Tarihe Şerh Düşen Kalem Galip Erdem
Esen YILDIRIM 01 Ocak 1970
“Kimimiz dava çınarının kökünde bir saçak, kimimiz dallarında bir yaprak olalım ama hiçbir zaman budak olup işi zora sokmayalım. Bir çınar yıkılıp harap olursa çok yazık olur…”)
“Her nefis ölümü tadacaktır” (Enbiyâ, 35)
Misafir olarak getirildiğimiz dünyada, nasihat edildiği üzre, hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünyadaki hâlimiz, hemen ölecekmiş gibi ahiretteki ahvâlimiz için çalışmaktır vazifemiz. Bu vazifeyi yerine getirecek olan Türk-İslam Ülkücüleri için ışık kaynağı, evvelinde Allah kelâmı olan Kur’an-ı Kerîm, ardından yol göstericimiz, Allah Resûlü Hz. Muhammed’in (s.a.v.) sünneti ve âhirinde işaret taşlarımız, Türk-İslam büyüklerimiz olmalıdır. Ruhumuza işleyen sohbetleri, içimizden geçenin kâğıtlara döküldüğü yazıları ile “ben”i, “biz”i bulduğumuz işaret taşlarımızdandı Galip Ağabey! İbretlik yaşamında “İç Türklere rağmen Milliyetçi, dış Türklere rağmen Turancı, Müslümanlara rağmen Müslüman”, zorluklara karşı dimdik kalabilmeyi başarabilmiş bir iman âbidesi, bir hürriyet sevdalısı idi O.
“Bir de Kur’an istiyorum. Yaradanımın, her şeyi bilenimin, en doğru tek yolu gösterenimin, esirgeyenimin ve bağışlayanımın kelâmını istiyorum. Yegâne en büyüğün huzuruna varmadan önce, belki birkaç âyetini okuyabileceğim. Son nefesini vermenin eşiğinde, kulluğumdaki noksanların acısını duyacağım. Beni kurtaracak başka ne olabilir; böylesine huzur içinde olmamı, rahat gitmemi kim sağlayabilir? Kur’an’ımı verin, bu kadarını esirgemeyin, gecikmiş sayılmazsınız. Kur’an’lı yaşadım, Kur’an’sız ölemem.
Nihayet, iki rekât namaz kılmaya yetecek bir zaman istiyorum. Diriliğimdeki borçlarımın bağışlanması için değil, sevdiklerimin muhafaza buyrulması ve uğruna can verdiğimin mukaddesatımın çiğnenmemesi için dua edeceğim. Dilimin son hecesi, kalbimin son atışı Kelime-i Şahâdet olacak. Sonra, canımı almaya memur edileni incitmeden iteceğim; her şeyi ve herkesi bir yana bırakacağım, ölümsüzlüğün koynuna gireceğim.
Evet, ey yaşayanlar; ben, işte böyle öleceğim. Sakın acımayın, “Gençliğine yazık oldu.” demeyin; artık çok geç, merhametinize ihtiyacım kalmadı. Şimdi hepinizin kıskanacağı bir rütbedeyim.”
O rütbe değil mi hepimizin ümit ettiği? “Ülkücü adayları” bizler için en büyük gaye o değil mi? Bütün bir ömrümüzü Allah rızasına ulaşabilmek, samimi birer Ülkücü olabilmek için vakfetmek uğruna yollara düşmedik mi?
“İnsan ancak bütün bir ömrünü Ülkücü gibi tamamlayınca, Ülkücü olur. Yani insan ölünce ona, “Ülkücü idi.” denir.”
