Ancak sonuçta
her biri amacını kendi dili ile anlatmaktadır. Mudar dilinden uzaklaşmanın onlara bir
zararı yoktur. İbn Haldûn’a göre zaten dilin amacı da budur. Şehirlilerin, göçebe
Araplara göre Eski Mudar dilinden daha fazla uzaklaşmalarının sebebi Arap olmayan
başka toplumlarla daha çok karşılaşmalarıdır. Onlar, Arap olmayanların bozuk
şivesini işiterek ve bu şiveyi konuşarak yetiştikleri için eski Arap melekelerinden
239 Buhârî, Cenâ’iz, 80, 92, Kader, 3; Müslim, Kader, 22, 23; Tirmizî, Kader, 5; Ahmed b. Hanbel, II,
233, 275, 282, 315, 346-347, 393, 410, 481.
240 Erdoğan, Safiye, İbn Haldûn’un Eğitim Anlayışı, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2002.
241 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 479; (trc. Ugan), C. III, s. 199.
uzaklaşmışlardır. Dolayısıyla maksatlarını Arap olmayan o kimseler gibi anlatmaya
başlamışlar ve kendilerinde eksik ve hatalı olan yeni bir meleke ortaya çıkmıştır.
Onlardaki melekenin bozulmasıyla dilleri de bozulmuş ve ortaya Mudar dilinden ayrı
bir dil çıkmıştır. Bu durum birçok bölgede yaşanmış ve sonuçta değişik bölgelerde
yaşayan Arapların dilleri Mudar dilinden ve hatta birbirinden farklı hâle gelmiştir.242
Bu yüzdendir ki İbn Haldûn, Mudar dilinin toplum içinde yaşayarak, insanlarla temas
halinde olup tabî bir şekilde konuşularak kazanılamayacağını ve bu dilin özel bir
öğretimi gerektirdiğini düşünür.
İbn Haldûn’a göre, diller melekeden ibaret olduğu için öğretim yoluyla elde
edilir. Dil öğrenmek isteyen kimse, o dilin kendi orijinal üslubuna göre söylenen
sözleri ezberlemelidir. Bunlar Kur’ân, hadis, geçmişte yaşamış büyük hatiplerin
sözleri, şiirler ve diğer metinlerdir. Kişi, bu ezberleme ve kullanmaya alışma
sonucunda Mudar dilinde meleke kazanır, ezberledikleri çoğaldıkça ve bunları
kullandıkça bu alandaki melekesi artar. Ayrıca İbn Haldûn’a göre, Mudar dilini
öğrenmek isteyen kimse sağlıklı bir tabiata, Arapların kullandıkları üslûp ve
terkipleri kavrayabilecek bir anlayışa, aynı zamanda bu terkip ve ifadeleri yerinde
kullanabilme kabiliyetine sahip olmalıdır.243
İbn Haldûn’a göre yalnızca dilin kural ve ölçülerini bilmek, o dili öğrenmek
için yeterli değildir. Kural ve ölçüler, dilin nasıl öğrenileceğini anlatır, ancak dili
öğretmez. Arapça’yı bu metoda göre öğrenen kimsenin durumu, yani dilin kurallarını
öğrenip dili öğrenememiş kimsenin konumu, bir işi teorik olarak bilip pratikte
uygulamasını yapamayan kimsenin durumuna benzer. Örneğin; terzilik işini çok iyi
bilmeyen bir kimse, işin nasıl yapıldığını sözlü olarak başından sonuna kadar
anlatabilse de bu işi bizzat kendisinin yapması istendiğinde iyi bir şekilde yapamaz.
Bunun gibi Arapça’nın kurallarını ve nahiv ilmini çok iyi bilen bir kimseden bir
dostuna bir iki satır mektup veya dilekçe yazması istense yanlışsız bir şekilde
yazamaz. Çünkü irap kurallarını bilmek, işin nasıl yapılacağını bilmektir. İşi yapmak
değildir. Böyle kimseler dili bir sanat olarak öğrenmişlerdir. Dilde meleke sahibi
olamazlar.244 İbn Haldûn burada, bilmeyle, bilgiyi yaşantı haline getirmenin farklı
242 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 480; (trc. Ugan), C. III, s. 203.
243 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 481; (trc. Ugan), C. III, s. 205.
244 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 482; (trc. Ugan), C. III, s. 206-208.
şeyler olduğunu belirtmektedir. Yani salt teorik bilgiyle insanı davranışa sevk eden
ve onu gerçekleştiren bilgiyi ayırmaktadır.
