Ruşen Eşref Ünaydın (18 Mart 1892- 21 Eylül 1959)
01 Ocak 1970
Ruşen Eşref Bey, Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumu’nun ilk GENEL YAZMANI (kâtibi umumisi) idi. Kurtuluş Savaşı yıllarında da Atatürk’ün yanında olan Ruşen Eşref, Türk Devrimine inanan, devrimin yaşama geçmesi için Mustafa Kemal’le birlikte yürüyen aydınlarımızdan biridir.
18 Mart 1892’de İstanbul'da doğan Ruşen Eşref Ünaydın, Galatasaray Sultanisi’ni ve Darülfünun Edebiyat Fakültesini bitirdi. Yüksem Baytar ve Yüksek Muallim Mekteplerinde Türkçe ve Fransızca öğretmenliği yaptı. Öğretmenliğiyle birlikte çevirmenlikle yazarlık yaşamı başladı (1914). 1918'de Yeni Gün muhabiri olarak Kafkasya'ya, Tasviri Efkâr muhabiri olarak Sivas'a gitti. Servetifünun, Türk Yurdu, Donanma, Tedrisat Mecmuası, Dergâh, Yeni Mecmua, Vakit gibi dergi ve gazetelerde söyleşileri ve gezi türünde yazıları yayımlandı. Dönemin genellikle ünlü edebiyatçılarıyla yaptığı söyleşiler büyük ilgi gördü; bunlarla tanındı. 1920'de Ankara Hükümetinin çağrısı üzerine Anadolu’ya geçip “Milli Mücadele”ye katıldı.
1922’de Buhara Elçiliği Başkâtibi oldu. Lozan Konferansında “matbuat müşavirliği” yaptı. TBMM’nin ikinci döneminde Afyonkarahisar Milletvekili seçildi. “Riyaseticumhur Kâtibi Umumisi”, Tiran, Atina, Budapeşte elçiliği; Roma, Londra ve Atina Büyükelçiliğinde bulundu. 1952’de emekliye ayrıldı.
Mustafa Kemal Atatürk’ün en yakın çalışma arkadaşlarından olan Ruşen Eşref Ünaydın, Mustafa Kemal’in Gelibolu’daki başarılarını yayımlayan, onun Türk ve dünya kamuoyunda tanınmasını sağlayan gazetecidir.
Atatürkçülüğün ödünsüz savunucuları arasındaydı. “Röportaj ve mülakat” türlerini Türk yazınına o kazandırmıştır. Bağımsızlık Savaşı döneminde, ünlü yazıncılarla yaptığı bir dizi röportajını, Türk Yurdu dergisi ile Vakit gazetesinde yayımlamış, daha sonra Diyorlar ki adıyla kitaplaştırmıştır. Diyorlar ki adlı yapıtıyla ünlenen Ruşen Eşref Ünaydın, özellikle mütareke ve Kurtuluş Savaşının en karanlık günlerinde yazdığı yazılarıyla toplumu yüreklendirdi. İnsanların karamsar değil, güçlü olması; öfkesini, yurdunu kurtarmak için dirence dönüştürmesi için çabaladı. Bağımsızlık savaşı utkuyla bitince, bu kez Türk Devriminin yaşama geçmesi için Atatürk’ün en yakınında oldu. Türk Dil Kurumu’nun kurulmasında görev aldı. Türk Dil Kurumu’nun kuruluşunun önemli tanıklarından biridir; bu coşkulu doğumu Hatıralar adlı yapıtında bütün ayrıntısıyla anlatır:
Türk Dili Tetkik Cemiyeti işlerindeki hatıralarım şöyle başlıyor.
11 Temmuz 1932’de Reisicumhur Mustafa Kemal Hazretlerinin davet iltifatlarını aldım. Akşamüzeri Çankaya’ya gittim. Kendileri birkaç vakittir yeni köşke geçmişlerdi. Yukarı katta, kitap odasının yanındaki çalışma salonunda huzurlarına çıktım. Duvarları krem, döşemeleri de kahverenkli bu sade ve büyük salonun orta yerindeki uzun masanın başında oturuyorlardı. O masanın etrafında Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti azaları da vardı. O günlerde ilk tarih kongresi yeni bitmişti.
Şimdi konuştukları:
Gelecek yıla yetiştirilecek büyük kitabın bölümleri nasıl olacağı ve bunları kimlerin yazacağı idi.
