MUHAMMED İKBAL
01 Ocak 1970
(1877-1938) Hindistanlı müslüman düşünür, şair.
Pencap eyaletinin Keşmir sının yakının¬daki Siyâlkût şehrinde dünyaya geldi. Do¬ğum tarihi konusunda farklı bilgiler veril¬mekle birlikte kendisi doktora tezinde 2 Zilkade 1294'te (8 Kasım 1877) doğduğu¬nu kaydetmiştir. Sûfîmeşrep bir zat olan babası Nûr Muhammed ve annesi İmam Bîbî onun dinî şahsiyetinin gelişmesinde önemli ölçüde etkili olmuşlardır. İlk ve or¬ta öğrenimini Siyâlkût'ta gördü; 189S'te Lahor'da Hükümet Koleji'nde felsefe ve hukuk ağırlıklı dersler aldı. Yetişme ça¬ğında İkbal üzerinde İki şahsiyetin kalıcı tesirler bıraktığı bilinmektedir. Bunlar¬dan ilki, çocukluktan itibaren ilminden ve irşadından yararlandığı Mevlânâ Mîr Hasan, diğeri hocası Thomas Arnold'dur. Arnold, İkbal'in yeteneğini farkederek Cambridge Üniversitesi'ne gitmesini sağ¬lamıştır (1905).
Cambridge'de dönemin meşhur Hegelci filozofu Mc Taggart ve psikolog James Ward ile tanışan İkbal özellikle Mc Tag-gart'ın yönetiminde felsefe çalışmaları yaptı. Bu arada şarkiyatçı Reynold Alleyne Nicholson ve Edward Granville Browne ile yakınlık kurdu. 1907'de Cambridge'deki öğrenimini tamamladıktan sonra Münih'e gitti ve orada Fritz Hommel'in yönetimin¬de tamamladığı The Development of Metaphysics in Persia adlı çalışmasıyla felsefe doktoru oldu. Eser, İkbal'in o dönemde panteist bir bakış açısıyla değer¬lendirdiği tasavvuf düşüncesine duyduğu ilgiyiyansıtmaktadır. Ardından Lahor'a dönen İkbal, iki yıl ka¬dar Şarkiyat ve Hükümet kolejlerinde İn-gilizce ve felsefe dersleri okuttu. Geçimi¬ni büyük ölçüde avukatlık yaparak sağla¬makla birlikte 1934 yılına kadar sürdür¬düğü bu işi hiçbir zaman asıl ilgi alanı ola¬rak görmedi.
İslâm dünyasının içinde bulunduğu du¬rum, diğer Hintli müslüman aydınlar gibi İkbal'i de İslâm milletlerinin bir rönesans gerçekleştirmesi gerektiği fikrine yönelt¬ti. 1922'de İngiliz yönetimi tarafından kendisine "sir" unvanı verilmişse de bu unvanı kullanmadı. 1926 -1929 yıllan ara¬sında Pencap Yasama Konseyi üyeliğinde bulundu. 1928-1929'da Madras, Hayda-râbâd ve Aligarh üniversitelerinde İslâm düşüncesinin yeniden kurulması üzerine konferanslar verdi. 1930'da Allahâbâd'-da gerçekleştirilen Hindistan Müslüman¬ları Birliği'nin yıllık toplantısına başkanlık etti. Bağımsız Pakistan Devleti'nin kuru¬luşu yönünde ilk ciddi adım, İkbal'in bu toplantının açılış konuşmasında ortaya koyduğu düşüncelerle atıldı. 1931 yılın¬da yapılan II. Milletlerarası İslâm Konfe-ransı'nda Dünya İslâm Kongresi'nin baş¬kan yardımcılığına getirildi.
Hindistan halkına sınırlı yönetim hürri¬yeti verilmesi konusunu görüşmek üzere 193l'de Londra'da düzenlenen II. Yuvar¬lak Masa Konferansı'na İkbal de katıldı ve orada Muhammed Ali Cinnah ile yakın temas içinde bulundu. Dönüşte İtalya ve Mısır'a uğradıktan sonra Filistin'de dü¬zenlenen Dünya İslâm Konseyi toplantı¬sına iştirak etti. 1932 yılında yine Lond¬ra'da gerçekleştirilen 111. Yuvarlak Masa Konferansı'na katıldı ve toplantının ar¬dından Paris'e giderek Henri Bergson ve Louis Massignon ile görüştü. Buradan İs¬panya'ya geçen İkbal'in Kurtuba Uluca-mii'ni ziyaret etmesi ve güçlükle izin alarak camide namaz kılması onun unuta¬madığı bir hâtıra oldu, bununla ilgili ola¬rak "Mescid-i Kurtuba" başlıklı şiirini yaz¬dı. İspanya'dan İtalya'ya geçerek Mus-solini ile görüştü ve ondan Kuzey Afrika müslümanlanna iyi davranmalarını iste¬di. 1933'te Afganistan Kralı Nâdir Şah'ın daveti üzerine Süleyman Nedvî ile birlik¬te Kabil'e giderek Afganistan'ın idarî sis¬teminin yeniden düzenlenmesi üzerine temaslarda bulundu.
