TÜRKÇÜLÜK NEDİR ?
Dr. Hasan Ferit CANSEVER 26 Haziran 2007
Türkçülük, Türk Milletinin tehlikeye düşen varlığını korumak, milleti uyandırmak için yapılan bir harekettir. Her canlı organ gibi bir millet de daima bir çok tehlikelere maruz kalabilir ve bu tehlikelerden kendisini kurtarmak için her dakika mücadele eder. Türk milleti de tarihin kendisini tanıdığı devirlerden beri bu mücadeleyi bir an bile terk etmiş değildir.
Gültekin Kitabesi bize bu hayat ve ölüm didişmesinin en canlı örneğini vermektedir. Bir millet var ise onun kendi benliğini devam ettirebilmesi için didişmesi, çarpışması, milli mevcudiyeti için, tehlikeli olan düşmanlarını ortadan kaldırması, öldürmesi ve ölmesi kadar tabii bir şey tasavvur olunamaz. Böyle bir mücadele bütün hayat müddetince hep aynı şiddet, aynı kudrette devam edemez. Zaman zaman dinlenmek, yorgunluk hissetmek ihtiyaç ve zaruretleri de hasıl olabilir. O zamanlar rnilli mevcudiyetler büyük tehlikelere maruz kalır. Düşmanlarının ellerine esir düşebilirler. Artık herşey bitmiş gibi görünen anlarda yeni yeni hayat hamleleriyle yeni mücadeleler başlar. Düşmanlarını şaşırtan bu hamleler bu defa da hakimleri mağlup eder, esirleri hürriyete kavuşturur.
Bu mücadele hayatın bir zarureti, bir icabı ve kanunudur. Bunun için milliyetçilik cereyanının başlangıç tarihi, Türk milletinin dünya üzerindeki ilk mevcut olduğu günden başlar. Onun için ben, Türk milliyetçiliğini günün bir modası ve icabı bir hareket olarak tanımıyorum. Mademki bir Türk Milleti vardır, onun milli varlığını korumak için çalışan bir fikir hareketi de mutlaka onunla beraber mevcuttur. Buna, Gültekin Abidesi’ndeki sözler en güzel bir misal olduğu gibi Türk tarihi de buna şahittir. Şu halde Türkçülük Hareketinin tarihini Türk milletinin tarihinden ayırmaya imkan yoktur.
Bizim devrimizde adına Türkçülük ve Milliyetçilik dediğimiz hareket, işte bütün bu tarih boyunca devam edip gelen, milli şuur ve varlık mücadelesinin son hamlesidir. Deniz dalgalarını nasıl denizden ayırmak mümkün değilse, bu son hamleyi de Türk milletinin yaşamak için yaptığı hayat mücadelelerinden ayırmak kabil değildir.
Milliyet meselelerini mütelaa ve münakaşa eden bir çok mütefekkir ve muharrirler milliyet mefhumunun zamanımıza ait bir fikir hareketi mahsulü olduğunu ileri sürerek bu fikir hareketlerinin modern bir cereyan olduğunu iddia ederler. Eski insan topluluklarında milli bir fikir ve hissin mevcut olmadığını ileri sürerler. Halbuki ben bunun tamamiyle aksini kabul ediyorum. İptidai kavimlerdeki milli his ve milli hayat, modern cemaatlardan daha kuvvetlidir. Çünkü bu iptidai milletleri temsil eden fertlerin efkar ve tahassüsatında modern cemaatların ve milletlerinkinden daha kuvvetli bir tesanüd ve ayniyat vardır. Biz bugün milleti aynı soydan, dini, dili, efkar ve hissiyatı, anane ve yaşayış şekli birbirlerinin aynı olan insanlardan mürekkep bir toplum olarak tarif ediyoruz. Eski milletlerde bu özellikler bugünkü milletlere göre daha ahenkli ve daha birleştirici ve daha canlı bir surette mevcut olduğundan o toplumlar içindeki milli hayat bugüne kıyasla elbette daha kuvvetli ve daha faal olması icabeder.