Ülkücü idi Galip Ağabey! Dünyaya geliş hikmetini aramış, bulmuş ve vazifesinin yalnızca yeryüzünde bir boşluğu tamamlamak olmadığına, gücünü memleketi uğruna seferber tutmak mecburiyetinde olduğuna inanmıştır. “Hakikat ıstırabın habercisidir.”(1)in idrakine varmış, ıstırabını çekerek inandığı davayı tanımış ve sevmiştir. Bu uğurda nefsi ile meşgul olmamış, parayla, eğlenceyle, dünyevî zevklerin hepsi ile irtibatı kesmiş, vatana hizmet adına son nefesine kadar her türlü mücadeleyi etmiştir. “Sabır her şeyin ilacıdır.” diyerek zor şartlarda dahi yılmamıştır. Günlerce aç kaldığı olmuş, neticesinde olmaz yollara sapmak niyeti hiçbir zaman hâsıl olmamış, tercihini açlığa alışmaktan yana yapmıştır.
Yaşantımızda hedef olarak belirlediğimiz “ev sahibi olmak”, “araba sahibi olmak” gibi fâni isteklerin peşine düşmemiş, çoğu zaman evi gazete büroları, arabası naçizane ayakkabıları olmuştur. Namerde değil merde bile eyvallah dememiş, bildiği yolda kimseye minnet etmeden ilerlemiştir.
Başkalarının disiplini altına girmekten hoşlanmayan, nevi şahsına münhasır bir yaşayışı olan Galip Ağabey bu tarzı ile yazı yazdığı yayınlarda aksaklıkların oluşmasına sebep olmaktaydı. Çok okuyordu, güzel konuşuyordu, yazdığı zaman okumaya doyulmuyordu ancak öyle zor yazıyordu ki! Geceyi kâim, gündüzü sâim belleyerek, sabah ezanına dek okuyup, gündüz uyuyabildiği kadar uyuyordu. Yazısını almak üzere Galip Ağabey’in yolunu tutan gençler (Meriç Osman Çakır, Osman Oktay) O’nu uyandırmayı başaramadıkları için çoğu zaman elleri boş dönüyorlardı. Kaldığı iki odalı evin arka bahçesine dolaşarak demir parmaklıklar ardından yattığı odanın camına vurmak da kâr etmiyordu. Uyandırmayı başardıkları nâdir zamanlarda da, kapıyı açıp ardından tekrar yatağına dönüyor, yorganını başına kadar çekiyordu Galip Ağabey. “Toz ol git! Yazı mazı yok… Kapıyı dışarıdan kapa!” tepkisi ile karşılaşan gençler, ısrar eder ancak netice elde edemezlerdi. “Hastayım, yazı yazamam!” derdi. Böbrek hastasıydı, sancıları oluyordu. Lâkin asıl sebep, kendi kontrolünde tutmak istediği ve kural tanımayan sınırsız hürriyeti idi. Böyle bir durumla karşı karşıya kalındığında ise “İbrahim Ağabey metodu”na başvuruluyordu. Titiz çalışan, ancak genel olarak son dakika metotlarıyla iş bitiren İbrahim Ağabey on parmak daktilo bilen Meriç Çakır’ı yanına alır, Galip Ağabey’in yanına varır yatağının başına geçince de “Ağabey söyle.” derdi. İbrahim Bey’e kızmasına rağmen kaçış yolu olmadığını bilen Galip Ağabey hiç düşünmeden, okuyor gibi başlardı… Yazı bitince çoğu zaman O uykusuna devam eder, diğerleri büronun yolunu tutardı. Bir gün, bu şekilde yazı yazdırma biçimini şöyle veczetmiştir: “Bir tarafımda Hz. Azrail; canımı almaya çalışıyor, öbür tarafımda Hz. İbrahim; yazımı almaya çalışıyor!” diyor ve yazıyordu: “3. bir ihtimâl kalmamıştır. Ataların dediği gibi yapacağız; ya bu deveyi güdeceğiz, ya bu diyardan gideceğiz! Oysa ikinci ihtimâl zaten imkânsızdır. Bu topraklar üzerinde yaşamaya mecburuz. Gidecek başka bir yerimiz yoktur. Üstelik gemileri de yakmışızdır. Geriye dönemeyiz! Şu halde önümüzde tek bir yol kalıyor: Bu deveyi mutlaka güdeceğiz!”