İbn Haldûn, Mudar dilinin öğretimi konusunda Endülüs halkı ile diğer
toplumlar arasında bir karşılaştırma yapar. Ona göre Endülüslüler, dil öğrenme
konusunda Batı ve Kuzey Afrika toplumlarına göre daha üstündürler. Çünkü onlar,
Arapça öğrenirken pek çok Arap atasözü ve şiirlerinden örnek göstererek cümlelerin
özelliklerine dikkat ederler. Batı ve Kuzey Afrika toplumları ise Arapçayı diğer
ilimler gibi yalnızca aklî bir bilgi olarak düşünüp kurallarını kavrama yoluyla
öğrenirler. Onlar, Arapça metinlerin anlamla ilgili olan yapısını değil, yalnızca
irabını incelemişler ve öğrenciye bu alanda alıştırma yapma imkânı vermemişlerdir.
Bu yüzden dil öğrenme konusunda Endülüslülere göre geri kalmışlardır. Oysa
onların öğrettikleri kurallar, dil öğrenmek için yalnızca bir araçtır. Onlar bu
kurallardan çok fazla bahsetmek suretiyle asıl dil öğrenme amaçlarından
uzaklaşmışlar ve bu kuralları ayrı bir ilim hâline getirmişlerdir.245
Tüm bu açıklamalardan da anlaşıldığı gibi İbn Haldûn, Mudar dilini öğrenme
hususunda, cümle yapıları ve üslup iyice zihinde yerleşinceye kadar Arapça metin ve
şiirleri anlayarak ezberlemeyi ve bunlar üzerinde alıştırma yapmayı gerekli görür.
İbn Haldun, yalnızca dilin gramer kurallarını öğrenmenin asıl dili öğretmediğini,
bunun ancak dilin konuşulduğu yerde çokça duyarak, konuşma konusunda pratik
yaparak, okuyarak ve yazarak sağlanabileceğini belirtir.
245 İbn Haldûn, Mukaddime, s. 283; (trc. Ugan), C. III, s. 209-210.
SONUÇ
İslâm düşünce tarihinde fikirleriyle önemli bir yer teşkil etmiş olan İbn
Haldûn, birçok alanda değerli incelemeler yapmıştır. İlim ve öğrenimi, tarihi ve
toplumsal varlık alanının bir unsuru olarak kabul eden İbn Haldûn’un eğitim
felsefesine ilişkin ortaya koymuş olduğu görüşleri, onun genel felsefesi içinde önemli
bir yer işgal eder.
İnsan zihninin doğuştan üzerine bir şey yazılmamış boş bir levha gibi
olduğunu düşünen İbn Haldûn’a göre onun üzerine her şeyi yazan duyulardır.
Duyularla algılanması mümkün olmayan varlıkları ise akılla idrak ederiz.
Bilgi edinme ve öğrenme sürecinde duyu ve akıl verilerini bilgi kaynağı
olarak kabul eden İbn Haldûn, duyular üstü ruhanî varlıkların (küllîler) hakikatlerinin
yalnızca normal insanın bilme yetileri ile kavranabileceğini kabul etmez. Ona göre
duyu ve akıl verileri ile nesnelerin varlığına ulaşabilen insan, ikinci dereceden
makuller olan küllîlerin özlerini duyu ve akıl aracılığı ile kesinlikle bilemez.
İbn Haldûn’a göre Faal akıl ile ittisal ederek bu dünyada ondan hakikî
bilginin elde edilmesi mümkün değildir. Akıl yürütmelerle varlığın olduğu gibi idrak
edilmesi insan için imkânsızdır. Aklın ötesine geçemeyeceği bir sınırı vardır ve insan
felsefî idrakler aracılığı ile gerçek bilgiye ulaşamaz.
Doğuştan bilgisiz, fakat öğrenmeye yetenekli olarak dünyaya gelen insan, İbn
Haldûn’a göre içindeki merak duygusuyla çevresini tanımak amacıyla girişimlerde
bulunarak çevresindeki olayları sorgulayacak ve bilmediklerini bilenlerden
öğrenmeye çalışacaktır. İbn Haldûn, öğrenme olgusunun insanın doğuştan getirdiği
bir ihtiyaç olduğunu ve toplum yaşamının da insanın ihtiyaçlarını karşılayabilmesi
için gerekli olduğunu düşünmektedir. Ancak toplumsal hayatın doğal bir zorunluluk
olarak ortaya çıkardığı ilim ve sanat öğrenimi İbn Haldûn’a göre yalnızca fizyolojik
ihtiyaçların giderilmesinden sonra beliren psiko-sosyal bir ihtiyaçtır.