Bizim bugün milli bir hareket yapmak zarureti ve mecburiyeti hissetmemiz ve karşımıza bir sürü muarız çıkarak onlarla mücadeleye mecbur oluşumuz gösteriyor ve isbat ediyor ki, içinde yaşadığımız toplum fertleri arasında daha bir milet halinde yaşamak hususunda tam bir mutabakat halinde bulunmuyoruz.
Halbuki iptidai kavimlerde böyle bir ferdin cemaat içinde hayat hakkı bile yoktur. Halbuki biz bugün kendimize Türkçü diye cidden garip bir isim bile takmak zaruretini ve elim mecburiyetini duymuş bulunuyoruz. Çünkü Türk milli camiası içinde Türk olmayarak yaşayabilmek, Türk milli ananesine, harsına, diline, mukaddesatına hürmete lüzum görmeyen ve onun ırkına da, tarihine de, milli metrukatına da hatta hürmete bile lüzum görmeyen ve cezadan korkmayan insanlar, zümreler peydah olmuştur ve maatteessüf bir zamanlar, Türke karşı bir takım yabancı hisler besleyen zümreler büyük Türk kütlesinin sevk ve idaresini de eline alarak, kendi fikir ve kanaatini Milli Türk zihniyet ve kanaatinin üstüne çıkartarak ona tahakküm bile etmek imkanını elde etmişlerdir. Bugün Türkçülük dediğimiz hareket işte bu musibetleri temizleyerek, Türke eski tarihi, milli varlığını iade etmeğe matuf bir harekettir.
Türk Mileti hiç bir vakit bu kadar acı bir mücadeleye mecbur olmamıştır. Onun, her vakit kendi milli ideali canlı olarak yaşamıştır. Fakat bugün kendilerini, Türk'ün okumuş insanları olarak tanıtanlar arasında Türk Milletinin manevi bütün varlıklarını onun bünyesinden söküp atmak için çalışanların var olduğunu teessürle görmekteyiz. Üzerini uyuz böcekleri sarmış olan bir yiğit, kahraman ruhlu bir insanın ızdırabı gibi Türk Milleti de bu tufeyli fikir cereyanlarından çok muzdariptir. Milliyetçilik, onu bu parazitlerden temizleyecek olan ilaçtır.
Fakat bizim idealimizdeki gaye, yalnız bunlarla mücadele değil, Türk Milletinin mazide olduğu gibi mütesanit, kuvvetli ve azimli büyük bir millet halinde dünyanın kendisinden beklediği vazifeyi ifaya muktedir bir hale gelmiş olmasını görmektedir. Bizim davamız: Yüzyıllarca devam eden büyük Türk varlığının, gene yüzyıllarca devamını teminden ibarettir. Çünkü bize tarih, mensup olduğumuz milletin Büyük Bir Millet olduğunu gösteriyor.
Her millet, Türk mileti gibi büyük olarak yaratılmış değildir. Türk Milleti adet olarak büyük bir millettir! Dünya üzerinde bugün «Türküm» diyen altmış, yetmiş milyon insan vardır. Bu, parça parça edilmiş büyük bir milletin dünyaya aynı dinamik ruhla dağılmış olmalarının bir tezahürü sayılmak gerektir. Bunlar biraraya toplansalar, bunlar, sevgi, aşk ve ihtimam ile korunsalar, üretilseler, terbiye edilseler, dünyada yaşayan insanlar arasında en şerefli liyakatli mevkii bu Türk Milletinin işgal edeceğine şüphe yoktur. Nasıl ki tarih bize Türklerin her vakit dünyaya medeniyet örneği olduklarını gösteriyor..
Pekin şehri bir Türk şehri idi. Burada üniversitelerde binlerce Türk profesörü dünya ilmine ve bugünkü medeniyetin bu hale gelmesine hizmet etmişlerdir. Halbuki Yirminci Yüzyıl ancak, şaşkın ve hayran nazarlarla onları seyredebiliyor. İran, Irak, Mısır, Suriye, Anadolu, Rumeli, Tuna boyları hala Türk uygarlığının maddi ve manevi eserlerinin tesiri altında yaşamaktadır. Bugün bir Romanya Kibrit Kutusu alırsanız, üzerinde biraz değiştirilmiş olduğu halde Türkçe kutu ve kibrit kelimelerini bulursunuz.