“Amerikan uşağı olduğumuzu söylüyorlar, saflığımız tutuyor, aksini ispat etmeye çalışıyoruz. Öylesine boş bir zahmet ki! Amerikan uşağı olmadığımızı gayet iyi bilirler. Düşmanlıklarının sebebi Rus uşaklığını kabul etmeyişimizdir. ”
Gece okuyor, gündüz uyuyordu Galip Ağabey… 27 Mayıs İhtilalinin olduğu gece de her gece olduğu gibi kitap okuyordu, duymadı ihtilal olduğunu. Sabahın ilk saatlerinde sokağa çıkma yasağına aldırmadan Galip Ağabey’e koştu aklına gelen gençlerden biri, kapıyı yumrukluyordu: “Galip Ağabey kalk, ihtilal oldu!” Ses, seda yoktu. Bağırmaya devam etti: “Galip Ağabey kalk, ihtilal oldu!” Haykırışları uzun bir müddet karşılık bulamadı. Israrlı bağırışlar devam ederken, içeriden öfkeli bir ses işitildi:
“Defool!... Beni uyandırmak için şimdi de ihtilal mi yaptırıyorsunuz?”
İnce ve kıvrak bir zekâya sahipti. Dâhiyane fikirler ortaya atıyordu. Bu fikirlerden biri de, fikrin para etmediğini anladıklarında, çözüm önerisi olarak bir mizah dergisi sunmasıydı. “Kara Kedi” adında bir mizah dergileri oldu. Günlük gazeteler otuz bin satarken, Kara Kedi’nin tirajı elli binlere ulaştı. Ancak üst düzey makamlar(!), siyasi hicivler bulunan dergiyi keşfetmekte gecikmediler. Dergi kapatıldı. Ardından mizah dergisi olmasından kaynaklansa gerek “Bizim Kara Kedi” oldu, kapandı, “Sizin Kara Kedi” oldu, kapandı, “Ah Kara Kedi”, “Vah Kara Kedi” derken netice “kedi”nin yok edilmesi oldu. Derginin sahibi İrfan Atagün idi. O da, Erdem’in zekâsına hayran olanlardandı. Ancak Galip Ağabey ince zekâsının yanında engin bir hafızaya da sahip idi. Dergide oturdukları günlerden birinde İrfan Atagün, Galip Ağabey’i hem zorlamak maksatlı hem de yapamayacağını düşünerek bir iddia ortaya attı: “Yahu Galip, sen Olimpiyat şampiyonlarından yüz tanesinin ismini sayabilir misin?”, “Sayarım!”, “Sayarsan sana tam on bin lira veririm. Sayamazsan da on bin liranı alırım.” Kabul edildi ve Galip Ağabey başladı saymaya. Yalnız isim saymıyor, branşlarını da ilave ediyordu. Teklemesini bekliyordu Atagün ancak umduğu gibi olmadı. Neticesinde kaybedeceğini fark eden Atagün tüm itirazlara rağmen iddiadan çekildiğini açıklayarak, Onunla yarışamayacağını kabul etti.
Mektup yazardı Galip Ağabey. “Mektuplar”ıyla çok şeyler söyler ancak kimseye zarar vermezdi. Mektup yazdığı gibi mektup alırdı da. Hepsinin hazzı bir başka idi. Onlar Galip Erdem için çok değerliydi. Üzerlerine titrer, kimseyi incitmediği gibi onları da incitmeden muhafaza ederdi. Yeni başladığı gazetedeki ilk “Mektup”unun ilk cümlesi: “Burada inandığım her şeyi yazamayacağım, ama inanmadığım hiçbir şeyi de yazmayacağım!” olmuştur. Bu ibret verici sözler, dışardan güdümlü, aymaz yazar takımına ders olur mu bilinmez…
1974 yılı başlarında ülkücü adayları gençlerle Bozkurt Aylık Ülkü Dergisi’nde “Ülkücü Bir Gençle Sohbetler” yazısını paylaşmış, onlarla şu şekilde seslenmiş ve öğütler vermiştir: “Ülkü son hedeftir. Son hedefe varılmasını kolaylaştıracak ara hedeflerin seçilmesi şarttır. Ara hedefler gibi, ara ülkücüler de olacaktır. Sohbetimize, ara ülkücülerin en önemlisini anlatmağa çalışarak başlıyorum: Ara ülkücülerin en önemlisi, gerçek bir ülkücü olabilme ülküsüdür. Kırılma ve üzülme! “Anlayamadım, gerçek bir ülkücü değil miyim sanki?” diye şaşırma.”