İbn Haldûn’un kendine özgü geliştirdiği eğitim anlayışında meleke
kavramının da önemli bir yeri vardır. Meleke ona göre anlamak ve ezberlemekten
farklı olarak zihinde tekrar yoluyla pekiştirilip yerleşen bilgi demektir. İbn Haldûn’a
göre, herhangi bir ilim dalında uzman olmak meleke (alışkanlık) kazanmayla sağlanır
ve meleke yalnızca öğretim yoluyla elde edilir.
Eğitim, ekonomi ve medeniyet ilişkileri üzerinde önemle duran İbn Haldûn,
özellikle eğitimin, ilim ve sanatların bu ilişkilerden etkilendiğini ifade etmektedir.
Ekonomik durumun iyi olup medeniyetin geliştiği bölgelerde eğitim faaliyetleri
aralıksız devam ederken, az gelişmiş veya ekonomik durumun kötüleşerek
medeniyetin gerilemeye başladığı bölgelerde ilim ve öğretim yok olmaktadır ve
başka bölgelere kaymaktadır. İbn Haldûn, insanın eğitim yaşantısının içinde
bulunduğu çevre şartlarına göre şekillendiğini düşünmektedir. O, gelişen medeniyet
ve kültürün düşünce ve zihni geliştirerek zekâyı kuvvetlendirdiği görüşündedir.
İbn Haldûn’a göre zekâyı güçlendiren bir başka unsur da yazı, matematik,
geometri gibi ilimlerde meleke sahibi olmaktır. Yazı, akılda düşünme melekesi
meydana getirerek aklın idrak gücünü arttırır. Matematik, akla intikal melekesi
kazandırarak onu geliştirir. Geometri ise kurallarındaki tertip ve düzen sayesinde
düşünceye yanılmalardan uzak bir mükemmellik sağlar. İbn Haldûn’a göre anlayış ve
kavrayış bakımından insanların aralarında yaratılıştan getirdikleri bir fark yoktur.
Ancak göçebe ve şehirli toplumlar arasında fikir ve kavrayış bakımından bir fark
görülüyor olması, şehirlerdeki medenî seviyenin gelişmişliğinden onların hüner ve
sanayi de ilerlemiş olmalarından kaynaklanır.
Öğretim ve sanat etkinlikleri, şehirlilerin zekâsını ve düşünme gücünü
geliştirdiği gibi kendileri de yalnızca şehirlerde gelişebilir. Çünkü İbn Haldûn’a göre
şehirlerdeki meslekler zaruriyetten değil, mükemmel olma ihtiyacından dolayı ortaya
çıkar. Ona göre şehrin medenîleşmesi, ilim ve sanatlarda ilerlemeyi gerektirir. Az
gelişmiş göçebe toplumlarda, zaruri ihtiyaçları karşılamaya yönelik basit sanatlar
görülürken, yerleşik hayata geçmiş şehirli toplumlarda lüks hayatın gerektirdiği
meslekler vardır. İbn Haldûn, bu konudaki görüşlerini doğu ve batı şehirlerinden
örnekler vererek açıklamaktadır. Ayrıca İbn Haldûn’un medeniyetin ilerlediği
şehirlerde geliştiğini söylediği öğretim etkinlikleri ve sanatlar medenî hayatın uzun
yıllar devam ettiği yerlerde daha çok yerleşmiştir ki, daha sonra buralarda kültürel
bakımdan bir gerileme yaşansa dahi bu ilim ve sanatlar hemen yok olmaz.
Ekonominin bozulmasıyla medeniyetin gerilemesi sonucu, insanlar geçim derdine
düştükleri için ilim ve öğretim geriler ve pek çok sanat yok olur gider. Sonuç olarak,
eğitim ve sanat etkinlikleriyle medeniyet arasındaki ilişkide İbn Haldûn, medeniyetin
gerilemesiyle bu faaliyetlerin gerileyeceğini, medeniyetin gelişmesiyle de ilim ve
sanatın ilerleyeceğini belirtmiştir. O, ilimleri ortaya çıkaran insanın yeteneklerinin
gelişmesini, toplumun ekonomik yönden gelişmesine bağlı olduğunu, sanatın ve
bilimin göçebe toplumlarda değil, hadarî toplumlarda geliştiğini determinist bir
anlayışla söylemiştir.
