« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

28 Şub

2011

KÜÇÜK HİKÂYE YAZARI OLARAK ÖMER SEYFETTİN

OLCAY ÖNERTOY 01 Ocak 1970

Edebiyatımızda küçük hikâye yazarı olarak önemli bir yer alan

Ömer Seyfettin'in incelenmesine geçmeden önce, ona gelinceye kadar,

edebiyatımızda küçük hikâyenin durumunu kısaca gözden geçirelim.

Bizde küçük hikâye, bilindiği gibi, Tanzimat devrinde, diğer batılı

edebî türlerle beraber görülmeye başlar. Bu devirde ilk batılı hikâye

yazarı olarak Ahmet Mithat'ı tanıyoruz. Ancak Ahmet Mithat, küçük

hikâyeden çok, bazıları hacim bakımından romana yaklaşan büyük

hikâyeler yazmıştır. Henüz vaka yaratmakta da tecrübesiz olan yazar,

çoğunlukla, Fransız hikâye ve fıkralarını ya da işittiği birtakım gerçek

olayları istediği gibi değiştirip hikâyelerine vaka yapmıştır. Esaslarını

batılı hikâyelerden almakla beraber, bu hikâyeler, hiçbir zaman tam

bir batılı hikâye tekniğine sahip olamamıştır. Ayrıca yazar, hitap ettiği

geniş okuyucu kütlesinin, halk ve meddah hikâyelerine olan alışkanlığım

da göz önünde tutarak bu hikâyelerin anlatılış tekniğinden

geniş ölçüde faydalanmıştır. Gerçek batılı tekniğe sahip ilk küçük hikâyeler,

1885 ten sonra verilmeye başlanmıştır. Uzun süre bu tip hikâyelerin

Sami Paşazade Sezai Bey tarafından yazıldığı söylenmişse de,

basılış tarihlerinin daha eski oluşu, Halit Ziya'mn hikâyelerinin batık

tekniğe tamamıyle uygun ilk hikâyeler olduğu gerçeğini ortaya çıkarmıştır.

Sayıları iki yüze yaklaşan hikâyelerinde yazar, daha çok şehir

yaşayışının mahalle içlerine ve fakir çevrelerine yönelmiş, bu çevrelerdeki

herhangi bir yönden dikkati çeken tamnmış tipler üzerinde durmuştur.

Aşkın ikinci planda kaldığı bu hikâyelerde, daha çok, kişilerin

çevreden gelme bazı ıstıraplarının tasvir ve tahliline çalışan yazar, batılı

roman tekniğinde sağladığı başarıyı hikâyelerinde de sağlayarak

tamamen batılı tekniğe sahip hikâyelerin ilk örneklerini vermiştir.

138 OLCAY ÖNERTOY

Ancak dil ve üslûp yönünden Servet-i Fünûn'un ağır dilinden kendisini

kurt aramamıştır.

Servet-i Fünun devrinde, genel olarak, küçük hikâyenin bir gelişme

gösterdiği görülür. Halit Ziya'dan sonra Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit

ve bu devrin hikâye yazarı olarak tamnan Ahmet Hikmet teknik bakımından

oldukça mükemmel hikâyeler yazmışlardır. Bu devirde, genel

olarak, hikâyelerin temaları kişisel ya da aile ve mahalle çevresini aşmayacak

kadar sosyâldir. Yalnız Ahmet Hikmet, Türk tarih ve medeniyetinin

değerini, Türk yaşayışının özelliklerini işlediği bazı hikâyelerinde

bunlardan ayrılır.

Fecr-i Ati topluluğunda ise Servet-i Fünun'u aşan bir hikâye yazarlığı

görülmez.

Servet-i Fünun'dan sonra en olgun tekniğe sahip hikâyeler yazan

ve küçük hikâyeyi bir yazarın başlı başına bağlanacağı bir edebî tür

haline getiren, Ömer Seyfettin'dir. Ondan önce küçük hikâye, yazarların

yazı hayatına başlamaları ya da romana geçebilmeleri için bir

basamak yerine kullanılmıştır. Yazı hayatına şiir yazarak giren Ömer

Seyfettin, ilk denemelerini henüz bir ortaokul öğrencisi iken yapmaya

başlamışsa da bu şiirler 1900 yılında yayınlanabilmiştir.