Dünyanın üç noktası üzerinde bu kadar alemşümul bir tesir yapmağa muvaffak olmuş ve tabii bir istifa ve tekamülle bu büyük varlığını elde etmiş olan Türk Milletinin bugünkü parçalanmış, zayıf düşmüş, düşmanları tarafindan aralarına kasten ayrılıklar sokulmağa çalışılan haline bakarak, elimizde en son kalan parçasının da beynelmilel camialardan birinin ideolojisini kabul etmekten baska çare olmadığını ileri sürenlerin herşeyden evvel hüsnüniyetlerinden şüphe etmek elbette en doğru bir hareket olur.
Biraz evvel Türkçülük, Türk Milletini sevmektir, diye tarif etmişim. Her Türk, bütün dünya Türkleri için faideli olmayı, hayatının en kutsal gayesi bilmelidir. İşte Türkçülük bundan ibarettir. Bu prensipten bir sürü milli çalışma sistemleri doğar. Türkçülük, Türk olmayan milletlere düşmanlık değildir. Türkçülük, başka bir milletin aleyhine bir hareket değildir. Türkçülük, emperyalizme, zulmete, istibdada, cehle, fakr ve sefalete karşı bir mücahede ve mücadeledir. Bizim, siyasi bir emperyalizmle alakamız yoktur. Çünkü, Türk'ün dünya üzerindeki yayılışı, onun kendi ülkelerinde mesut ve müreffeh olarak yüzyıllarca yaşamasına ve çalışmasına müsaittir. Bizim başkalarının ülkelerinde gözümüz yoktur. Yeter ki, başka milletlerin de bizim topraklarımızda gözü olmasın da idealimiz olan sulh ve sükun içinde milli varlığımızı, birliğimizi, milli medeniyetimizi meydana getirebilelim.
Türk, zulüm, cefa ve eziyetler yüzünden bu hale geldiği için, hürriyete, adalete muhtaçtır. Bilgisi az olduğu için teknik vasıtalarını bizzat yapamıyor. Fakir olduğu için aciz bir hale düşüyor. Şu halde milliyetçi bir Türk'ün en büyük vazifesi şunlardır:
«Türkü sevmek...», «Türk'ün sefaletiyle, fukaralığı ile mücadele etmek...», «Türk'ü emperyalistlerin hücumundan siyanet etmek...», «Türkün milli benliğini tehlikeye düşürecek, onun hissini körletecek fikir cereyanlarmdan onu korumak...», «Teknik vasıtalarla techiz etmek...», «Ahlaki vasıtalarının inkişafına hizmet etmek...», «Neslin bozulmamasına ve karışmamasına itina etmek...», «Türk milli varlığının yeğane koruyucusu olan Türk Devleti'ni yaşatmak...» İşte bir milliyetçi Türk'ün öğreneceği, öğreteceği, yapacağı ve yaptıracağı şeyler bunlandır.
Memleketimizde Türkçülük adı altında yapılan çalışmalar arasında faydalı ve zararlı olanlar hiç şüphesiz ki vardır. Aralarında fikir ve içtihat farkları olmakla beraber Türkçüleri bir noktada toplamak mümkündür. O da, hepsinin, Türklerin faydası ve Türk milli varlığının devamı ve inkişafı için çalışmayı kabul etmiş olmalıdır. Bu sayede Türkçülük cereyanı gün geçtikçe genişlemektedir. Türkçüler arasında ihtilaf halinde görünenleri varsa da bunlar teferruata ait ve ameli olmaktan daha ziyade nazari şeylerdir. Mesela, «Türkçülük harsa mı, ırka mı dayanmaktadir? » gibi... Evvelce de ifade ettiğim gibi, harsen Türk olanlar, bizde en küçük bir ekalliyet halindedir. Bunların yeğane kuvvetini münevver zümre arasında bulunmaları teşkil etmektedir. Halbuki Anadolu Türkleri artık uyanmıştır. Hepsi çocuklarını en yüksek tahsile kadar okutuyor. Binaenaleyh harsen Türk olanlar bugünkü Türk camiası içinde nasıl adetçe ekalliyette iseler, münevver zümre arasında da bunlar yine pek ehemmiyetsiz ve küçük bir ekalliyet halinde kalmağa mahkumdurlar. Şu halde ırkçıların endişelerine mahal olmadığı gibi, harsçıların da ırkçılara muhalefetine lüzum yoktur. Çünkü Anadolu ırk itibariyle yekpare, su karıştırılmamış Türktür...