İbn Haldûn, sanat öğrenmek isteyen kimsenin bizzat öğretmenden görerek
öğrenmesini tavsiye etmiş ve bunun meslek öğreniminde anlatım yoluyla öğrenmeye
göre daha etkili olduğunu belirtmiştir. O, toplumda öğretmenlik mesleğinin değeri
konusunda da açıklamalarda bulunmuştur. Ona göre öğretmenlik mesleği toplumun
zorunlu olarak ihtiyaç duyduğu bir meslek olmadığı için toplumda bu mesleğe
duyulan talep ve öğretmenlerin aldıkları ücretler düşüktür. Bir mesleğin gelişmesi ve
talep görmesi için ücretinin tatmin edici olması, toplumun daha çok ihtiyaç duyduğu
meslekler arasında bulunması gerekir.
İbn Haldûn öğretimde, uyulması gereken ilkeler ve uygulanması gereken
metotlar olduğundan bahseder. Ona göre öğretim yaparken farklı metotlar
uygulanması ve her hocanın kendine özgü farklı metot ve terimlerinin olması öğretim
işinin başlı başına bir meslek ve sanat olduğunu gösterir.
İbn Haldûn’a göre öğretmenin öğretim yaparken kullandığı dil, öğrencinin
anlayabileceği şekilde sade olmalıdır. Hem kullanılan teknik terimlerin fazlalığı hem
de ilme dair yazılan eserlerin fazlalığı öğrenmeyi engeller. Yine ona göre öğretimde
usul ve eserlerin fazlalığı nasıl öğrenmeyi engelliyorsa kısa, özet niteliğindeki eserler
de öğrenme için zararlıdır. Çünkü birçok anlamın yüklü olduğu kısa cümleler ve az
kelimeyle pek çok şey anlatılmaya çalışılır ki, öğrenci bunları kavramakta zorlanır.
İbn Haldûn, öğretmenin öğrencilerine eğitim verirken asla sert davranmaması
gerektiği kanaatindedir. Çünkü bu tarz bir eğitim, öğrencinin yeteneklerinin
gelişmesine engel olarak onun çalışma azmini yok eder ve onu tembelliğe sürükler.
Ayrıca öğretimde amaçlanan hedeflere ulaşmayı engelleyerek öğrencinin
karakterinde olumsuz izler bırakır. Öğretmen öğrenciye karşı son derece yumuşak ve
anlayışlı olmalıdır. Çünkü şiddet ve ceza öğretimde yarardan çok zarar getirir.
Öğrenciye ceza vermek yerine öğretmen öncelikle öğrencideki olumsuz davranışın
nedenlerini araştırmalı, önceden önlemler almalı ve kuralları severek benimsemesini
sağlamalıdır. İbn Haldûn, bu konuda otoriter ve baskıcı bir eğitim anlayışı yerine
daha liberal ve demokratik bir eğitim anlayışını benimsemiştir.
Düşünürümüze göre, öğretim amaçlı yapılan yolculuklar ve bilgi edinmek
amacıyla uzmanlarla görüşmek öğretim için faydalı bir yöntemdir. Öğrenci bir
öğretmenle yüz yüze gelerek işi bizzat ehlinden öğrenir. Bu öğrencinin yanlışlarını
düzeltmesini ve öğrendiklerinin zihninde daha sağlam yerleşmesini sağlar.
İbn Haldûn, özellikle dil ve sanat öğreniminde zihne önceden yerleşen
melekeler daha sonra kazanılan melekelerin kabulüne engel olduğu görüşündedir.
Çünkü meleke neftse sağlam bir şekilde yerleşmiş bir hal olduğu için öğrencinin
daha önceden elde ettiği bir meleke diğer melekelerin kazanılmasını zorlaştırır.
İbn Haldun’a göre öğretmen ders işlerken anlattığı konunun dışına çıkarak
konuyu başka konularla karıştırmamalı ve konuyu dağıtmamalıdır. Öğrenciye
zihinsel gücünün üzerinde ders yüklememeli ve onun öğrenmeye hazır olup
olmadığına dikkat etmelidir. Ayrıca öğretmen iki farklı konuyu ya da ilmi aynı anda
öğretmeye kalkışmamalıdır ki bu öğrencinin konuları birbirine karıştırmasına neden
olur. Öğretmenin farklı konuları bir zaman dilimine sıkıştırarak öğretmeye çalışması
öğrenmeyi zorlaştırdığı gibi konular arasında uzun zaman dilimlerinin olması da
öğrenmeyi engeller. Çünkü bu öğrencinin öğrendikleri arasında kopukluk olmasına
ve öğrendiklerini unutmasına sebep olur.
