''KAHROLASI AYRILIK, KÖR OLASI CEHALET''
Necdet Özkaya 01 Ocak 1970
Ne zaman Remzi Oğuz Arık hakkında söz açılmış olsa, Cumhuriyetin ilk yıllarında karşılaşılan “Ülkücü Öğretmen” tipi gözümün önünde canlanır. Fedakâr, çalışkan, mütevazı, çilekeş, ümitvar, iyimser bir öğretmen. Milletini seven, vatanını seven bir ilim adımı: Arkeolog, Sanat Tarihçisi, doğduğu toprakların, coğrafyanın, ikliminin özelliklerini yüzünde ve ruhunda aksettiren bir şahsiyet. Toros Yaylaları’nın serinliği ile Çukurova’nın sıcaklığını ruhunda, mizacında hisseden ve hissettiren bir gönül adamı… Türklüğü, Türk milletini derinden seven, onun acısını, sevincini her duygusunun üstünde tutan bir vatansever.
Kozan’ın bir köyü olan Kabaktepe’de doğmuş. Yıl 1899. Osmanlı Devleti’nin zor yılları. Henüz Selânik, İşkodra elimizden çıkmamış. Ablası Selânik’te. Onun yanına okumak için gidiyor. Yadigâr-ı Terakkî Mektebi’ne devam ediyor. Bir sürede İşkodra’da bulunan ağabeyinin yanında kalıyor.
Balkan Savaşı’ndan sonra 1913’te İstanbul’a gelerek, Mercan İdadîsi’ne kaydoluyor. Bu arada ailesini geçindirebilmek için bakkallık yaptı. Daha sonra parasız yatılı olarak İzmir Sultanîsi’nde tahsilini sürdürdü. Tekrar İstanbul’a dönerek Muallim Mektebine girdi ve buradan mezun oldu.
1.Dünya Savaşı’na gönüllü yedek subay olarak katıldı ve yaralanarak gazi oldu. Savaştan sonra İstanbul’da Darüleytam’da Öğretmenlik, Adana’da Zafer-i Millî Numune Mektebi’nde Müdürlük yaptı. Galatasaray Lisesi’nde Türkçe Öğretmenliği yaptı. Bu dönemde İstanbul Edebiyat Fakültesinin Felsefe bölümünü bitiren R.Oğuz Arık, 1926’da Arkeoloji ve Sanat Tarihi konularında İhtisas yapmak üzere Fransa’ya gönderildi. 1931’de Türkiye’ye döndükten sonra Arkeoloji Uzmanı olarak, alanıyla ilgili Müzecilik ve buna dayanarak yurdun birçok yöresinde tarihi kazı çalışmalarında bulundu.
Cümlenin sonuna noktayı koyduktan sonra, buraya kadar yazdığım hayat hikâyesi üzerinde düşünmeden edemedim. On yaşında bir çocuk baba ocağı olan Kozan’dan Selânik’e gönderiliyor. Sonra İşkodra, İstanbul, İzmir Adana, tekrar İstanbul ve Fransa… On yaşında başlayan gurbet ve ayrılık acısı bir ömür boyu devam ediyor. Gurbet duygusu kendisini hüzünlendirse bile hayatı ile ilgili bir şikâyet konusu yapmıyordu. Ancak milletimiz arasında gördüğü ayırımcılık duygusundan son derece muzdarip olduğunu yazılarında anlıyoruz.
“Coğrafya’dan Vatan’a” adlı eserinde, “Yok Olası Ayrılık” makalesinde şikâyetini şu satırlarla dile getiriyor:
“Karadeniz kıyısındayız. Yemyeşil bir fındıklıktan eşsiz bir denize dalmışsınızdır. Yanı başınızda konuşulduğunu işitirsiniz. Sizden bahsediliyor: “Adana’dan yabancı!” dediğini duyarsınız. Şaşırıyor, irkiliyor ve “Ben mi? Ben mi? Yabancı? Ben ha? Yahu çıldırdınız mı? Şu fındıkları eşeleseniz, birkaç yüz yıllık Farsak kemiği bulursunuz” diye haykıracağınız geliyor. Fakat neye yarar? Sesiniz dalgalanır, fındık hışırtıları arasında kaybolup gidecektir.
Remzi Oğuz Bey’in “Yok Olası Ayrılık” diye beddua ettiği bir başka tespitte kendi bölgesiyle ilgilidir:
“Akdeniz’in doğusunda, Çukurova’nın bir güzel limanındasınız. İskele’nin işlek âlemini umutlu umutlu gözden geçiriyorsunuz.”
Adanalı bir dostun başını salladığını görürsünüz. “Daha çok ister… Şu Kayserileri bir kovabilsek.” dediğini duyarsınız. İliklerinize kadar titrersiniz. Boğazınızı çığlıklar yırtar. Ne yapıyorsun dostum, ne yapıyorsun? Mısır’ı, Yemen’i, Dürzi Dağlarını bizim yapan; Çukurova’da Türk benliğini köklendiren Kur’a erlerinin arasında benler ve binlerce Kayserili Şehit bulursunuz. Yabancı bankaların, yabancı firmaların ipotek kemendiyle Türk çiftliklerini şu Kayserili kurtarmadı mı? Demek istersiniz.”Neye yarar? Sesiniz iskelenin alışverişleri, Yüreğir’den gelen koza yelleri arasında kaybolup gidecektir.
