KÜÇÜK HİKÂYE YAZARI OLARAK ÖMER SEYFETTİN
OLCAY ÖNERTOY 01 Ocak 1970
Edebiyatımızda küçük hikâye yazarı olarak önemli bir yer alan
Ömer Seyfettin'in incelenmesine geçmeden önce, ona gelinceye kadar,
edebiyatımızda küçük hikâyenin durumunu kısaca gözden geçirelim.
Bizde küçük hikâye, bilindiği gibi, Tanzimat devrinde, diğer batılı
edebî türlerle beraber görülmeye başlar. Bu devirde ilk batılı hikâye
yazarı olarak Ahmet Mithat'ı tanıyoruz. Ancak Ahmet Mithat, küçük
hikâyeden çok, bazıları hacim bakımından romana yaklaşan büyük
hikâyeler yazmıştır. Henüz vaka yaratmakta da tecrübesiz olan yazar,
çoğunlukla, Fransız hikâye ve fıkralarını ya da işittiği birtakım gerçek
olayları istediği gibi değiştirip hikâyelerine vaka yapmıştır. Esaslarını
batılı hikâyelerden almakla beraber, bu hikâyeler, hiçbir zaman tam
bir batılı hikâye tekniğine sahip olamamıştır. Ayrıca yazar, hitap ettiği
geniş okuyucu kütlesinin, halk ve meddah hikâyelerine olan alışkanlığım
da göz önünde tutarak bu hikâyelerin anlatılış tekniğinden
geniş ölçüde faydalanmıştır. Gerçek batılı tekniğe sahip ilk küçük hikâyeler,
1885 ten sonra verilmeye başlanmıştır. Uzun süre bu tip hikâyelerin
Sami Paşazade Sezai Bey tarafından yazıldığı söylenmişse de,
basılış tarihlerinin daha eski oluşu, Halit Ziya'mn hikâyelerinin batık
tekniğe tamamıyle uygun ilk hikâyeler olduğu gerçeğini ortaya çıkarmıştır.
Sayıları iki yüze yaklaşan hikâyelerinde yazar, daha çok şehir
yaşayışının mahalle içlerine ve fakir çevrelerine yönelmiş, bu çevrelerdeki
herhangi bir yönden dikkati çeken tamnmış tipler üzerinde durmuştur.
Aşkın ikinci planda kaldığı bu hikâyelerde, daha çok, kişilerin
çevreden gelme bazı ıstıraplarının tasvir ve tahliline çalışan yazar, batılı
roman tekniğinde sağladığı başarıyı hikâyelerinde de sağlayarak
tamamen batılı tekniğe sahip hikâyelerin ilk örneklerini vermiştir.
138 OLCAY ÖNERTOY
Ancak dil ve üslûp yönünden Servet-i Fünûn'un ağır dilinden kendisini
kurt aramamıştır.
Servet-i Fünun devrinde, genel olarak, küçük hikâyenin bir gelişme
gösterdiği görülür. Halit Ziya'dan sonra Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit
ve bu devrin hikâye yazarı olarak tamnan Ahmet Hikmet teknik bakımından
oldukça mükemmel hikâyeler yazmışlardır. Bu devirde, genel
olarak, hikâyelerin temaları kişisel ya da aile ve mahalle çevresini aşmayacak
kadar sosyâldir. Yalnız Ahmet Hikmet, Türk tarih ve medeniyetinin
değerini, Türk yaşayışının özelliklerini işlediği bazı hikâyelerinde
bunlardan ayrılır.
Fecr-i Ati topluluğunda ise Servet-i Fünun'u aşan bir hikâye yazarlığı
görülmez.
Servet-i Fünun'dan sonra en olgun tekniğe sahip hikâyeler yazan
ve küçük hikâyeyi bir yazarın başlı başına bağlanacağı bir edebî tür
haline getiren, Ömer Seyfettin'dir. Ondan önce küçük hikâye, yazarların
yazı hayatına başlamaları ya da romana geçebilmeleri için bir
basamak yerine kullanılmıştır. Yazı hayatına şiir yazarak giren Ömer
Seyfettin, ilk denemelerini henüz bir ortaokul öğrencisi iken yapmaya
başlamışsa da bu şiirler 1900 yılında yayınlanabilmiştir.