İbn Haldûn, öğrencilere bilgiler basitten karmaşığa, kolaydan zora azar azar
tedricî bir metotla sunulması gerektiğini belirtir. Ona göre öğrencilerin hazır
bulunuşlukları göz önüne alınmalı ve konular üç aşamada verilmelidir. İlk başta ana
konular açıklanmalı ikinci aşamada daha geniş bilgiler sunulmalı son aşamada ise
yapılan tekrarlar ile konu tüm yönleriyle ele alınmalıdır.
İlimde meleke elde etmek için ilmî müzakere (tartışma) metodunun
kullanılması gerektiğini belirten İbn Haldûn’a göre bu, öğrenci için en faydalı
metotlardan biridir. Çünkü bu metotla öğrenciler derslerini ve konuları daha iyi
öğrenirler. Öğretimde kullanılan ezber metodunu da eleştiren İbn Haldûn, bir ilmi
öğrenmenin kitapta yazılanları ezberlemek demek olmadığını belirtir. Ezberciliğe
dayalı eğitim, hem öğrenim süresinin uzamasına hem de öğrencinin toplum içinde
konuşma ve yorum yapabilme kabiliyetinin yok olmasına sebep olur.
İbn Haldûn, ilimleri amaç ve araç ilimler olmak üzere ikiye ayırmaktadır. Ona
göre Arapça, mantık, fıkıh usulü gibi aracı ilimlerde çok fazla ayrıntıya yer
verilmemelidir. Sözün çok fazla uzatılması bilgilerden geniş ölçüde bahsederek
teferruata inilmesi hem zaman kaybına hem de öğrencinin amacından uzaklaşmasına,
kendisinde bir bıkkınlık oluşmasına neden olur.
Çocukların erken yaşta eğitilmelerinin önemli olduğunu belirten İbn Haldun,
Kur’ân öğretimini çocuğun eğitiminde bir başlangıç olarak kabul etmiştir. Çünkü ona
göre Kur’ân öğrenmek çocukların kalplerinde iman ve inancın yerleşmesini ve daha
sonra edindikleri bilgilerin daha sağlam ve kalıcı olmasını sağlar. İbn Haldûn, bu
konuda farklı ülkelerin eğitim uygulamalarından örneklere yer vererek,
Endülüslülerin yöntemini doğru, Kuzey ve Batı Afrikalıların yöntemini ise eksik ve
hatalı bulduğunu belirtmiştir. Endülüslüler çocuklarına Kur’ân öğretiminin yanında
şiir, güzel yazı ve Arapça eğitimini de verdikleri için onların metodu İbn Haldûn’a
göre güzel bir metot olmuştur. İbn Haldûn, bu konuda İbn Arabî’nin tavsiye ettiği
metoda da yer vererek onun görüşünün de doğru olduğunu, fakat o dönemde bu
uygulamaların yapılmasının mümkün olmadığını belirtmiştir. İbn Arabî’nin
metoduna göre öğrenciye ilk önce şiir, güzel yazı ve Arapça eğitimi verilmeli, daha
sonra matematik öğretilmeli, en son Kur’ân öğretimine geçilmelidir. Daha sonra
sırasıyla fıkıh usulü, cedel ve hadis ilimleri gibi dinî ilimler öğretilmelidir. İbn
Haldûn’un çocuğun eğitiminde doğru bulduğu metot budur. Dolayısıyla o, çocuğun
sağlam bir ana dil eğitimi alarak Kur’ân’ı anlayabilecek seviyeye geldikten sonra
öğretilmesi kanaatindedir. Ona göre toplumun çocuklara erken yaşta Kur’ân
eğitimine başlayarak arkasından dinî ilimleri öğretmelerinin sebebi onların ergenlik
çağına geldiklerinde bu eğitimi ihmal edeceği endişesidir. Eğer böyle bir endişe
olmasaydı Kur’ân eğitiminden önce daha farklı ilimlerin öğretilmesi metodu doğru
olabilirdi. Ancak mevcut şartlarda en iyi yöntem eğitime Kur’ân’la başlamaktır.
