İbn Haldun ve Tarih Şuuru
Prof.Dr. Ahmet ÖZDEMİR 01 Ocak 1970
“Günümüz, geçmişe suyun suya benzemesinden daha çok benzer.” İbn Haldun
Klasik tanımıyla tarih, geçmiş zamanlarda yaşayan insan topluluklarının her türlü faaliyetlerini yer ve zaman bildirerek sebep sonuç ilişkisi içinde ele alıp inceleyen ve anlatan bilim dalıdır. Tarihin kavranmasında yer ve zamanın belirtilmesinin olayın gerçekliği açısından önemli olduğu açıktır. Olayın geçtiği yerle meydana geldiği zaman dilimi o olayın sebep ve sonuçlarını belirlememizde gereklidir. Çünkü olayın geçtiği yerin iklimi, yaşam şartları, madenleri, nüfusu, toplumsal değerleri olayın meydana geliş sebeplerini oluşturabilir. Olayın oluşumunda yer kadar zaman da önemlidir elbette. Zira olaylar bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlıdır. Her olay kendisinden önceki olayın sonucu, kendisinden sonraki olayın sebebidir. Önceki olayı bilmezsek, sonrakini kavrayamayız.
Peki, tarih niye incelenir ve öğretilir? Tarihi incelemekten maksat nedir? İbn Haldun1 tarihin çok cazip bir dal olduğunu belirterek bu ilim için sefere çıkıldığına, binekler hazırlandığına, yolculuk için kafileler düzenlendiğine değinir. Sıradan kişiler ve gafil kimseler bile bu ilmi öğrenmeğe heveslenirler. Hükümdarlar ve ileri gelen zevat ise bu konuda yarışırlar. Tarihi anlamak için âlimlerle cahiller birbirine girerler. Zira tarih, zahir itibarıyla eski zamanlardan, devletlerden ve önceki çağlarda meydana gelen vakalardan haber vermektedir. Örneklendirme amacıyla kullanıldığı gibi toplantı yerlerinde halkın biriktiği zamanlarda can sıkıntısını giderip hoşça vakit geçirmeye de yarar. Tarih, tabiatın ve halkın durumunu, bunların hallerinin nasıl değiştiğini, dünyada kurulan devletlerin sınırlarının ve hâkimiyet alanlarının nasıl geliştiğini, insanların yeryüzünü nasıl imar edip bayındır hale getirdiklerini bize bildirir.
İbn Haldun’a göre tarihin bir dış yüzü (zahir), bir de iç yüzü (batın) vardır. Önemli olan ikincisidir. Zahir itibariyle tarih birtakım devletlere ve milletlere ait hadiselerin ve haberlerin birbiriyle irtibatı ve münasebeti gösterilmeksizin nakil ve hikâye edilmesinden, kıssaya dönüştürülmesinden ibarettir. Bu manadaki tarih, insanlığın geçmişini eksik tanıtır, sadece umumi bir şekilde ders ve ibret alınmasının ötesinde bir fayda temin etmez.
Ona göre hakiki tarih bir nazar ve tahkiktir. Yani meydana gelen olayların sebep ve sonuçlarını ortaya koymaktır. Bunun ince ilkeleri vardır. Olayların keyfiyetini bilmek, sebeplerini derinlemesine incelemek gerekir. Esas ve asıl hikmet budur. Tarihçi, sosyal ve siyasal olayların dışındaki evrensel ve doğal oluşumları da ele almalıdır. Belki de İslam geleneği içinde yetişen tarihçileri materyalist tarihçilerden ayıran en belirgin özelliklerden birisi işte budur. Öyle olduğu içindir ki İslam Tarihçileri eserlerini yaratılışla başlatmışlardır.
Tarihi ve sosyal olayların dış yüzü, bize birbirinden bağımsız vakalar halinde görünür. Fakat iç yüzüne bakıldığında her bir vakanın yekdiğeriyle bağlantılı olduğu, bir takım ortak esaslara uygun biçimde cereyan ettiği çıkacaktır. Öyleyse tarihi olaylar, derinliklerde yatan gayet ince birtakım kanun ve kaidelere uygun biçimde oluşmaktadırlar. Bu açıdan bakıldığında günümüz geçmişe, geçmiş de günümüze benzer. Yarın da hiç kuşkusuz bugün ve dün gibi olacaktır. Kurallar değişmemektedir veya kurallardaki değişim olaylardaki değişimin aksine çok yavaş işlemektedir. Tarihi inceleyip hadiseler arasındaki illiyet bağını tespit edenler dünü inceleyerek günü düzenleyebilir, yarını şekillendirebilirler. Zira tarihi hadiseler de tesadüfîlik, rastgelelik ve keyfilik yoktur. Her şey belli ve sabit bir nizam dâhilinde gelişmektedir. Düzeni ve kuralları bir koyan vardır ve bu Allah’tır.
