« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

21 Şub

2011

İBN HALDUN’UN TARİHSELCİ DEVLET KURAMI

Mustafa YILDIZ 01 Ocak 1970

ÖZET

Felsefe tarihinde ilk kez İbn Haldun’la birlikte tarih felsefî bir disiplin

olarak ele alınmış ve bilimsel temelleri araştırılmaya başlanmıştır. O, tarihsel

olguları ve bunların toplumsal yaşam alanındaki tezahürlerini, toplumun

doğuşu, gelişmesi ve çöküşlerini ve bunların nedenlerini olgusal bir yöntemle ilk

kez inceleyip ortaya koyan kişidir. Böylece kendisinin de farkında olduğu ve

belirttiği üzere yeni bir bilim dalının kurucusu olarak kabul edilir. Bu anlamda

İbn Haldun, kurmuş olduğu bu yeni bilim dalının yöntemini, temel kavram ve

problemlerini, bölümlerini ve bu bölümlerde işlenen konuları belirler. Bu yeni

bilim dalının konusu insanın toplumsal hayatıdır; malzemesi ise tarihsel ve

gözlemlenebilir toplumsal olgulardır. Bu tarihsel malzeme ayrıca İbn Haldun’un

bir devlet kuramı oluşturmasına yardımcı olur. Bu kurama göre devletin

kuruluşundan çöküşüne kadar geçirdiği tüm aşamalar nedensellik zinciriyle

birbirine bağlanmıştır.



Giriş

İbn Haldun, düşünce tarihinde

(1) toplumsal olgu ve olayları aydınlatmaya yönelik kendisinden

önceki düşünürlerden farklı bir yöntem ortaya koyması,

(2) toplumun ve devletin doğal bir kökeni olduğu ve doğal bir

tarihsel gelişim süreci geçirdiğini ileri sürmesi,

(2) bu tarihsel gelişim sürecinin betimlemesini yaparak bir devlet

kuramı ortaya koyması bakımından düşünce tarihinde önemli bir

yere sahiptir.

Onun, İslam dünyasında düşünsel üretimin azaldığı bir dönemde

(XIV. Yüzyıl) İslam felsefesinin geleneksel yapısından ayrılarak

toplumsal ve politik sorunlara özgün bir bakış açısıyla ortaya koyduğu

görüşleri geç de olsa özellikle Batı’da yankısını bulmuştur. Bu açıdan İbn

Haldun’un, düşünce tarihinde, kökenini Eski Yunan’da Platon ve

Aristoteles’ten alan ve İslam Dünyasında Farabi ve İbn Sina tarafından

temsil edilen Aristotelesçi felsefe geleneğinden kopuşu ve Batı’da

Rönesans ile başlayan yeni düşünme biçiminin öncülüğünü temsil ettiği

söylenebilir.1 Onun sosyal bilimler alanındaki bu öncülüğünün Batı’da

Rousseau’dan Locke’a uzanan doğal hukuk okuluna, Herder’den

Dilthey’a uzanan Alman tarih okuluna, Comte pozitivizmi ve Marksizme

değin pek çok akıma etkisi olmuş ve bu durum birçok araştırmada

vurgulanmıştır.2

Ancak şunu belirtmek gerekir ki, İbn Haldun’un Batı’daki

haleflerinin onun eserinde “bilimsel” olarak gördükleri şey, klasik felsefe

1 Henry Corbin, İslam Felsefesi Tarihi-İbn Rüşd’ün Ölümünden Günümüze,

(Çev. Ahmet Arslan), İletişim Yay., İstanbul 2007, s. 61-62

2 Hilmi Ziya Ülken; İslam Düşüncesi: Türk Düşüncesi Tarihi Araştırmalarına

Giriş, Ülken Yay., İstanbul 2000, s. 253. Süleyman Uludağ; “Giriş: İbn Haldun

ve Mukaddime”, Mukaddime-I içinde, Dergah Yay., İstanbul 1988, s. 146.

Sezgin Kızılçelik; Sosyoloji Tarihi, Anı Yay., Ankara 2006, s. 2-3. Sâtı el-Husrî,

İbn Haldun Üzerine Araştırmalar, Yayına Hazırlayan: Süleyman Uludağ,

Dergah Yay., İstanbul 2001, s. 116. Zakir Kadiri Ugan; “Önsöz: Eseri Yazanın

Hal Tercümesi”, Mukaddime-I içinde, MEB Yay., İstanbul 1989, s. XII. Roger

Graudy; Sosyalizm ve İslamiyet, (çev. D. Avcıoğlu, E. Tüfekçi), Yön Yay.,

İstanbul 1965, s. 61-62. Ümit Hassan; İbn Haldun’un Metodu ve Siyaset Teorisi,

Toplumsal Dönüşüm Yay., İstanbul 1998, s. 28-29. Ömer Ferruh, Tarih Fikri el-

Arabî ilâ Eyyami İbn Haldun, Beyrut, 1983, s.695–697.

geleneğinde hiç dikkate alınmamış bir konudur. Bu konu elbette tarih

olarak adlandırılmıştır. Bu makalede İbn Haldun’un tarihi yorumlayış

biçimi ile devlet kuramı arasındaki ilişkiyi açığa çıkarmak ve onun

siyaset felsefesi bağlamında klasik felsefe geleneğinden kopuşunu genel

hatlarıyla değerlendirmek amaçlanmıştır.

Bu amaç doğrultusunda makalemizde İbn Haldun iki yönüyle

araştırılacaktır. Bunlardan birincisi onun tarihçi kimliğidir. Diğeri ise

ortaçağın sonlarında yetişmiş bir toplum ve devlet kuramcısı olması

yönüdür. Elbette bu iki yön birbirini tamamlamaktadır. İbn Haldun tarihe

yaklaşırken kendi çağının toplumsal ve siyasal sorunlarını, özellikle İslam

dünyasında yaşanan çatışmaları ve bölünmüşlüğün nedenlerini tarihsel bir

bakış açısıyla aydınlatmayı amaçlar. Nitekim tarihin ne olduğuna yönelik

bir soru kaçınılmaz biçimde kişinin içinde yaşadığı toplum hakkındaki

düşüncelerinin bir parçasını oluşturur.3 Bu yüzden burada İbn Haldun’un

tarihi incelerken içinde yaşadığı tarihsel koşullar altında bir devlet kuramı

oluşturduğunu vurgulamak istiyoruz.

İbn Haldun ve Tarih Araştırmaları

İbn Haldun 1332 yılında Tunus’da doğmuştur. Kendisi

Mukaddime’de Hadramî nisbesini kullanmış; bununla birlikte Tunus’ta

doğmuş olması Tunîsî, hayatının büyük kısmını Kuzey Afrika’da

geçirmesi Mağribî nisbeleriyle anılmasına neden olmuştur.4 İbn Haldun,

et-Tarif bi İbn Haldun adlı otobiyografik eserinin başında soyu ile ilgili

geniş bilgiye yer verir. Ailesinin kökeninin İşbiliye’den geldiğini, milâdi

13. yy’ın az öncesinde de Tunus’a geçtiğini bildirir. Atalarını saydıktan

sonra nesebinin Hadramut’ta Yemen Araplarından, Arap seçkinlerinden

bilinen ve sahabeden olan Vail bin Hucr’a dayandığını ifade eder.5 İbn

Haldun öğreniminin başında Kur’an-ı ezberlemiş ve Kur’anî ilimleri

(kıraat, nahiv, siyer, hadis, fıkıh, fıkıh usulü, kelâm) almıştır. Ayrıca

mantık, felsefe ve matematik dersleri almıştır. Böylece gerek fıkıhçı ve

kelamcıların gerekse de filozofların insan ve toplum ile ilgili görüşlerini

3 Edward Hallett Carr, Tarih Nedir?, (çev.: Misket Gizem Gürtürk), İletişim

Yay., İstanbul 1993, s. 13

4 Uludağ, Süleyman, “İbn Haldun” maddesi, İslâm Ansiklopedisi, TDV, İstanbul

1999, C.19, s.538.

5 İbn Haldun, Et-Tarifu bi-İbni Haldun ve Rıhletehu Garben ve Şarken, Kahire,

1951, s.1–2.

özümsemiştir. Yaşadığı dönem itibariyle İslam düşüncesinin fıkıh, kelam,

tasavvuf ve felsefe gibi farklı disiplinlerinde önemli ölçüde yetkinliğe

ulaşılmış ve epistemolojik açıdan tüm bu sistemler birbirinden net bir

biçimde ayrılmıştır. Bu doğrultuda İbn Haldun tüm bu sistemlere eleştirel

açıdan yaklaşmış, kuramsal ve uygulama açısından eksikliklerini

belirleyerek kendi tarihselci toplum ve devlet kuramını ortaya koymuştur.

İbn Haldun felsefede Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd ve Nasıreddin Tusi gibi

filozofların oluşturduğu Aristotelesçi gelenekten beslenmekle birlikte bu

geleneğe önemli eleştiriler getirmiştir. Uzun bir dönem Malikî Mezhebi

Kadılığını yapmış olması da onun fıkıh alanındaki yetkinliğini

göstermektedir. Fakat o sadece bir kuramcı değildir. Uzun yaşamı

boyunca devletin çeşitli kademelerinde yöneticilik görevinde bulunmuş

ve gözlem ve deneyimleri onun kuramını oluşturmada birincil kaynak

olmuştur.6 Bu açıdan onun dünya görüşü felsefe, fıkıh ve kelam

kitaplarındaki kuramsal çerçevenin sınırlarını aşarak nominalist bir

sistemin kapılarını aralar.7

Şunu da belirtmek gerekir ki İbn Haldun’un yaşadığı dönem ve

kendisinin “Batı” olarak adlandırdığı bölgede İslam dünyasında ağır bir

çöküş ve yıkılış yaşanmıştır. İç savaşlar, Endülüs’te İslam egemenliğinin

yok oluşu, boş inanç ve hurâfelerin yaygınlaşması ve sonunda her şeyi

silip süpüren veba salgını -ki bu salgın sonucunda İbn Haldun da ailesini

ve hocalarının bir çoğunu kaybetmiştir- İbn Haldun’a önemli ölçüde

çöküş psikolojisi içeren bir eser yazmasına neden olmuştur. Batı İslam

dünyasında yaşanan çöküntünün İbn Haldun’a verdiği umutsuzluk ancak

Tanrı’nın verâsetiyle aşılabilecektir. O bu konuda şöyle der:

6 Hayatı için ayrıca bkz. İbn Haldun, Mukaddime, (trc. Süleyman Uludağ),

İstanbul 1988, I, 17–68; Z. Fahri Fındıkoğlu, İçtimaiyyat, II, 56–58; Hilmi Ziya

Ülken, İçtimain Doktrinler Tarihi, İstanbul 1941, s. 36–37; Harun Han Şirvani,

İslam’da Siyasi Düşünce ve İdare, (çev. Kemal Kuşçu), İstanbul 1965, s.126–

127; Sezgin Kızılçelik, Sosyoloji Teorileri, Konya 1992, I, 2–5; Huriye Tevfik

Mücahid, Farabi’den Abduh’a Siyasi Düşünce, (çev. Vecdi Akyüz), İstanbul

1995, s. 185–192; İbrahim Keskin, “İbn Haldun’da Sosyal Değişme ve Sosyal

Değişme Kavramları”, (Basılmamış lisans tezi), Uludağ Üniversitesi İlahiyat

Fakültesi, Bursa 1995, s. 1–4; Münir Koştaş, “İbn Haldun’un Mukaddimesine

Dair Bazı Müşahedeler-I”, Din Öğretimi, sy. 14, (Ocak, Şubat, Mart 1988), s.