Şiirden hikâyeye geçen yazar, hikâye yazmaya, Fransızca öğrenip,

Fransız edebiyatını tanıdıktan sonra başlamıştır. Fransız edebiyatından

ilk beğendiği yazar, Guy de Maupassant'dır. Ona göre Maupassan'ın

hikâyeleri "insana gerçeği öğrettiği, insanı gerçeği görmeye ve düşünmeye

akştırdığı için" güzeldir, önce hikâyelerinden çeviriler yaptığı

bu yazarı, hikâyelerini yazarken örnek olarak almıştır. Maupassant'la

beraber örnek aldığı bir ikinci yazar da gene Fransız realist yazarlarından

Emil Zola'dır. Ömer Seyfettin, hikâyecilikteki ilk ününü Genç

Kalemler (1911) dergisinde yayınlamaya başladığı hikâyelerle sağlamıştır.

Bugün sayısı 135'i bulan hikâyelerini bu tarihten ölümüne kadar

geçen dokuz yıl içinde yazmıştır. Bu devrenin en verimli yılları ise,

1917-1920 yıllan arasında geçen üç yıldır. Bu üç yılda, 91 hikâye yayınlayan

Ömer Seyfettin'in bir hikâye yazan olarak, edebiyatımızda aldığı

önemli yerin temeli atılmış olur.

Ömer Seyfettin'in hikâyelerinde ilk göze çarpan özellik, temalardaki

genişliktir. Temaların genişlemesinde ve konu çeşitliliğinde onun,

çevresindeki ya da kendi başından geçen en ufak olaylardan, bazen



anlatılan bir fıkradan bile hikâye çıkarabilme yeteneğinin büyük rolü

vardır. Ondaki bu özelliği, hatıra defterinden alınan aşağıdaki satırlar

açık olarak gösteriyor:

"Ben her şeyden, en ehemmiyetsiz bir fıkradan, bir cümleden bir

hikâye, koskoca bir roman çıkarabilirim. Sanat, o hikâyeyi, o romanı

çıkardığım ehemmiyetsiz şey değil, benim o şey etrafında canlandırdığım

hayattır.

Hikâyelerinin çoğunda görülen çocukluğundan başlayarak yaşayışının

çeşitli evreleri ile ilgili izlenimler hikâye yazmada gerçekçiliği esas

aldığının açık bir delilidir. "And, Falaka, Kaşağı, îlk Namaz, îlk Cinayet

" gibi hikâyeleri çocukluk yıllarının izlenimlerini yansıtır.

örneğin; Falaka hikâyesindeki, "Mektep biraz daha ileride... alçak

duvarlı, oldukça geniş bir avlunun ortasında idi. Bir kattı; etrafında

yükselen büyük kestane ağaçlarının birbirine karışmış koyu gölgeleri

bütün çatısını kaplardı." şeklinde yapılan okul tasviri kendi gittiği

okuldur. Bunun gibi çevresini yansıtan pek çok örnek verilebilir.

Yazarın hastalandıktan sonra en çok şikâyet ettiği de, yazmak

için konu bulamamak olmuştur. Son hikâyesi olan "Kurumuş Ağaçlar",

gene konu bulamamaktan şikâyet ettiği bir gece, evlerine sık sık gittiği

Ali Canip'in annesinin anlattığı masaldan çıkarılmıştır. Konularının

çoğunu sosyâl yaşayıştan alan yazarın amacı millî şuuru kuvvetlendirmek

ve Türkiye'nin medenî kalkınmasına hizmet etmektir. Edebiyatı

bu yönden büyük bir yardımcı olarak kabul ettiğini, II. Meşrutiyet'

in ilânından kısa bir süre önce Ali Canip'e gönderdiği mektubun

aşağıdaki satırları açıklıyor.