«Garplılık nedir?» Garplılar, Türkleri, Asya'nın bu meşhur milletini garplı mı yapmak istiyorlar? Buna imkan yoktur... Biz Asyalıyız. Ve Asyalı kalacağiz. Şarklıyız… Garplı değiliz... Tarihin ve mukadderatın bize verdiği bu vasıfları değiştirmek bizim elimizde değildir. Aslımızı, cinsimizi de inkar ve reddedemeyiz. Bilakis onunla iftihar edebiliriz. Şu halde Garplılık dediğimiz şeyden ne kastediyoruz?!
Bizim anladığımıza göre Şark, bugünkü teknik medeniyetten geri kalmıştır. Garp ilerlemiş, bir çok yeni aletler, vasıtalar, usuller keşfetmiştir. İşte bizim garpten alacağımız, öğreneceğimiz şeyler bunlardır. Eğer Garplılık, Garbın bu teknik usullerini öğrenmek , Türk Milletinin eline bu yeni vasıtaları vermek ise, Türklerin faidesine olan bu tekniği istemiyecek acaba bir tek milliyetçisi var mıdır? Şu halde, garplılık, garp tekniğini Türke öğretmek demek olacaktır. Bu, milliyetçiliğin de gayesi, emeli olduğuna nazaran, Türkçülüğün karşısında Garpçılık diye zıd bir şey ikamesine lüzum yoktur.
Yok! Garpçılık bu değil de, Türk'ü, Garplı milletler arasında milli vasıflarını kaybederek eritmek manasına geliyorsa, her Türkü karşısında bulacaklardır. Türk varlığının devam ve bekası Türkün kendisine mahsus olan milli vasıflarının ve ırkının, milli birliğinin sayesinde olabilir. Bunu bozacak olan herşey bizim için düşmandır. Onunla ölünceye kadar mücadele farzdır.
Garplılaşmak gayretiyle şimdiye kadar birçok iyi şeylerimizi kaybettik. Çok sıhhı olan giyim, yiyecek usullerimizle beraber bir çok iyi ahlaki adetlerimizi de kaybettik. Bu kaybettiğimiz şeyler o kadar çoktur ki, onları saymakla bitiremeyiz. Maddi olarak kaybettiklerimizi Avrupa müzelerinde seyretmek mümkündür. Manevi olarak kaybettiklerimizi ise Tarih bize kısmen anlatıyor. Son zamanlarda kendi milli varlığımızı bile kaybettiğimizi gösteren milliyetçilik aleyhtarlığının pervasızca inkişafı ve onun yerine beynelminelciliğin propaganda edilebilmesi, bize en son kuvvetimiz olan milli benliğimizin tehlikede olduğunu apaçık göstermektedir.
Kalemlerine hakim olamayacak kadar taşkın ve çok adi insanların kullandıkları bir lisanla münakaşayı öğrenmiş olan bazı yazı yazarların milliyetçiliği, gerilik, irtica, insanlığın yüz karası gibi göstermek için gerek şahıslarımıza ve gerekse fikirlerimize karşı gazete ve dergilerde yaptıkları saldırılarda, ben Türk Milletine kendi bünyesi içinde ekmeği ile beslediği ne kadar nankör mahluklar olduğunu göstermekle iktifa edeceğim.