Yanılmıyorsam, o akşam orada bulunanlar şunlardı: Âfet Hanım, Yusuf Akçura, Samih Rifat, Riyaseticumhur Kâtibi Umumisi Hikmet, Yusuf Ziya, Hasan Cemil, Sadri Maksudi, Maarif Vekâleti Talim ve Terbiye Dairesi Reisi İhsan, Hamit Zübeyr, Hüseyin Namık beyler, bir de Macar Profesör Zayti Ferenç.
Tarih konuşması bitmek üzere iken Gazi Hazretleri, oradakilere sordular:
-Dil işlerini düşünmek zamanı da gelmiştir. Ne dersiniz?
Maarif Vekâleti bütçesinden tahsisatı kesildiği 1931 Temmuzu sonundan beri, eski Dil Encümeni artık çalışmıyordu. Harf inkılabının hızından doğan bu kaynağın yeni bir varlık göstermesi çok yerinde olacaktı. Onun için, Reisicumhur Hazretlerinin yüksek düşüncesi sevinçle karşılandı. Gazi Hazretleri,
- Öyle ise Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti gibi bir de ona kardeş bir dil cemiyeti kuralım. Adı Türk Dili Tetkik Cemiyeti olsun, buyurdular.
Yeni cemiyetin ne gibi işlerle uğraşacağı görüşüldü. Sonunda Reisicumhur Hazretleri kendi eli ile şu resmi çizdi:
(Atatürk’ün çizdiği resmi Ruşen Eşref açıklar.)
Çalışmanın çerçevesi ortaya çıkmıştı. Cemiyetin iki büyük kolu olacaktı; biri filoloji ve lengüistik, biri de Türk Dili.
Filoloji ve lengüistik, hem doğrudan doğruya bu bilgilerle, hem de bu bilgiler yollarından Türk dili ile uğraşacaktı.
Türk dili kolunun üç bölüğü ise, lûgat-ıstılah, gramer-sentaks ve etimoloji bakımından Türk dilini tetkik ve tespit edecekti.
Reisicumhur Hazretleri,
- Yarın hükümete bir istida verip cemiyetin iznini almalı. Fakat bunun için daha önce bir reis, bir de umumi kâtip seçmeli. Ben her ikisini de burada, aramızda görüyorum, dediler.
Eli ile Samih Rifat Beyi göstererek,
- Zatıâliniz bunun reisliğini alırsınız, buyurdular. Umumi Kâtipliğe lütfen beni münasip gördüler.
- Şimdi iki âza için de iki arkadaş düşünürsünüz, dediler. Samih Rifat Bey ve ben, bize çok şerefli bir iş emreden Reisicumhur Hazretlerinin yüksek teveccühüne teşekkür ettik. Âzalar için Yakup kadri Beyle Celal Sahir Beyi söyledim.
- Pekeyi, dediler. Celal Sahir Bey veznedarlığa, Yakup Kadri Bey de âzalığa seçildi. Reisicumhur Hazretleri,
- Zannederim şimdilik Türk Tarihi Tetkik Cemiyetinin nizamnamesini alırsınız. Lazım gelen yerlerine cemiyetinizin adını ve gayesini yazarsınız. Yenisini sonra düşünürüz, dedi.
Böylece millete yararlı birçok iş gibi Türk Dili Tetkik Cemiyeti de GAZİ MUSTAFA KEMAL’in başından doğdu.
***
Hemen ertesi günü, 12 Temmuz 1932’de İçişleri Bakanlığına şu dilekçe verilir:
“Dahiliye Vekâleti Celilesine,
Muhterem Efendim,
Türk dili hakkında tetkikat ve neşriyatta bulunmak maksadiyle ve merkezi Anakarada Halkevi binasındaki dairede bulunmak üzere Türk Dili Tetkik Cemiyeti adıyla ilmi bir cemiyet teşkil edilerek nizamnamesi merbuten takdim kılınmıştır. Cemiyet İdare Heyeti azalarının isimleri ve imzaları arizamızın altında yazılıdır. Cemiyetin mesul murahhası ve umumi kâtibi Afyon Karahisar Mebusu Ruşen Eşref Beydir. İcap eden resmi muamelenin ifasına müsaade buyurulması rica olunur, efendim.
Türk Dili Tetkik Cemiyeti Reisi
Çanakkale Mebusu Samih Rıfat
Umumi Kâtip Afyon Karahisar Mebusu Ruşen Eşref
Âza ve Veznedar Zonguldak Mebusu Celal Sahir
Âza Manisa Mebusu Yakup Kadri”
Bu başvuru Dernekler Yasası gereğince Emniyet İşleri Genel Müdürlüğüne gönderilmişti. Derneğin tüzüğü, amacı ve kurucuların kimlikleri açısından bir sakınca bulunmadığı saptanmış ve hemen ertesi 13 Temmuz günü çalışmalara başlanılması için gereken izin belgesi verilir.