94–98.

7 T. J. Boer, İslamda Felsefe Tarihi, (çev. Yaşar Kutluay), Anka Yay., İstanbul

2004, s. 241.

…Ben Doğu’daki ülkeleri dahi mamurluğu nisbet ve

miktarında bu felaketlere katlanmış gibi görüyorum. Varlığın

dili âleme: ‘Adın sanın batsın, kurusun!’ diye bağırmış ve

âlem de bu emre boyun eğerek çarçabuk kurumuş gibi oldu.

Yeryüzüne ve yeryüzünde yaşayanlara Tanrı vâris olur, yani

yeryüzü ve onda yaşayan bütün mahlûklar helâk olur, yalnız

Tanrı fâni olmaz.”8

Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, İbn Haldun’un Doğu İslam

dünyasındaki, özellikle Türk dünyasındaki gelişmeler konusunda bilgisi

sınırlı görünmektedir. Kendisi de bu belirtmek gerektiğini duyumsayarak

eserini yazmaktaki amacının ancak Batı İslam dünyasında kurulan

devletlerin tarihiyle sınırlı olduğunu ifade eder.9 İbn Haldun’un “Batı”

olarak isimlendirdiği bölge, gerçekten o devirde harabeye dönmüş olan

Bağdat, Basra ve Kûfe’den Kuzey Afrika’ya geçerek Endülüs’e uzanan

bölgedir.10

İbn Haldun’u tarihçi kimliğiyle ortaya koyduğu 7 ciltlik abidevî

eseri “Kitâbü’l-İber ve Divânü’l-Mübtedâ ve’l-Haber fî Ahbâr-ı

Mulûki’l-Arab ve’l-Acem ve’l-Berber ve men Âsârahum Zevi’s-

Sultâni’l-Ekber” üç bölüme ayrılmaktadır: Esere ününü kazandıran bölüm

(1. cilt) “Mukaddime” adını taşır ve psikolojik, sosyal ve siyasi pek çok

gözlemle yoğrulan bir tarih felsefesi eşliğinde İbn Haldun’un devlet

kuramını içerir. İkinci bölümde (2-5. ciltler) İbn Haldun’un kendi

zamanına kadar olan genel İslam tarihi aktarılır. Son bölüm (6. ve 7.

ciltler) ise kendisinin de ifade ettiği üzere özel olarak kuzeybatı Afrika

tarihini ele alır.11 İbn Haldun’a bir devlet kuramcısı kimliğini kazandıran

özgünlüğü ise, bu eserinin Mukaddime (Giriş) bölümünde ortaya

koyduğu biçimiyle tarihsel olgularla toplumsal yaşam biçimleri

arasındaki ilişkiden yola çıkarak devletin kaynağı, işlevi ve gelişimi

üzerine kuramsal görüşleridir. Mukaddime’nin 6 büyük kısımda

toplumun oluşumunu, insanların temel gereksinimlerini karşılamak

8 İbn Haldun; Mukaddime, C: I, (çev.: Zakir kadiri Ugan), Milli Eğitim Bakanlığı

Yay., İstanbul 1989. s. 76-77

9 İbn Haldun; Mukaddime, C: I, s. 77

10 Fahrettin Olguner; “Uluğ Bey Devri İlim-Felsefe Zihniyeti: Tarihi Kökleri ve

Sebepleri”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Sayı 4, Konya 1997, s. 140.

11 Abdurrahman Lakhassi, “İbn Haldun”, (çev. Şamil Öçal, Hasan Tuncay

Başoğlu), İslam Felsefesi Tarihi içinde, C. I, ed. Seyyid Hüseyin Nasr, Oliver

Leaman, Açılım Kitap, İstanbul 2007, s. 416-417.

amacıyla örgütlenmesinden başlayarak sanat ve bilimleri elde etmesi ve

medenî hayata nasıl yükseldiklerini, sonunda nasıl çöküşe girdiklerini,

kırsal uygarlıkları, yönetim biçimleri ve kurumları, şehir uygarlığına

dayanan toplumları, ekonomik şartlar ve olayları, bilimleri ve edebiyatı,

kısacası bugün “kültürel tezahürler” olarak adlandırılan konuları inceler.12

Bu bağlamda İbn Haldun’un tarihe yaklaşımı seçmeci bir nitelik taşır. O,

bir tarih kitabı yazmadan önce, tarihe nasıl baktığını açıklama gereğini

duymuştur. Ona göre bir olayın tarihselliği, toplumun örgütlenme

biçimine ve sonuçta medeniyete katkısına göre değerlendirilir. Bir başka

deyişle tarih, olgu ya da olayların bir sıralaması değildir; toplumu ve

devleti anlamanın bir yoludur. Dolayısıyla İbn Haldun tarihsel olgu ve

olayları kendi düşüncesi bağlamında yeniden yorumlamak ve böylece

toplum ve devlet kuramını temellendirmek için kullanmıştır.

Öte yandan kuşkusuz İbn Haldun öncelikle bir tarihçidir ve

Kitabü’l-İber bir tarih kitabıdır. Bu bakımdan tarihin doğru

anlaşılabilmesi için bugünün toplumsal koşullarıyla ilişkilendirilmesi

gerekir. Başka bir deyişle İbn Haldun’un bu tarih kitabının giriş kısmını

yazmaya başlamasıyla birlikte zihninde beliren tarihsel olayların

gerçekleşme biçimi ile bu olayları yönlendiren yasa ve nedenler

arasındaki uyum sorunu olduğu, eserin ilk bölümlerinden itibaren

görülebilir. Mukaddime’nin hemen başındaki önceki tarihçilere yönelttiği

eleştiri özellikle bu yönde gelişmektedir. İbn Haldun’a göre önceki

tarihçiler oldukça bilinçsiz biçimde kendilerine gelen “ahbâr”ın

doğruluğunu, yani doğal ve nedensel ilkelere uygunluğunu

araştırmaksızın aktarmışlardır.13

İbn Haldun bu sorunu çözmek için yeni bir bilim kurmanın

gerekliliğini duymuş ve bu yeni bilimin konusunu, yöntemini ve ilkelerini

belirlemiştir. Bu yeni bilimin konusu “umran”, yani toplumsal yaşam ve

örgütlenme biçimleridir. Başka bir deyişle toplumsal gelişmenin tarihsel

betimlemesini yapmak ve siyasal evrelerini ortaya koymaktır. Tarihsel

olayların doğru biçimde anlaşılması için bu bilim, tarihi öncelemek

durumundadır. Başka bir deyişle umrân ilmi, tarihin ölçütü ve temeli

12 Henry Corbin; İslam Felsefesi Tarihi-İbn Rüşd’ün Ölümünden Günümüze, s.

63. T. J. Boer; İslam’da Felsefe Tarihi, s. 244

13 İbn Haldun; Mukaddime, C: I, s. 19 vd.

olmak durumundadır.14 Öyle ki umran ilmi aracılığıyla tarih, yüceltme ya

da yermenin konusu olarak değil, nesnelliği içinde algılanabilecek, efsane

ve hurafelerden arındırılabilecektir. Böylece İbn Haldun yaşadığı dönem

itibariyle tarihe yeni bir bakış açısı getirerek bir tarih felsefesinin

oluşmasında öncü olmuştur. Ondan önce tarih yazımı, nakil ve

rivayetlerden ibaret görülmüştür. Oysa İbn Haldun’un “umran ilmi” adını

verdiği yeni bilim, tarihi, toplumsal olaylar arasındaki neden sonuç

ilişkisi içinde kavramanın gerekliliğini vurgulamaktadır. Böylece İbn

Haldun toplumların tarihsel gelişimine yeni bir yöntem ve kendi

iddiasıyla yeni bir bilimle yaklaşmıştır.

Bu durumu İslam dünyasında genelde tarihe verilen anlamla

ilişkilendirmek yararlı olacaktır. Şöyle ki İbn Haldun içinde yaşadığı

kültür evrenindeki tarih anlayışını pek çok bakımdan eleştirmiş olsa da,

bu anlayışın yetkin bir takipçisi durumundadır.

Öncelikle belirtmek gerekir ki İslam dini, Yahudi-Hıristiyan tarih

anlayışını eskatolojik anlamda sürdürmesine karşın, birçok açıdan yeni

denilebilecek unsur getirmiştir. Bunun en önemli nedeni, İslam’ın ortaya

çıkış koşullarıyla ilgili olduğu kadar “iman”ı, Yahudilik ve Hıristiyanlığa

göre daha akılcı ve eleştirel biçimde temellendirmiş olmasıdır. Bu açıdan

Müslümanların tarih anlayışlarının belirlenmesinde şu etkenler ortaya

konulabilir:

1. İslam tarih anlayışı bir bakımdan Yahudi-Hıristiyan çizgisel

tarih anlayışını devam ettirir. Bu bakımdan Kur’an, ilk Peygamber Hz.

Adem’den başlayarak son peygamber Hz. Muhammed’e kadar olan

peygamberlerin ve onların içinde yaşadıkları toplumlara verdikleri

“tevhit” mücadelelerinin tarihini hikaye eder. Burada, önceki

peygamberlerin hikâye biçiminde aktarımından beklenen en önemli işlev,

dinsel ve ahlaksal ders çıkarmak olduğu gibi, son peygamberin getirdiği

dinin önceki dinlerin tümünü içerdiği ve tarih içindeki sapmaları

düzelttiğidir. Bu bakımdan bir Müslüman için tarihi okumak ve anlamak,

manevi bir eğitimdir; doğru yoldan çıkmamak için ondan ibret almak

demektir. Bu bağlamda İbn Haldun’un eserinin adındaki anahtar sözcük

“iber”dir (tekili ibret).15 İbn Haldun’un bu eseri yazmaktaki amacı

yalnızca tarihsel olayları kaydetmek değil, toplumların ve bireylerin

14 Ann K. S. Lambton, State and Government in Medieval Islam, Oxford

University Press, New York 1991, p. 155-156

15 Ann K. S. Lambton, State and Governmet in Medieval Islam, p. 155

dünyayı bayındır duruma getirmelerinin doğal gidişatına ve geçmişteki

durumla şimdiki durumu karşılaştırmak suretiyle hataya düşmekten ve

doğru yoldan sapmaktan kurtulmanın yollarını göstermektir.16 Bu

bakımdan “ibret”, tarihsel olaylarla onların doğası ve nedenleri arasında

bir köprü konumundadır ve tarihin zâhirî yönünden batinî doğasına doğru

bir anlama etkinliği olarak yorumlanabilir.17

Yine bu açıdan İbn Haldun’un “Geçmişler geleceğe suyun suya

benzemesinden daha ziyade birbirine benzer.”18 sözüyle ifade ettiği

homojen tarih anlayışı, tarihe yaklaşırken onu bugün ve gelecek açısından

değerlendirmeye bağlı kılmanın gerekliliğine yapılan bir vurgudur. Öyle

ki geçmiş, efsanelerle bezenerek insana bugünün koşullarından tümüyle

ayrı bir dünya tasavvur ettirmeye yatkındır. Bu yüzden geçmişe ilişkin

rivayetleri bugün ile karşılaştırmak ve ondan bugüne ilişkin ibretler

almak gerekir. Bu anlamda tarihten ibret almak, geçmişten hareketle

bugünü öğrenmek ve bugünün sorunları bağlamında geçmişe yönelmek

demektir.

2. Müslümanların tarih anlayışlarını belirleyen ikinci önemli

etken Hz. Muhammed’in beşerlik yönüyle ilişkilidir. Öyle ki Hz.