Kanaatımca bugün milliyetperverler aleyhine yapılan hareketlere karşı lakayt kalan milli kuvvetlerimizin, milli musiki, milli mimari, milli resim, milli raks, milli şiir ve edebiyat, milli kıyafet gibi meselelere karşı da uzun yıllar içinde aynı lakaydi içerisinde yaşamış olmasından dolayı bu ictimai müesseselerimizin yaşayan kıymetlerinin çok mühim bir surette kaybedilmiş bulunduğunu ve onun yerine modern kelimesiyle veyahut Garbe mensubiyetiyle iftihar edilenlerin kaim olduğunu acıklı olarak görmekteyiz.
Milliyet cereyanı ile Balkan Harbini, Çanakkale'yi, Kut-ül amara'yı ve nihayet Milli Mücadele'yi zaferle kazandık. Bugün milliyetçilere hücum edenlere hür bir vatan temin eden ve devlete Türk ismini veren bu cereyanın aleyhinde, Anayasasında milliyetçi olduğunu da bir madde halinde tasrih etmesine rağmen bu devletin kanunlarına riayetle mükellef olanlardan bir kısmının gazetelerde pervasızca neşriyatta bulunacak kadar cüretkarlıkları da görülmektedir.
Bütün milliyetperverler, bütün kuvvetleriyle, <-Ey Türk uyan!> diye feryat etmelidirler. Türk uyanmalı. Onun her sanatı, güzelliklerin en güzelidir. Bütün dünya ona hayrandır. Biz o uyanık, aydınlık günü bekliyoruz... Ümidimiz pek çoktur ve yerindedir. O günü bekleyeceğiz. Türk milli sanatının uyanması için herşeyden evvel Türkün uyanması lazımdır. Türk milleti kendisini tanımalıdır. Kendisini, başkasından aşağı, ikinci varlık telakki etmemelidir. Bilakis dünya tarihindeki müstesna mevkiini tekrar ele almak için düştüğü yerden ayaklanmalı... Dünyaya sanat, fen, ilim sahasında yeni eserler vermeğe hazırlanmalıdır. Bunun için zillet, meskenet, fakirlik, sefalet, cehil yerine gurur, asalet hissiyle refah içinde bilgili olarak yaşamağı öğrenmelidir ... Fakat, bu öğrenme hareketinde milli his, gurur ve azamet hissini bir an ikinci plana terk etmemek lazımdır.
Türkün ruhu, hamallıktan, uşaklıktan, yırtık, pırtık, sefil ve perişan gezmekten azap duymalıdır. Türkü bugün içinde bulunduğu bu fena şartlardan kurtararak yüksek mevkilere çıkartacak milli teşkilata ihtiyaç vardır. Ticaret hayatında fevkalade bir tesadüfle Türkler birbirlerini himaye etmeği öğrenmelidirler. Her işimizde Türklüğe mahsus bir karakter, bir çeşni, bir fark bir zihnin hakim olduğunu göstermeğe çalışmalıyız. O zaman sanat, ticaret ziraat, ilim, fen, terbiye işlerimiz tamamiyle millileşmiş olabilir.
Türkçülüğün zaferi için milli terbiye en mühim bir vasıtadır. Bugün okullarımızda maatteessüf milli terbiye yerine beynelminelcilik tedris ve talim olunmaktadır; ailenin lüzumsuzluğunu öğreten öğretmenleri biliyorum. En büyük Türk liselerinde, «Türkün geçtiği yerde ot bitmez» diye darbımeseller yazılı yabancı kitaplar okunmaktadır.
Ahlak prensipleri, din aleyhtarlığı yüzünden kuvvei müeyyidesiz bir hale gelmiş ve manalarını kaybetmişlerdir. Bu itibarla son nesillerimizde endişeye mucip olabilecek bir ahlak buhranı ile karşı karşıya gelmiş bulunuyoruz. Halbuki bir milletin birliğini yapan en mühim kuvvetlerden biri ve en belli başlısı ahlak olduğuna nazaran ahlaki hayatımızdaki buhranlar milli varlığımızın temellerini sarsan bir tehlike oluyor.