Türk Dili Tetkik Cemiyeti o yılın şubat ayında açılan Ankara Halkevinde ayrılan bir odada çalışmalara başlamıştı. Atatürk 15 Temmuzda yazlık çalışmaları için Yalova’ya hareket ederken trende yanına aldığı Samih Rıfat ve R. E. Ünaydın ile dil sorunlarını konuşmuştu. İstanbul’da toplanması öngörülen kurultay, yani genel kurul hazırlıkları ile uğraşan Ünaydın, ağustos sonlarında Yalova’ya gittiğinde karşılaştığı durumu, “Gazi Hazretlerini eski, yeni yerli, yabancı kamuslardan (sözlüklerden) öz Türkçe sözler aramakla, filoloji ve lengüistleri ortaya koymakla meşgul gördüm” diye aktarmaktadır.
Ruşen Eşref, Yalova’ya gittiğinde Samih Rifat’ı göremez. Çünkü Türk Dili Tetkik Cemiyetinin Başkanı Samih Rifat’ın hastalığı ilerlemiş, başkan evine kapanmak zorunda kalmıştır. Ruşen Eşref şöyle sürdürür anılarını:
Gazi Hazretleri, Dil Cemiyetinin çalışması işinde, gene kendi kurduğu Tarih Cemiyetinin çalışması işinden büsbütün ayrı bir usul tutmuştu. Tarih işinde yaptığı programa göre önce tez kurulup yazılanlar bilirlere gönderilerek tenkitleri istenmişti. Sonra tarih muallimleri ile tarihçilerden mürekkep büyük bir mütehassıslar kongresi toplanmıştı. Dil işinde ise çizdiği program şu idi: Önce kurultayı toplamak, tezi orada anlatmak, dil mütehassıslarının, ediplerin, şairlerin, gazetecilerin, muallimlerin düşüncelerini dinlemek, bütün milleti kendi dilinin işlerinde alakalandırmak, nizamnameyi, programı kurultayda konuşturtmak… Merkez heyetini ona seçtirtmek, sonra hızla çalışmaya geçmek.
***
26 Eylül 1932’de de Birinci Türk Dili Kurultayı başlar. Yaklaşık on gün süren kurultay Ruşen Eşref’in şu coşkulu konuşmasıyla biter:
Büyük Önder, Aziz Dinleyenler,
İlk Türk Dil Kurultayı bugün sonuna eriyor. Böyle büyük ve tarihi bir vazifeyi gören kurultayı saygı ile selamlarım. Güzel İstanbul’a ne mutlu ki Harf İnkılabı ilkin onda hazırlanmıştı. Dil İnkılabının ilk hızı da şimdi onda başlıyor.
Arkadaşlar!
On gün her biri saatlerce süren celselerde Vekil Bey, âlimler, edipler, şairler, münekkitler, dilciler, gramerciler, istilahçılar söz aldılar; derin düşüncelerini söylediler. Özlü bilgilerini anlattılar. Bunları bu salondakiler dinlediği gibi, havaları aşarak yurdun dört bucağına sesimizi duyuran demir ağızlar (radyo) önüne toplanmış bütün yurttaşlar da dinlediler. O yurttaşlar ki, Kurultayımızı kutlamak için yolladıkları binlerce tel yazıları, göreceğiniz gibi bir millet sesi idi.
Önümüzde daha zaman olsaydı; kadın erkek nice hatibin biribirinden değerli sözlerini dinleyecektik. Onların söylenmemiş olması, söylemek istedikleri şeyin duyulmayacağı demek değildir.
Umumi kâtiplik, elindeki yazıları umumi merkez heyetine verecektir. Bunlar ilerde bastırılıp yayılacaktır. Böylece kurultaya yurdun dört bucağından getirilmiş olan hiçbir armağan sayılmadan unutulmuş, sunulmadan saklanmış olmayacaktır.
Arkadaşlar,
Bütün hatiplerin sözleri kurultay programının yedi maddesi üzerinde toplandı. Bu program, Türk dilini üç zaman içinde düşündürüyordu. Dilimizin dünü, bugünü, yarını. Onun için diyebilirim ki, bu program, tarihi ve coğrafyası olan bir programdır. Çünkü Türk dilini zaman ve mekân içinde göz önüne koyuyordu. Gördük ki Türk dili genişlikten yana Asya’nın göbeğinden, Büyük ve Atlas Oseanların (Okyanuslarının) kıyılarına, Hint Oseanının (Okyanusunun) kıyılarından Finlandiya Körfezi kıyılarına kadar yayılmış bir ummandır. Derinlikten yana ise, insan zekâsının en ıraklardaki belirtisine kadar gider uçsuz bucaksız bir yoldur.