"Ben, edebiyatta, yalnız sanata kaail olamam. Yalnız sanata kaail

olsam, edebiyatı çok küçük görmüş olacağım. Halbuki o, benim nazarımda

o kadar büyüktür ki... Cehaletin, nâsûtî (dünyalık) duyguların

alçalttığı beşeriyet için onu bir hâris (muhafız) addederim. Nazarımda

edipler, insanlara, âdiliklere karşı nefreti talim ettiren mürşitlerdir..."

Bu düşünüşü ile, Yakup Kadri ve Hüseyin Rahmi'nin romanlarında

yaptıklarını o hikâyelerinde yapmaya çalışmıştır.

Kendisinden önce yazılmış hikâyelerde aile ve mahalle çevresini

aşamayan sosyâl temalar, Ömer Seyfettin'de toplumun ortak problemleri

haline gelmiştir, özellikle, "Tuhaf Bir Zulüm, Kurbağa Duası, Falaka,

Yalnız Efe, Hâtiften Bir Seda, Kerâmet" gibi hikâyelerinde cehalet

ve taassubu, kahramanı Efruz Bey olan hikâyelerinde de aldıkları

yabancı kültürle benliğini kaybetmiş, dejenere olmuş sahte aydınları

ele almıştır. Bir kısım hikâyelerinde ise, imparatorluktaki Türk unsurunda

millî şuuru uyandırma amacını güttüğü görülür. Bu tip hikâyeleri

arasında "Beyaz Lâle, Bomba, Hürriyet Bayrakları, Bahar ve Kelebekler,

Primo Türk Çocuğu, Kızıl Elma Neresi ve Çanakkale Savaşından

sonra yazdığı Fon Sadrıştayn'ın Oğlu" en çok tanınmış olanlarıdır.

Yazılışlarında 1. Dünya Savaşı'nın yarattığı duyguların etkisi de

düşünülebilen bazı hikâyelerinde ise, Türklerde kendine güven duygusunu

kuvvetlendirme amacı güdülmüştür. Bu hikâyelerin konuları

Osmanlı tarihinin kahramanhk olaylarından alınmıştır. "Vire, Başım

Vermeyen Şehit, Penbe İncili Kaftan, Forsa, Topuz" adlarını taşıyan

hikâyeleri bu konuda ve herkes tarafından bilinen hikâyelerdir. Gizli

Mabet adı altında topladığı hikâyelerinde ise Batı'nın, Doğu'yu ne

kadar yüzeyde kalan bilgilerle tanıdığı tenkid edilmiştir. Bu hikâyeleri

yanında aşk temasını işlediklerinin sayıca pek az olduğu görülüyor.

Kısaca konularını belirttiğimiz hikâyeleri, yazarın ele aldığı ağırlık

noktasının, "medenî seviyemizin. yükselmesine engel olan sosyâl aksaklıkların

tasvir ve tenkidi" olduğunu gösteriyor. Yazar, bu tenkitlerinde,

Hüseyin Rahmi ve Refik Halit gibi, mizahı tercih etmiştir. Mizah,

Ömer Seyfettin için, hiçbir zaman, bir özenti olmamıştır. Yakın arkadaşlarının

belirttiklerine göre Ömer Seyfettin, yaradılış itibarile, yaşamaktan

derin bir zevk duyan, bedbinlik nedir bilmeyen, kederden

kaçma çarelerini arayan bir tiptir. Sade yazarken değil, konuşurken de

nükte yapmaktan ve hicvetmekten hoşlanır. Bu yaradılışta olan bir

kimsenin tenkitlerinde mizahı tercih etmesinden tabiî bir şey olamaz.

Mizah unsuru hikâyelerine iki fayda sağlamıştır. Bunlardan birincisi,

hikâyelerinin daha ilgi çekici ve sevimli bir hâle gelmesi; ikincisi de,

alay etmenin tenkit bakımından taşıdığı kuvvetli etkisinden faydalanarak

tenkitlerinin daha etkili bir duruma gelmiş olmasıdır. "Yüksek

ökçeler, Koç, Külâh, Nasıl Kurtarmış?, Çakmak" gibi hikâyeleri ise,

sosyâl tenkit amacı güdülmeden, doğrudan doğruya mizahla ilgili olarak

yazılmıştır.