Muhammed “Tanrı’nın elçisi” olmanın ötesinde beşer üstü hiçbir niteliğe

sahip değildir. Bu yüzden Müslümanların kullandığı hicrî takvim, onun

doğuşunu değil, bir devlet kurduğu aşama olan hicreti başlangıç olarak

alır. Böylelikle Müslüman toplumun kuruluşu ve düzenli bir

örgütlenmeye kavuşması tarihin de başlangıcı gibidir. Bu bağlamda İslam

dünyasında tarih ile toplumsal araştırmalar birbirine koşut olarak

gelişmiştir. Bunun da en yetkin örneği, İbn Haldun’un Kitâbül İber’inde

görülmektedir.

3.Hz. Muhammed’in içinde yaşadığı putperest toplumla giriştiği

“tevhid” mücadelesinin sonucunda başarıya ulaşması ve çok kısa bir süre

içinde geniş bir bölgeye yayılması daha sonrakilerin bu dönemi “asr-ı

saadet” olarak algılamalarına ve sürekli olarak ona dönüş özlemi

duymalarına yol açmıştır. Bu da Müslümanların tarih anlayışlarında

olması gerekenin tarihte gerçekleşmiş olduğu ve yapılması gerekenin bu

16 İbn Haldun, Mukaddime, C: I, s. 18-19

17 Muhsin Mahdi; Ibn Khaldun’s Philosophy of History: A study in the

Philosophic Foundation of the Science of Culture, George Allen & Unwin,

London 1957, p. 71.

18 İbn Haldun, Mukaddime, C. I, s. 20

dönemi olabildiğince yeniden yaşama geçirmeyle sınırlandırılması

gerektiği düşüncesine yol açmıştır. İbn Haldun’un düşünce sisteminde de

bu durumu görmek olanaklıdır. Nitekim o, ilerde görüleceği üzere İslam

devletlerinde görülen çöküş nedenini özellikle halifelik kurumunun salt

hükümdarlığa ya da başka bir deyişle dinî olandan uzaklaşarak salt aklî

ilkelerle yürütülen siyasete bırakmasına bağlamaktadır.

4.İslam dünyasında yaygın olarak kullanılan Hicrî takvimin en

önemli özelliği Ay’ın hareketlerine göre düzenlenmesi ve devrî olayların

yıl içinde sabit kalmamasıdır. Ayrıca etimolojik açıdan Arapça tarih

sözcüğünün de Ay ve Ay’ın görülmesiyle ilgili bir anlamı vardır.19

Müslümanlar için önemli olan kutsal gün ve geceler, aylar, bayramlar vs.

yıl içinde sabit değildir. Sözgelimi Kur’an’ın indirilmiş olduğu Kadir

Gecesi, Ramazan ayında tam olarak belli olmayan bir gece olup, bu da

sürekli olarak güneş yılına göre her yıl farklı bir güne tekabül etmektedir.

Kuşkusuz burada göreceli bir devrîlik söz konusudur. Bu tür bir görecelik

Müslümanların tarihsel olayları zamanın koşullarından bağımsız olarak

düşünmelerine yol açmıştır. Bu bağlamda İbn Haldun’un devlet kuramı

da, devletin kuruluş gelişme ve çöküş aşamalarından geçerek yerini başka

bir devlete bırakması gibi bir devrîlik içerir. Yine bu devrîlik içinde İbn

Haldun, “nedensellik” üzerinde yoğun biçimde durulmasına rağmen

olayların kronolojik olarak belirlenmesi üzerine hemen hemen hiç

durmamaktadır.

5. Abdullah Laraui’nin de belirttiği üzere bir bilginin doğruluğu

üzerine tanıklığa başvurmak, İslam dininin tek temeli değilse de,

temellerinden biridir. Çünkü Kur’an güvenilir bir tanık olan peygamber

19 Arapça bir kelime olan tarih lügatte “vaktin bilinmesi” anlamını ifade eder. Bu

anlamda “tarih”, her şeyin zamanının kendisinde sona erdiği gayesi ve vaktidir.

Tarihin konusu da zaman ve insandır. “Tarih” kelimesinin aslı konusunda başka

görüşler de vardır. Bir görüşe göre “tarih”, Sâmi dilinden bir kelime olup “v-r-h”

kökünden türemiştir ve İbranicede “yâreah” ay kelimesiyle ifade edilmektedir;

zaman ve insanla ilgili olguları açıklamakta kullanılmaktadır. Bu yüzden

kullanılışı çok eskilere uzanır. Bu durumda, “tarih”in anlamı, zaman birimi

olarak “ay”ın tanımı olur; bir yandan bir hâdisenin, tarihi vakıanın tespitini ve

süresinin belirlenmesini, diğer yandan ise, zaman sürecini, kronolojisini ifade

eder. Bir kısım tarihçiler ise, “tarih” kelimesinin Arapça olmayıp, Farsça “mâh

rûz”dan (ay’ın görülmesi) alınarak Arapçalaştırılmış olduğunu söylerler; bu

kelimede ay başlangıçlarının belirlenmesi anlamı olduğunu görüşlerine gerekçe

gösterirler. Aynı şekilde “tarih” kelimesinin Arapça asıllı olmadığı ve

Müslümanların onu Ehl-i Kitap’tan aldıkları belirtilir. (Sabri Hizmetli, İslam

Tarihçiliği Üzerine, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay., Ankara 1991, s. 1-2).

tarafından insanlara aktarılır. Açıkçası Müslümanların kutsal kitabı olan

Kur’an bir doğrudan tanıklık biçimine sahiptir. Bu durumun tarihsel

alandaki yansıması “ahbâr”ın, güvenilir tanıklığa dayanılarak kabul

edilegelmesi ve tarihçilerin en önemli kaynağının tanıklık olmasıdır. Bu

tanıklık, dinle ilgili konularda olduğu gibi hukuki konularda da temel

ilkelerden biri olarak kabul edilmiştir. Bu bakımdan Müslüman

tarihçilerin birçoğu hukukçu kimliğine de sahiptiler.20 Bununla birlikte

tanıklığın önemli bir kaynak olarak kabul edilmesi, İslam dünyasında

yalancı tanıklık biçiminde birçok yanlış inancın girmesine de neden

olmuştur. Bu yolla uydurma hadisler toplum içinde yayıldığı gibi, bu

hadislere dayanarak birçok yanlış mezhep de ortaya çıkmıştır. Yine İbn

Haldun’a göre tarihçiler ve tefsirciler, Tanrı’nın kitabını açıklamada

tarafsızlık ilkesine uymamaları, zan ve tahmine göre nakil yapmaları,

olayları karşılaştırma yöntemlerini bilmemeleri ve hepsinden önemlisi

umranın, yani toplumsal yaşamın doğasını (tabâıü’l-umrân) bilmemeleri

nedeniyle kendilerine gelen haberlerin doğruluğunu araştırmadıkları,

felsefe ve hikmet bakımından incelemedikleri ve doğa yasalarına göre

ölçüp olabilirliklerini araştırmadıkları için büyük hatalar yapmışlardır.21

Bu bakımdan İbn Haldun’un nesnel ve nedensellik ilkesine dayalı bir

tarih arayışı içinde olması, İslam dünyasında yaygınlık kazanmış boş

inançları ortadan kaldırmak adına tanıklığa eleştiri yönteminin

uygulanmasında önemli bir adım olarak görülebilir.

6. Yukarıdaki şıklarla bağlantılı olarak İslam dünyasında tarih üç

bölüme ayrılmıştır. İslamiyet’ten önceki dönem cahiliyye olarak

adlandırılır ve bu dönem hemen hemen boş ve önemsiz bir tarih öncesi

dönem olarak nitelenir. İkinci dönem Hz. Muhammed’in yaşadığı

dönemdir ve bir çekirdek işlevi görmüştür. Bu merkezî bölüm daha sonra

İslam dünyasında ortaya çıkan tüm fırkaların kendilerini haklı gösterirken

yaptığı tüm hesapların inşasında bir model görevi görmüştür. Üçüncü

dönem ise, peygamberin ölümünden sonraki İslam tarihidir. Bu döneme

karşı Müslüman tarihçilerinin tutumu iki yönde gelişme göstermiştir.

Birinci yön karşıt toplumsal grupları bütünleştirmeye ve birleştirmeye

yönelik olarak bir grubun tekeline bağlı olmayan evrensel ve nesnel bir

tarih anlayışının doğmasıdır. İkinci yön ise, farklı siyasal grupların kendi

20 Abdullah Laraui; Tarihselcilik ve Gelenek, (çev.: Hasan Bacanlı), Vadi Yay.,

Ankara 1993, s. 48.

21 İbn Haldun; Mukaddime, C: I; s. 19, 82–84.

geçmişlerini yüceltirken karşıt grupların geçmişlerine de rasyonel eleştiri

yöntemini uygulayarak tarih yazımında formel mantığın ve tanıklığa

eleştiri yönteminin doğmasıdır.22 Bu açıdan da İbn Haldun’un konumu

oldukça önemlidir. Nitekim o, bir yandan Ortodoks/Ehl-i Sünnet anlayışa

zarar vermeme gibi bir kaygıyla nesnelliği temel ilke olarak ele almış;

diğer yandan da yukarıdaki şıkta da belirtildiği gibi tanıklığa eleştiri

yöntemini uygulayarak farklı politik hareketlerin kendilerini

haklılaştırmada kullandıkları kaynakları boşa çıkarmıştır.

Tüm bu açıklamalara göre İbn Haldun’un İslam’ın geleneksel tarih

anlayışını sürdürdüğü ve hatta bunun en yetkin örneklerinden birini

sergilediği söylenebilir. Bununla birlikte onun geleneksel tarihçilerden

ayrıldığı nokta, öncelikli sorun olarak siyasal ve toplumsal olayların

altında yatan yasaların ne olduğu araştırması ve tarihin bu yasalara göre

yazılması gerektiğini ileri sürmesidir. Bu sorun İbn Haldun’un da eserinin

çeşitli yerlerinde ifade ettiği üzere önceki tarihçiler tarafından ele

alınmamıştır. Önceki tarihçiler tarihsel olayların doğrulanmasında

hadisçilerin ta’dil ve cerh (nakledeni doğrulama ve zayıf bulma)

yöntemiyle yetinmişlerdir. Fakat bu yöntem tarihsel olaylar için yetersiz

kalmaktadır. Çünkü tarihsel bir olay için, onu nakledenin

güvenilirliğinden çok daha önemli olan, bu olayın gerçekleşme

olanağının olup olmamasıdır.23 Dolayısıyla tarihsel olaylara ilişkin

bilgilerin doğruluğunu anlamanın yöntemi, umrânın yasalarına uygun

olup olmadığına bakmaktır.

Şunu belirtmek gerekir ki toplumsal ve politik olayların yasalarının

ne olduğu sorunu, temelde klasik felsefe geleneğinde felsefî

araştırmaların son bölümünde “pratik felsefe” başlığı altında ele alınan

bir konudur ve önemli bir yere sahiptir. Ancak bu soruna İbn Haldun

filozofların spekülatif açıklamalarını yeterli bulmayarak kendisinin icad

ettiği yeni bir bilim ile çözüm aradığını ifade eder. Ona göre bu bilimde

incelenen konular ne Retorik’te ne de Aristoteles’in Politika adlı eserinde

yeterli düzeyde ele alınmıştır.24

22 Abdullah Laraui; Tarihselcilik ve Gelenek, s. 51-53; Kemal İnan; “Üçüncü

Dünya: Taşralılıktan Evrenselliğe”, Tarihselcilik ve Gelenek içinde, Vadi Yay.,

Ankara 1993, s. 7-9.