İkbal 1934"te gırtlak kanserine yakalan¬dı ve sesini kaybetti, daha sonra gözleri de iyice zayıfladı, maddî problemler yaşa¬maya başladı. Buna rağmen gerek halkı¬nın gerekse İslâm âleminin meseleleri ve geleceğiyle ilgisini devam ettirdi. 1937'-de, ülkesindeki müslüman halkın en bü¬yük lideri olarak gördüğü Muhammed Ali Cinnah'a, Hindistan müslümanlannin ba¬ğımsızlığı ve güvenliği hususundaki gö¬rüşlerini içeren bir mektup yazdı. 21 Ni¬san 1938'de vefat etti ve Lahor'daki Mescid-i Şâhî'nin minaresi dibine defnedildi. Öç evlilik yapan Muhammed İkbal'in ikinci evliliğinden olan oğlu Câvid İkbal, baba¬sının eserlerini ve düşüncelerini tanıtma yönünde önemli çalışmalar yapmaktadır.
Edebî Yönü. İkbal genç yaşta bir şair olarak ülkesinde adını duyurmayı başar¬dı. "Himalaya", "Öksüzün Feryadı". "Kan¬dil ve Kelebek", "Terâne-i Hindi" gibi man¬zumelerin de İçinde bulunduğu çoğu ga¬zel tarzındaki lirik şiirlerinin temel konusu tabiatı, insanı ve tarihiyle Hindistan'dır. Bundan dolayı, vatan sever bir ruh taşı¬yan şiirler müslümanlar kadar diğer Hint¬liler arasında da büyük ilgi görmüştür. Edebiyat tenkitçileri İkbal'in ilk dönem¬deki şiirlerinde sembolizmin zayıf kaldı¬ğını, şairin bu problemi uzun yıllar sonra 1935'te yazdığı Bâl-i Cibril ile aştığını kabul ederler.
İkbal'in Avrupa'dan ülkesine dönmesi¬nin ardından yazdığı eserlerde giderek artan bir yoğunlukta dinî ve felsefî konu¬lara girdiği görülür. 1911 'de kaleme al¬dığı "Şikve" ve 1912'de yazdığı "Cevâb-ı Şİkve" başlıklı Urduca şiirlerinden sonra şöhretinin doruğuna 1915'te yayımladığı Esrâr-ı Hödî adlı uzun mersiyesiyle ulaş¬mış, bunu Rumûz-i hî-Hödî takip et¬miştir. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hay¬ranlığının sonucu olarak Meşnevî-i Mac-nevî tarzında Farsça kaleme aldığı her iki eserde de felsefî konuları işlemesine rağmen duygu yoğunluğunu korumayı başarmıştır. İkbal'in Farsça'ya yönelmesi, hem kendisine daha çok okuyucuya hitap etme imkânı veriyor hem de onu köklü bir gelenekle bütünleştiriyordu, İkbal'in, Goethe'nin divanına [187] bir mukabele sayılan Peyâm-ı Meş-nk adlı manzumesinde yeniden lirizme döndüğü görülür. 1927'de yazdığı Câ-vidnâme ise onun şaheseri sayılır; Fars¬ça olan eser bir tür manzum dramdır.
İkbal şiirde açık seçikliğin şart olma¬dığını, hatta şiirdeki muğlak unsurların duygu dünyasını etkilemede yararlı olabi¬leceğini söyler. Fakat onun sanat anlayı¬şını "fonksiyonalizm" şeklinde nitelemek mümkündür. İkbal sanat sanat içindir an¬layışını benimsemez. Sanat insana ve top¬luma hayat vermeli, benliği güçlendir¬meli, Musa'nın elindeki asâ gibi bâtılı yok edip gerçeği ortaya çıkarmalıdır. [188] Onun şiirinin bir tek temel hedefi vardır: Müslümanlara, ge¬rek fert gerekse ümmet olarak kendi ki¬şiliklerini geliştirip güçlerini yeniden ka¬zanmalarını öğretmek.