Şiirden hikâyeye geçen yazar, hikâye yazmaya, Fransızca öğrenip,
Fransız edebiyatını tanıdıktan sonra başlamıştır. Fransız edebiyatından
ilk beğendiği yazar, Guy de Maupassant'dır. Ona göre Maupassan'ın
hikâyeleri "insana gerçeği öğrettiği, insanı gerçeği görmeye ve düşünmeye
akştırdığı için" güzeldir, önce hikâyelerinden çeviriler yaptığı
bu yazarı, hikâyelerini yazarken örnek olarak almıştır. Maupassant'la
beraber örnek aldığı bir ikinci yazar da gene Fransız realist yazarlarından
Emil Zola'dır. Ömer Seyfettin, hikâyecilikteki ilk ününü Genç
Kalemler (1911) dergisinde yayınlamaya başladığı hikâyelerle sağlamıştır.
Bugün sayısı 135'i bulan hikâyelerini bu tarihten ölümüne kadar
geçen dokuz yıl içinde yazmıştır. Bu devrenin en verimli yılları ise,
1917-1920 yıllan arasında geçen üç yıldır. Bu üç yılda, 91 hikâye yayınlayan
Ömer Seyfettin'in bir hikâye yazan olarak, edebiyatımızda aldığı
önemli yerin temeli atılmış olur.
Ömer Seyfettin'in hikâyelerinde ilk göze çarpan özellik, temalardaki
genişliktir. Temaların genişlemesinde ve konu çeşitliliğinde onun,
çevresindeki ya da kendi başından geçen en ufak olaylardan, bazen
anlatılan bir fıkradan bile hikâye çıkarabilme yeteneğinin büyük rolü
vardır. Ondaki bu özelliği, hatıra defterinden alınan aşağıdaki satırlar
açık olarak gösteriyor:
"Ben her şeyden, en ehemmiyetsiz bir fıkradan, bir cümleden bir
hikâye, koskoca bir roman çıkarabilirim. Sanat, o hikâyeyi, o romanı
çıkardığım ehemmiyetsiz şey değil, benim o şey etrafında canlandırdığım
hayattır.
Hikâyelerinin çoğunda görülen çocukluğundan başlayarak yaşayışının
çeşitli evreleri ile ilgili izlenimler hikâye yazmada gerçekçiliği esas
aldığının açık bir delilidir. "And, Falaka, Kaşağı, îlk Namaz, îlk Cinayet
" gibi hikâyeleri çocukluk yıllarının izlenimlerini yansıtır.
örneğin; Falaka hikâyesindeki, "Mektep biraz daha ileride... alçak
duvarlı, oldukça geniş bir avlunun ortasında idi. Bir kattı; etrafında
yükselen büyük kestane ağaçlarının birbirine karışmış koyu gölgeleri
bütün çatısını kaplardı." şeklinde yapılan okul tasviri kendi gittiği
okuldur. Bunun gibi çevresini yansıtan pek çok örnek verilebilir.
Yazarın hastalandıktan sonra en çok şikâyet ettiği de, yazmak
için konu bulamamak olmuştur. Son hikâyesi olan "Kurumuş Ağaçlar",
gene konu bulamamaktan şikâyet ettiği bir gece, evlerine sık sık gittiği
Ali Canip'in annesinin anlattığı masaldan çıkarılmıştır. Konularının
çoğunu sosyâl yaşayıştan alan yazarın amacı millî şuuru kuvvetlendirmek
ve Türkiye'nin medenî kalkınmasına hizmet etmektir. Edebiyatı
bu yönden büyük bir yardımcı olarak kabul ettiğini, II. Meşrutiyet'
in ilânından kısa bir süre önce Ali Canip'e gönderdiği mektubun
aşağıdaki satırları açıklıyor.