23 İbn Haldun, Mukaddime, C: I, s.85-90. Muhammed Âbid el-Câbirî, Felsefî

Mirasımız ve Biz, (çev: Said Aykut) Kitabevi Yay., İstanbul 2000, s. 365 .

24 İbn Haldun; Mukaddime, C: I, s. 91–94

Bu durumda İbn Haldun’un kendisinin de iddia ettiği üzere kurmuş

olduğu ve “umrân ilmi” adını verdiği yeni bilimde gerçekten “yeni” olan

nedir? Bu sorunun yanıtının İbn Haldun’un klasik felsefe geleneğiyle

çatıştığı noktada yer aldığı söylenebilir.

Bu bakımdan İbn Haldun topluma ve devlete ilişkin görüşlerini

klasik felsefe geleneğinden daha çok tarihsel olay ve olgulardan hareketle

kurmaya çalışmış, bu anlamda da İslam dünyasında felsefeden kopuşun

Gazâli’den sonra ikinci dönüm noktasında yer almıştır.25 Bu açıdan İbn

Haldun için geleneksel felsefenin metafiziğe dayanan yapısını yıkarak

tercihini “gerçek” yönünde yapığı övgüsü yapılmaktadır. Ancak burada

sorulması gereken soru, İbn Haldun’un yöneldiği bu gerçeğin anlamının

ne olduğudur. Nitekim klasik filozofların hikmet kavramı altında ele

aldığı “gerçek” ile İbn Haldun’un “gerçek”i hangi bakımdan birbirinden

ayrılmaktadır? Kuşkusuz İbn Haldun’a bu açıdan bakanlar, onu

filozofların “Faal Akıl Öğretisi” ile ilişkilendirilebilecek olan toplum

görüşleri yerine tarihsel yasalarla ifade edilebilecek olan bir tür

laikleştirilmiş toplum görüşü ortaya koyduğunu ileri sürmüşlerdir.26

Bu bağlamda İbn Haldun’un bakış açısını belirleyen klasik felsefe

geleneğinin doğruluk ölçütü olarak aldığı mantıksal çıkarımlardan daha

çok deneyimdir. Bu deneyim insanlığın ortak deneyimini de içeren

ölçüde geniştir. Bu nedenle İbn Haldun araştırmalarını özellikle tarih

üzerine yoğunlaştırmıştır. Böylece o, toplumsal ve politik olayları

incelerken ve yasalarını ortaya koymaya çalışırken en önemli kaynak

olarak tarihi almıştır. Ona göre tarih,

İnsanların ve kavimlerin hal ve durumlarının nasıl

değişmiş olduğunu, devlet sınırlarının nasıl genişlemiş, kuvvet

ve kudretlerinin nasıl artmış bulunduğunu, ölüm ve yıkılma

çağı gelinceye kadar yeryüzünü nasıl imar ettiklerini bize

bildirir. Bu tarihin zahiri manasıdır. Tarihin içinde saklanan

mana ise incelemek, düşünmek, araştırmaktan ve varlığın

(kainatın) sebep ve illetlerini dikkate almak ve hadiselerin

vuku ve cereyanının sebep ve tertibini inceleyip bilmekten

25 İbn Haldun Mukaddime’nin çeşitli bölümlerinde filozofların görüşlerine

yaptığı eleştirinin yanı sıra bu konuyu Mukaddime’nin “Felsefenin boş ve yanlış

bir şey olduğuna ve bu bilgiyle uğraşanların yanlış bir yola sapmış olduklarına

dair” adlı özel bir bölümde ele alır. (İbn Haldun; Mukaddime, C: III, (çev.: Zakir

kadiri Ugan), Milli Eğitim Bakanlığı Yay., İstanbul 1970, s. 101-113).

26 Henry Corbin, İslam Felsefesi Tarihi, C: 2, s. 64

ibarettir. İşte bundan dolayı tarih şereflidir. Ve hikmetin içine

dalmıştır. Bundan dolayı tarih, hikmet=felsefe ilimlerinden

sayılmaya layıktır.27

Bu bağlamda İbn Haldun tarihin amacının üstün ve yararlı bir bilim

olduğunu ifade eder. Şu var ki sadece nakil ve rivayete dayanan bir tarih

anlayışı eleştiri süzgecinden geçirilmediği için kişiyi yanılgıya

sürükleyecek vehim ve hatadan kurtaramayacaktır.28 Böylece tarih

biliminin hikmet ve felsefe bakımından kurulması gerektiğini belirterek

gözlem ve eleştiriye dayandıran, olayları doğa yasalarına göre

değerlendirilmesi gerektiğini ilk kez ileri süren İbn Haldun olmuştur.29

Yine bu bağlamda İbn Haldun’un sözünü ettiği tarihin zahiri

anlamının altındaki bâtinî anlamına nüfuz etme çabasının bir teodise

(Tanrının kötü olmadığının savunusu) olup olmadığı sorulabilir. İbn

Haldun söz konusu olduğunda bu soruya olumlu yanıt vermek zordur.

Nitekim Aziz Augustine’in Tanrı Devleti, Bossuet’in Evrensel Tarih

Üzerine Söylev ya da Vico’nun Yeni Bilim’inde görülen, Tanrı’nın insana

yaklaşımının savunulması ve özellikle de tarihin seyrinin ilahî takdir

anlayışını kabul etmeyle çelişmeyen bir biçimde yorumlanabileceğini

göstermek30 gibi bir kaygı İbn Haldun’da yoktur. Çünkü İbn Haldun’un

tarihsel olayların batınî yönü olarak gördüğü nedenler araştırması,

metafizik ilkelerden daha çok doğal ve toplumsal nedenler anlamına

gelmektedir. Bu bağlamda İbn Haldun, hem olayları hikâye tarzında

aktaran ve nedensellik ilişkilerini gözetmeyen rivayetçi tarihçilerden hem

de tarihe doğaüstü bir anlam ve amaç veren teolojik tarihçilerden

ayrılmaktadır.

Bununla birlikte şunu da belirtmek gerekir ki İbn Haldun’un tarihi

felsefî ilimler içine sokma çabası klasik felsefe geleneğinin tarih

anlayışıyla tam anlamıyla çatışır. Her ne kadar Platon ve Aristoteles’in

toplum ve devlet görüşlerinde de tarihsel bir takım ögeler varsa da, onlar

tarihi özel ve tekil olana yöneldiği için bilgeliğin bir dalı olarak

görmezler. Bu anlamda sözgelimi Aristoteles’e göre şiir tarihe göre çok

27 İbn Haldun, Mukadime, C: I, s. 5

28 İbn Haldun, Mukadime, C:I, s. 18–19

29 Zeki Velidi Togan, Tarihte Usul, Enderun Yay., İstanbul 1985, s. 159

30 W. H. Walsh, Tarih Felsefesine Giriş, (çev.: Yusuf Ziya Çelikkaya), Hece

yay., Ankara 2006, s. 141

daha felsefî ve üstündür; çünkü tümel ve evrensel olanla ilgilenir.31 Yine

Farabi ve İbn Sina’nın bilimler sınıflandırmasında da tarihin hiçbir yeri

yoktur.

Nitekim klasik felsefe açıdan tarihin bir bilim olarak ortaya

konulmasında önemli güçlükler vardır. Bu güçlüklerin başında tarihin

nesnesinin belirlenemez niteliği yer alır. Öyle ki tarih geçmişe ilişkin bir

bilme etkinliğidir. Oysa geçmişin olduğu haliyle karşımızda bir nesne

olarak bulunması olanaksızdır. İkincisi, tarih bir süreci ya da daha açık

bir ifade ile bir süreç içerisinde meydana gelen değişimi konu edinir.

Oysa yine bilim değişeni değil, değişmeyeni konu edinir. Bu bağlamda

Platon ve Aristoteles’in tarihi bilim olarak görmemeleri sistemlerinin bir

gereğidir. Çünkü onlara göre gerçek bilgeliğin konusu değişmeyen

nesnelerdir: Platon’da “İdealar Evreni”, Aristoteles’te ise “Devinmeyen

Devindirici”.

Tarihin bir bilim olmasındaki diğer bir güçlük nedensellik ilkesinin

uygulanabilirliğinde ortaya çıkmaktadır. Nitekim İbn Haldun’a kadar

tarihçiler bu ilkeye hiç de riayet etmemişlerdir. Bu bağlamda İbn

Haldun’a göre tarihçinin öncelikli araştırması olayların nedenlerinin ne

olduğunu ve bu nedenlerden dolayı nasıl bir düzenle sıralandığını ortaya

koymaktır. Ancak klasik felsefe geleneğindeki nedensellik düşüncesi ile

İbn Haldun’daki nedensellik düşüncesi bu bağlamda tam bir karşıtlık

içerir. Geleneksel felsefede nedensellik, tüm nedenlerin kendisine

bağlandığı bir İlk Neden düşüncesine yol açar ve felsefenin asıl konusu

bu İlk Neden’i temaşa etmektir. Oysa İbn Haldun’da nedensellik somut

olgu ve olaylar alanında kurulur. Böylece nedenselliğin tarihe

uygulanmasıyla olayların geriye doğru gidiş zinciriyle tarihsel ve

dolayısıyla toplumsal yasalar ortaya konulabilir. Buna göre yapılması

gereken tarihsel olayların doğruluklarını denetlemek için nedensellik

ilkesine bağlı kalmak ve onları toplumsal doğalarına göre anlamak ve

açıklamaktır. Bunu sağlayacak bilim ise “umran ilmi”dir.

“Umran ilmi” ile tarihte neyin olanaklı neyin olanaksız

olduğu hakkında bir “zorunlu yasa bilgisi”ne ulaşılır ki, bu

aynı zamanda tarihçilerin aktara geldikleri haberlerin doğruluk

ve yanlışlıklarını sınama olanağı verir.32

31 Aristoteles, Poetika, (Çev. İsmail Tunalı), İstanbul 2002, s. 30.

32Ahmet Arslan, İbn Haldun, Vadi Yay. Ankara 2002, s. 92–93

Özetle bilim ile tarih arasındaki ayrımı aşmanın yolu İbn

Haldun’da, tarihi, tarihsel olayları toplayan ve kaydeden bir bilim olarak

değil, nedenlere ve sonuçlara ilişkin genellemelerden oluşan bir bilim

olarak görmektir. Bu açıdan İbn Haldun’un kuramı tüm Ortaçağ süresince

bilim ve felsefenin konusu olarak değişmez olana yönelen Aristotelesçi

bilim anlayışından farklı olarak tarihsel gelişme ve çöküş sürecini de

felsefenin konusu içine katmış olmasıdır.

Burada şunu belirtmek gerekir ki, İbn Haldun’un bir yandan klasik

felsefeye karşı tutum ve eleştirisi, diğer yandan da tarihi felsefî bir

disiplin olarak kurma çabası Mukaddime’nin bütünlüğü içindeki en

belirgin çelişkidir. Bu çelişki özellikle Mukaddime’ye klasik bir tarih

kitabı olmasının ötesinde değer kazandıran “umran” ile ilgili bölümlerde

görülebilir. Nitekim o, her ne kadar farklı bir terminoloji kullanmaya

çalışsa da, Farabi ve İbn Sina’nın terminolojisinden tamamen kopamadığı

gibi onların toplum ve devlet ile ilgili görüşlerinden büyük ölçüde

yararlanır.

