« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

26 Haz

2007

Farklı bir değerlendirme

Mehmed NİYAZİ 26 Haziran 2007

Aslında tarihi çağlara, devirlere ayırmak mümkün değildir; çünkü her olayın bir sebebi vardır; ama olay gerçekleşti mi o da bir başka olaya sebep olur. Böylece olaylar sebep ve sonuç ilişkisiyle bir zincir oluşturur, kesintisiz bir halde, tarihin derinliklerine uzayıp gider.
Fakat yazmada ve öğrenmede kolaylık olması için tarih çağlara ve devirlere bölünmüştür. Tabii bu bölünmeler tamamen rastlantıya dayanmaz; önemli bulunan bir olay nirengi noktası kabul edilir; Roma'nın ikiye bölünmesinin veya Batı Roma'nın yıkılmasının Avrupa bakımından İlkçağ'ın sona ermesi gibi.

Tarihimiz de çeşitli şekilde tasnif edilmiştir. Dini, aynı zamanda kültür ve medeniyeti belirleyici unsur kabul edenler, tarihimizi İslamiyet öncesi ve sonrası diye iki ana devire ayırırlar. Rıza Nur ve Nihal Atsız ise tarihimizi coğrafyayı esas alarak değerlendirirler: Orta Asya ve Ön Asya Türk Tarihi. Orta Asya'da kurulan Hunlar'ı, Göktürkler'i, Uygurlar'ı ayrı devletler kabul etmezler. Aynı devlette, belli bir aileden gelen hanedan değişikliği olarak görürler. Ön Asya'daki devletlerimizi de bir devletin devam etmesi şeklinde nitelendirirler.

Türk tarihinin devirlere ayrılmasında, değer verilen fenomenler asıl alınmalıdır. İlk metinlerimiz olan Yenisey ve Orhun Abideleri'ne bakınca, "Millet" kavramının her şeyin üstüne çıktığını görürüz. Kitabelere kulak verince, şu feryadı işitiyoruz; "İlli milletidim, ilim şimdi hani! Türk milleti öldün, yine öleceksin!" Akıl almaz fedakarlıklar millet için yapılıyordu. Kürşad'ın 39 arkadaşıyla Çin sarayını basmaya kalkması, milletine cinnet derecesinde bağlılığının sonucu idi. Her şey millet için yapıldığına göre bu yüzyıllar "milletim" dönemiydi.

Gün geldi, Müslüman olduk; Allah şahittir ki hem de güzel Müslüman olduk. Gökten Atalarımızın adlarını indirdik; oraya Allah'ımızın, Peygamberimiz'in adlarını yazdık. Sadece onlar bize heyecan veriyordu; onların uğruna ölmeyi cennetle bir görüyorduk. Ümmetimiz bizim için her şeydi; hakanımız, müderrisimiz, dağdaki çobanımız "ümmetim" diyordu. 12 Eylül 1600'de Kanije kalesini kuşattığımızda, burada 170 Türk bulunuyordu. Pek çoğu çocuk ve kadındı. Almanlar onları barut mahzeninin yanındaki boş yere hapsederek sabotaj yapmalarının, kaleden haber uçurmalarının önüne geçmek istediler. Türklerin hayatlarını, çocuklarını ve kadınlarını feda etmeyi göze alıp depoyu ateşleyeceklerini akıllarının ucundan geçirmiyorlardı. Fakat Türkler, onların düşünmediklerini yaptılar; barut deposunu ateşleyip hepsi şehit oldu. Onların, ümmetleri için yaşadıklarını bilmeyen Almanlar barutsuz kaldılar; 22 Ekim'de teslim oldular. İşte bu devrimiz "Ümmetim dönemi" idi.

Üstünlüğü ele geçiren Avrupa, yanında Rusya'yı da bulunca, dünyanın en kindar hücumlarına uğradık. Devletimizi ayakta tutabilirsek, varlığımızı sürdürebileceğimizi idrak ettik. "Ya devlet başa, ya kuzgun leşe" dedik. Gazi Osman Paşa'nın bir panter gibi direnmesinde, Şerife Bacı'nın Kurtuluş Savaşı'nda askerlerimize mermi taşırken, kar, niteliklerini bozmasın diye urbalarının bazılarını üzerlerine örtüp donmasında "Devletim" yaşasın şuuru vardı.

Devletin işlevini yerine getirmesinde sistemler ortaya çıktı. Gerçekten de insan hayatında etkilidirler. Ne şaşılacak şeydir ki yeni keşfetmişçesine onlardan birine sarıldık. İç hasımlarımızı bertaraf etmek için biricik silah haline getirdik. Bilhassa son günlerde ekranları seyrederken artık ne millet, ne de devlet diye bir değer kalmadığını anlıyoruz; zira ağzını açan "Rejimim! Rejimim!" diyor.

Ziyaret -> Toplam : 125,33 M - Bugn : 90617

ulkucudunya@ulkucudunya.com