O halde toplum ve insanlar sadece kendilerine biçilen rolü oynayan birer aktörden mi ibarettirler?2 Kesinlikle hayır. Burada ifade edilmek istenen şey, oyunu kuralına göre oynayanın kazanacağı ilkesidir.3 Günümüzde meydana gelen bir vaka, hiçbir şekilde bağlı olduğu geçmişe ait sosyal olaylardan soyutlanamaz, ayrı düşünülemez. Sebebi bilmeden sonucunu, illeti bilmeden malulünü bilmek imkânsız olduğu gibi; tarihi, maziyi, geçmişi, eskiyi bilmeden günümüz toplumunu, ânı, yeniyi bilmek de mümkün değildir. Hattâ tam burada bir adım daha atılabilir. Yegâne baki olan Allah’ın zatı olduğuna göre muhtemelen kurallar da değişebilir.
İbn Haldun, geçmiş dönemde yazılan tarihi eserlerdeki rivayetlerin de iyi incelenmesi gerektiği kanaatindedir. Ona göre bir rivayeti nasıl işitildiyse öylece aktarmak; sebeplerine inmeden, tashih ve tahkikte bulunmadan nakletmek çok büyük bir yanlışlıktır. Bu tür davranışlar, insandaki köklü ve irsi taklit sebebiyledir. Nakillerdeki çürükleri ayıklamak ve neye itibar edileceğine karar vermek, bizzat tenkitçinin kendisine kalmıştır.
İslam Tarihçileri geleneksel olarak önce umumi tarihler yazdılar. İslam’dan önceki devirleri de eserlerine kaydettiler. Fakat bir süre sonra mukayyet ve sınırlı bir tarihçilik anlayışı gelişti ki bu bir tekâmüldür. Tarihçiler artık sadece yaşadıkları çağda olup bitenleri konu edinmekle yetinmeye başladılar. Alan daraltmalı bu eserlerde daha geniş ve muhtevalı bir içerik ortaya konulmuştur.
Ardından gelen tarihçiler taklit bataklığına saplandılar. Olaylar arasındaki bütünlüğü koruyamadılar, bağlantıyı kuramadılar. Şartları ve ortamı dikkate almayan aktarımlarda bulundular. Söz konusu taklitçiler, eskiyi aktarıp durdular. Tahlil ve tenkit süzgecinden yoksun bir tarihçilik yapmaya başladılar. Bu kıt tarihçilik anlayışının ürünü olan eserlerde herhangi bir devletle ilgili haberler sırayla nakledilir. Fakat devletin başlangıçtaki hali, bayrağını yükselten, hâkimiyetinin delilini ortaya koyan sebepler üzerinde fikir yürütülmez. Hele duraklamasına, gerilemesine, çökmesine ve tarih sahnesinden çekilmesine sebep olan hususlara hiç değinilmez. Dolayısıyla böylesi tarihi eserleri okuyanlar ne yazık ki devletlerin niye, nasıl kurulduğunu, ne gibi aşamalardan geçtiğini merak etmelerine rağmen hiçbir şey öğrenmiş olmazlar.
Derken yeni bir tarihçi nesli geldi. Bunlar kitapları aşırı derecede kısa ve özet halinde yazdılar. Şehirlerin ve hükümdarların sadece adını anmakla yetindiler. Ne neseplerine ne ilgili haberlere yer verdiler. İsimlerin üzerine hükümdarlık süresini “tozdan harflerle” yazdılar. Tarihin sağladığı faydaları yok ettikleri, tarihçilerin malum usul ve geleneklerini bozdukları için söz konusu tarihçilerin ne sabit oldukları görüşlerine ne de değiştirdikleri kanaatlerine itibar edilmez.
İbn Haldun, her üç tarih yazım ekolünü, ekol mensubu tarihçileri ve eserlerini incelemiş sonra da insanların gözünü açmaya ve gaflet uykusundan uyandırmaya çalışmıştır. Ardından kendi anlayışı çerçevesinde yeni bir tarihi eser meydana getirmek niyetiyle yola koyulmuştur. O, eserini takdim ederken tarih yazıcılık anlayışının ipuçlarını da vermiş olmaktadır:
“Yetişen ve ortaya çıkan nesillerin hallerini örten perdeyi kaldırdım. Haber ve ibretle (rivayet ve incele) ilgili hususları bu eserde bölüm bölüm taksim ve tafsil ettim. Bu eserde4, devletlerin ve ümranın5 evveliyetine ait illetleri ve sebepleri ortaya koydum.”