İnsanın Toplumsal Doğası

Yukarıda ifade edildiği gibi İbn Haldun her ne kadar filozofların

mantıksal çıkarımlarını eleştirerek toplumsal olayların yasalarını deneyim

yoluyla elde etmenin gerekliliğini vurgulasa da, kendisiyle çelişir biçimde

tarihsel araştırmasının başlangıç noktasına mantıksal bir çıkarımın sonucu

olan ve kaynağını Platon ve Aristoteles’ten alarak İslam felsefesinde

Farabi ve İbn Sina tarafından benimsenen insanın doğal olarak

toplumsal/medenî olduğu önermesini koyar. Bu bağlamda İbn Haldun

insanların bir araya gelmesinin doğal bir zorunluluk olduğunu, Tanrı’nın

bu suretle insanlar aracılığıyla dünyayı bayındır durumuna getirme ve

onları yeryüzünde kendisinin halifesi yapma iradesinin yerine geldiğini

ifade eder.33 Yine buradan hareketle İbn Haldun, İbn Sina’nın,

açıklamalarını sürdürerek insanlar arasında onlara egemen olan bir

yasakçıya yani devlete duyulan gereksinimin de doğal bir zorunluluk

olduğunu belirtir. Ancak filozofların mantıksal yöntemlerle ortaya

koydukları bu bilginin yetersiz olduğunu ekler. Çünkü İbn Haldun’a göre

filozoflar bu yasakçıyı peygamberle sınırlandırmışlar ve peygamberliği

33 İbn Haldun; Mukaddime, C: I, s. 100–103,

kanıtlamada kullanmışlardır. Oysa bu durum, kitabı olmayan ve devlet

kurarak yeryüzünü bayındır duruma getiren Mecusî ve daha bir çok

toplum örneğinde olduğu gibi, gözlem ve deneyimlerimize aykırıdır.34

Bununla birlikte İbn Haldun, içinde yaşadığı İslam toplumunun kuruluş

ve gelişiminde peygamberin merkezî konumunun bilincinde olarak

peygamberin siyasal işlevine de değinmiştir. Onun bu konudaki görüşleri,

filozoflardan daha çok kelamcılara (mütekellimîn) dayanmakla birlikte

yine de İbn Sina’dan pek çok öğe taşır. Ona göre doğal dünyadaki

varlıklar arasında bir geçiş ve basamaklanma vardır ve insan bu

basamaklanmanın en üst konumundadır; peygamber de insanî varoluş

basamaklarının en üst derecesindedir.35

Toplumsal Yaşam Biçimleri

İbn Haldun’un ele aldığı ikinci sorun insanoğlunun kurmuş olduğu

toplumsal yaşam biçimleridir. Bu sorun karşısında İbn Haldun

ilkel/bedevî ve gelişmiş/hadarî olmak üzere iki türlü toplumsal yaşam

biçimini/umrânı birbirinden ayırır. Bu ayrım özellikle toplumsal üretimin

yöneldiği amacın farklılaşmasına dayanır. Bedevî yaşam biçimi, yaşamın

sürdürülebilmesi için gerekli olan şeylerin üretimi ile sınırlıdır.

Toplumsal üretimde güç, zenginlik, rahatlık ve boş zaman arzusuyla artı

değerler arttıkça hadarî yaşam biçimine doğru ilerler. Bu bakımdan

bedevî yaşam biçimi, tarihsel açıdan hadarî yaşam biçimini önceler.

Çünkü yaşamı sürdürmek için gerekli olan şeyleri elde etmekle işe

başlamak yaşamı yetkinleştirmek için gerekli olan şeylerden önce gelir.36

Bu açıdan İbn Haldun’un yaklaşımı Farabi’nin zorunlu toplumerdemli

toplum ayrımını anımsatmaktadır.37 Nitekim Farabi’ye göre,

toplumlaşmanın ilkel biçimi yaşamı sürdürmek için yardımlaşma ve

dayanışma içinde bulunan zorunlu toplumdur. Yaşamı her yönden yetkin

bir duruma getirmek için yardımlaşan toplum ise erdemli toplum

anlamına gelmektedir.38 Yine Farabi, zorunlu toplumdan artı değerler

34 İbn Haldun; Mukaddime, C: I, s. 104–106

35 İbn Haldun; Mukaddime, C: 1, s. 229–238; Krş. İbn Sina; Kitâbü’n-Necât,

(neşr.: Macid Fahri), Beyrut 1985, s. 320.

36 İbn Haldun; Mukaddime, C: I, s. 302

37 Mustafa Yıldız; Farabi’nin Toplum ve Devlet Görüşü, Erciyes Üniversitesi

Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi, Kayseri 2009, s.

38 Farabi; Fusûlün Müntezea, (neşr: Fevzi Mitri Neccar) Beyrut 1993, s. 45

arttıkça diğer toplum türlerine ve nihayet erdemli topluma geçiş sürecini

betimler.39 Şu var ki Farabi’nin sınıflandırmasında, toplumun yöneldiği

amaç ve değerler dizgesi temel ölçüttür. Oysa İbn Haldun kültürün daha

çok maddi öğelerindeki artışı ölçüt olarak almıştır.

Burada şunu belirtmek gerekir ki, İbn Haldun bütün tarihselci

toplum ve devlet kuramını “umran”ın bedevî ve hadarî biçimleri

arasındaki çelişkiye dayandırır. Nitekim bu biçimler arasındaki ilişki

tarihin genel akışıdır. Tarih, devletin oluşum aşaması sürecinde

bedevîlikten hadarîliğe doğru bir akıştır ve bu akış her zaman dairesel bir

nitelik taşır. İbn Haldun’a göre bu, umrânın doğasıdır.

Devletin Kuruluşu

Devletin kuruluşu bağlamında İbn Haldun’un ortaya koyduğu en

temel kavram “asabiye”dir. İbn Haldun toplumsal birliğin oluşması ve

sürdürülmesini, Arapça “tutmak, bağlı olmak” anlamına gelen “asabe”

kökünden gelen bu kavramla temellendirir. Farklı araştırmacılar

tarafından “yakınlık bağı”, “topluluk duygusu”, “dayanışma duygusu”,

“ortak ruh”, “toplumsal uyuşma”, “ toplumsal dayanışma”, “milliyetçilik

fikri”, “askerî ruh” gibi karşılıklar verilen bu kavram,40 İbn Haldun’un

düşünce sisteminde toplumları ilkellikten uygarlığa doğru ilerleyişinin

temel güdüleyici toplumsal bağı olarak yorumlanabilir. Nitekim

toplumsal ve hukuksal düzenin kurulup sürdürülmesi olduğu kadar, ilkel

toplumsal yaşam biçiminden devlet kurmaya ve uygarlığa doğru

ilerlemeye yönelten güç de asabiyedir. Asabiye bağları sayesinde iç ve

dış saldırılara karşı engel olan yasakçı, toplumun bütününe egemen olur

ki bunun da adı devlettir. Başka bir deyişle asabiyenin sonuç ve amacı

devlet kurmaktır.41

Asabiyenin oluşmasını sağlayan en temel bağ, kan bağı ya da nesep

bağıdır. Doğal bir bağ olan bu bağ sayesinde insanlar kendi yakınlarının

uğradıkları saldırıya karşı onları korumak üzere harekete geçer.42 Bunun

39 Farabi; Kitâbü Ârâi Ehli’l-Medîneti’l-Fâzıla, (neşr: Albert Nasri Nader),

Beyrut 1991, s. 131–133.

40 Ümit Hassan; İbn Haldun’un Metodu ve Siyaset Teorisi, s. 205-208; Orhan

Hülagü; Farabi ve İbn Haldun’da Devlet Düşüncesi, Kırkambar Yay., İstanbul

1999, s. 69-70.

41 İbn Haldun; Mukaddime, C: I, s. 353

42 a.g.e., C: I, s. 323–324

da en açık örneğinin nesepleri karışmamış olan Arap bedevîleri arasında

olduğunu iddia eden İbn Haldun’a göre, bu bağın zayıflamasıyla

asabiyetin yok olacağını, güçlenip diğer kabilelere üstün gelerek çeşitli

soyları içine alacak derecede genişlemesiyle riyasete/başkanlığa dayalı

bir toplumsal düzen kurulacağını belirtir.43 Burada riyaset kavramının

içeriğini İbn Haldun daraltarak bedevî yaşam biçimine özgü bir yönetme

sistemi olarak ele alır. Nitekim Farabi’de bu kavram tüm yönetim

biçimlerinde söz konusu edilmektedir. Oysa İbn Haldun’da yerleşik

yaşama geçilmesiyle, riyaset yerini mülke/hükümdarlığa bırakır.

Riyasetle hükümdarlık arasındaki temel ayrım, gücün meşru

kullanımında açığa çıkar. Riyasette egemenliğin güçle sürdürülmesi söz

konusu değildir. Oysa hükümdarlık, egemenliği gücün kullanımıyla

sağlar.44

Bu durum asabiye kavramının içeriğinde de değişikliğe yol

açacaktır. Şöyle ki, bedevî yaşam biçimine sahip olan insanlar temel

ihtiyaçlarının ötesinde zenginlik ve genişlik elde ettiğinde yerleşik

yaşama yönelirler ve böylece kentler kurulmaya, pek çok soy ve boy tek

bir yerleşim biriminde yaşamaya başlar.45 İşte bu aşamada pek çok boy

içerisinde asabiye bağı diğerlerinden güçlü olan boy, devlet kurma

başarısını gösterir ve tüm diğer boyları büyük bir asabiye haline getirir.

Bu yeni asabiye sayesinde de başka boyları kendisine boyun eğdirmek

ister. Böylece gücü kendisine denk başka bir devletle karşılaşıncaya

kadar bu şekilde yayılma özelliği gösterir.46

Buna göre bir geniş bir toplumsal bütündeki farklı toplumsal

gruplar içinde asabiye bağı en güçlü olan grup, süreç içerisinde toplumsal

bütünün belirleyicisi durumuna gelmektedir. Ancak bu belirleyiciliği

korumanın ve sürdürmenin yolu kan bağının yerine başka bir bağ

koymakla mümkün olacaktır. Çünkü kan bağına dayalı asabiye, devlet

kurmak; devletin sınırlarının genişlemesi ve yeni bir uygarlığın kurulması

için yeterli değildir. Eksiklikleri ortadan kaldırıp toplumsal dayanışmayı

arttıracak yeni bir güce ihtiyaç duyulur. Bu noktada asabiye bedevî yaşam

biçiminde olduğu gibi sadece korunmaya yönelik değildir; başka

toplumlara da egemen olmasını sağlayacak bir güce sahip olma amacını

43 a.g.e., C: I, s.331–332

44 a.g.e., C: I, s. 353

45 a.g.e., C: I, s. 303–304

46 a.g.e., C: I, s. 354

taşır. İşte, İbn Haldun’a göre bu gücü sağlayacak olan bağ, dindir. Din

aracılığıyla farklı kan bağına dayalı asabiyeler arasındaki çekişmeler sona

ererek tek bir amaç etrafında birleşme olur. Amaçları bir ve hepsi için de

eşit olduğu için, amaçlarına ulaşmaları da kaçınılmaz olur.47 Şu da var ki,

İbn Haldun, kan bağına dayalı asabiye olmaksızın dine çağrının başarısız

olacağını ekler.48 Başka bir deyişle din, kan bağına dayalı asabiyesi en

güçlü grup içinde gelişir ve sonra diğer gruplara yayılır. Böylece

toplumsal bütün için yeni bir dayanışma biçimi oluşur.

Bu görüşleriyle İbn Haldun bir devletin kuruluş ve sürekliliğini

sağlayan nedenin ne olduğuna yönelik araştırmasında önceliği manevi

yükseliş ya da düşüşe yükler. Bunu da asabiye ve din kavramıyla

açıklamaya çalışır.

Devletin Büyüme, Olgunlaşma ve Çökme Aşamaları

İbn Haldun’un ele aldığı bir diğer tarihsel-toplumsal sorun,

devletlerin kurulduktan sonra genişleyip büyümeleri ve daha sonra da

çökmelerinin doğal bir nedenselliğinin olup olmadığıdır.

