« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

18 Nis

2011

Bir “Erol Güngör” Varmış

Hakan Yaman 01 Ocak 1970

Ölecek miyim; tam da söyleyecek çağımda?
Söylenmedik cümlenin hasreti dudağımda… (Necib Fazıl)


Türk sosyolojisinin temel taşlarından ve düşünce hayatımızın köşe başlarından Prof. Dr. Erol Güngör’ün 24 Nisan 1983 yılında henüz daha 45 yaşında vefat ettiğini hatırlayınca, Üstad Necib Fazıl’ın yukarıdaki beyitini, özellikle de ilk mısraı mırıldanmamak elde değil:

“Ölecek miyim; tam da söyleyecek çağımda?”

Dile kolay… Daha 37 yaşında profesörlük ünvanına sahib olmuş, “sosyal psikoloji” dalında -ülkenin bir numarası demek yanlış olur- o devir itibariyle muhtemelen tek ilim adamını en verimli çağında yitirmek, “yazdıkları yazacaklarının teminatıdır” zaviyesinden bakınca ayrı bir hüzün bırakıyor. O, “tam da söyleyecek çağında” Hakka yürümüş gerçek bir değerdir.

Gençliğe ilk adım attığımız çocukluk sonrasının o bulanık yıllarında maalesef gözümüzü siyasî milliyetçiliğin dar kalıbları içinde açmıştık. “Kahrolsun” ve “yaşasın” sloganları etrafında kendimizi arıyorduk. O yaşlarda bunun mazur görülecek bir yanı vardır; ama zamanla bu sloganların içi doldurulmaz ve o ateş, o heyecan bir düşünce lokomotifinin kazanına dökülmek yerine kendi kendine yanmaya terk edilirse, bir müddet sonra gençlik hevesleri geride kalır ve dumanı bile tütmez olur.

Yıllar önce Harun Yüksel ağabeyimizden dinlemiştik. İbda Mimarı’nın Gölge dergisinin temsil ettiği mânâya dair söylediklerini nakletmişti. Aklımızda kaldığı kadarıyla aktarıyoruz:

“Gölge bir sesti… Vurun diyen bir ses… İş vurmanın nasılını ve niçinini göstermeye kalıyordu… Ben de bunu yaptım ve bundan şu kadar eserle İbda Külliyatı doğdu… Bir dairenin başladığı noktada bitmesi gibi birgün yine vurun diyeceğim… Ama bu defa arkamda işin nasılını ve niçinini gösteren kocaman bir kütübhane olacak…”

Kendi maceramıza dönersek... İçinde yer aldığımız siyasî milliyetçilik, her türlü tahkike kapalı, soru sormanın ve şübhenin yasak olduğu, “söyletmen vurun”dan ibaret bir reaksiyondu sadece. “Anlamayız hayatı, felsefeyle, ilimle / Hayat çelik ellerle atılan zar olmalı / Rahat yatakta ölmek acep olmaz mı çile / Kanlı sınır boyları bize mezar olmalı” diye şiirler ezberlemek “millî kültür”den pay almak sayılırdı.

Erol Güngör ismini ilk duyduğumuzda tarih, 1992 Nisan’ıydı. Vefatının 9. yılında çeşitli faaliyetlerle anılıyor, hakkında makaleler yazılıp, sempozyumlar düzenleniyordu. O günlerde ya Bizim Ocak yahut Bizim Dergah isimli dergilerden birisinde okumuş olmalıydık: 1983 yılının bir “göç mevsimi” olduğundan, Müslüman-Türk milletinin büyük evlatlarının ardarda vefat ettiğinden bahsediyor, “önce Erol Güngör gitti” diyordu; 24 Nisan 1983… “Hemen ardından 25 Mayıs 1983’te Necib Fazıl bizleri öksüz bıraktı. Ve takvimin yaprağı 10 Kasım 1983’ü gösterirken, büyük mücadele adamı Osman Yüksel Serdengeçti aramızdan ayrıldı.” Aynı değil ama benzer ifadelerle uzayıp giden bir mersiye… O yaşlarda böyle ağıt kokan yazılar ruhlarda pek derin iz bırakır. Sadece o yaşlarda da değil… Biz nihayetinde Kanunî’nin kendisinden ziyade, Bakî’nin onun için yazdığı mersiyeye âşık bir milletin evlatlarıyız.

İşte yıllar sonra fark edecektik ki, Erol Güngör’ün aşmaya çalıştığı alışkanlıklardan birisi bu mersiye geleneği idi. O; kendisini sosyal ilimlerde yetiştiren, üzerinden hiçbir emeği esirgemeyen hocası Prof. Dr. Mümtaz Turhan’ın ölümü için bile bir mersiye yazmaktan imtinâ etmiş ve aradan yıllar geçtikten sonra “Mümtaz Turhan’ın Ardından” makalesini kaleme almıştır. Çünkü ilk vefat ânında böyle bir yazı kaleme alsaydı, hocasının eserinin mânâsı üzerinde durmak yerine, içindeki ıztırabı anlatmaya kalkacak ve bu da Mümtaz Turhan’ın sağlığında yıllarca ona kazandırmaya çalıştığı ilim zihniyetinin dışında bir yerde duracağı için bizzat hocasına saygısızlık olacaktı. Halbuki Erol Güngör, hocasının hatırasına o kadar hürmet tavrı içindedir ki, yıllar sonra doğacak oğlunun adını “Turhan” koyar. Niye “Mümtaz” koymadığını ise; “hocamın adını verirsem kızdığım zaman bağıramam… Bu sebeble soyadını seçiyorum” diyecek kadar ahde vefa sahibidir.