"Ben, edebiyatta, yalnız sanata kaail olamam. Yalnız sanata kaail
olsam, edebiyatı çok küçük görmüş olacağım. Halbuki o, benim nazarımda
o kadar büyüktür ki... Cehaletin, nâsûtî (dünyalık) duyguların
alçalttığı beşeriyet için onu bir hâris (muhafız) addederim. Nazarımda
edipler, insanlara, âdiliklere karşı nefreti talim ettiren mürşitlerdir..."
Bu düşünüşü ile, Yakup Kadri ve Hüseyin Rahmi'nin romanlarında
yaptıklarını o hikâyelerinde yapmaya çalışmıştır.
Kendisinden önce yazılmış hikâyelerde aile ve mahalle çevresini
aşamayan sosyâl temalar, Ömer Seyfettin'de toplumun ortak problemleri
haline gelmiştir, özellikle, "Tuhaf Bir Zulüm, Kurbağa Duası, Falaka,
Yalnız Efe, Hâtiften Bir Seda, Kerâmet" gibi hikâyelerinde cehalet
ve taassubu, kahramanı Efruz Bey olan hikâyelerinde de aldıkları
yabancı kültürle benliğini kaybetmiş, dejenere olmuş sahte aydınları
ele almıştır. Bir kısım hikâyelerinde ise, imparatorluktaki Türk unsurunda
millî şuuru uyandırma amacını güttüğü görülür. Bu tip hikâyeleri
arasında "Beyaz Lâle, Bomba, Hürriyet Bayrakları, Bahar ve Kelebekler,
Primo Türk Çocuğu, Kızıl Elma Neresi ve Çanakkale Savaşından
sonra yazdığı Fon Sadrıştayn'ın Oğlu" en çok tanınmış olanlarıdır.
Yazılışlarında 1. Dünya Savaşı'nın yarattığı duyguların etkisi de
düşünülebilen bazı hikâyelerinde ise, Türklerde kendine güven duygusunu
kuvvetlendirme amacı güdülmüştür. Bu hikâyelerin konuları
Osmanlı tarihinin kahramanhk olaylarından alınmıştır. "Vire, Başım
Vermeyen Şehit, Penbe İncili Kaftan, Forsa, Topuz" adlarını taşıyan
hikâyeleri bu konuda ve herkes tarafından bilinen hikâyelerdir. Gizli
Mabet adı altında topladığı hikâyelerinde ise Batı'nın, Doğu'yu ne
kadar yüzeyde kalan bilgilerle tanıdığı tenkid edilmiştir. Bu hikâyeleri
yanında aşk temasını işlediklerinin sayıca pek az olduğu görülüyor.
Kısaca konularını belirttiğimiz hikâyeleri, yazarın ele aldığı ağırlık
noktasının, "medenî seviyemizin. yükselmesine engel olan sosyâl aksaklıkların
tasvir ve tenkidi" olduğunu gösteriyor. Yazar, bu tenkitlerinde,
Hüseyin Rahmi ve Refik Halit gibi, mizahı tercih etmiştir. Mizah,
Ömer Seyfettin için, hiçbir zaman, bir özenti olmamıştır. Yakın arkadaşlarının
belirttiklerine göre Ömer Seyfettin, yaradılış itibarile, yaşamaktan
derin bir zevk duyan, bedbinlik nedir bilmeyen, kederden
kaçma çarelerini arayan bir tiptir. Sade yazarken değil, konuşurken de
nükte yapmaktan ve hicvetmekten hoşlanır. Bu yaradılışta olan bir
kimsenin tenkitlerinde mizahı tercih etmesinden tabiî bir şey olamaz.
Mizah unsuru hikâyelerine iki fayda sağlamıştır. Bunlardan birincisi,
hikâyelerinin daha ilgi çekici ve sevimli bir hâle gelmesi; ikincisi de,
alay etmenin tenkit bakımından taşıdığı kuvvetli etkisinden faydalanarak
tenkitlerinin daha etkili bir duruma gelmiş olmasıdır. "Yüksek
ökçeler, Koç, Külâh, Nasıl Kurtarmış?, Çakmak" gibi hikâyeleri ise,
sosyâl tenkit amacı güdülmeden, doğrudan doğruya mizahla ilgili olarak
yazılmıştır.