İbn Haldun’a göre bir devlet kurulduktan sonra “büyüme,

olgunlaşma ve yıkılma”nın doğal ve zorunlu yasasına tabi olur.

Mukaddime’de bir devletin kuruluş, yükseliş ve çöküş aşamaları özetle şu

şekilde betimlenir: İlk aşama, yerleşik bir yönetimin elinden askerî

üstünlükle devleti ele geçirme, yani fetih aşamasıdır. Bu aşamada

asabiye bağları oldukça güçlüdür. İkinci aşamada hükümdar, egemenliği

sadece kendine özgü kılacak biçimde yönetimi akrabalık ilişkilerinden

soyutlama işine girişir ve gücü tekeline alarak mutlak hükümdar olur.

Üçüncü aşama yükseliş aşaması olup ekonomik refahın arttığı ve buna

paralel olarak kültürel unsurların geliştiği aşamadır. Dördüncü aşama

istikrar ve barışın egemen olduğu, yönetimde yenilikçi hiçbir hareketin

görülmediği eski yönetimlerin taklit edildiği ve bundan ayrılmanın

devleti yıkacağına inanıldığı aşamadır. Son olarak çöküş aşaması ise,

hükümdarın ekonomik ve toplumsal ilişkileri kişisel arzularına göre

yönetmeye başlamasıyla birlikte devlette iyileşmesi olanaklı olmayan

47 a.g.e., C: I; s. 402–403

48 a.g.e., C: I, s. 405

hastalıkların ortaya çıkmaya başladığı ve devletin yıkılışa geçtiği

aşamadır.49

Bu son aşamada rahatlık ve savurganlık hastalıklara ve ahlaki

bozulmalara yol açar. Toplum ilkel yaşamın atılgan ve cesur biçimine

tümüyle yabancılaşır. Böylece toplum dış saldırılara karşı güçsüz düşer.

Ağır vergiler ve dış saldırılara karşı güvensizlik altında ezilen toplumda

umutsuzluk yayılmaya başlar. İnsanlar uzun vadeli planlar yapmaz ve

doğum oranı düşer. Fiziksel açıdan zayıflamış ve kalabalık şehirlerde

yaşayan toplumda hastalıklar artar ve veba salgınları başlar. Böylece

ekonomi çöker, paralı askerler ve bürokraside çevrilen entrikalarla

hükümdar yetkilerini kullanamaz duruma gelir. Sonunda dışarıdan başka

bir devletin ya da göçebe bir toplumun saldırısıyla devlet yıkılır.50

Böylece İbn Haldun, devletin doğal ömrünü, asabiyenin güçlü

olduğu “kurucu”, asabiye bağlarının zayıfladığı “sürdürücü” ve asabiye

bağlarının kaybolduğu “yıkıcı” olmak üzere üç kuşağın ortalama 120

yıllık ömrüyle sınırlar.51

İbn Haldun devletin geçirdiği bu aşamalarda her ne kadar

toplumsal ve siyasi koşullardan dolayı bir takım değişiklikler

olabileceğini ifade etse de katı bir belirlenimcilik söz konudur. Bu

aşamalar döngüsel bir süreçte her devlette sürekli tekrarlanır. Aynı zaman

diliminde farklı devletlerde farklı aşamalar yaşanıyor olabilir. Bir devlet

kuruluyor ya da gelişiyorken bir diğeri çöküşe geçmiş olabilir. Ancak tüm

devletler için bu aşamaları geçirmek doğal ve zorunlu bir süreçtir.52 Bu

aşamalar arasındaki geçişi toplumsal yapıdaki doğal güçlerle açıklayan

İbn Haldun’a göre bu tarihsel süreç bir toplumsal yasadır ve kişilerin

iradesine bağlı değildir.53

Bu görüşleriyle İbn Haldun Farabi’nin ilerlemeci görüşünün

karşısında yer alır. Her ne kadar Farabi de erdemli devletten sonra ortaya

çıkabileceğini düşündüğü “değişmiş”, “fasık” ve dâlle” gibi devlet

türlerine işaret etse de, erdemli devleti toplumsal örgütlenişin en yetkin

örneği olarak görür; bu devlet türlerini ise birer sapma olarak niteler ve

49 a.g.e., C: I, s. 444–447

50 a.g.e., C: II, s. 127–129; Muhsin Mahdi; İbn Khaldun’s Philosophy of History,

p. 208-209

51 İbn Haldun; Mukaddime, C: I, s. 431–435

52 Hilmi Ziya Ülken, Ziyaeddin Fahri; İbn Haldun, Kanaat Kitabevi, İstanbul

1940, s. 148

53 İbn Haldun; Mukaddime, C: I, s. 422–436

devletin doğal gelişme sürecinin yasası olarak görmez. Bu bakımdan

Farabi’de erdemli devlet toplumsal ilerlemenin amacı ve sonucudur. Oysa

İbn Haldun’un döngüsel tarih anlayışında bu tür bir amaç yoktur.

Yine Farabi de organizmacı bir görüşe sahip olmakla birlikte İbn

Haldun’la arasında önemli bir fark vardır. Farabi toplumun örgütleniş

biçiminin organizmaya benzerliği vurgularken İbn Haldun toplumun

doğal gelişim ve yıkılışını organizmaya benzetir.

Siyaset Biçimleri

İbn Haldun’un devletlerin doğal tarihsel sürecini betimledikten

sonra ele aldığı en önemli sorun devletin ayakta kalmasını sağlayacak ve

onu çöküşten kurtaracak öğenin ne olduğudur.54 Bu bağlamda İbn Haldun

toplumsal ve politik sorunların çözmek ve devletin çökmekten kurtulması

için çoğunluğun boyun eğeceği kesin ve uyulması zorunlu yasalar

koymanın gerekliliğini ifade eder. Bunun da iki yolu vardır:

Birincisi, devletin ileri gelenleri, akıl ve basiret sahipleri tarafından

yasa olarak konulup topluma uygulanan “aklî siyaset”tir. Bu anlamda

siyasetçi, akla dayanarak dünyevî çıkarları göz önünde bulunduran ve

kimi zaman sadece yöneticinin iyiliğini kimi zaman da yönetimin, yani

tüm toplumun iyiliğini elde etmenin yollarını araştıran kişidir. İkincisi

ise, peygambere Tanrı tarafından bildirilen yasalarla yürütülen “şer’î

siyaset”tir. İnsanların hem bu dünya hem de ahiretleri için faydalı olan bu

siyaset, peygamberler ve sonra onların yerine geçen halifeler tarafından

yürütülür.55

Bu iki yönetim biçiminin hem “ortak iyi” hem de “adalet”

anlayışlarının içeriğinde önemli farklılıklar vardır. Aklî siyasette ortak

iyi, bedenin rahatı, korunması ve toplumsal yaşamın sağladığı yararlardan

alınan hazların sürdürülmesidir. Şer’î siyasette ise bu amaçlar ikincildir;

ortak iyi ruhun yetkinliği ve gerçek mutluluğudur. Aklî siyasette adalet

dünyevi çıkar ve hazların kazanımına dayalıdır. Şer’î siyasette ise adalet,

erdemlerin kazanımına dayalıdır.56

Açık bir biçimde şer’î siyasetin aklî siyasetten üstünlüğünü

vurgulayan İbn Haldun, devletin kuruluşunda en önemli etken olan

54 a.g.e., C: II, s. 478–479

55 a.g.e., C: I, s. 479–481

56 a.g.e., C: I, s. 480–481

asabiye kavramı ışığında İslam tarihine yeni bir yorum getirerek

peygamber ve halifelerin yürüttüğü şer’î siyasetten saltanata geçişi ele

alır. Bu konuda Ehl-i Sünnetin halifelik konusundaki yaklaşımını

sürdüren İbn Haldun, öncelikle halifelikle imamlığın aynı anlama

geldiğini ifade eder. Bu da dini korumak ve dünya işlerini şer’î siyasetle

yönetmek üzere yasa koyucu olan peygamberin yerini almaktır. Ona

imam denilmesi toplumun başında bulunmasından; halife denilmesi ise

peygamberin kurmuş olduğu toplumsal düzene halef olmasından

kaynaklanır.57

Bu tür bir halefliğin gerekliliği nedir? Bu sorunun İbn Haldun’un

düşünce sisteminde önemli bir yeri vardır. Çünkü diğer toplumlardan

farklı olarak İslam toplumu varlığını dinî ve dünyevî liderliği birlikte

yürütmüş olan peygambere borçludur. Diğer toplumlarda ise dünyevî/aklî

bir siyaset yürütüldüğünü gözlemleyen İbn Haldun, İslam toplumunun

peygamberin ölümünden sonra varlığının devam etmesinin, ancak

peygamberin yürürlüğe koyduğu dinî yasaların uygulamasını sürdürecek

bir halifelikle ve bununla birlikte sahip olduğu asabiye sayesinde toplumu

kendisine boyun eğdirerek vergiler toplayan, delegeler gönderen, sınırları

koruyan ve genişleten bir hükümdarlıkla sağlanabileceğinin

temellendirmesini yapar.

Bu bağlamda İbn Haldun asabiyenin gereği olarak Muaviye’nin ve

oğullarının halifelik ve hükümdarlığı birlikte kendi şahsında toplamasının

meşrûiyetini göstermeye çalışır. Ancak Ömer b. Abdülaziz’den sonra

halifelik makamına geçen Emevî hanedanın şer’î siyasetten ayrılarak

dünyevî amaçlara yöneldiğini ve sonunda Abbasîlerin bu makamı ele

geçirdiklerini ifade eder. Benzer durumun Abbasîlerde de Mutasım’ın

saltanatıyla birlikte yaşanarak, bundan sonra Arap asabiyesinin yok

olduğunu belirtir.58 Bu bağlamda İbn Haldun İslam devletinin gelişimini

üç döneme ayırır: İlk dönemde devlet halifelik biçimindedir; ikinci

dönemde halifelik ve hükümdarlık birbiriyle içiçedir; üçüncü dönemde

ise büsbütün hükümdarlığa geçilmiştir. Bu konuda milliyetçi bir bakış

açısına sahip olan İbn Haldun halifelikten hükümdarlığa geçişi de Arap

asabiyetinin ortadan kalkarak yerine hükümdarlık asabiyeti, yani Arap

asabiyetine yabancı olan hükümdarlığı koruyan diğer güçlerin türemiş

57 a.g.e., C: I, s. 481–482

58 a.g.e., C: I, s. 521–522

olmasını gösterir.59 Buna ek olarak İbn Haldun bedevî yaşam biçimine

sahip olan Arapların dünyevî/aklî bir siyaset geliştirmekten uzak

olduğunu belirterek Arap devletlerinin kuruluşunda ve gelişiminde dinin

merkezî konumunu teyid eder. Ona göre Araplar ancak dinin etkisiyle ve

dinî eğitimin bir sonucu olarak doğalarında meydana gelen değişiklikten

sonra dünyayı bayındır duruma getirmeye teşvik eden şer’î siyasete göre

bir devlet kurup sınırlarını genişletmişlerdir.60 Başka bir deyişle Arapların

bedevîlikten hadarîliğe geçişinde, asabiyeden sonra gelen en önemli etken

din olmuştur.

Bu görüşleriyle İbn Haldun İslam dünyasında meydana gelen

çatışmaları da öncelikle asabiye bağlarının zayıflamasına daha sonra da

hadarî yaşam biçimin, özellikle de halifeliğin salt hükümdarlığa

dönüştüğü aşamada meydana gelen rahatlık ve lükse düşkünlük sonucu

oluşan ahlakî ve dinsel duygulardaki zayıflamaya bağlayarak Sünnî bakış

açısının halifelikle ilgili görüşlerine zarar vermeden açıklamaya çalışır.