Bilim, Felsefe ve Din Anlayışı. İkbal bilim, felsefe ve dini birbiriyle yakın ilişki içinde görmüştür. Bilimin vardığı sonuç¬lar herkese açık ve doğrulanabilir nitelik¬tedir. Bilim sayesinde kısmen olayları ön¬ceden kestirmek ve kontrol etmek müm¬kündür. Bilimin sürekli gelişmesiyle in¬sanların görüşlerinde değişmeler olmak¬ta, bu sayede felsefî ve dinî düşüncede daimî bir yeniden kuruluş süreci yaşan¬maktadır. Bununla birlikte bilim hiçbir zaman evreni sistematik olarak kavrama imkânı vermez; meselâ tabiat bilimleri, biyoloji ve psikoloji sadece kendi alanla¬rıyla sınırlı oldukları için madde, hayat ve zihin arasındaki İlişkiyle ilgilenmez [189] Tabiat bilimle¬rinden her biri kendi konularını seçmek¬te olup bu seçmecilik ve parçacılıktan dolayı pozitif bilimde bir yüzeysellik var¬dır.
Özgür bir araştırma faaliyeti olan fel¬sefe her türlü otoriteye şüpheyle bakar; fonksiyonu ise insan düşüncesinin eleşti¬ri süzgecinden geçirmeden kabul ettiği hükümlerin, faraziyelerin temeline ine¬rek onların oluşmasını sağlayan sebeple¬ri ortaya çıkarmaktadır. [190] İk-bal'e göre din de felsefenin araştırma alanına girmekle birlikte felsefe din hak¬kında hüküm verirken onun merkezî ye¬rini kabullenmek ve düşünceye dayalı ter¬kip sürecindeki fonksiyonunu görmek zo¬rundadır. Aklî ve fikrî bakış tarzına sım¬sıkı sarılan felsefe, tecrübenin bütün zen¬ginliğini bir sistem içine oturtmaya çalı¬şırken kavram dünyasının ötesine geç¬mek istemediği için gerçeğe uzaktan ba¬kar. Din ise gerçeği âdeta içimizde erite¬cek hale getirme gücü kazandırır. Son tahlilde felsefe bir teori, din ise bir hayat¬tır. [191]
Bilim ve felsefeden farklı olarak din gerçeğin tamamını anlamak, yorumla¬mak ister. Bunda başarılı olabilmek için de beşerî tecrübenin bütün verilerini bir¬leştirme ve kaynaştırma görevini üstlen¬miştir. Bilim gerçeğin müşahede edilebi¬lir yanını, din ise bu müşahedelerden de yararlanarak gerçeğin özünü yakalama¬ya çalışır. Dinin yorumladığı tecrübe ala¬nı (dinî tecrübe) bilimin hiçbir alanına ya¬hut verisine indirgenemez. [192]
İkbal'e göre din hem duygu hem dokt¬rin hem de faaliyettir. [193] Mu"-tezile ve felâsife sadece doktrini, sûfîler duyguyu, fukaha ise eylemi önemsemek-le hata etmişlerdir. Eğer duyguyu düşün¬ceden ve her ikisini de eylemden kopar-maz, akılla sezgiyi karşı karşıya getirmez-sek dini bunlardan biri veya birkaçının fonksiyonu olarak görmek durumunda kalmayız. Nitekim Gazzâlî analitik düşün¬ceden vazgeçerek mistik tecrübeyi esas almakla ve Kant inanca yer bulmak için bilgiyi inkâr etmekle hata etmiştir.