Bütün gücünü sosyâl tenkide yönelttiği hikâyelerinde psikolojik
bir derinlik bulunmamakla beraber, karakter yaratmada büyük bir
yeteneğe sahip olduğu muhakkaktır. Hikâye kahramanlarının bazı
lannda kendi karakterini vermeye çalışmıştır, özellikle "Penbe İncili
Kaftan" hikâyesinin kahramanı olan Muhsin Çelebi'nin karakterini
belirtmek için yazdığı aşağıdaki satırlar, kendi izzet-i nefsine düşkün,
başkalarınınkine de aynı derecede saygı gösteren kişiliğinin tasvirinden
ibarettir.
"Namusuyle yaşar, kimseye eyvallah etmezdi. Yegâne mefkuresi
Allah'tan başka kimseye secde etmemek, kula kul olmamaktı... İnsan,
her mevcudun üstünde idi. Kuyruğunu sallaya sallaya efendisinin pabuçlarını
yalayan köpeğe tebasbus pek yakışırdı. Ama insana...."
Ömer Seyfettin'in unutulmayan tiplerinden biri Efruz Bey, diğeri
de ona karşı yarattığı Câbi Efendi'dir. Efruz Bey romanının ilk bölümü
yayınlandığı sırada Vakit gazetesinde çıkan bir ilânda Efruz Bey'in
memleketimize âit bazı tiplerin, bazı eğilim ve alışkanlıkların sanatçı
bir mübalâğa ile çizilmiş bir karikatürü olduğu belirtilmiştir.
Romanın her bölümünde ayrı bir yönü ile görünen Efruz Bey,
Batı kültürünü sadece bir şekil ve bir kalıp olarak benimseyen, bu arada
millî duygularını tamamen kaybeden, davranışı, anlayışı, kıyafet ve
yaşama düzeni ile halktan kopan, onu etkilemek ve işlemek yerine, ona
karşı cephe alan bir yarı aydın tipini canlandırır. Yazar böylece, yenileşme
hareketinin sakat yönlerini göstermiştir.
Ali Canip Yöntem, onun, kendi karakterine hiç uymayan bu tipin
üzerinde niçin bu kadar durduğunu ölümünden sonra yazdığı bir yazısında
şöyle belirtir: "Şüphesiz caka satanları, nümayişçileri hiç sevmezdi.
Fakat hayatlarıyle çok meşgul olurdu. Edebiyatına bile soktu: Efruz
Bey serisini, bunları maskara etmek için yazdı."
Yazarın, bu tiplerin acz içinde bulundukları için şarlatan oldukları
düşüncesinde olduğunu "Sivrisinek" adlı hikâyesinde Efruz Bey'i uyarmak
için söylediği şu sözlerden anlıyoruz.
"Kuvvet zaaf'ın zıttıdır. Liyâkat kuvvetten daha ulvî, daha âlî,
daha yüksek bir şeydir. Kuvvet vücutsa liyâkat ruhtur. Anladın mı
Efruzcuğum; ben sende liyâkat olmadığını aczinden anlıyorum. Aczini
de şarlatanhğmdan anlıyorum. Çünki şarlatanlık aczin en bariz bir
seciyesidir.
Aciz daima şarlatan İşte sevgili Efruz, senin mânevî vaziyetin!
Senin için yapılacak yegâne şey, evvelâ liyakatin ne olduğunu
öğrenmek, sonra ona sahip olmağa çalışmaktır."
Ömer Seyfettin, kendisinin hiç sevmediği Efruz Bey'le, Meşrutiyetle,
Birinci Dünya Savaşı arasındaki derin çöküntüyü gösterebilecek
önemli bir tip aradığını, romana başlarken yazdığı, Efruz Bey'den af
dileyen girişte belirtiyor:
"Herkes seni, bizzat kendisi kadar tanır, Efruzcuğum! Bugün hiç
kimse sana yabancı değildir, çünki sen "hepimiz" değilsen bile 'hepimizden'
bir parçasın."