Şiir sanatının öğrenimiyle ilgili de tavsiyeler de bulunan İbn Haldûn’a göre
dil öğrenimi, o dili çok fazla duymak ve kullanmakla elde edilirken herhangi bir dili
sonradan öğrenen bir kimse dilin tüm kurallarını bilse de o dilde şiir söyleyemez.
Çünkü şiir yazabilmek için yalnızca dil veya o dilin kurallarını bilmek yeterli
değildir. Şiir ince bir üsluba göre düzenlenmiş sözlerdir. Kişi, o üslubu öğrenmek
için o dilde yazılan şiirleri çok defa okumalı ve ezberlemelidir. Bu sayede zihninde
genel ve soyut bir ölçü oluşur ve şiir yazma kabiliyeti gelişir. Daha sonra bu
ezberlediği şiirleri unutmalıdır ki bunların yalnızca üslup ve kalıplarının zihinde
kalması gerekir, kelime ve harfler unutulmalıdır. Dil öğrenimi konusunda ezber
metodunun kullanılmasını tavsiye eden İbn Haldûn’a göre, ezberlenen metinlerin
kalitesine göre insanda bu yetenek değişir. Çok okumak ve ezberlemek insandaki
bilkuvve yeteneği bilfiil hâle getirir. İbn Haldûn, öğretimde ezber metodunun yerine
ilmî müzakere (tartışma) metodunun tercih edilmesi gerektiğini söylerken dil ve şiir
sanatının öğrenilmesi konusunda ezber metodunun faydalı olduğunu bildirmiştir.
Ayrıca İbn Haldûn, Kur’ân’ın indirildiği dil olan Mudar diline ayrı bir önem
vermektedir. Ona göre Kur’ân’ı ve hadisleri anlamak için bu dili öğrenmek
zorunludur.
Kısacası İbn Haldûn’un eğitime dair görüşleri, gerek kendi dönemi açısından
gerekse günümüz eğitim anlayışına ışık tutması yönüyle bir değer ifade etmektedir.
Bu yönüyle değerlendirildiğinde İbn Haldûn’u bir eğitimci olarak da nitelemek
mümkündür. O, eğitime ilişkin görüşlerinde ılımlı, demokratik bir anlayışı
savunmuştur. Bugünün eğitim sisteminde var olan öğrencinin ilgi ve ihtiyaçlarına
göre yapılan eğitim, onun eğitim anlayışında da görülmektedir. Bu bakımdan onun,
günümüzün modern eğitim felsefelerine yakın görüşler öne sürdüğünü söyleyebiliriz.
BİBLİYOGRAFYA
Kitaplar
KUR’ÂN-I KERÎM VE TÜRKÇE ANLAMI, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları,
Ankara 1986.
ABDURRAHMAN İbn Haldûn, Mukaddimetü İbn Haldûn, Daru’l-Kütübi’lİlmiyye,
Beyrut 1993.
ALBAYRAK, Ahmet, “Bir Medeniyet Kuramcısı Olarak İbn Haldûn”, Uludağ
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S. 9, C. 9, Bursa 2000.
ALKAN, Cevat, DOĞAN, Hıfzı, SEZGİN, İlhan, Mesleki ve Teknik Eğitimin
Esasları, Gazi Büro Kitabevi, Ankara 1996.
ARUÇ, Numan Yusuf, İbn Rüşd’ün Eğitim Felsefesi, Rağbet Yayınları, İstanbul
2003.
AYDIN, İbrahim Hakkı, Farabî’de Bilgi Teorisi, Ötüken Yayınları, İstanbul 2003.
BACANLI, Hasan, Gelişim Ve Öğrenme, Nobel Yay., Ankara 2003.
BAŞARAN, İ. Ethem, Eğitim Bilimine Giriş, Ekinoks Yayınları, Ankara 2007.
BAŞARAN, İ. Ethem, Eğitim Psikolojisi Modern Eğitimin Psikolojik Temelleri,
Emel Matbaacılık Ankara 1994.
BAYRAKLI, Bayraktar, İslâm’da Eğitim, İFAV Yay., İstanbul 2002.
BAYRAKLI, Bayraktar, Mukayeseli Eğitim Felsefesi Sistemleri, İFAV Yay.,
İstanbul 1999.
BİLGİN, Beyza, Eğitim Bilimleri ve Din Eğitimi, Gün Yayıncılık, Ankara 2001.
BİLGİSEVEN, Amiran Kurktan, Eğitim Sosyolojisi, Filiz Kitapevi, İstanbul 1992.