Âlem, Zaman ve Mekân Anlayışı. İkbal sürekli olarak değişen, oluşan ve büyüyen bir âlem anlayışını savunur. Tabiat statik değil bir olaylar sistemidir. Âlemin yapı¬sında asıl olan. klasik felsefenin cevheri değil modern fiziğin ön planda tuttuğu olaydır. Madde kavramı da yerini artık organizm kavramına bırakmıştır. [194] Bu açıdan bakıldığında Kur'an'ın âlem tasavvuru, klasik Yunan düşüncesi¬nin kapalı âlem görüşünden tamamen farklıdır. Eş'arî atomculuğu, Yunan dü¬şüncesinin determinist âlem anlayışına karşı çıkarken gücünü Kur'an'dan alıyordu. Onların atomculuğunun gayesi fel¬sefî bir kozmoloji kurmak değil Allah'ın âlem üzerindeki sürekli tasarrufunu açıklamaktı. Eş'arîlik iki önemli sonuç or¬taya koydu: Birincisi, Kur'an'ın da işaret ettiği gibi [195] hiçbir şeyin değişmez bir mahiyette olmadığı görü¬şüydü. İkincisi de bir tek atomlar düze¬ninin bulunduğu iddiasıydı. İkbal Eş'arîli-ğin ilk görüşünü destekler. Fakat ona gö¬re Eş'arîlik bu konuda aşırılığa kaçarak âlemdeki sürekliliğin önemini yeterince kavrayamamış ve sonunda bilim için son derece önemli olan sebeplilik kavramının yerli yerine oturtulamaması İslâm dünya¬sında bilimin aleyhine olumsuz gelişme¬lere yol açmıştır. Eş'arîliğin ikinci görü¬şünü İkbal bütünüyle reddeder. Eğer bir tek atomlar düzeni olsaydı ruhu bile bir çeşit madde kabul etmek gerekirdi. [196]
İkbal'in âlem anlayışı düşünce tarihine bir çeşit "ruhanî çoğulculuk" (spiritual plu-ralism) olarak geçmiştir. Bu görüşün te¬mel İddiası şudur: Mutlak ben (Allah) "benlik" vasfına sahip başka varlıklar ya¬ratır. Maddeden insana kadar uzanan bü¬tün varlık mertebelerinde en alt düzey¬deki atomda dahi kendine göre bir ben¬lik vardır. Bu benler sürekli ilişki içinde bulunan organizmlerdir. Farklı dereceler¬de gerçekleşen benlik dünyada en yüksek derecesine insan varlığında ulaşır. İnsa¬nın mutlak bene en yakın varlık oluşunun sebebi de budur. [197] Karşılıklı ilişkiler düzeninin oluşturduğu bir koz¬mos olarak düşünülen bu âlemde maddî alan biyolojik alanla, biyolojik alan psikolojik alanla bağlantılıdır. [198] İk¬bal, böyle bir âlem anlayışının kolaylıkla panteizme kayabileceğinin farkındadır ve bunu önlemek için her türlü fikrî gayreti göstermektedir.
İkbal'in âlem anlayışında zaman kav¬ramının mekân kavramından daha önde olacağı açıktır. Ona göre ardarda dizilmiş anlardan oluşan zaman anlayışı, ne insa¬nın derunî tecrübesini ne de Allah-âlem ilişkisini açıklayabilir. Bazı İslâm mütefek¬kirleri [199] böyle bir güçlüğü önlemek için başlangıcı ve sonu olmayan bir zaman anlayışı geliştirmiş-lerdir. Buna göre Allah âlemi önce veya sonra görmez, bir çırpıda ve bölünmez bir idrak ile görür. "Ümmü'l-kitâb" veya "levh-i mahfuz" da denilen bu zamanda bütün tarih bir tek ezelî "şimdi" içinde toplanmıştır. İkbal'e göre birinci görüşe nazaran bu ikincisi daha ileri bir merhale sayılabilirse de sonuna kadar tutarlı bir şekilde götürülünce bu da kapalı kâinat görüşüne ulaşır; böyle bir kâinatta sürek¬li yaratma diye bir şey söz konusu olmaz. Bunu önlemek için zamanı, hem maziyi İçinde saklayan hem de geleceğe vücut veren mutlak bir süre olarak düşünmek gerekir. Kısacası zaman organik bir bü¬tündür. [200]
Zaman ve mekân probleminin çözümü İslâm düşünürleri İçin çok önemli bir me¬seleydi, çünkü bu iki kavram doğrudan doğruya Allah'ın faaliyetiyle ilgilidir. Za¬man ve mekânın şu veya bu şekilde anla¬şılmasının sadece fizikte değil ahlâkta ve dinde de önemli sonuçları vardır. Meselâ materyalizmin inkârı, kader ve hürriyet meselesi gibi konular zaman ve mekân problemleriyle doğrudan ilgilidir. [201] Ancak hakiki zaman saat ve da¬kikaya bölünen zaman değildir. Hakiki za¬manı anlamak için şuurlu tecrübenin psi¬kolojik tahlilinden yola çıkmak gerekir. İkbal'in zaman konusundaki hassasiyeti bu kavramın hürriyet, yaratıcılık gibi baş¬ka kavramlarla ilgisinden İleri gelmekte-dir; zaman kavramının mekândan daha önce gelmesinin sebebi de budur.
İkbal, yine Fahreddîn-i Irâkî'nin görüş¬lerine dayanarak mekânı üç basamaklı düşünmektedir: Kaba cisimlerin işgal et¬tiği mekân, hava ve ses gibi latif cisimle¬rin kapladığı mekân. ışığın kapladığı me¬kân. İkbal bir ilâhî mekân kavramından da söz eder. Bu mekânda Allah her var¬lıkla aynı zamanda temas halindedir. Bu mekânda bütün sonsuz noktalar bir araya gelmekte ve ilâhî mekân bütün boyutlar¬dan mutlak anlamda uzak olmaktadır.