Bütün gücünü sosyâl tenkide yönelttiği hikâyelerinde psikolojik

bir derinlik bulunmamakla beraber, karakter yaratmada büyük bir

yeteneğe sahip olduğu muhakkaktır. Hikâye kahramanlarının bazı

lannda kendi karakterini vermeye çalışmıştır, özellikle "Penbe İncili

Kaftan" hikâyesinin kahramanı olan Muhsin Çelebi'nin karakterini

belirtmek için yazdığı aşağıdaki satırlar, kendi izzet-i nefsine düşkün,

başkalarınınkine de aynı derecede saygı gösteren kişiliğinin tasvirinden

ibarettir.

"Namusuyle yaşar, kimseye eyvallah etmezdi. Yegâne mefkuresi

Allah'tan başka kimseye secde etmemek, kula kul olmamaktı... İnsan,

her mevcudun üstünde idi. Kuyruğunu sallaya sallaya efendisinin pabuçlarını

yalayan köpeğe tebasbus pek yakışırdı. Ama insana...."

Ömer Seyfettin'in unutulmayan tiplerinden biri Efruz Bey, diğeri

de ona karşı yarattığı Câbi Efendi'dir. Efruz Bey romanının ilk bölümü

yayınlandığı sırada Vakit gazetesinde çıkan bir ilânda Efruz Bey'in

memleketimize âit bazı tiplerin, bazı eğilim ve alışkanlıkların sanatçı

bir mübalâğa ile çizilmiş bir karikatürü olduğu belirtilmiştir.

Romanın her bölümünde ayrı bir yönü ile görünen Efruz Bey,

Batı kültürünü sadece bir şekil ve bir kalıp olarak benimseyen, bu arada

millî duygularını tamamen kaybeden, davranışı, anlayışı, kıyafet ve

yaşama düzeni ile halktan kopan, onu etkilemek ve işlemek yerine, ona

karşı cephe alan bir yarı aydın tipini canlandırır. Yazar böylece, yenileşme

hareketinin sakat yönlerini göstermiştir.

Ali Canip Yöntem, onun, kendi karakterine hiç uymayan bu tipin

üzerinde niçin bu kadar durduğunu ölümünden sonra yazdığı bir yazısında

şöyle belirtir: "Şüphesiz caka satanları, nümayişçileri hiç sevmezdi.

Fakat hayatlarıyle çok meşgul olurdu. Edebiyatına bile soktu: Efruz

Bey serisini, bunları maskara etmek için yazdı."

Yazarın, bu tiplerin acz içinde bulundukları için şarlatan oldukları

düşüncesinde olduğunu "Sivrisinek" adlı hikâyesinde Efruz Bey'i uyarmak

için söylediği şu sözlerden anlıyoruz.

"Kuvvet zaaf'ın zıttıdır. Liyâkat kuvvetten daha ulvî, daha âlî,

daha yüksek bir şeydir. Kuvvet vücutsa liyâkat ruhtur. Anladın mı

Efruzcuğum; ben sende liyâkat olmadığını aczinden anlıyorum. Aczini

de şarlatanhğmdan anlıyorum. Çünki şarlatanlık aczin en bariz bir

seciyesidir.

Aciz daima şarlatan İşte sevgili Efruz, senin mânevî vaziyetin!

Senin için yapılacak yegâne şey, evvelâ liyakatin ne olduğunu

öğrenmek, sonra ona sahip olmağa çalışmaktır."



Ömer Seyfettin, kendisinin hiç sevmediği Efruz Bey'le, Meşrutiyetle,

Birinci Dünya Savaşı arasındaki derin çöküntüyü gösterebilecek

önemli bir tip aradığını, romana başlarken yazdığı, Efruz Bey'den af

dileyen girişte belirtiyor:

"Herkes seni, bizzat kendisi kadar tanır, Efruzcuğum! Bugün hiç

kimse sana yabancı değildir, çünki sen "hepimiz" değilsen bile 'hepimizden'

bir parçasın."

