Yeni tutuklamalar
Rıza Türmen 01 Ocak 1970
Balyoz davasının 163 sanığı hakkında alınan tutuklama kararı, yeni gerginlikler doğurdu ve yaşanan hukuksal krizi derinleştirdi.
Ergenekon, Balyoz gibi önemli davalarda, mahkemenin halkın güvenine sahip olması, halkın da, yargılananların da adil bir yargılama yapıldığına inanmaları çok önemli. Bu güveni verecek olan, mahkemelerin bağımsız ve tarafsız davranmaları, ulusal ve uluslararası hukuk kurallarına uymaya özen göstermeleri.
Bu bağlamda, AİHM ölçütleri bu tür davalar açısından özel bir önem taşıyor. Bu önem sadece, AİHM kararlarının uyulması zorunlu ve hukuk sistemimizin bir parçası olmasından kaynaklanmıyor. Aynı zamanda, ulusal yargı kararlarına meşruiyet kazandırmasından kaynaklanıyor. Örneğin, son tutuklama kararları AİHM’ye gider ve AİHM tutuklamaların hukuka uygun olmadığına karar verirse, mahkemenin bundan sonra vereceği kararların hukuka uygunluğu konusunda kuşkular doğmaz mı?
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin de (AİHS), Ceza Muhakemesi Kanunu’nun da (CMK) amacı, insanların keyfi bir biçimde özgürlüklerinden yoksun bırakılmalarını önlemek. AİHM şu durumlarda tutuklamanın keyfi olduğuna karar veriyor:
1. Tutuklamanın yasal olmaması:
AİHM, tutuklamada hukuksal bir belirsizlik bulunması durumunda tutuklamanın yasal olmadığı, keyfi bir tutuklama olduğu sonucuna varıyor. Balyoz sanıkları iki kez tahliye oldular, üç kez tutuklandılar. Tutuklama ve tahliye kararlarını karşılaştırdığımızda, aralarında büyük çelişkiler olduğunu görüyoruz.
Örneğin, 1 Nisan 2010 tarihli tahliye kararında, “kuvvetli suç şüphesi varlığını gösteren olguların bulunmadığı”, “şüphelilerin kaçmaları, saklanmaları, delilleri yok etme veya değiştirmeleri ya da mağdur, tanık veya başkaları üzerinde baskı yapma girişiminde bulunmaları hususlarında somut hiçbir olgunun bulunmadığı” belirtiliyor.
22 Haziran 2010 tarihli tahliye kararında, “Balyoz seminer planında, yapılması planlanan eylemlerin icra hareketlerinin gerçekleştirildiğine ilişkin somut olgular bulunmamaktadır” denmekte, yasadaki tutuklama nedenlerinin bulunmadığı belirtilmekte ve yurtdışına çıkma yasağı konularak tutukluların tahliyesine karar verilmekte.
İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nin son tutuklama kararında ise, tam tersine, sanıkların konumları itibariyle delillere etki yapma olasılığının bulunduğu, yurtdışına çıkma gibi adli kontrol hükümlerinin yetersiz kalacağı belirtilerek sanıkların tutuklanmalarına karar veriliyor.
Haziran 2010 ile Şubat 2011 arasında değişen ne? Nasıl oluyor da bir mahkeme sanıkların delilleri yok etme girişiminde bulunacağını gösteren olgu bulunmadığını söylerken, başka bir mahkeme aynı sanıkların delilleri yok edecekleri kanısına varıyor?
Kararda, Gölcük’te yapılan aramanın tutanaklarının, ihbar tutanaklarının, belgelerle ilgili bilirkişi inceleme raporunun mahkemeye gönderilmesi isteniyor. Bundan, 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nin bu belgeler olmadan tutuklama kararını verdiği anlaşılıyor. Peki, bu belgelerin incelenmesinden, kanıtların yasal olmayan yollardan elde edildiği anlaşılırsa ne olacak?
Bütün bu belirsizlikler, karışıklıklar, yargıçlar değiştikçe kararların da değişmesinin yarattığı çelişkiler ve istikrarsızlıklar tutuklama kararının yasal dayanağını zayıflatıyor, kararın keyfi olması sonucunu doğuruyor.
Elçi/Türkiye (2003) davasında, AİHM, tutuklamadaki tutarsızlıklar, belirsizlikler, karışıklıklar nedeniyle tutuklamanın yasal olmadığına, Sözleşme’nin 5 maddesinin ihlal edildiğine karar vermişti.
2. Güçlü kuşku:
Gerek CMK gerek AİHS tutuklama için güçlü ya da makul bir kuşkunun varlığını arıyor. AİHM’nin makul kuşku ölçütü “nesnel bir gözlemciyi, kişinin suçu işlediğine ikna edecek olguların ya da bilginin bulunması”. Burada önemli olan, bu olguların somut verilere dayandırılması. Fox, Campbell ve Hartley/İngiltere (1990) ya da Berktay/Türkiye (2001) kararlarında AİHM, tutuklamaya esas olan olguların, makul bir kuşku için yeterli ölçüde somut olmaması nedeniyle Sözleşme’nin 5. maddesinin ihlaline karar vermişti.
10. Ağır Ceza Mahkemesi’nin son kararında ise, “kuvvetli suç şüphesini gösteren olgular” gibi soyut bir ifade kullanılıyor. Ama bu olgular somut verilere dayandırılmıyor.
Bütün bu nedenlerle, AİHM’den tutuklamanın keyfi olduğu, Sözleşme’nin 5. maddesini ihlal ettiği yolunda bir karar çıkması beklenebilir.
AİHM, tutuklamada şu sorunun sorulmasını istiyor: Tutuklama gerçekten gerekli mi? Başka koruma önlemleri ile aynı sonuç elde edilemez mi?
Balyoz tutuklamaları kararı, mahkemenin bu soruyu sorduğunu göstermiyor.