Ulûhiyyet ve Din Anlayışı. İkbal'in felsefesi baştan sona teist bir sistemdir, öy¬le görünüyor ki onun ulûhiyyet anlayışı, bazı farklı görüş merhalelerinden geçe¬rek The Reconstruction ol Religious in islam'da görülen ifadesine ulaşmıştır. İkbal'in Kur'an'a ve başka dinîkaynak-lara, özellikle de hem edebî yönü hem muhtevası itibariyle derinden etkilendiği Mevlânâ'nın Meşnevfsine nüfuzu arttık¬ça vahdet-i vücûdcu anlayışın keskin bir tenkitçisi olmuştur. Bu aynı zamanda İk¬bal'in "benlik" felsefesini geliştirmeye ve sonunda ruhanî çoğulculuğa ulaşmaya başladığı dönemdir. Burada artık ezelî-ebedî güzellik fikri değil irade ve yarat¬ma ön plandadır. Ferdiyeti ve ahadiyeti belli bir mutlak hakikat, mutlak zât, mut¬lak "ene" olarak tasavvur edilen Allah, Kur'an'ın ifadesiyle [202]hem ya¬ratma {halk) hem de yönetmenin (emr) kaynağıdır. [203] İnsan, kendi dışında bağımsız bir gerçeklik olarak fa¬aliyet gösteren âlem sürecine bağlı bir şekilde hayatını devam ettirir. Bu hayat, fıtrata uygun olarak sürekli hareket eden ve değişen kişilerde mükemmele doğru gelişme halindeki bir hayattır. Fakat ilâ¬hî hayat için böyle bir değişme düşünü¬lemez.
İkbal, Allah'ın diğer sıfatlarını da O'nun sürekli faal oluşu çerçevesinde yorumlar. Meselâ Allah geçmişi de geleceği de bilir. Fakat geleceği bilmesi, şu anda olmuş bitmiş bir yapıyı bilmek şeklinde değil henüz gerçeklik kazanmamış imkânları bilmek şeklinde anlaşılmalıdır. Aksi tak¬dirde âlemde mutlak bir determinizm olurdu. [204]
Bir "ben" olarak tasavvur edilen yaratı¬cı kudretten geleceği belirlenmemiş baş¬ka benler vücuda geldiğini söyleyen İkbal bu benlerin özgür, dolayısıyla belli bir ye¬re kadar kendi faaliyetlerinin sebepleri olduklarını savunur. Böyle varlıklar yarat¬mak, bir anlamda ilâhî kudretin ve hürri¬yetin kendi kendini sınırlaması [205] anlamına gelirse de İkbal'e göre bu çeşit bir sınırlamayı Allah'a atfetmekten korkmamalıdır; çünkü bu. dışarıdan em¬poze edilmiş bir sınırlama olmayıp ilâhî zâtın kendi hayat, kudret ve hürriyetine İştirak etmek üzere seçtiği sonlu benle¬rin var olmasını sağlayan yaratıcı ilâhî hürriyetin mahiyetinden doğmaktadır. Bazıları, İkbal'in bu görüşlerine dayana¬rak onun sınırlı ulûhiyyet anlayışına sahip olduğunu öne sürmüşlerdir. Fakat konuy¬la ilgili bütün görüşleri dikkate alındığın¬da bu iddianın isabetsiz olduğu görülür. [206]
Allah'ın varlığı konusunda felsefenin klasik delillerini eleştiren İkbal kozmolo¬jik delili yetersiz görmektedir. Bu delil, âlemi Allah'ın karşısında duran başka bir varlık gibi ele almakta, sebeplilik, tesel¬sülün imkânsızlığı gibi fikirlere dayana¬rak bir ilk sebebin varlığına ulaşmaya ça¬lışmaktadır. Fakat bu delilin ne yapısı ne de sonucu tatmin edicidir. Çünkü sonlu bir eserden yola çıkmak, sonlu bir sebebe yahut olsa olsa sonlu sebeplerin oluştur¬duğu sonsuz serilere götürürse de bir ve tek olan zorunlu varlığa götürmez. Sonlu¬yu bir tarafa itmeden sonsuz varlığa ulaş¬mak mümkün değildir; bunu yaptığı tak¬dirde insan bindiği dalı kesmiş olur.
