TİMUR'UN HAKİMİYET ANLAYIŞI
Musa Şamil YÜKSEL 01 Ocak 1970
Yüce bir himmete sâhip, mülk ve saltanata karşı da büyük bir hırsı olan Timur, adamlarının anlattığına göre daha koyun çalıp yol kestiği, adamlarının ve techizâtının çok az olduğu günlerde bile yeryüzündeki bütün melikleri öldürmek ve dünyanın hükümdârlığını ele geçirmek istiyordu. Bu yüzden adamları da kendisini ahmak ve aklı kıt olarak değerlendiriyorlardı (İbn Arabşah, 1986:42; İbn Tagrîbirdî, 1956, XII: 256; es-Sehavî, (tarihsiz), III: 50). Ama bu, kendisinin ahmak yada aklının kıt olmasından değil, aksine karakterindeki liderlik vasfından ileri geliyordu. Çünkü, Türk-Moğol kültüründe yetişmiş bir liderin, kısaca “Güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar olan her yerin hâkimi olmak” olarak tanımlanan Türk Cihan Hâkimiyeti Düşüncesi’nden, “Gök yüzünde tek bir güneş varken yeryüzünde nasıl iki hâkim olabilir” inancından habersiz olması ve bunlarla çelişen bir hükümdârlık kurmak istemesi düşünülemezdi.
Böyle yanlış bir düşüncenin ortaya çıkmasına da asla meydan vermemiş olan Timur, Suriye’ye sefere çıktığı zaman Halep’e yolladığı ve Mısır sultanının elinde esir bulunan yakını ve emiri Atlamış’ı istediği mektubunda da “Kendisinin dünyadaki tek hükümdâr olduğunu, dünyadaki diğer meliklerin kendisine itaat etmesi gerektiğini” söylemiş ve Mısır sultanına “Diğer melikler benim hizmetçimdir, siyaset onların işi değildir, Çerkesler siyasetten ne anlar?” demişti (İbn Arabşah, 1986: 198).
Böyle mutlak bir hâkimiyet anlayışına sâhip olan ve bunu fiilen de uygulayan Timur, ne yazık ki, meşru bir hükümdâr değildi. Ama Çağatay soyundan gelen bir sultan adına ülkeyi yönetiyor, bütün karar ve emirleri kendisi veriyordu (el-Makrîzî, 1997, VI: 52; İbn Hacer, 1994, II: 226; es-Seyrafî, 1970, I: 457; 1971, II: 31; İbn Arabşah, 1986: 56-7). Daha önce de belirtildiği, Çağatay soyundan gelen Suyurgatmış’ı tahta oturtarak kendisi sadece “el-Emir el-Kebir” lakabı ile yönetimi ele almış ve idarenin mutlak hâkimi olmuştu. İbn Arabşah’ın deyimi ile Suyurgatmış onun yanında “Çamura batmış eşek” gibiydi(İbn Arabşah, 1986: 57). Timur, her türlü imkan ve güç elinde olmasına rağmen Çağatay soyundan gelen birisini neden tahta oturtmak ve onun adına ülkeyi idare etmek ihtiyacı hissetmişti? Bu sorunun cevabı Çağataylıların hâkim olduğu o bölgede, Cengiz soyuna olan bağlılığın tartışılamaz olmasında ve hükümdâr olabilmek için mutlaka Cengiz Han’ın soyundan gelmenin şart olmasında yatmaktadır. Bu durum, dönemin Arap tarihçilerinin de dikkatini çekmiştir. Nitekim İbn Arabşah da Cengiz Han’ın soyunun “Türklerin Kureyş’i” olduğunu, kimsenin onlardan önde gelmeye gücünün yetmediğini ve onların elinden bu itibarı alamayacağını söyledikten sonra, “Eğer birinin buna gücü yetebilseydi bu kişi tüm bu memleketleri fetheden ve tüm yolları deneyen Timur olurdu” demektedir (İbn Arabşah, 1986: 56-57). Bu sebeple de hem Türk-Moğol gelenekleri ve hem de İslâm kültürü içinde yetişmiş bir Müslüman olan Timur için Cengiz Han kanunları şeriattan önce gelmekteydi. Timur bu kanunları esas alır ve siyasî işlerini onların üzerine bina ederdi. Yani Cengiz kanunları Timur için “İslâm fıkhı ve Hz. Peygamberin yolu gibi” idi.
Bundan dolayı Müslüman ülkelerdeki birçok âlim Timur’un, şeriatça küfür sayılan bu kanunlara uygun davranışlarına fetva vermişler ya da vermek zorunda kalmışlardır (İbn Arabşah, 1986: 455; İbn Kâdı Şuhbe, 1997, IV: 438-439; es-Sehavî, (tarihsiz), III: 49). Bu konuda İbn Arabşah ile İbn Kâdı Şuhbe,
“Şeyh Hafızuddin Muhammed el-Bezzâzî ve Alâeddin el-Buharî gibi birçok âlimin, Timur’u ve Cengiz kanunlarını İslâm’a üstün tutan bu kişileri tekfir ettiklerini” ifade etmektedirler (İbn Arabşah, 1986: 455; İbn Kâdı Şuhbe,1997, IV: 439). Fakat, Timur’un Müslüman olmadığını, İslâm dinine tamamen karşı olduğunu söylemek de imkansızdır. Çünkü, Timur’un Müslüman olduğu şüphe götürmemekteydi. Din büyüklerine saygıda kusur etmez, âlimlerle dinî konularda sohbet eder, onların görüşlerini alır ve onlarla beraber namaz kılardı.
Kendisi daha ilk yıllarında bile Horasan’ın meşhur şeyhlerinden olan Şemseddin Fahurî16’yi ziyaret etmeye giderek, kendisine bir keçi hediye götürmüştür.