CELKAN, Hikmet Yıldırım, Eğitim Sosyolojisi, Atatürk Üniversitesi Basımevi,
Erzurum 1989.
ÇELEBİ, Ahmet, İslâm’da Eğitim Öğretim Tarihi, (trc. Ali Yardım), Damla Yay.,
İstanbul 1976.
ÇELİKKAYA, Hasan, Eğitime Giriş, Alfa Yayınları, İstanbul 1997.
ÇUBUKÇU, İbrahim Agâh, İslâm Düşünürleri, Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Yayınları, Ankara 1983.
DODURGALI, Abdurrahman, İbn Sina Felsefesinde Eğitim, Marmara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Yay. İstanbul 1995.
EL-HUSRÎ, SATÎ, İbn Haldûn Üzerine Araştırmalar, (trc. Süleyman Uludağ),
Dergâh Yayınları, İstanbul 2001.
EZ-ZERNUCİ, Burhanettin, Ta’lim’ül Müteallimin, İslâm’da Eğitim Öğretim
Metodu, (trc. Y. Vehbi Yavuz) İlim ve Kültür Yay., Bursa 1979.
FAHRİ, Macit, İslâm Felsefesi Tarihi, (trc. Kasım Turhan), İklim Yay., İstanbul
1992.
FINDIKOĞLU, Ziyaeddin Fahri, İbn Haldûn ve Felsefesi, İş Yay., İstanbul 1939.
FİDAN, Nurettin-ERDEN, Münire, Eğitime Giriş, Feryal Matbaacılık, Ankara
1992.
GATES, Arthur I., JERSİLD, Arthur T., Mc CONNELL, T.R., CHALLMAN,
Robert C., (trc. Nemci Z. Sarı), Eğitim Psikolojisi, MEB Yay., İstanbul
1962.
GUTEK, Gerald L., Eğitime Felsefi ve İdeolojik Yaklaşımlar, (trc. Nesrin Kale),
Ütopya Yay., Ankara 2006.
HESAPÇIOĞLU, Muhsin, Öğretim İlke ve Yöntemleri, Beta Yayınları, İstanbul
1998.
HÜLAGU, Orhan, Farabî ve İbn Haldûn’da Devlet Felsefesi, Kırkambar Yay.,
İstanbul 1999.
HOURANİ, Albert, Arap Halkları Tarihi, (trc. Yavuz Alogan, Yayına Hazırlayan.
Tanıl Bora), İletişim Yayınları, İstanbul, 2001.
İbn Haldûn, Mukaddime, C. I-II, (trc. Halil Kendir ), Yeni Şafak Kültür Armağanı,
İstanbul 2004.
İbn Haldûn, Mukaddime, C. I-II, (trc. Süleyman Uludağ), Dergah Yay., İstanbul
2004.
İbn Haldûn, Mukaddime C. I-III, (trc. Zakir Kadirî Ugan) MEB Yay., İstanbul 1970.
İZMİRLİ, İsmail Hakkı, İslâm’da Felsefe Akımları, Kitabevi Yayınları, İstanbul
1995.
KUŞPINAR, Bilal, İbn Sina’da Bilgi Teorisi, MEB Yayınları, Ankara 2001.
KÜKEN, A. Gülnihal, Ortaçağ’da Eğitim Felsefesi, Alfa Yayınları, İstanbul 2001.
LEAMAN, Oliver, İslâm Felsefe Tarihi, C. I, (trc. Şamil Öçal-Hasan Tuncay
Başoğlu), Açılım Kitap Yay., İstanbul 2007.
OKUMUŞ, Ejder, Osmanlı’nın Gözüyle İbn Haldûn, İz Yay., İstanbul 2008.
ÖCAL, Mustafa, Din Eğitimi ve Öğretiminde Metotlar, TDV Yay., Ankara 1999.
ÖYMEN, Raşit, Eğitime Giriş, Yeni Desen Matbaası, Ankara 1965.
ÖYMEN, Raşit, DAĞ, Mehmet, İslâm Eğitim Tarihi, MEB Yay., Ankara 1974.
ÖZTÜRK, Hüseyin, Eğitim Sosyolojisi, Hatiboğlu Yay., Ankara 1993.
SARIOĞLU, Hüseyin, İbn Rüşd Felsefesi, Klasik Yayınları 2003.
SENEMOĞLU, Nuray, Gelişim Öğrenme ve Öğretim, Gazi Kitabevi, Ankara
2004.