“Bilirsin, seni çok severim. Bir insanın çok sevdikleri üzerinde çok hakkı vardır evet, henüz gerçek bir ülkücü değilsin. Ruhunun zenginliği, yüreğinin büyüklüğü, ülkü yolunda verdiğin mücadeledeki yiğitliğin sonucunu değiştirmez. Gençsin. İnsanoğlu gençlik çağında her şeye olduğu gibi, ülkücülüğe de sadece adaydır. Hiç unutma: Bugün tamamen haklı olarak, ülkücülüğe aykırı davranışlarından dolayı kınadığın ağabeylerin senin yaşında iken ülkücülüklerine asla toz kondurmak istemezlerdi. Ama hayat adını verdiğimiz düşmana yenildiler. Şimdi sapmalarını bağışlatmak için münasip bir bahane aramanın peşine düşmüşlerdir.”
“…Yapımız, çıkarlarımızdan vazgeçebilmeye müsait değildir. Hele çağımıza hükmeden maddecilik, belki de hiç kavuşulamayacak bir sevgili uğruna zahmet çekmemize, acılara katlanmamıza imkân vermiyor. Ancak bir müddet, özellikle hiçbir sorumluluğu yüklenmediğimiz gençlik yıllarında her türlü baskıya dayanabiliyor, biraz yaşlanıp çoluk çocuğa karışınca dökülüyoruz.”
“…Kendi varlığımıza duyduğumuz sevgi nefsimize karşı vereceğimiz mücadelede en çetin engel ve ülkücülüğün en kuvvetli düşmanıdır. Doğru, güzel ve haklı fikirlere bağlanmak kolay ama inandığımız fikirlerin şartlarına uymak çok zordur. İşte bundan ötürü herkes milliyetçi olabilir fakat ülkücü olamaz”
Ne kadar güzel anlatıyordu Galip Ağabey. Ülkücü, ben ve bize fayda sağlasa dahi milletine zarar verecek olan her türlü davranıştan kaçınmalıydı. Kendi nefsi ile milletin çıkarının çakıştığı noktalarda şüphe etmeden milletinin çıkarından yana tercih kullanmalıydı. Dolayısıyla milliyetçilik tabii halinin üst aşamasıydı, ülkücülük. Devamlı fedakârlık gerektirirdi. Bu sebepten ötürü pek az insanın ulaşabileceği bir üstünlük olarak ifade ediyordu ülkücülüğü Galip Ağabey… Ülkücü her daim çileye taliptir. Dünya nimetlerinden yana nasibi olmamıştır, gözü yoktur ki nasibi olsun. Kalabalık tarafından hayalperest ilan edilirler. Olmayacak rüyaya âmin demiştir onlara göre. Gün gelip de ecel hükmünü icra edip, ülkücü dünyasını değiştirince kalabalık ona acır. Oysa o, inançları uğruna yaşamanın hazzını tadamadıkları için ömrü boyunca “kalabalık”a acımıştır.