Birinci Dünya Savaşı'nın son yıllarındaki olayların izlenimleri ve
kendisinin bu yıllarda üzerinde durduğu "ilim başka şey, irfan başka
şey" sözünün etkisi ile yarattığı Câbi Efendi ise akıllı, olgun, halktan
çıkmış ve ondan kopmamış, halk filozofu diyebileceğimiz "ârif adam"
tipi ile, Efruz Bey'in tam karşıtıdır. Dengeli yaşayışı, olgun davranışları,
dilinde ve hareketlerindeki halk kaynağından gelen yerli ve millî
özellikler de Ömer Seyfettin'in son günlerindeki duygularını yansıtır.
Bunların yanısıra, "Rütbe" ve "Velinimet" adlarındaki hikâyelerin
kahramanı "Logaritmacı Hasen"la, "Yalnız Efe" ve "Fon Sadrıştayn'ın
Oğlu" başarıh olarak verilmiş tiplerdendir.
Bunlar dışında yazar genel olarak, devrinin genç kız ve erkekleri
ile de ilgilenmiştir. "Çirkinliğin Esran"ndaki Ali Bey ve (kurbağa çehreli)
olarak tasvir edilen Câbi Efendi dışında hepsi de fizik yapılan bakımından
güzeldirler.
Yazar tiplerin fizik yapılarını verirken bazen aşağıdaki örnekte
görüleceği gibi bütün ayrıntılanyle okuyucunun gözleri önünde canlandırabileceği
şekilde tasvir eder.
"Kısm-ı Süflâsı kaba ve şişman, üst tarafı narin, fakat her halde
gayet muntazam bir vücut... İnce uzun kaşlar, solgun ve asabi bir çehre,
ciddî kadınlara has, meselâ muallime, rahibe gibi, bir hüsn-i lâtif, bir
hüsn-i mahzun... Siyah gözleri altın bir gözlüğün camları arkasından
daha fazla parlar gibi görünüyordu."1
Bazen de bir kaç kelime ile yapıhp gerisi okuyucuya bırakılmış
tasvirler görülür.
" Uzunca bir boy, hayalin üstünde güzel bir çehre,
mutlaka bir dahinin elinden çıkmış zannolunacak bir vücut "2
gibi.
1 "Bahar ve Kelebekler", "Beşeriyet ve Köpek" hikâyesi, s. 21
Sosyal yönden yazar, özellikle savaş yıllarının yarattığı zenginlerin
ve milyonerlerin yaşayışı üzerinde ısrarla durmuştur. Bir takım dalaverelerle
servet sahibi olan bu zenginlerin, zengin oluş sebeplerine çeşitli
örnekler göstermiş, kendi yaradılışına hiç uymayan bu çeşit davranışlardan
duyduğu nefreti mizah altına gizlemek istemişse de açıkça belli
etmiştir. Yazarın, hikâyelerinde ağırlığı sosyâl konulara verişi tiplerde
de kendini göstermiş ve sosyâl durumları başarılı olarak verilmiştir.
Yazar, derin psikolojik tahlillere gitmemekle beraber, tiplerin psikolojik
durumlarını okuyucuyu etkileyecek kadar canlı olarak verebilmiş
ve oldukça değişik psikolojik yaratılışa sahip tipler yaratmıştır,
özellikle kendisinin hiç bir zaman bağdaşamayacağı, bencil, zalim, para
yönünden ihtiraslı, kötü alışkanlıklara sahip, iradesiz kişiler üzerinde
fazlaca durmuş ve onları mizâhî kalemiyle küçük düşürmek için elinden
geleni yapmıştır.
Hikâyelerinin sevilerek okunmasında dilinin de önemli bir rolü
olduğu için ondaki türkçe anlayışı ve dili türkçeleştirme çabasına kısaca
göz atalım.
Milliyet unsuruna verdiği değer yazarı, Osmanlıcayı Türkçeleştirme
hareketinin öncüsü yapmıştır. Genç Kalemler dergisinin birinci
sayısına yazdığı "Yeni Lisan" başlıklı imzasız başmakalede o günün
dili ve düzeltmek için neler yapmak gerektiği üzerinde geniş olarak
durmuştur.