Benzer bir duyguyu Yahya Kemal’in de çok yoğun bir şekilde yaşadığını görüyoruz. Hatıraları’nın bir bölümünde “Karanlıkta Uyanan Biri” diye bir bahis vardır. Her Türk Aydının bunları okumasını isterdim. Bu bahsin bir yerinde diyor ki: “Cahil İstanbullu Üsküp’ü bir Arnavut şehri zannediyordu. Hâlâ da öyle zannedenler vardır. Bu cahilce bakışların, tutum ve davranışların sonucunda “Üsküplüler Arnavut olmadıklarına yanıyorlardı.” Her büyük şehrimizde olduğu gibi yatılı ve gündüzlü bir idadî mektebi vardı. Bu mektepte Arnavutlar, Karadağlılar meccanî (parasız) tahsil görürlerdi. Bu okula bir Türk’ün ücretle bile yerleşmesi güç olurdu.
O cahil kafa, nerdeyse Üsküdar’ın ötesini, özellikle Fırat’ın doğusuna bir başka toprak gözüyle bakıyordu. Vanlı bir askeri hekim anlatmıştı:
“Bize Van’da Küresinler derler. İran’dan gelmiş bir topluluğuz. Özüm Türk, dilimiz Türkçedir. Van’da doğdum, büyüdüm. İlk ve Orta Öğretimimi Van’da yaptım. Mesleğimin bir bölümünü Van’da yaptım. Ailemizi bir türlü Vanlı olarak benimsemeyen komşularımız gibi arkadaşlarım da beni kendilerinden saymadıkları için her vesileyle bana “Acem balası” yani “İranlı çocuk” anlamında takılır, akıllarınca alay eder, kızdırırlardı. Kimi zamanda kendi kendime ağlardım.
Tahammülümün kalmadığı bir anda, konuyu babama ağlayarak anlattım. Babam beni teselli etmeye çalışırken, “Oğlum sen bu laflara aldırma, sana “Acem balası” diyenler Ermeni dığa(çocuğu) sıdır dedi.”
Liseyi bitirdim, İstanbul’a geldim. Tıp Fakültesi’nde Vanlı olduğumu öğrenen arkadaşlarım bu sefer bana “Kürt çocuğu” demeye başladılar. Bir arkadaşımızdan dinlemiştim. Eski Başbakanlarımızdan rahmetli Ferit Melen; “Ankara’da Kürt, Van’da Türk!” olmaktan bıktım dermiş. Aynı milletin çocuklarının kendi aralarında nasıl bölünüp parçalandığını görüyorsunuz. Bu tanımlar karşısında dehşete düşmemek ve telaşa kapılmamak, esefle karşılamamak mümkün mü? Ama ne çare?…
Bu davranışlar karşısında haklı olarak isyan eden Remzi Oğuz Arık gibi kimselere bugün daha çok ihtiyacımızın var olduğunu düşünüyorum. Remzi Oğuz “büyük bir muzdaripti. Izdırabının mevzuu, ülkenin içinde bulunduğu sefalet ve gericilikti. Bu köy çocuğu, hoca olarak, Milli Mücadeleye iştirak eden bir asker olarak, daha sonra dağ taş dolaşan bir arkeolog olarak bizim insanımızı yakından tanımış, onların ızdıraplarını alevden bir gömlek gibi üzerine giymişti. Bu alevden gömlek onun ruhunu her an yakıyordu, idealizmin kaynağı ızdıraptı.”
Mehmet Kaplan, Remzi Oğuz Arık’ın “İdeal ve İdeoloji” adlı eserinde O’nun için şunları yazmış:
"Bir siyaset adamı değil, bir mistik, bir millî duygu ve şuûr mistiğiydi.” Siyaset adamı pek az istisna ile bizde görüldüğü üzere, şahsiyeti olmayan, her kalıba girebilen, fikir ve hareketlerini durmadan değiştirebilen bir kimsedir. “Bir gün gelir faşist, gün gelir Kemalist, icap ederse Komünist oluruz.” diyebilen siyaset adamları vardır. Günün icaplarına göre her şey olabilen bu kimseler bir tek şey olamadılar; şahsiyet!
“Remzi Oğuz bir büyük şahsiyettir. Ne yazık ki yeni nesiller O’nu tanıyamadılar. Tanımak ve tanıtmak bir görevdir.” Remzi Oğuz Bey Demokrat Partiden Milletvekili seçildikten iki yıl sonra partisinden istifa ederek 1952’de Türkiye Köylü Partisi’nin kurucusu ve ilk Genel Başkanı oldu. 3 Nisan 1954 yılında Kozan üzerinde meydana gelen bir uçak kazasında hayata vedâ etti. “Türk Milleti’nin kaderi önünde düşünmeyen, acı duymayan insanın ideali anlaması da, O’nu konuşması da imkân dâhilinde değildir.”
Remzi Oğuz Bey’in ifadesiyle;”Kalp ulvi duygu ile dolmayınca, ideolojiler, kanunlar, makineler neye yarar?”