ŞERİF, Muhsin Mehdi, İslâm Düşünce Tarihi, C. III, (trc. Mustafa Armağan), İnsan
Yayınları, İstanbul 1991.
ŞULUL, Cevher, Kindî Metafiziği, İnsan Yayınları, İstanbul 2003.
TAYLAN, Necip, Ana Hatlarıyla İslâm Felsefesi, Ensar Neşriyat, İstanbul 2000.
TEZCAN, Mahmut, Eğitim Sosyolojisi, Feryal Matbaası, Ankara 1996.
TOPSES, Gürsen, Eğitim Felsefesi Temel Sorunları, Dayanışma Yayınları, Ankara
1982.
TOPSES, Gürsen, Gelişim ve Öğrenme Psikolojisi, Nobel Yay., Ankara 2003.
ULUDAĞ, Süleyman, İbn Haldûn Hayatı Eserleri Fikirleri, TDV. Yay., Ankara
1993.
ULUDAĞ, Süleyman, MAHDİ, Muhsin, GÖRGÜN, Tahsin, “İbn Haldûn”, DİA, C.
XIX.
USTA, Mustafa, Divan-ı Kebir’de Mevlana’nın Eğitim Görüşü, Marmara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yay., İstanbul 1995,
ÜLKEN, Hilmi Ziya, İslâm Felsefesi, Selçuk Yay., Ankara 1957.
SELÇUK, Ziya, Gelişim Ve Öğrenme, Nobel Yay., Ankara 2003
SÖNMEZ, Veysel, Eğitim Felsefesi, Anı Yayıncılık, Ankara 2005.
YAVUZ, Kerim, Eğitim Psikolojisi, Erciyes Üniversitesi Yayınları, Kayseri 1991.
YILDIRIM, Cemal, Eğitim Felsefesi, Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi
Yayınları, Eskişehir 1988.
İnternet Kaynakları
Manaz, Ülker Nihal-Manaz, Abdullah, “İbn Haldûn Kimdir”,
http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=2626, Erişim Tarihi, 16.03.2008.
Tatlı, Adem, “İslâm Âlemindeki Görüşler,”
http://www.sorularlaevrim.com/makale/islam-lemindeki-gorusler-154.html,
Erişim Tarihi, 22.08.2009.
Wikipedia Katılımcıları, “İbn Haldun”, Wikipedia, Özgür Ansiklopedi,
http://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0bni_Haldun, Erişim Tarihi, 16.03.2008.
Genel Başvuru ve Bilgi Sitesi, Türkçe Bilgi, “İbn Haldûn”,
http://ansiklopedi.turkcebilgi.com/%DDbn_Haldun, Erişim Tarihi, 24.03.2008.
Kalem Güzeli, “İbn Haldûn”
http://www.kalemguzeli.net/ibn-i-Haldûn.html. Erişim Tarihi, 14.04.2009.
“Zekâ kuramları ve çoklu yaklaşımlar”, öğretmen.info, Eğitimin Bilgi Kaynağı,
http://www.ogretmen.info/cokluzeka.asp. Erişim Tarihi, 05.08.2009.
Wikipedia Katılımcıları, "Çoklu Zekâ Kuramı," Wikipedia, Özgür Ansiklopedi
http://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%87oklu_zek%C3%A2_kuram%C4%B1.
Erişim Tarihi, 05.08.2009.
Tezler
ERDOĞAN, Safiye, İbn Haldûn’un Eğitim Anlayışı, (Yayınlanmamış Yüksek
Lisans Tezi), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2002.
EV, Hacer, İbn Haldûn’un Eğitim Görüşü, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Dokuz
Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir 2007.
YURTÇUL, Buket, İbn Haldûn’un Eğitim Sosyolojisi, (Yayınlanmamış Yüksek
Lisans Tezi), Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sivas 1999.
GÜN, Adem, İbn Haldûn’un Din Eğitimi İle İlgili Görüşleri, (Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi), Sivas 2002.
Makaleler
BEKİR S. Gür (2006). “Mukaddime ve Eğitim”, Bilim ve Ütopya, yıl: 12, sayı:
148.
TEZCAN, Mahmut, “İbn Haldûn’un Eğitime İlişkin Görüşleri”
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/40/507/6179.pdf.
YAKIT, İsmail, “İbn Haldûn’a Göre Devletlerin Ömrü ve Osmanlı
İmparatorluğu”, SDÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 8, Isparta 2002.