Okul programları demek, gelecekteki nesillere babalarının yürüdüğü yolda yürümeği ve onların şerefle taşıdıkları bayrağı taşımayı öğretmek demektir... Halbuki biz maziyi her vesile ile çocuklarımıza kirli, karanlık, fena, cehil ve zulmün kaynağı gibi gösteriyoruz. Bu, milli terbiye değildir. Hepimize düşen vazife: «Kul, hatasız olmaz...» şeklinde düşünerek, mazinin hatalarını çocuklarımıza öğretmek değil, faziletlerini söylemektir. Bu hususta devlet kadar her aile reisine de mühim vazifeler düşmektedir.
Sınırsız bir hürriyet ahlaksızlıktır. Haddini herkesin bilmesi, Türk milli camiasının selameti için elzemdir. Fakat buna mukabil, Avrupayı bugünkü uçurumun kenarına kadar sürükleyen Fransa'da, Rusya'da milyonlarca insanın beyhude yere kanını su gibi akıtan ihtilallere sebebiyet veren sınırsız hürriyet propagandası, takriben bir buçuk yüzyıldan beri Türkiye'de de bütün kudretiyle faal bir halde çalışmaktadır. Sınırsız hürriyet, işte Türk Milleti için en büyük tehlike budur. Türk ictimai nizamı, çadır altında yaşadığı günden bugüne kadar her hareketinde usül, kaide, nizam, adet, anane ile yaşamıştır. Böyle yaşadığı zaman, Büyük Millet olmuştur... Bunları unuttuğun da ise esaretin eşiğine yaklaşmıştır.
Gültekin Kitabesi bize bu gerçeği bütün açıklığı ile söylüyor. Ey Türkler! Uyanınız! Ecdadınızdan size miras kalan yurtları, adetleri, ananeleri, imanı, ahlak prensiplerini, yüksek sanat ve ilim duygularınızı korumağa ve mükemmel bir hale getirmeğe çalışınız. Milletinizi sevin, sevdikleriniz için fedakar olun. Hayat, sevgi ve ahenktir. Kin, karışıklık, ölüm doğurur. Türk milliyetperverliğinin temeli sevgidir. Gayesi milli ahenk ve hayattır. Bilhassa tiyatro ve sinemaların millileştirilmesi lazımdır. Bugünkü gençlik materyalist olarak yetiştirilmektedir. Bugün ilim denilince maddi ilimler hatırınıza geliyor. Halbuki Garbın bugünkü müsbet diye yanlış tarif ettiğimiz ilimleri, hiçbir vakit kelimenin tam manasiyle müsbet ilimler değildirler.
Halbuki müsbet ilimler bize maddelerin vasıflarını öğretiyor. Manevi ilimler ise ruhun iyilik, güzellik ve doğruluk hakkındaki hükümlerini öğretecektir. Dünyayı idare eden manevi kudretin varlığını bilen ve tanıyan bir insan için hayat yalnız kendisinden ibaret bir tezahür değil, kendi haricinde de elle tutulmaz, gözle görülmez daha geniş bir alemin de iştirakiyle husule gelen bambaşka bir tezahür olarak telakki ediliyor. O zaman her arzu ve temayülün hareket haline geçmesinde bu ikinci kuvvetin de varlığını hesaba katmak zarureti hasıl olacaktır.
Bugünkü insanlar, dünya üzerinde kendilerini tamamiyle her nevi manevi rabıtadan kurtulmuş, hür insanlar olarak telakki eden bir terbiye sistemi ile yetiştiriyorlar. Bu terbiye sistemini savunanlar, mazinin müstebit cemiyetleriyle mübareze ettiklerini ve hürriyeti, vicdanı tesis için dine karşı düşmanlıkla mücadele eylediklerini söylerler. Onların, mazinin müstebit cemiyetleri dedikleri şey, babalarımızın cemiyetleridir; onların kurdukları sosyal ahenktir ve nizamdır. Fertleri şahsi arzu ve ihtiraslarından men eden her ahlaki kaide elbette hakimane bir vasfı da haiz olacaktır. İşte, ahlak kaidelerinin bu hakim tavrından istifade ederek mütesanit bir cemiyet kurmuş olan ecdadımızın bizlere miras bıraktıkları maddi ve manevi medeniyet eserleri karşımızdadır. Eğer bu cemiyetlerde hüriyet olmasaydı san'at ve tefekkürümüzün bu kadar feyizli mahsüller vermesine imkan olabilir miydi? Şu halde eserlerine bakarak ecdadımızın kurdukları cemiyetin müstebidane değil ve fakat ahlak kaidelerinin kuvvetle hüküm ve nüfuzu altında yaşayan cemiyetler olduğunu anlamakta güçlük çekmeyiz.