Bu arada belirtmek borcundayız ki, Erol hocanın Mümtaz Turhan’ın talebesi oluşu her hususta aynı sonuçlara ulaştıklarını ve aynı fikirlere sahib olduklarını göstermez. Bu talebelik, fikirden çok sosyal ilimlerin metoduna dairdir. Bir kere Erol Güngör, İslâm ve tarih konusunda hocasından çok daha ileri bir merhaleyi temsil eder. 1938 doğumlu Erol Güngör, kendisinden tam 30 yaş büyük olan hocasından daha iyi Osmanlıca bilir, İslam harfleriyle not tutacak kadar mevzua hakimdir. Talebeliği esnasında Osmanlıca bir kelimenin iştikakına dair bir ihtilaf olunca, Mümtaz Turhan, harf devrimi esnasında 20 yaşında olmasına rağmen, “eski-mez yazının” yasaklanmasından tam 10 yıl sonra doğan Erol Güngör’ü hakem tutar ve “bunu bilse bilse Erol bilir” dermiş. Kültür ve Turizm Bakanlığının yayınladığı 2006 basımı “Erol Güngör” Armağanında birçok yakınının dile getirdiği ilginç ayrıntılardan birisi…

“Allah” demenin yasak olduğu bir devirde gözlerini dünyaya açan bu çocuk daha ortaokul yıllarında eski harflere ve Arabçaya merak salıyor, kendi çabalarıyla o yaşlarda İslâm alfabesiyle hem okumasını öğreniyor, hem notlarını bu harflerle tutacak kadar iyi yazıyor. Değme tarihçilerin habersiz olduğu İslâm tarihine dair birçok unutulmuş eseri, tarihçi olmadığı hâlde Arabça sayesinde ve engin tecessüsünün kamçılamasıyla yutarcasına okuyor. Hocası Mümtaz Turhan asla ve asla talebesi Erol Güngör kadar İslâm’ı ve Osmanlıyı anlamamış, üzerinde de durmamıştır. Onun eserleri daha ziyade içinde yaşadığımız döneme dairdir. Erol Güngör’deki dinî ve tarihî altyapıdan mahrumdur. Ama Erol Güngör eline geçen her malzemeyi sosyal ilimler metoduyla “objektif” olarak tahlil edebiliyorsa, bunu Mümtaz hocasına borçludur. Bu çerçevede Mümtaz Turhan’ın en önemli eseri ne Garblılaşmanın Neresindeyiz isimli risalesi; ne de Kültür Değişmeleri adlı, 10 yılına mâlolan o büyük müşahede verimidir. Onun en önemli eseri Erol Güngör’dür.

Günümüzün en önemli iktisat tarihçilerinden birisi olan Prof. Dr. Mehmet Genç aynı zamanda Erol Güngör’ün en yakın dostlarındandır. Daha talebelik yıllarında başlayan ve bir ömür süren seviyeli, gerçek bir arkadaşlık… Kültür Bakanlığının Armağanında “Arkadaşı Erol Güngör’ü Anlatıyor” başlığı ile verilen Prof. Dr. Mehmet Genç’in anekdotlarından bir bölüm:

“Erol, hemen hemen bütün sosyal ilimlerde söz sahibi oldu. Ayrıca bu kültürümüzün buhranını çözmek üzere, Türkiye tarihine, Türk tarihine, İslâm tarihine eğildi. Bu alanda hakikaten, bütün temel kaynakları doğrudan okuyacak, anlayacak, yorumlayacak derecede bilgi ve ehliyet sahibi oldu. Eski yazıyı, hakikaten, üniversite öğrencisi iken biliyordu. Çok iyi biliyordu, not alıyordu. Eski yazıyı bilenler bilir. Okumak başka yazmak başkadır… Ayrıca çok da güzeldi yazısı. Özel bir kaligrafik eski yazısı vardı. Meslekten tarihçilerin okuyup anlamakta zorluk çekeceği kadar tarih eserlerini inceliyordu, anlıyordu, yorumluyordu.” (EROL GÜNGÖR, Editör: Murat Yılmaz, Kültür ve Turizm Bakanlığı, 2006, s. 63-64)

Aynı konuşmanın devamında Sayın Mehmet Genç “küreselleşme”ye dair önemli bir teferruatın altını çiziyor. Erol Güngör’ün yazdığı çizdiği soğuk savaş yıllarında “küreselleşme” diye bir kavram olmadığını, ama buna rağmen onun “kültürel yeknesaklaşma”dan bahsederken aslında bunu anlatmaya çalıştığını, tehlikeyi sezdiğini ve batı tipi bir “cihanşümûl-küresel” dayatmaya karşı insanlığı uyardığını belirtiyor:

“Erol’un yazdıklarının anlaşılması ve değer görmesi, daha sonra, belki ölümünden sonra mümkün oldu. Türk kültürünün kendi geçmişinden doğan buhranı analiz ederken, bütün insanlığın karşılaştığı problemi de idrak etti. Bilim ve teknolojiye dayanan, bundaki güçten insanlığın kültürlerini ezmekte olan Batı medeniyetinin taşıdığı potansiyel tehlikeleri gördü ve bunları analiz etmeye çalıştı.(…)

Bunun bütün bir insanlık için felaket olacağının idraki içindeydi. Batı medeniyeti için de korkuları vardı. Çünkü medeniyetin gelişmesinin, çeşitlilik ve kültürel zenginlikle birlikte olacağını düşünüyordu. Batı medeniyeti teknolojik üstünlükle başka medeniyetleri sildiği zaman, yeknesaklık hâkim olduğu zaman, Erol’un belki vefatından 20 yıl sonra yazan Fukuyama’nın tarihin sonu dediği şeyin bir felaket olacağını idrak etti. Bunları analiz etmeye çalıştı.” (a.g.e., s. 65)

Rahmetli Erol Güngör, ömrü boyunca milliyetçilik meselesini bir “doktrin-ideoloji” mevzuu olmaktan çıkarmaya ve değişen, gelişen, serpilen sosyolojik bir kültür hamlesi olarak göstermeye çalıştı. Daha öncesinden göçebe ve dağınık kavimler hâlinde yaşayan ve birçok meziyetine rağmen milletleşme sürecini tamamlamayan Türklerin ancak İslam sayesinde bu göçebelikten kurtulabildiğini ve milletleşme sürecine girdiğini yazdığında, milliyetçiliği “kahrolsun” ve “yaşasın” sloganına ayarlayan fikirden nasibsiz keskinlerin taaruzuna uğradı. Hangi “milletleşme süreci”ydi bu; Çinlilere akın üstüne akın yapıp, koskoca Çin Seddini yaptırtan insanlar bir millet ifade etmiyor muydu yani? Binlerce yıllık büyük bir Türk milleti yok muydu ki, bu adam milletleşmeyi İslâmla başlatıyor ve bu sürecin zirvesi olarak Osmanlıyı görüyordu? Halbuki Gökalp Osmanlı hakkında neler yazmamıştı? Bu adam ise “kozmopolit” Osmanlıyı, Beethoven’in 9. Senfoni’sine benzetiyor ve önceki sekiz beste gibi bütün eski Türk devletlerinin bu âhengi yakalamak için ön hazırlık olduğunu ileri sürüyordu. Üstelik Ziya Gökalp’ın “kültür-medeniyet” ayrımını da yerden yere vuruyor, hem de bunu milliyetçi bilinen dergilerde yapıyordu.

Erol Güngör hiç bu türden ezbere keskinliklere takılıp kalmadı. Türk Kültürü ve Milliyetçilik ile Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik isimli hakikaten çok mühim iki eserinde bütün bu konulara ilmî olarak açıklık getirdi. Milliyetçiliğin bir parti proğramına sığmayacak kadar geniş ve renkli bir kültür cereyanı olduğunun altını çizdi. Kemalist tarihin ne kadar köksüz ve ezbere olduğunu gösterdi. “1923 Cumhuriyetin ilanı ile Satuk Buğra Hanın Müslümanlığı kabul ettiği 920 arasını karanlık bir fetret devri” görme temâyülünü ve bunun tezgahtarlığını yapan sosyolog Ziya Gökalp’ı hem de sosyolojinin verileriyle ciddi biçimde eleştirdi.

Bazen yanlış ve tartışmaya açık sonuçlara ulaşmakla birlikte İslâmın Bugünkü Meseleleri ile İslâm Tasavvufunun Meseleleri adlı çok mühim iki kitaba daha imza attı. Müslüman bir sosyal ilimci gözüyle objektif olarak İslâm dünyasının yaşadığı buhranı algılamaya, medresenin tıkandığı süreci kendince izah etmeye çalıştı. Milliyetçi bir çevreden bilinmesine rağmen “Arab düşmanlığının temelinde İslâm düşmanlığı vardır” diyebilecek kadar resmî ideolojinin ve klasik milliyetçi doktrinin dışında ve Müslüman kardeşlerine düşkündü.

Ama üzerinde durduğu asıl mesele daima “kültür” ve “medeniyet” kavramları oldu ki, bizim ona en fazla ihtiyaç duyduğumuz zamanlar, genellikle bu çerçevede konuşmak gerektiği ânlara denk gelir. Yeri geldikçe üzerinde duracağız.

Ziyaret -> Toplam : 125,27 M - Bugn : 31987

ulkucudunya@ulkucudunya.com