Nefsinden bir bütün olarak uzak durmayı öğütlememektedir, Galip Ağabey. İnsanın nefsinin hizmetçisi olduğunu bilir. Lâkin sadece nefsine hizmet etmek isteyen insanın dahi zaman zaman nefsinden fedakârlık yapmak zorunda olacağını ifade etmektedir. Ve bitirir yazısını: “Tarih, hiçbir şey kaybetmeyeyim derken her şeyi kaybedenleri çok görmüştür.”
Bu yazıda, 13 Ağustos 1961 tarihi imzalıydı. Yani henüz Ülkü Ocakları da, Ülkücü Hareket de yok idi. Ancak görülüyor ki, ülkücülüğün yazılı bir tarihi mevcut değildir. Türk tarihi boyunca her dönem ülkücülük ve ülkücüler var olmuştur. Olmaya da devam edeceklerdir…
Cüssesi ile mütenasip değildi, Galip Ağabey. Sağlam bir kafası var lâkin sağlam bir vücudu yok idi. Hastaydı, zayıftı… Sık sık rahatsızlanırdı. Böbrek sancıları tutardı. 10 Mart 1997 günü, doğumundan tam 67 yıl sonra rahatsızlanmıştı. Hastaneye götürüldü. Başka rahatsızlıklar da baş göstermişti. En geç bir haftaya ameliyat olması gerektiği söylendi. Ondan önce gerekli müdahaleler yapıldı ve odaya geçildiğinde, çay tiryakisi olan ve tek kötü alışkanlığı sigarasından vazgeçemeyen Galip Ağabey doktorundan talepte bulundu. İsteği yerine getirildikten sonra sigarasını yakan Galip Ağabey keyfinin kaçıklığı ile: “Böyle yaşamaktansa, ölmek daha iyi!” demişti. İyi olacağını söyleyen doktora ise cevabı: “Ben sana bir şey söyleyeyim mi doktor? Altmış yedi yılda beş yüz yıl yaşamış gibiyim; yoruldum artık!” yorgun düşmüştü artık Galip Ağabey. O küçük vücuduna sığdırmıştı almış yedi koca yılı, çileyi, ıstırabı, gücü, sabrı… Ancak artık takati kalmamıştı. Yazmayı bırakalı epey olmuştu ancak artık konuşmuyordu da. Konferanslara katılmıyor, köşesinde “zaman”ın gelmesini bekliyordu. Israrlara dayanamayarak verdiği son, “Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri” konulu konferansta söyleyeceğini söylemişti zaten… “Türk Milliyetçiliğinin tek meselesi vardır; o da Türk Milliyetçileridir!”
12 Mart günü hastanenin yolu tutuldu. Yatış gerçekleşecekti. Ancak Galip Ağabey’in ikna edilemeyeceği biliniyordu. Nitekim gider gitmez doktorla pazarlığa oturdu: “Ne kadar yatacağım?” “Benim keyfim ne kadar isterse.” “Olmaz öyle şey!” “Olacak; başka çare yok!” İşin zaruriyetinin farkında olan yakınları doktorla bir anlaşma yaparak Galip Ağabey’i ikna etmeye çalıştılar. Doktora günde kaç sigaraya izin verileceği soruldu. Hiç içmemesini en iyisi olacağını söyleyen doktor üç sigara içmesine razı oldu. Nihayetinde beş sigarada anlaşıldı. Sigara kadim dostu idi Galip Ağabey’in, ondan vazgeçmesi beklenemezdi…
Gecesine ağırlaştı Galip Ağabey! Kalp krizi geçiriyordu. Doktor Haluk apar topar hastaneye geldiğinde, hastane görevlisi Galip Ağabey’in çenesini bağlıyordu… Kafasında dolaşarak dudaklarından dökülen sözler: “Galip Ağabey! O koskoca Galip Erdem’i bu küçük vücuda nasıl sığdırdın?”
Uçmağa varmıştı, Galip Ağabey! Her şeyi ve herkesi bir yana bırakarak, ölümsüzlüğün koynuna girmişti…
Ruhun şad olsun Ağabey… Vuslata dek, O’na emanetsin…