Yazar bu makalesinde, o günlerde ağızlarda dolaşan, "halkın okumadığı,
kitap satılmadığı" yollu şikâyetlere sebep olarak en başta kitapların
dillerinin kendi tabiri ile "medrese dilinden" farksız oluşunu
gösteriyor. Eski edebiyatın "Iran taklidi" yeni edebiyatın da "Batı
taklidi" oluşu yüzünden edebiyatsız kalan halk anlamadığı bir dilde
yazılan kitaplara karşı tabiî olarak ilgisiz kalıyor.
Aynı makalede, Osmanlıcanm Türkçe demek olmadığını da şu sözlerle
ifade ediyor:
"Osmanlılık bir devlettir. Asla bir millet değildir. Osmanlılık bir
milliyet olmayınca tabiî 'Osmanlıca' diye bir lisan da olamaz.
Osmanlı devletinin ülkesindeki Arap yurdunda oturan Arap milletinin
lisanı nasıl Arapça ise, Türklerin lisanı da Türkçedir, Osmanlıca
değildir. Arapça Osmanlı devletinin haricindeki Türklerin bütün Türk
Milletinin lisanıdır."
Bunları söylerken yıllarca önce, Şemsettin Sami Bey'in anlatmaya
çalıştığı bu açık gerçeğin hâlâ anlaşılamamış olduğunu görmekten ve
aynı şeyleri tekrarlamaktan utanç duyduğunu da belirtiyor.
Dili Türkçeleştirmek için gerekli gördüğü işlemleri aşağıdaki maddelerde
toplayabiliriz.
1) Dilimize girerek klişeleşmiş olanlar dışında arapça ve farsça
kurallarına uygun olarak yapılan tamlamalara yer verilmemeli.
2) Türkçe çoğul edatlarından başka, yabancı çoğul edatı kullanılmamak.
3) Çoğul edatlarıyle beraber, diğer yabancı edatlar da tamamen
bir yana bırakılarak, bunlar arasında sadece Türkçe konuşma diline
girmiş ve Türkçeleşmiş olanlar kullanılmaya devam edilmeli.
Dilin Türkçeleştirilmesi için bu çareler çok daha önce düşünülmekle
beraber, uygulanamamış, dilin ağırkğı devam etmiştir.
Ömer Seyfettin'in, hikâyelerinde, bu düşüncesine uyarak rahatça
anlaşılabilecek bir Türkçe kullandığı görülür, özellikle konuşmalardaki
tabiîlik, yazarın konuşma dilini kullanmadaki başarısını açık olarak
gösteriyor. Konuşma cümleleri çoğunlukla aşağıdaki örnekte görüldüğü
gibi normal konuşma dilindeki kısalıkta düzenlenmiştir.
"— Ne yapıyordunuz?
— Şey . . . Efendim . . .
— Hoca efendi kekeliyordu.
— Ne?
— Şart etmiştim.
— Ne demek?
— Hapşıran için
— Ne hapşıranı ?
— Eşek hapşırdı.
— Eşek mi hapşırdı?"2
Tümüyle dil ve üslûptaki sadelik, hikâyelerinin başta gelen özelliklerindendir.
Böylece edebiyatımızda küçük hikâyenin ilk olgun örneklerini
veren Ömer Seyfettin, temiz bir Türkçenin de ilk örneğini
vermiş olur.
2 Mahçupluk İmtihanı "Falaka" hihâyesi s. 122
Hikâye yazarlığının, ayrı ve çekici bir edebî çalışma alanı olduğunu
bütün açıkkğıyle ortaya koyan Ömer Seyfettin'in kendisinden sonra
yetişen hikâye yazarları üzerinde kişisel etkisi görülmemekle beraber,
genel olarak, Türk edebiyatında küçük hikâyenin gelişmesinde ve rağbet
görmesinde büyük rolü olmuştur.
Ömer Seyfettin, sadece bizim edebiyatımızda tanınmış bir hikâye
yazan olarak kalmamış, Batı dillerinin çoğuna çevrilen hikâyeleri ile
Batı edebiyatında da tanınmış ve sevilmiştir.