Din, yalnız insanların iyi ahlaklı olmalarını temin eden ilahi emirlerden ibaret olduğuna nazaran da ahlakın en büyük istinatgahı idi, işte bu manevi ve tarihi bağlardan çözülerek başıboş kalan ve yalnız ihtiraslarının emirleriyle hiç bir hudut tanımayan bir hürriyet zihniyetiyle hareket eden yeni bir nesil yetiştirerek cemaatin her ferdini kendi heva ve heveslerinin esiri yapacak olan materyalist terbiye ancak Türk Milli Camiasını parçalamaktan başka bir işe yaramaz.
Milli bir camia, fertlerini şahsi arzu ve keyiflerinde serbest bırakmayan ve bütün cemaat fertlerini cemaatin müşterek gayesi için çalışmağa ve bu uğurda fedakarlığa icbar eden camiadır. Bir süre içindeki fertler muayyen ideal için müşterek olarak çalışmayı ve bu uğurda fedakarlığı kabul etmiyorlarsa böyle bir cemaatin hikmeti vücudu nedir? Buna cemaat değil, bir yığın et ve kemikten mamül, konuşan bir hayvan sürüsü demek daha doğru değil midir? Biz böyle bir Türk cemaatini, Türk milleti için ancak bir felakete düçar olmamak için Türkçüler, bir taraftan ecdatlarının milli miraslarını tanımağa ve diğer taraftan da hariçten kendilerine musallat edilmiş olan ve milli hayat ve ananelerine uymayan fikir ve itiyadlardan milletlerini kurtarmağı kendileri için bir vazife bilmişlerdir. Esasen türkçülüğün tarihi Türk Milletinin kendisini başka milli camialardan ayırdetmek lüzum ve ihtiyacını duyduğu tarihten başlar.
Türk Milletinin varlığını müdafaaya lüzum varsa Türkçülük ceryanının da kuvvetlenmesine ve düşmanlarını mağlup etmesine öylece lüzum vardır. Türkçülük, binlerce yıllık şerefli bir tarihi olan asil ve büyük bir milletin varlığının müdafaasıdır. Zannediyorum ki, böyle bir müdafaaya da milletçe lüzum olduğunda tereddüt edecek bir Türk tasavvur edilemez.
Türk Milleti, Türklerden müteşekkil bir camiadır. Bir insanın «Türküm» diyebilmesi için Türk olması, başka bir millete mensup olmaması, Türk olduğunda şekk ve şüphesi bulunmaması lazımdır. Bizim için üzerinde ısrarla durulacak mühim bir kan davası olmadığı kanaatindeyim. Çünkü Anadolu halkı, Selçuk ve Osmanlı Türklerinin çocuklarıdır. Hala yaylalarımızda Sultan Osman’la beraber geldiklerini hatırlayan Türkler yaşamaktadır. Bu Türklerle köy ve kasabalarda yaşayan Türkler arasında hiç bir fark mevcut değildir. Binaenaleyh memleketimizde yabancı bir millet davası bahis mevzu olamaz.
En doğru milliyetçilik, insanın mensup olduğu millete sevgi ile aşk ile bağlı olmasıdır. Uğrunda seve seve ölümü göze alabileceğimiz bir milli varlık içinde kendimizi daha mesut ve müreffeh bir hale getirebileceğimiz gibi bu milli varlığın şerefine, haysiyetine de kimsenin tecavüzüne meydan bırakmamış oluruz.