Gördük ki dilimiz, tarihin en ilk izlerinin de ötesine varabilen devirlerdeki büyük muhaceretlerin dili olmuştur. En ilk ve eski kültürlerin dili olmuştur. En ilk zaferlerin dili olmuştur. Bugünkü lengüistiğin kök diye baktığı Sanskritçe, Yunanca, Latince gibi dillerin de daha kökünde duran bir dil… Sümerce, Etice gibi ilk ön Asya medeniyetlerinin de dili olsa gerek…
Bu kadar uzak benliği olan dilimiz Fatihlerin orduları ile medeni alışverişlerin yolu ile eski yeni dünyaları kaç boy dolaşmış, kendi varlığından nice izler bırakmış… O pek yakın bir geçmişte bile Afrika’nın Cezayirinde, Sudanında; Avrupa’nın Nemçe sınırlarında konuşuluyordu.
Bugün bile onun coğrafyası her dilin çözemeyeceği çizgileri çok ötelere aşmaktadır. O, hâlâ Balkanlardan Hint sınırlarına, Çin içerlerine, buzlu istep derinliklerine kadar her yerde konuşuluyor. Onun her bir lehçesi bir diyarı tutmuş, bir iklimi benimsemiş, orada kendinden olmayan dillere göğüs geriyor. Birçok yerde mektepsiz, bakımsız kalsa da halkın bağrında bir ruh zırhına bürünmüş olarak diri duruyor. Türkçe: Buyrukların dili, yurt, yapı kuranların dili; ülkeler gibi denizleri de şanla aşmışların dili; toprağı işleyenlerin dili; beyinleri uyandıranların dili; sevgilerin dili; sızıların dili…
Türkçe: Analarımızın dili; anadil, diller güzeli... Yerine göre kılıçtan keskin, çelikten sert, kayadan sarp, boradan hızlı, bürümcükten ince, kelebekten uçucu, çiçekten renkli, kokudan tatlı, altından parlak, sudan duru Türkçe...
Coşgunların hızını, dertlilerin iç sızısını, delikanlıların sevgisini, inanını, güler yüzlü kızların kıvraklığını, babaların öğütlerini, anaların yumuşak yürekliliğini, kızgınların öfkesini, kırgınların iniltisini, şenlerin şakasını, göklerin ıraklığını, suların canlılığını, ay ışıklarının oynaklığını, güneş parıltısının keskinliğini, iç yaşayışlarımızı da dış yaşayışımız gibi her dilden duygulu anlatan Türkçe... Bize hayatı anlatan, hayatı kendisi ile anladığımız Türkçe...
Bizi birbirimizle anlaştıran; dünya milletleri içinde bize şanlı ve belirli bir varlık veren Türkçe…
İşte bu kurultayda on gündür onun başından geçenleri, onun uğradığı bakımsızlıkları, onun kendisinde kalan zenginliği, onun ileride alacağı gürbüzlüğü düşündük.
Onu ilk defadır ki bu kadar toplu, bu kadar sürekli, bu kadar candan düşünüyoruz. Yarına bir abide yüceliğinde geçecek bir vesika, bir kitap bıraktık. Yeni bir Turfan abidesi…
Tarih en büyük düşünce hareketlerinin belirti noktaları dile Perikles devrinden, Augustos devrinden, rönesanstan, On Dördüncü Louis devrinden, Büyük Frederik devrinden bahseder. Bunlara adını verenlerin bunlarla ne kadar uğraştıkları ise çok belli değildir. Fakat bu devirlere eş bir devir de biz yaşıyoruz. Mustafa Kemal devrinin düşünce hamleleri bizim için onlardan çok uyarıcı ve başarıcıdır.
Adını taşıyacak devrin ilk başında o kendisi, Mustafa Kemal duracaktır. Sakarya’da, Dumlupınar’da olduğu gibi, şapkada da harfte de, tarihte de dilde de baş o olmuştur. Bunlarda onun hizmetinde çalışmış olanlar, bahtın eliyle alınları sığazlanmış fanilerdir. Bu abidelerin usta başısı yalnız odur.