Birinci Dünya Savaşı'nın son yıllarındaki olayların izlenimleri ve

kendisinin bu yıllarda üzerinde durduğu "ilim başka şey, irfan başka

şey" sözünün etkisi ile yarattığı Câbi Efendi ise akıllı, olgun, halktan

çıkmış ve ondan kopmamış, halk filozofu diyebileceğimiz "ârif adam"

tipi ile, Efruz Bey'in tam karşıtıdır. Dengeli yaşayışı, olgun davranışları,

dilinde ve hareketlerindeki halk kaynağından gelen yerli ve millî

özellikler de Ömer Seyfettin'in son günlerindeki duygularını yansıtır.

Bunların yanısıra, "Rütbe" ve "Velinimet" adlarındaki hikâyelerin

kahramanı "Logaritmacı Hasen"la, "Yalnız Efe" ve "Fon Sadrıştayn'ın

Oğlu" başarıh olarak verilmiş tiplerdendir.

Bunlar dışında yazar genel olarak, devrinin genç kız ve erkekleri

ile de ilgilenmiştir. "Çirkinliğin Esran"ndaki Ali Bey ve (kurbağa çehreli)

olarak tasvir edilen Câbi Efendi dışında hepsi de fizik yapılan bakımından

güzeldirler.

Yazar tiplerin fizik yapılarını verirken bazen aşağıdaki örnekte

görüleceği gibi bütün ayrıntılanyle okuyucunun gözleri önünde canlandırabileceği

şekilde tasvir eder.

"Kısm-ı Süflâsı kaba ve şişman, üst tarafı narin, fakat her halde

gayet muntazam bir vücut... İnce uzun kaşlar, solgun ve asabi bir çehre,

ciddî kadınlara has, meselâ muallime, rahibe gibi, bir hüsn-i lâtif, bir

hüsn-i mahzun... Siyah gözleri altın bir gözlüğün camları arkasından

daha fazla parlar gibi görünüyordu."1

Bazen de bir kaç kelime ile yapıhp gerisi okuyucuya bırakılmış

tasvirler görülür.

" Uzunca bir boy, hayalin üstünde güzel bir çehre,

mutlaka bir dahinin elinden çıkmış zannolunacak bir vücut "2

gibi.

1 "Bahar ve Kelebekler", "Beşeriyet ve Köpek" hikâyesi, s. 21



Sosyal yönden yazar, özellikle savaş yıllarının yarattığı zenginlerin

ve milyonerlerin yaşayışı üzerinde ısrarla durmuştur. Bir takım dalaverelerle

servet sahibi olan bu zenginlerin, zengin oluş sebeplerine çeşitli

örnekler göstermiş, kendi yaradılışına hiç uymayan bu çeşit davranışlardan

duyduğu nefreti mizah altına gizlemek istemişse de açıkça belli

etmiştir. Yazarın, hikâyelerinde ağırlığı sosyâl konulara verişi tiplerde

de kendini göstermiş ve sosyâl durumları başarılı olarak verilmiştir.

Yazar, derin psikolojik tahlillere gitmemekle beraber, tiplerin psikolojik

durumlarını okuyucuyu etkileyecek kadar canlı olarak verebilmiş

ve oldukça değişik psikolojik yaratılışa sahip tipler yaratmıştır,

özellikle kendisinin hiç bir zaman bağdaşamayacağı, bencil, zalim, para

yönünden ihtiraslı, kötü alışkanlıklara sahip, iradesiz kişiler üzerinde

fazlaca durmuş ve onları mizâhî kalemiyle küçük düşürmek için elinden

geleni yapmıştır.

Hikâyelerinin sevilerek okunmasında dilinin de önemli bir rolü

olduğu için ondaki türkçe anlayışı ve dili türkçeleştirme çabasına kısaca

göz atalım.

Milliyet unsuruna verdiği değer yazarı, Osmanlıcayı Türkçeleştirme

hareketinin öncüsü yapmıştır. Genç Kalemler dergisinin birinci

sayısına yazdığı "Yeni Lisan" başlıklı imzasız başmakalede o günün

dili ve düzeltmek için neler yapmak gerektiği üzerinde geniş olarak

durmuştur.