Milliyetçilik düşmanları bizim, mensup olduğumuz, milli varlığın cahil, geri, barbar olduğunu söyleyerek böyle geri bir camiaya mensubiyetle iftihar edecek yerde garbın beynelmilelcilik ceryanına katılmamızı tavsiye ediyorlar. Biz ise, bir «piç!» olmaksızın hiçbir vakit aslımızı, neslimizi red ve inkar edemeyiz. Bizim için Türk Milleti şimdiki haliyle fakir de olsa, okutulmamış, cahil de kalmış olsa değerlidir... Fakirlik, cahillik çalışmakla giderilecek arızi şeylerdir. Biz, Türk Milletinin taşıdığı asil ecdat kanının yüceliğini tanıyan, bilen, ona hürmet eden insanlarız. Yeter ki, bu millete aşk ve sevgi ile çalışma usulleri öğretilsin ve milli idealin heyecanı ile yaşansın. İşte o zaman, Türk ülkelerinin Garp Medeniyetinin mümessilleri olan memleketlerin vasıl oldukları medeniyet düzeyini nasıl geçmiş olacağı görülecektir.
Yirmiden fazla yılın Rusyasında neler yapıldığını biliyoruz. Bütün dünyanın en yanlış bir fikir hareketi olarak telakki ettiği bolşevizme inanmış bir avuç insan, milyonlarca insanı ellerinin içinde istedikleri gibi yoğurmakta ve onları zorla dahi olsa kendi maksatları uğrunda çalıştırarak bugünkü noktaya getirmektedirler...
Özetle şöyle demek isterim ki: Türkçülük, münhasıran Türk Mileti için faydalı olmak ve onun için yaşamaktır. Fakat bu mücadelede esas olan Türklük sevgisidir. Başka milletlere karşı kin, garaz Türk milliyetçiliği için gaye değildir. Fakat Türkü düşmandan korumak için düşmanla savaşmak farzdır...
Bizim çalışma programımız şöyle olmalıdır: Her Türk yaşadığı kadar yalnız kendi milletinin sevgisi ve saadeti için yaşamalı ve çalışmalıdır. Terbiye sistemlerimiz ana kucağından mezara kadar hep ideali öğretmelidir. Her Türk tarih hissinden bir an kendisini ayırmamalıdır. Türk için hal, geçmiş ve gelecek, hep aynı olmalıdır. Geçmişi geri ve çirkin değil, bize hayat veren bir kaynak olarak telakki etmek lazımdır. Geleceği hatırımızdan çıkartmamalıyız...
Türk medeniyetinin geleceği, geçmişinden aldığı kuvvetle doğabilir ve yaşayabilir. Onun için geçmişteki maddi ve manevi medeniyet amillerimizi iyice tanımamız ve bilmemiz ve bugün ve yarın için kuracağımız milli sistemlerimizi Avrupa'dan değil bu bitmez ve tükenmez hayat dolu olan geçmişin kaynaklarından almamız lazımdır. Bizi kurtaracak modernizm değil, ecdadımızın medeniyetidir. Yalnız teknik vasıtalarda son moda araçlardan istifade edilmelidir. Fakat prensiplerin mutlaka milli olması gerektir.
Türk halkının kendi milli varlığını duyması ve bütün Türklerle bir arada olduğunu bilmesi ve hissetmesi elzemdir. Bu tesanüdü temin için terbiye ile ruh birliği, fikir birliği yapmalı, iktisadi düzende işbirliği vücude getirilmelidir. Türk milli birliğini yapacak ideolojinin ve bu ideolojiyi yaşatacak çalışmanın bütün Türkler tarafından kabulü ve tesbiti şarttır. Burada, din, dil, ahlak, iktisat, milli ekonomi ve diğer meseleler bahis mevzudur. Daima, daha büyük, daha kuvvetli, daha gelişmiş bir Türk medeniyeti hedefimiz olmalıdır.
(1946 yılında, Prof. Cezmi Türk, Prof. Dr. Remzi Oğuz Arık, Prof. Dr. Şakir Berki, Dr. Hasan Ferit Cansever ve İlhan Darendelioğlu, Adana’ya gelmiş ve Öğretmenler Birliği Konferans Salonu’nda birer konuşma yapmışlardır. Dr. Hasan Ferit Cansever’in yaptığı konuşmaya ait bu metin, rahmetli Cavid Ersen’in „Beyaz İhtilal“ isimli kitabından alınmıştır.)