Şunu da belirtmek gerekir ki, yönetimi halifelik ve hükümdarlık

olarak ikiye ayırması, İbn Haldun’u fıkıhçılardan daha çok filozoflara

yaklaştırır.61 Ancak hükümdarlığı şer’î siyasetten bir sapma, gücün

kötüye kullanılması olarak görmekle de filozoflardan uzaklaşır. İbn

Haldun’a göre hükümdarlık, ancak halifelikle birleştiğinde geçerli bir

yönetimdir. Bu bağlamda Farabi’nin kurduğu felsefe geleneğinde

“erdemli devlet” için öngörülen akla dayalı yönetim (es-siyâsetü’lmedeniyye),

İbn Haldun tarafından, tarihsel bir gerçekliği olmadığı

iddiasıyla reddedilir.62 Öyle ki İbn Haldun, hükümdarlığın nasıl olması

gerektiğinden daha çok ne olduğuyla ilgilenir. Bu bağlamda İbn

Haldun’la ilgili olarak söylenebilecek husus, onun olan ile olması

gereken ayrımının bilincinde olup, toplumun ne olması gerektiği ile değil

de, ne olduğuyla ilgilenen bir bilim arayışı içinde olduğudur.63

59 a.g.e., C: I, s. 528

60 a.g.e., C: I, s. 387

61 Ann K. S. Lambton; State and Government in Medieval Islam, s. 164.

62 İbn Haldun; Mukaddime, C: II, s. 130.

63 Doğan Özlem; Tarih Felsefesi, s. 38.



Tarihselcilik Düşüncesine İbn Haldun’un Etkisi

Yukarıda betimlendiği ve değerlendirildiği gibi İbn Haldun

devletin kaynağı, gelişim süreci, işlevi, başarısı ve çöküşü gibi siyaset

felsefesinin temel problemlerine klasik felsefe geleneğinin yaklaşımından

oldukça farklı bir bakış açısıyla yaklaşmıştır. Bu farklılığın temelinde

özellikle onun tarihi bir kaynak olarak alması gelmektedir. Bu açıdan

onun kuramı tarihselci bir nitelik taşır. Nitekim tarihselcilik, genelde,

tarihin önemini vurgulayan ve nesnelerin her zaman tarihsel gelişmenin

seyri içinde görülmeleri gerektiğini savunan; özelde ise, insan doğasını ve

toplumunu tarih dışı bir perspektiften anlamanın imkânsız olduğunu ve

insana özgü sorunların tarihsel bir karakter sergilediğini savunan

görüştür.64 Bu açıdan İbn Haldun klasik filozofların “Faal akıl öğretisi”

ile temellendirdikleri devlet görüşlerinin yerine, tarih ile temellendirilen

bir devlet kuramı ortaya koymaya çalışmıştır.

İbn Haldun’un bu yeni perspektifinin bir benzerini, Batı’da birkaç

yüz yıl sonra Vico’un (1668-1744) Yeni Bilim adlı eserinde görmek

mümkün olmuştur. Toplumsal gelişimin sürekliliği, tarihe toplumsal

açıdan bakmanın gerekliliği, filozofların ortaya çıkışının uygarlık ve

politik örgütlenmeye bağlı olması, devletin geçirdiği aşamalar gibi

konularda bu iki düşünürün görüşleri arasındaki benzerliklere çeşitli

araştırmalarda değinilmeden geçilmemiştir.65

Vico ile İbn Haldun’un görüşlerindeki benzerliklerinin yanı sıra

etkileri bağlamında da bir benzerlik göze çarpmaktadır. Tıpkı İbn Haldun

gibi Vico’nun da yaşadığı yüzyılda herhangi bir etkisi olmamış,

Montesquieu, Hamann ve Goethe tarafından tanınmış olmasına rağmen

ancak 1822 yılında eserinin Almanca’ya çevrilmesi ve Fransa’da

Michelet’in 1827 yılında yayınlanan Tarih Felsefesinin İlkeleri adlı

eserinde Vico’nun görüşlerini özetlemesi sonucunda sosyal bilimler

alanında Vico’nun etkisi başlamış ve sosyal bilimlerin öncülerinden biri

olarak kabul edilmiştir.66

64 Ahmet Cevizci; Felsefe Sözlüğü, “Tarihselcilik” maddesi, Paradigma Yay.,

İstanbul 2005, s. 1589

65 Ümit Hassan; İbn Haldun’un Metodu ve Siyaset Teorisi, s. 37–39

66 Julien Freund; Beşerî Bilim Teorileri, s. 10

Bununla birlikte Vico ile İbn Haldun’un düşüncelerini oluştururken

ve savunurken hesaplaşmak zorunda oldukları sistemler birbirinden

oldukça farklıdır. Öncelikle İslam dünyasında İbn Haldun zamanına

kadar fıkıh, tefsir ve hadis gibi dini ilimlerin de eşlik ettiği ciddi bir

tarihçilik geleneği vardır ve İbn Haldun bu geleneğin kullandığı yönteme

karşı eleştirilerini sergilemiştir. İkinci olarak İbn Haldun, Farabi ve İbn

Sina tarafından temsil edilen klasik felsefenin metafiziğe dayalı siyaset

kuramlarına karşı gözlem ve deneyime dayalı bir kuram geliştirmeye

çalışmıştır. Buna karşılık Vico’nun içinde yaşadığı Batı dünyasında tek

sağın bilim olarak matematiksel-fiziksel doğa bilimini kabul eden ve

deneye birincil derecede önem veren bir bilim anlayışı egemendir.

Vico’nun çabası bu bilim anlayışının insan ve topluma

uygulanamayacağını ortaya koymak ve insânî-tarihsel dünyayı anlamak

için yeni bir bilim ve yöntem geliştirmektir. “Yeni bilim”, filozofların

şimdiye kadar doğal dünyada görmeye çalıştıkları tanrısal kayrayı insanın

tin dünyasında görmesini sağlayacaktır.67 Bu açıdan Vico, İbn

Haldun’dan farklı olarak teolojik nitelikte bir tarih anlayışına sahiptir.

Başka bir deyişle Batı’da Descartes’in etkisiyle 17. yüzyıldan itibaren

egemen olan bilim anlayışı çerçevesinde doğa yasalarının toplumsal ve

politik olgular için de geçerli olduğu, insan dünyasında olan bitenlerin

mekanik doğa yasalarına bağlı olduğu görüşüne karşı Vico, bu doğa

yasasını tanrısal kayrayla özdeşleştirerek tarihsel gelişime uygulamıştır.

Böylece tarihin doğa biliminden farklı bir yöntemle ele alınması gerektiği

görüşüyle Hegel ve Dilthey’ın habercisi olmuştur.

Bu açıdan İbn Haldun’un kuramı, Batı düşüncesinde toplumun ve

devletin doğal bir kökeni olduğu, dolayısıyla toplumsal ve politik

olguların da doğadakine benzer nitelikte yasalara bağlı olduğunu ileri

süren Montesquieu’nun yasalar öğretisine, Voltaire’in tarih felsefesine,

Herder’in tarihin belli bir amaca doğru ilerlediği görüşüne ve Herbert

Spencer ve Oswald Spengler’in organizmacı toplum görüşüne daha

yakındır.

Montesquieu (1689-1755), Romalıların Büyüklüğünün, Yükselişinin

ve Çöküşünün Nedenleri Üstüne Düşünceler adlı kitabında çıkış noktası

olarak her krallığı yükselten, sürdüren ya da yıkan manevî ya da maddi

genel nedenlerin olduğu ve tarihte olanların bu nedenlerle gerçekleştiği

67 Doğan Özlem; Tarih Felsefesi, s. 264–270

50 İbn Haldun’un Tarihselci Devlet Kuramı

ilkesini temel almıştır. Birkaç yıl sonra da Yasaların Ruhu adlı kitabında

bu düşüncesini geliştirerek insan davranışlarının “nesnelerin doğası”ndan

gelen belirli yasaları ve ilkeleri izlediğini ileri sürmüştür.68 Bu açıdan

Montesquieu ile İbn Haldun’un toplumsal ve politik olguları doğal

nedenlerle açıklama çabası birbiriyle örtüşür. Ayrıca Montesquieu’nun

bir toplumun “genel ruhu” kavramı ile İbn Haldun’un “asabiye” kavramı

da birbiriyle karşılaştırılabilir. Yine Montesquieu’nun iklimin insanın

biyo-psişik yapısı üzerindeki farklılaştırıcı etkisi ve bunun da toplumsal

kurumlara yansıması yönündeki görüşleri de,69 ondan çok daha önce

İslam felsefesinde ilkin Farabi tarafından daha sonra da İbn Haldun

tarafından ele alınmıştır.

Voltaire’in (1694-1778) özellikle kendi tarih yazıcılığı ile ilgili

görüşleri de İbn Haldun’un tarihi felsefî ilimler içine sokma çabasının

Batı’daki örneği olarak görülebilir. Nitekim Voltaire, “felsefî” yazılmış

bir tarihe duyulan ihtiyaçtan söz ederek keyfî değerlendirmeler ve dinsel

dogmalarla dolu tarih yazıcılığı karşısında tarih yazma işinin filozofça bir

etkinliği gerektirdiğini ileri sürmüştür. İbn Haldun’un umran ilminin ışığı

altında yazılmasını önerdiği tarih yazıcılığına benzer biçimde, Voltaire de

tarihin “ulusların genel idelerine” yönelmesi gerektiğini savunmuştur.

Çünkü bu ideler toplumların yaşamları üzerinde, doğa yasalarının doğa

olaylarını belirlemesine benzer bir belirleme gücü taşırlar.70

Herder’in (1744-1803) tarihin amacını “humanite” olarak görmesi

ile İbn Haldun’un asabiyenin amacını hadarî yaşam biçimine geçme ve

devlet kurma olarak görmesi arasındaki benzerlik de ilgi çekicidir. Şu

farkla ki, İbn Haldun’a göre uygarlaşmanın belli bir basamağında

yozlaşma ve çöküş kaçınılmazdır. Oysa Herder’e göre insanlık, değişen

derece ve orantıda hep “humanite”ye, yani akıl ve adalete doğru

ilerlemeye çalışır. Bu amaca yönelmiş olan güçlerin dengesi bozulursa,

insanlık zorlu sarsıntılarla bile olsa, bu dengeyi yeniden kurmaya

çalışır.71

Tüm bunların ötesinde İbn Haldun’un organizmacı yaklaşımı ile

Comte, Spencer ve Spengler gibi sosyologların yaklaşımı arasındaki

68 Edward Hallett Carr, Tarih Nedir?, s. 104

69 Ülker Gürkan; “Montesquieu ve Kanunların Ruhu”, Ankara Üniversitesi

Hukuk Fakültesi Dergisi, Yıl: 1988, C: 40, Sayı: 1-4, Ankara 1988, s. 12,17

70 Doğan Özlem; Tarih Felsefesi, s. 60–61

71 Macit Gökberk; Kant ve Herder’in Tarih Anlayışları, Yapı Kredi Yay.,

İstanbul 1997, s. 148-149

benzerliğe de değinmeden geçemeyeceğiz. Bilindiği gibi, Batı

düşüncesinde 19. yüzyıldan itibaren Descartes’ın mekanist görüşünün

toplum bilimlerine uygulanmasındaki güçlükler nedeniyle ve Darwin’in

de olağanüstü etkisiyle, toplum bilimlerinde organizmacı görüş belli bir

ağırlık kazanmıştır. Bu yönde Darwin’in görüşünün bilimsel düşünceye

katkısı, toplum bilimcilerin biyolojiden esinlenerek toplumu bir

organizma olarak düşünmelerine yol açmasıdır. Daha da önemlisi, tarihi

bilimin içine sokmasıdır. Darwin’le birlikte bilim artık, durağan ve zaman

dışı bir şeyle değil, değişim ve gelişim süreciyle ilgilenmeye

başlamıştır.72 Böylece Comte, Spencer, Spengler, Durkheim, Marx,

Pareto ve Malinowski gibi sosyologlar toplumun yapısı ve gelişimi ile

organizma arasındaki benzerliklere çeşitli açılardan yaklaşmışlardır. Şu

var ki bu düşünürler daha çok ilerlemeci bir anlayışa sahiptir ve toplumorganizma

benzerliğini, Farabi’de olduğu gibi yapısal açıdan ele alırlar.