İkbal nizam ve gaye delilini biraz daha iyi görür. Fakat elindeki malzemeye dü¬zen verip çalışır duruma getiren İnsanla Allah arasında bir anolojiye dayanan bu delil, Kur'an'ın anlattığı Allah'a değil kendiliğinden var olan evrene düzen veren bir tanrı fikrine ulaştırır. Kendisinden daha mükemmeli tasavvur edilemeyen varlık kavramını çıkış noktası alan ontolojik de¬lil ise bir fikirden gerçekliğe geçmekte olup bu geçiş mantık açısından hatalıdır. Böylece İkbal, her üç delili de kendi orga¬nik felsefe anlayışına ve ruhanî çoğulcu¬luk fikrine yatkın görmediği için reddetmişse de söz konusu delillerin bu kadar kestirme yoldan reddedilecek kadar za¬yıf olmadığını belirtmek gerekir.
Klasik delilleri reddetmesi İkbal'in dinî tecrübenin mahiyetiyle ilgili görüşlerin¬den ileri gelmektedir. İkbal tecrübeyi duy¬gu, düşünce ve keşif basamaklarına ayır¬mak suretiyle açıklamaya çalışmakta [207] bunlar Gazzâ-lî'nin iman, ilim ve zevk basamaklarına tekabül etmektedir. Dinî tecrübenin en ileri basamağı, müminin Hak ile doğrudan doğruya bağlantı kurmak şeklinde güçlü bir duygu halini yaşadığı noktadır. Gazzâlî'nin "zevk derecesi" olarak adlan¬dırdığı vasıtasız dinî hayat budur. Bunun en yüksek derecesi bir tecrübe olarak peygamber ve velîlerde görülür.
İkbal, dinî tecrübenin doğruluğunun fikrî ve amelî olmak üzere İki yolla ortaya konabileceğini söyler. Birinci yola göre di¬nî tecrübe realitenin son tahlilde ruhanî karakterde olduğunu göstermektedir. Genel beşerî tecrübe tahlil edildiğinde de aynı sonuca ulaşılır. [208] İkinci yolla da dinî tecrübenin hakikati onun meyveleriyle açıklanır. Dinî tecrübe¬ye âşinâ olan herkes onun amelî hayatta ne kadar önemli sonuçlar verdiğini bilir. Bunu görmek için Hz. Muhammed'in di¬nî tecrübesinin gerçekleştirdiği başarıla¬ra bakmak yeterlidir. [209]
İnsan ve Toplum Görüşü. İkbal her İnsanı bağımsız kimliğe sahip bir "ben" olarak görür. Allah ise "mutlak ben"dir. [210] İnsanın "ben tecrübesi" sürekli değişen bir tecrübedir. Bu değişme bir merkez etrafında gelişir ve sonunda organik bir bütünlük oluşturur. Benin bağımsızlığı onun başka benlere kapalı olduğu anla¬mına gelmez. Benliğin özünü değişmez bir cevher şeklinde görmek de onu istik¬rarsız bir akış olarak tasavvur etmek de yanlıştır. İnsanın gerçek kişiliği bir "şey" değil bir "fiil", bir "davranışlar toplama¬dır. Bu kişilik hükümlerinde, gayeli dav-ranışlarında, anlama ve takdir etme fa¬aliyetlerinde, hayal kırıklıklarında ve ümitsizliklerinde tezahür eder. [211]
Benliğin bir başka temel özelliği de onun bedene sahip olmasıdır. Aslında benlik anlayışı konusunda ortaya atılan yanlış fikirlerin çoğunun temelinde ruh-beden ilişkisine dair görüşler yatar. Me¬selâ Budizm acıyı ön planda tutar ve bun¬dan kurtulmanın yolunu benlikten uzak¬laşmakta arar. Hıristiyanlık temel gerçek olarak günahı görür ve insanın bu günah¬tan kendi imkânlarıyla kurtulamayaca¬ğını savunur. Felsefî düşüncenin ana kay¬naklarından biri olan Eflâtun ise bedeni ruh için bir hapishane olarak kabul eder. Halbuki insan kişiliği bir bütündür, o ka¬dar ki bedeni ruhun bir var oluş tarzı say¬mak mümkündür.