Bu program da odur. Bu program Mustafa Kemal’in bir meseleyi nasıl düşündüğünün grafiğinden başka nedir? Bir davayı bütün gerçekliği ile göz önüne getirmek, onu zaman ve mekân içindeki yerine, sırasına koymak, beynin laboratuvarında inceden inceye elenip dokunmuş bu işin nasıl bir iş olduğunu görmek, göstermek, düşünceleri o iş etrafında bir araya toplamak, o işten çıkan neticeleri ilerisi için hedef edinmek: İşte Mustafa Kemalce düşünüş bu demektir.
Bu kurultayın programı da bu cemiyetin kurulması gibi o biçim düşünüşün bir örneğidir. Mustafa Kemalce düşünmek demek, tahlil ve terkibetmek, şuurlaştırmak, nizamlaştırmak, sistem haline komak demektir. Bu usul Çanakkale’den dil kurultayına kadar aynı hızı ve sırayı gösterir.
Yaptığı işlerin hiçbiri kolay değildi. Onun ve hepimizin bu sarayda oturması için önce onun yıkılmış Türkiye’yi, verilmiş İstanbul’u kurtarması gerekti. Onun da bizim de İstanbul’da oturabilmemiz için yeni Türkiye’nin kurulması gerekti!... Her biri tarihte bir büyüğe sonsuz şan olacak bu dev işlerinin her birinden sonra, o, artık yeter deyip dinlenseydi, hangimiz ona, yoruldu diyecektik. Fakat o, bizi kamaştıran her büyük işi kendinin bir gün işi gibi görüyor. Vazifesini bitmiş saymıyor. Bu dünyada hangi işi görmeye geldiğini yalnız o biliyor. Onun için ömrün bütün çizgileri içine bir milletin asırlarını sığdırıyor. Çağlayan akıyor. Ondan bütün tarlalarımıza bolluk, bütün karanlıklarımıza ışık, bütün makinelerimize hareket almak bizim borcumuzdur. Bizim yurdumuzda onun gibi bir kuvvetimiz bulunması, bizim bahtımızdır.
Bugüne kadar dağınık dilekler, geçici özleyişler, büyük emeller şuradan buradan beliren birer sızıntı idi. O, işi eline aldığı günden beri ise umumi bir şuur oldu, bir nizam, bir sistem oldu; milletleşti, devletleşti, yeni ve engin bir hız aldı!...
Ey bizden daha genç olanlar! Bu emekler, bu dilekler sizler içindir! Bu dille sizler, ne mutlu, bizlerden daha çok ve güzel konuşacaksınız. Hele anaların kucağında ilk sözleri öğrenen Türk çocukları! Ah sizin konuşacağınız, sizin yazacağınız Türkçeyi duysaydım! Sizin ve sizin çocuklarınızın ağzında Türkçe kimbilir ne güzel, ne duru bir varlık olacaktır! Onu yarınki dâhi sanatkârlar kimbilir daha ne imrenilecek yeniliğe ve güzelliğe yükseltecektir. Onlar da unutmasınlar ki, bu yolu onlara ilkin Mustafa Kemal açtı.
Böyle bir yolun başında bulunmuş olduğunuz için bahtlısınız arkadaşlar, hem de Mustafa Kemal’i görerek, reylerinizle açtığınız yolun güzelliğini görerek...
Ruşen Eşref Ünaydın’ı saygıyla anıyor; düşünce ve yapıtlarının gelecek kuşakları da aydınlatacağına inanıyoruz.
RUŞEN EŞREF ÜNAYDIN’IN YAPITLARI:
Diyorlar ki (Bu yapıt, sanat ve düşün insanlarıyla alanlarına ilişkin sorunları ele aldığı konuşmaları içerir; 1918. Şemsettin Kutlu’nun hazırlamasıyla ve yeni harflerle 2. basımı 1972’de yapılmıştır),
Geçmiş Günler (1919, 1942),
Tevfik Fikret (1919, Fikret’le ilgili anılar),
Ayrılıklar (1923),
Damla Damla (1929, 1947; düzyazılar ve şiirler),
Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal’le Mülakat (1918’de Yeni Mecmuada yayımlanan konuşmalar, daha sonra 1930, 1933, 1954’te kitap oyarak yayımlanmıştır),
Boğaziçi, Yakından (1938),
Hatıralar (1943),
Atatürk’ü Özleyiş (1957, cephe anıları),
Atatürk’ün Hastalığı (1959, Prof. Nihat Reşat Belger’le mülakat).
Ünaydın’ın ölümünden sonra basılan İstiklal Yolunda (1960) ve Çanakkale’de Savaşanlar Dediler ki (1961) adlı iki yapıtı daha vardır.