Bunlar içinde Spengler’in yaklaşımı ise İbn Haldun’a daha yakındır. Öyle

ki Spengler, toplumların da tıpkı canlılar gibi doğup, gelişip, öldüklerini

ileri sürmüştür.73



Sonuç

İbn Haldun Ortaçağ İslam düşüncesinde Aristotelesçi felsefe

geleneğinin tüm etkilerinin silindiği bir dönemde toplumsal ve politik

olgulara yeni bir bilim dalıyla yaklaşma iddiasıyla ortaya çıkmıştır. O,

kendisinden sonra gelenlerin de bu yeni bilimin problem alanını

genişletmelerini ve daha derin bir araştırma sürecine girmelerini

beklemiştir. Ancak İbn Haldun’un bu beklentisi İslam dünyasında

gerçekleşmemiştir. Batı dünyasında ise ancak 17. yüzyılda İbn

Haldun’unkine benzer nitelikte kuramlar çıkmıştır. Batı’da Vico,

Dilthey, Herder, Spengler, Toynbee, Comte, Max Weber gibi düşünür ve

filozoflar tarafından ortaya konan kuramlarla İbn Haldun’un kuramının

etki bağlamında değil, fakat paralellikler ve farklılıklar bağlamında

karşılaştırılması özellikle İslam dünyasında sosyolojik düşüncenin

gelişememesinin nedenlerini çözümlemede önemli katkı sağlayacaktır.

72 Edward Hallett Carr, Tarih Nedir?, s. 68

73 Oswald Spengler; İnsan ve Teknik, (çev: Kamil Turan), Töre-Devlet yay.,

İstanbul 1973, s. 17.

İbn Haldun’un seleflerinden ayrılan özelliği, toplumsal olguları

doğal ve tarihsel gelişim koşullarına uygulaması ve onun yasalarını yeni

bir bilim dalının konusu içerisinde gösterme başarısıdır. Şu var ki İbn

Haldun, bu yeni bilim dalıyla Farabi ve İbn Sina çizgisindeki geleneksel

felsefeden kopuşun da Gazali’den sonraki önemli bir durağında yer alır.

İbn Haldun özellikle Batı Afrika İslam devletlerindeki çözülüşün doruk

noktasına ulaştığı, halk içinde boş inançların yayıldığı ve yerleştiği bir

zamanda yaşaması ve klasik felsefe geleneğinin ortaya çıkan toplumsal

sorunlara çözüm getiremeyişi karşısında yeni bir paradigma

önermektedir. Nesnellik ve doğal nedensellik ilkeleriyle biçimlenmiş bu

yeni paradigmada metafiziğin yerini tarihsel olaylar almıştır. Şu var ki

önceki filozoflar tarafından doğruluğu zayıf bir bilme etkinliği olduğu

için bilimler sınıflamasında dahi herhangi bir yeri olmayan tarih, İbn

Haldun’un düşüncesinde nesnel bir zemine oturtulmaya ve umran ilmi

sayesinde sınanabilir alana çekilmeye çalışılmıştır.

Bu bağlamda İbn Haldun’un toplumsal ve politik olguların

çözümlemesine iki açıdan yenilik getirdiği söylenebilir: Birincisi tarihsel

olayların denetlenmesi amacıyla ortaya koyduğu ve “umran ilmi” adını

verdiği yeni bir bilim dalını ortaya koyması, İkincisi ise yöntemsel

açıdandır: İbn Haldun “umran ilmi”nin konusu olan sosyal ve siyasal

olguları tarihsel açıdan değerlendirme yönünde yöntemini akılcı ve

eleştirel bir zemine oturtur. Böylece İbn Haldun sosyal bilimlerdeki

yöntem sorununa ve özellikle tarih-sosyoloji olmak üzere sosyal

bilimlerin birbirleriyle ilişkileri sorununa özgün bir katkı sağlamıştır.

Toplumsal araştırmalar ve tarihsel araştırmalar birbirinden kopuk ele

alınamaz. Çünkü toplumsal araştırmalar tarihsel olguların

denetlenmesinde en güvenilir malzemeyi sunar. Böylece bir teoria

etkinliğine dönüşen tarih de toplumsal ve politik olguları anlamanın

güvenilir yolu olur.

Umran ilmi ile tarih arasıda kurulan bu ilişkinin başarısı, kuşkusuz,

toplumsal olguların bugünkü işleyişi ile bu olguların tarihsel gelişimi

arasında kurmaya çalıştığı uyumdur. Böylece bir toplum kendi geçmişine

daha uygun ve gerçekçi bir tavırla yaklaşabilecektir.

Bunun yanı sıra İbn Haldun’un kuramı, kendi zamanı bağlamında

çöküş halinde olan Batı İslam devletlerine umutsuzca bakışını yansıtır.

Türk dünyasındaki gelişmelerle ilgili sınırlı bilgisi olan İbn Haldun bu

yüzden önemli ölçüde çöküş psikolojisi içeren bir eser yazmıştır. Bu

durum İbn Haldun’u da yücelterek Mukaddime’yi “kendi türü içerisinde

en büyük eser” olarak niteleyen Arnold Toynbee’nin I. Dünya savaşı

sonrası umutsuzca ortaya koyduğu döngüsel teorisiyle karşılaştırılabilir.

Yine bu bağlamda İbn Haldun’un kendisinden sonra takipçisinin

olmamasının en önemli nedeninin de eserinde hissedilen bu umutsuzluk

olduğu düşünülebilir. Nitekim Osmanlı tarihçileri ve devlet adamları da

İbn Haldun’a 17. yüzyıla kadar gerekli değeri vermemişlerdir. Çünkü

tarihte gözlemlenen ilerlemelerin zamanca ve mekanca sürekli olmadığı

yönünde bir düşünce, ilerleme halinde olan bir devlette çok fazla itibar

görmeyecektiR.



KAYNAKÇA

ARİSTOTELES; Poetika, (Çev. İsmail Tunalı), Remzi Kitabevi, İstanbul

2002.

ARSLAN, Ahmet; İbn Haldun, Vadi Yay. Ankara 2002.

CARR, Edward Hallet; Tarih Nedir?, (çev.: Misket Gizem Gürtürk),

İletişim Yay., İstanbul 1993.

CEVİZCİ Ahmet; Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yay., İstanbul 2005.

CORBİN, Henry; İslam Felsefesi Tarihi-İbn Rüşd’ün Ölümünden

Günümüze, (Çev. Ahmet Arslan), İletişim Yay., İstanbul 2007.

DE BOER, T. J.; İslamda Felsefe Tarihi, (çev. Yaşar Kutluay), Anka

Yay. İstanbul 2004.

EL-CÂBİRÎ, Muhammed Âbid; Felsefî Mirasımız ve Biz, (çev: Said

Aykut) Kitabevi Yay., İstanbul 2000.

FARABİ; Fusûlün Müntezea, (neşr: Fevzi Mitri Neccar) Beyrut 1993.

FARABİ; Kitâbü Ârâi Ehli’l-Medîneti’l-Fâzıla, (neşr: Albert Nasri

Nader), Beyrut 1991.

GÖKBERK, Macit; Kant ve Herder’in Tarih Anlayışları, Yapı Kredi

Yay., İstanbul 1997.

GÜRKAN, Ülker; “Montesquieu ve Kanunların Ruhu”, Ankara

Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Yıl: 1988, C: 40, Sayı: 1-4,

Ankara 1989.

HASSAN, Ümit; İbn Haldun’un Metodu ve Siyaset Teorisi, Toplumsal

Dönüşüm Yay., İstanbul 1998, s. 28-29

HİZMETLİ, Sabri; İslam Tarihçiliği Üzerine, Diyanet İşleri Başkanlığı

Yay., Ankara 1991.

HÜLAGÜ, Orhan; Farabi ve İbn Haldun’da Devlet Düşüncesi,

Kırkambar Yay., İstanbul 1999.

İBN HALDUN, Et-Tarifu bi-İbni Haldun ve Rıhletehu Garben ve Şarken,

Kahire 1951.

İBN HALDUN; Mukaddime, C: I, (çev.: Zakir kadiri Ugan), Milli Eğitim

Bakanlığı Yay., İstanbul 1989.

İBN HALDUN; Mukaddime, C: II, (çev.: Zakir kadiri Ugan), Maarif

Basımevi, Ankara 1954.

İBN HALDUN; Mukaddime, C: III, (çev.: Zakir kadiri Ugan), Milli

Eğitim Bakanlığı Yay., İstanbul 1970.

Mustafa YILDIZ 55

İNAN, Kemal; “Üçüncü Dünya: Taşralılıktan Evrenselliğe”, Tarihselcilik

ve Gelenek içinde, Vadi Yay., Ankara 1993.

LAKHASSİ, Abdurrahman, “İbn Haldun”, (çev. Şamil Öçal, Hasan

Tuncay Başoğlu), İslam Felsefesi Tarihi içinde, C. I, ed. Seyyid

Hüseyin Nasr, Oliver Leaman, Açılım Kitap, İstanbul 2007.

LAMBTON, Ann K. S., State and Government in Medieval Islam,

Oxford University Press, New York 1991.

LARAUİ, Abdullah; Tarihselcilik ve Gelenek, (çev.: Hasan Bacanlı),

Vadi Yay., Ankara 1993.

MAHDİ Muhsin; Ibn Khaldun’s Philosophy of History: A study in the

philosophic foundation of the science of culture, George Allen &

Unwin, London 1957.

OLGUNER, Fahrettin; “Uluğ Bey Devri İlim-Felsefe Zihniyeti: Tarihi

Kökleri ve Sebepleri”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Sayı 4,

Konya 1997, s. 139-146.

ÖZLEM, Doğan; Tarih Felsefesi, İnkılap Yay., İstanbul 2001.

SPENGLER, Oswald; İnsan ve Teknik, (çev: Kamil Turan), Töre-Devlet

Yay., İstanbul 1973.

TOGAN Zeki Velidi, Tarihte Usul, Enderun Yay., İstanbul 1985.

ULUDAĞ, Süleyman, “İbn Haldun” maddesi, İslâm Ansiklopedisi, TDV,

C.19, İstanbul 1999.

ÜLKEN, Hilmi Ziya, Ziyaeddin Fahri; İbn Haldun, Kanaat Kitabevi,

İstanbul 1940.

ÜLKEN, Hilmi Ziya; İslam Düşüncesi: Türk Düşüncesi Tarihi

Araştırmalarına Giriş, Ülken Yay., İstanbul 2000.

WALSH W. H.; Tarih Felsefesine Giriş, (çev.: Yusuf Ziya Çelikkaya),

Hece yay., Ankara 2006.

Ziyaret -> Toplam : 125,26 M - Bugn : 17474

ulkucudunya@ulkucudunya.com