Benlik şuurunun en yüksek seviyesin¬deki insan, bütün yaratılmışlar arasında halikın yaratıcı hayatına şuurlu bir şekil¬de iştirak etmeye muktedir olan yegâne varlıktı. [212] Âlem insanın varlık sahnesine çıkmasıyla akıl, aşk ve hür iradeye sahip değerli bir varlı¬ğa kavuşmuştur. [213] Fakat insanın bu mertebeye erişebilme¬si için benliği güçlendirici bir hayat prog¬ramı izlemesi gerekir. Ruhanî yücelişin üç önemli basamağı vardır. Bunlar ilâhî kanuna tam itaat ve teslimiyet, nefsin disiplin altına alınması ve hilâfet [214] şeklinde sıralanır. Benliği güçlen¬diren ana umdeler ise aşk, fakr, cesaret, hoşgörü ve helâl kazanç gibi hususlardır. Aşk, insanın kendi imkân ve kabiliyetle¬rini idrak etmesinin vasıtasıdır. Aşk yolu insana ilâhî sıfatlarla donanma imkânı verir; aşk aklın rakibi değildir, hatta aşk ile aklı birleştirmek gerekir. [215] Fakr, köle ruhluluktan kurtulup hür ol¬manın temel şartları ndandır. Cesaret ba¬şarının şartı, sıkıntılı anlarda benliği da¬ğılmaktan koruyan enerjidir. Hoşgörü, kendi benliğinin şuuruna eren insanın başka benleri de anlaması, gönül kapısı¬nı onlara açmasıdır. Helâl kazanç, meşru servetin yanında maddî ve manevî alan¬da meşruluk kaygısı güdülerek elde edil¬miş veya gerçekleştirilmiş her türlü ba¬şarılı sonuçları kapsar. Korku, kölelik, di¬lenme, soy sopla övünme gibi erdemsiz¬likler benliği zayıflatan veya dağıtan et¬kenlerdir.
İkbal'e göre Kur'an'ın tasvir ettiği mü¬min tamamen aktif bir insandır. Bu aktif -lik ilk müslüman nesillerde açık şekilde görülmektedir. Ancak bu dinamizm git¬tikçe zayıflamış, sonraki bazı fikir akımla¬rı bu süreci daha da hızlandırmıştır. Nite¬kim Yunan felsefesi, İslâm tarihinde kültürel bir güç oluşturup müslüman düşü¬nürlerin bakış açısını genişletmişse de ge¬nelde onların Kur'an'a bakışlarına muğ¬laklık getirmiştir. [216] Eflâtuncu ve Yeni Eflâtuncu görüşle¬rin etkisine giren nazarî sûfîlik, Kur'an'ın gerçekçi insan anlayışını felsefeden daha çok karartmıştır. Bazı sûfîler benliğin is¬patı yerine onu hiçleştirdiler. Bundan do¬layı İkbal'in vahdet-i vücûdcu sûfîleri eleş¬tirisi filozofları eleştirisinden daha ağır olmuştur. Çünkü ona göre filozofların gö¬rüşleri çok defa bir metafiziğe hapsolup kalırken özellikle sûfî şairler sakat görüş¬lerini geniş halk kitlelerine kadar yayarak büyük tahribata sebep olmuşlardır. [217]
Esrâr-i Hödî'mn İngilizce tercümesi ya¬yımlanınca ilk dikkat çeken şey, İkbal'in "insân-ı kâmil" anlayışı ile Nietzsche'nin "üstün insan"ı arasında bazı benzerlikle¬rin bulunmasıydı. Bu yüzden Edvvard G. Brovvne, Radhakrishnan, P. T. Raju gibi yazarlar, İkbal'in felsefesini Nietzsche'nin neredeyse bir adaptasyonu şeklinde değerlendirdiler. Bu iddianın cevabını İk¬bal'in kendisi vermektedir. [218] Buna göre her şeyden önce Nietzsche "ben"in ruhaniyetini inkâr eder; âlemde manevî ve ahlâkî bir amaç görmez. Nietzsche'nin insanı "lâ"da (inkârda) karar kılmış, "illallah"a (tasdike) ulaşamamıştır.