“Eserime her yönden intizam verdim. Fazlalıklardan ayıkladım. Âlimlerin ve aydınların anlayışına yaklaştırdım. Kitabı tertip edip bölümlere ayırırken alışılmışın dışında garip bir usul takip ettim. Çeşitli cihetler arasından bu acayip ve görülmemiş bir usul olarak icat ettim. Bu eserde ümranın ve medenileşmenin (temeddün) hallerini izah ettim. Zati arizalardan olmak üzere insan topluluklarına arız olan hususları açıkladım. Bu açıklamalar olan bitenlerin illetlerine ve sebeplerini kavramaya katkı sağlayacaktır. Devlet sahiplerinin ve hükümdarların devlete açılan kapıdan nasıl girdiklerini tarif edecektir. Bu sayede taklitten uzaklaşacak, önceki ve sonraki nesillerin, çağların ve hadiselerin durumlarına vakıf olunacaktır.”
“Eseri yazarken az, öz ve kısa tutma yolunu benimsedim. Zor anlaşılan ifadeyi değil, kolay kavranan üslupla meramı anlatmayı tercih ettim. Umumi olan sebep ve illetler kapısından, hususi olan haber ve hadiseler geçtim. Böylece eserim yaratılıştan bu yana geçen zamandaki haber ve vakaları tamamıyla ihtiva etti. Ayrıca elde edilmesi güç olan bir takım zor hikmetleri de kolaylaştırmış ve istifadeye sunmuş oldu.”
“Kavimlerin ve devletlerin (hanedanlıklar) başlangıç halleri, eski milletlerin aynı çağda yaşamış olmaları, geçmiş zamanda ve milletlerde görülen değişiklik ve tasarruf sebepleri hakkında söylenmedik söz bırakmadım. Umrana arız olan devlet millet, şehir göçebe hayatı, izzet zillet, çoğalma azalma, ilim sanat, kazanma kaybetme, kar zarar, değişken yaygın haller, bedevilik hadarilik, olanlar olması beklenenler gibi hal ve vaziyetlerin hepsini bu eserde genişçe anlattım, delilini ve illetlerini izah ettim. Garip ilimlere, orijinal bilgilere, yakın ama üzeri perde ile örtülü hikmetlere yer verdiğim için kitabım benzerleri arasında tek ve eşsiz bir şekilde ortaya çıktı.”
“Ben bu ilmin devasını ve esasını tam olarak ortaya koydum. Basiret gözü ile görmek isteyenler için bu sahanın meşalesini yakarak etrafı aydınlattım. Bu ilmin ışığını gayet parlak hale getirdim. İlimler arasındaki yolunu ve usulünü izah ettim. Bilgi fezasındaki bölgesini genişlettim. Sahasını tespit ettim.”
“Hâlbuki eksiğimi adamakıllı biliyor, bu gibi konularda başarıdan aciz olduğumu da biliyorum. Yetkili zevatın, engin ve geniş bilgilere sahip olan şahısların eserime rıza ve hoşgörüyle değil, tenkit gözüyle bakmalarını bekliyorum. Rastladıkları aksaklıkları ıslaha girişerek beni mazur görmelerini diliyorum.”
Dipnot
1. Ebû Zeyd Veliyyüddîn Abdurrahmân b. Muhammed İbn Haldûn (808/1406). XIV. yüzyılın büyük İslam Tarihçisidir. Doğu’da ve Batı’da ilk tarih filozofu, hatta bazen sosyolojinin habercisi olarak tanınmıştır. Fırtınalı hayatını Umumi tarihine ek olarak yazdığı kısımdan öğrenmek mümkündür. En önemli eseri Mukaddime’dir. Bu eserde kendisini modern tarih filozoflarına ve sosyologlara yaklaştıran bir tarih kuramı yapmıştır.
Hayatı ile ilgili kısımlar Türkçe’ye tercüme edilmiştir. Bk. İbn Haldun, Bilim İle Siyaset Arasında Hatıralar= et-Ta’rif bi-İbn Haldun ve Rıhletuhu Garben ve Şarken, (çev. Vecdi Akyüz), İstanbul 2004. Mukaddime adlı eseri ise Türkçe’ye çeşitli defalar tercüme edilmiştir.
2. Şüphesiz böyle bir düşünce “kaderci tarih anlayışı” olarak nitelendirilebilir. Bu anlayışın İslam dininin ruhuna aykırı olduğu açıktır.
3. Geçmiş çağlarda Müslüman Dünya’nın ileri ve üstün; günümüzde ise Müslümanlar dışındaki dünyanın ileri ve üstün olması gibi. Bu durum yine eski haline irca edilebilir.
4. Ebû Zeyd Veliyyüddîn Abdurrahmân b. Muhammed İbn Haldûn (808/1406), Târîhu İbn Haldûn, Kitâbü’l-iber ve divânü’l-mübtede’i ve’l-haber fi eyyami’l-Arab ve’l-Acem ve’l-Berber ve men âsarahüm min zevi’s-sultâni’l-ekber, thk. Halîl Şehhâde-Süheyl Zekkâr, I-VIII, Beyrut 1981
5. İbn Haldun’un sözlük anlamı dışında kavramsal bir çerçeveye büründürdüğü umran teriminden neyi kastettiği ayrı bir konudur.