Şeyh Fahurî’nin huzurunda diz çöküp edeple oturan Timur, arzu ettiği şeyler için Şeyh’ten dua etmesini istemiş, Şeyh de bu isteğini kabul ederek Timur için dua etmiştir (İbn Arabşah, 1986: 70-71, İbn Hacer, 1998, I:17). Hatta, İbn Kâdı Şuhbe’ye göre tüm azametine rağmen Timur, Allah’tan başkasından korkmayan ve çok sert bir kişi olan Hoca Abdulevvel’den çekinirdi.
Abdulevvel sohbet sırasında kendisine “Hayır, ya Emir! Sen sus, ben konuşacağım!” bile derdi. Yine bir gün Timur “Zekat nasıl verilir?” diye sorduğunda, Abdulevvel “Sana zekat vermek düşmez, çünkü sana farz olan şey,gasp etmiş olduğun haram malları sâhiplerine geri vermendir. Herkese hakkını geri verince sana hiçbir şey kalmaz ve fakir olursun. Böylece sana, zekat almak ve insanlara el açmak caiz olur” diye cevap verince, Timur hiç bir cevap verememişti(İbn Kâdı Şuhbe, 1997, IV: 442). Yani, Timur için her ne kadar Cengiz yasaları, İslâm yasalarından, diğer bir deyişle şeriattan daha önce gelse de Timur tamamen Müslümanlıktan uzak bir kişi değildi. Din adamlarına saygıda kusur etmez ve onların nasihatlerini dinlerdi. Ama bir yandan da İslâm dinini kendi siyasî amaçları için iyi bir şekilde kullanır ve yaptıklarına dinî bir meşruluk verirdi.
Dünyadaki tek hükümdârın kendisi olduğuna inanan ve bu uğurda büyük mücadeleler veren Timur’un haşmeti ve çevre memleketlerdeki meliklerden gördüğü saygının göstergesini ifade eden İbn Arabşah’ın şu cümleleri oldukça ilginçtir: “Şirvan hâkimi İbrahim, Horasan sâhibi Muhammed et-Tusî, Kirman hâkimi Şahoğlu Yakub, Isfendiyar er-Rumî, Karamanoğlu, Menteşeoğlu, Erzincan sâhibi Taharten, Fars, Azerbaycan, Deşt, Moğolistan ve Türkistan melikleri, Bedehşan, Mazenderan ve Meracih merzubanları (bu bölgelerde yöneticilere verilen bir unvan) gibi bölge memleketlerinin melikleri ve çevredeki sultanlar; kısacası İran ile Turan melikleri ve sultanları, her ne kadar kendi adlarına müstakil olarak hutbe okutup sikke bastırsalar ve otoriteyi ellerinde bulundursalar da, Timur’a itaat ettiklerini göstermek için gelirler ve daha gözleri onun çadırına çarpar çarpmaz, edeple kulluk ve hizmet eşiklerinde oturup oradan kendisine geldiklerini bildirirlerdi. Timur onlardan birisini huzuruna istediği zaman hizmetçilerinden birini yollar, bu hizmetçi hemen haberci gibi koşar ve istenilen kimseyi uzaktan ismiyle çağırırdı. O kişi de oturduğu yerden hızla ‘buyrun efendim, buyrun efendim’ deyip yerinden kalkar ve Timur’a doğru koşar, başını itaatle eğer ve kulaklarını huşu ile açardı. Timur kendisini davet etmiş ve önem vermiş diye bununla akranları arasında iftihar ederdi”(İbn Arabşah, 1986: 462-463).
İbn Arabşah konu ile ilgili ayrıca şu cümlelere de yer vermektedir: “Timur’un adamlarından birkaçı tavla oynarlarken, bir ara zarların kaç geldiği üzerine ihtilâfa düşerler ve bir tanesi: ‘Timur’un başı üzerine yemin ederim ki, zarlar şöyle şöyle geldi’ der. Bunun üzerine sanki Hz. Yahya’yı kesmiş, veya Hz. Zekeriya’yı parçalamış, yada Hz. Muhammed’i inkar etmiş, veyahut Hz. Musa’yı Hz. Adem’in önüne geçirmiş gibi karşısındaki rakibi kendisine bir tokat vurur ve ‘Ey zinakar kadın çocuğu! Sen sınırı öyle bir aştın ki! Nasıl olur da Emir Timur’u ağzınla ve dilinle telâffuz edersin? Sana, yüzünü onun bastığı toprağa sürmek bile düşmez!
Hangi cüretle onun başına yemin ediyorsun? Senin ve benim gibiler onun adını ağzımıza bile alamayız. O; Keyhüsrev, Keykavus, ve Keykubad gibi, Doğuya ve Batıya hükmetmiş kişilerden daha büyüktür. O; Buhtunnasr ve Şeddad’dan daha ihtişamlıdır’ der” (İbn Arabşah, 1986: 463).
Kendisinin yetiştirmiş olduğu 3. kuşak emir, devlet adamları ve vezirlerinin döneminde ölen Timur, yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı üzere gerçekten büyük bir hükümdârdı. Kendisine bağlı askerler, emirler, melikler ve etrafındaki devlet büyüklerinden şanına layık bir hürmet görmekteydi. Timur ölünce inzivaya çekilerek bir daha yazmayan, sır katibi ve zamanının kadısı olan Mevlâna Şemseddin’in kendisine sorulan, “İnsanlar gülüyor sen niye sevinmiyorsun?” sorusu üzerine verdiği, “Benim kıymetimi bilen öldü, ben de yeni yetmelerin hizmetinde saygınlığımı yitirmeyeceğim” (İbn Arabşah, 1986:466-467) cevabı da kendisine duyulan saygının derecesini göstermektedir.