Yazar bu makalesinde, o günlerde ağızlarda dolaşan, "halkın okumadığı,

kitap satılmadığı" yollu şikâyetlere sebep olarak en başta kitapların

dillerinin kendi tabiri ile "medrese dilinden" farksız oluşunu

gösteriyor. Eski edebiyatın "Iran taklidi" yeni edebiyatın da "Batı

taklidi" oluşu yüzünden edebiyatsız kalan halk anlamadığı bir dilde

yazılan kitaplara karşı tabiî olarak ilgisiz kalıyor.

Aynı makalede, Osmanlıcanm Türkçe demek olmadığını da şu sözlerle

ifade ediyor:

"Osmanlılık bir devlettir. Asla bir millet değildir. Osmanlılık bir

milliyet olmayınca tabiî 'Osmanlıca' diye bir lisan da olamaz.

Osmanlı devletinin ülkesindeki Arap yurdunda oturan Arap milletinin

lisanı nasıl Arapça ise, Türklerin lisanı da Türkçedir, Osmanlıca

değildir. Arapça Osmanlı devletinin haricindeki Türklerin bütün Türk

Milletinin lisanıdır."



Bunları söylerken yıllarca önce, Şemsettin Sami Bey'in anlatmaya

çalıştığı bu açık gerçeğin hâlâ anlaşılamamış olduğunu görmekten ve

aynı şeyleri tekrarlamaktan utanç duyduğunu da belirtiyor.

Dili Türkçeleştirmek için gerekli gördüğü işlemleri aşağıdaki maddelerde

toplayabiliriz.

1) Dilimize girerek klişeleşmiş olanlar dışında arapça ve farsça

kurallarına uygun olarak yapılan tamlamalara yer verilmemeli.

2) Türkçe çoğul edatlarından başka, yabancı çoğul edatı kullanılmamak.

3) Çoğul edatlarıyle beraber, diğer yabancı edatlar da tamamen

bir yana bırakılarak, bunlar arasında sadece Türkçe konuşma diline

girmiş ve Türkçeleşmiş olanlar kullanılmaya devam edilmeli.

Dilin Türkçeleştirilmesi için bu çareler çok daha önce düşünülmekle

beraber, uygulanamamış, dilin ağırkğı devam etmiştir.

Ömer Seyfettin'in, hikâyelerinde, bu düşüncesine uyarak rahatça

anlaşılabilecek bir Türkçe kullandığı görülür, özellikle konuşmalardaki

tabiîlik, yazarın konuşma dilini kullanmadaki başarısını açık olarak

gösteriyor. Konuşma cümleleri çoğunlukla aşağıdaki örnekte görüldüğü

gibi normal konuşma dilindeki kısalıkta düzenlenmiştir.

"— Ne yapıyordunuz?

— Şey . . . Efendim . . .

— Hoca efendi kekeliyordu.

— Ne?

— Şart etmiştim.

— Ne demek?

— Hapşıran için

— Ne hapşıranı ?

— Eşek hapşırdı.

— Eşek mi hapşırdı?"2

Tümüyle dil ve üslûptaki sadelik, hikâyelerinin başta gelen özelliklerindendir.

Böylece edebiyatımızda küçük hikâyenin ilk olgun örneklerini

veren Ömer Seyfettin, temiz bir Türkçenin de ilk örneğini

vermiş olur.

2 Mahçupluk İmtihanı "Falaka" hihâyesi s. 122



Hikâye yazarlığının, ayrı ve çekici bir edebî çalışma alanı olduğunu

bütün açıkkğıyle ortaya koyan Ömer Seyfettin'in kendisinden sonra

yetişen hikâye yazarları üzerinde kişisel etkisi görülmemekle beraber,

genel olarak, Türk edebiyatında küçük hikâyenin gelişmesinde ve rağbet

görmesinde büyük rolü olmuştur.

Ömer Seyfettin, sadece bizim edebiyatımızda tanınmış bir hikâye

yazan olarak kalmamış, Batı dillerinin çoğuna çevrilen hikâyeleri ile

Batı edebiyatında da tanınmış ve sevilmiştir.

Ziyaret -> Toplam : 125,26 M - Bugn : 16609

ulkucudunya@ulkucudunya.com