"Daha tez ol, vuruşun daha sert olsun, yoksa iki âlemde bedbaht olursun [219] şeklindeki beytinden de anlaşılacağı üzere İkbal'in İrade, güç gibi kavramlara ağırlık vermesini, biraz da İslâm toplumunun uzun asırlardır içinde bulunduğu içtimaî durgunluğun, özellik¬le klasik kader anlayışının ışığında değer¬lendirmek gerekir. İkbal, Allah'ın irade hürriyetine sahip bir varlık yaratırken kendi kudretine bir sınır koyduğunu ka¬bul etmek pahasına, özgürce karar veren ve kararını gerçekleştirebilen bir insan fikrini savundu. Buna göre, "Rabbimiz her şeye yaratılışını (kendine has özellik¬lerini) verendir [220] mealindeki âyetin de işaret ettiği gibi insanın kade¬ri, ona dışarıdan baskı yaparak faaliyete zorlayan bir talih değil, onun kendi yara¬tılışının derinliklerinde bulunan ve gerçekleştirilebilecek olan imkânlar toplamı¬dır. [221] İnsanın önünde uzayıp giden değişmez bir kader çizgisi yoktur. İnsan için gelecek, şimdi mevcut imkânlarla da ilgili olan açık bir süreçtir. O bu süreçte Allah'ın verdiği im¬kân ve kabiliyetleri fıtratına uygun biçimde gerçekleştirebilirse ikinci defa doğar. Birinci doğumu mecburi, ikincisi ise ira¬dîdir. [222]
İnsan benliğinin ölümsüzlüğü bu ma¬nevî mertebeye yükselmesine bağlıdır, ölümsüzlük konusuna metafizik ve ahlâ¬kî bir mesele olarak, ayrıca Nietzsche'nin öne sürdüğü anlamda bir "sürekli ortaya çıkış" açısından bakmak mümkündür. Ba¬zı düşünürler, insan nefsinin ferdî ölüm¬süzlüğüne değil küllî nefsin ölümsüzlüğü¬ne inanır. İkbal'e göre bu görüş, "Onların her biri kıyamet günü Allah'ın huzuruna tek başına çıkacaktır [223] di¬yen Kur'an'ın hükmüyle uyuşmaz. İnsan ferdiyeti, sonsuz olan Tanrı ile karşılaştığı zaman bile ferdiyetini yitirip yok olmaz.
Kur'an'ın ölümsüzlükle ilgili hükmüne gelince orada insan hayatının bir başlan¬gıcı olduğu, ölümden sonra bu dünyaya tekrar dönmenin imkânsızlığı ve dünya hayatının sonluluğunun bir talihsizlik ol¬madığı açıkça dile getirilmiştir. Fakat bu, insanın değersiz olduğu anlamına gel¬mez. Hayat, insanın bütün imkân ve kabi¬liyetlerini geliştirmeyi sağlayan bir "ben¬lik inşa etme" alanıdır, ölüm ise "ben"in faaliyetlerini sınava çeken ilk hadisedir. Esasen ölüm ve hayatın nihaî anlamı, Kur'an'ın ifadesiyle kimin amel yönün¬den daha İyi olduğunun belirlenmesinde saklıdır. [224] Cennet ve cehen¬nem birer mahal değil "haPdir. Cehen¬nem insanın ortaya koyduğu başarısızlı¬ğın acı bir idraki, cennet ise benliği yıkan ve dağıtan güçler karşısında kazanılan zaferin getirdiği mutluluktur. İslâm'da ebedî lanet diye bir şey yoktur. Bazı âyet¬lerde cehennemle ilgili olarak geçen ebe¬diyet mefhumu bizzat Kur'an'da "çağlar boyunca" şeklinde açıklanmaktadır. [225] Şu halde cehennem ıslah edici bir özelliğe sahiptir. [226]
İkbal'İn toplum felsefesi onun benlik felsefesinin bir devamı mahiyetindedir. Ben diğer benlerin (toplum) etkilerine sü¬rekli olarak açıktır. Bu bakımdan ahlâkî benlerin vücut bulmasında diğer benle¬rin yapısı birinci derecede rol oynar. İkbal toplum konusuna hemen hemen bütün eserlerinde temas eder. Fakat onun bu alandaki en önemli eseri Rumûz-i bî-Hödî'dir. İkbal'in toplum anlayışı temelde Kur'an'ın ve Hz. Peygamber'in hedeflediği toplum yapısında ifadesini bulmakta¬dır. Bu yapının özellikleri tevhid İnancı ve peygamberlik çerçevesinde ele alınır. Tev¬hid ilkesi sadece imanın bir rüknü değil içtimaî hayatın da ana ilkesidir. "Akıl keyfiyet ve kemiyet âlemlerinde döndü do¬laştı: gayesine ancak tevhid vâsıl oldu. [227] "Dinin kuvve¬ti vahdettir, vahdet görünür hale gelince millettir. [228] İkbal'egö-re biz peygamberlik sayesinde "vezinli bir mısra" olduk, yüz binleri tek vücut halinde birlikte bulduk. [229] İslâm milleti varlığını Hira'daki halve¬te borçludur. [230] Hz. Muhammed'in peygamberliği bize hürriyet, eşitlik ve kardeşlik getirdi. [231]
Fârâbî ve İbn Sînâ geleneğini devam ettiren İkbal, İslâm toplum yapısının nü¬büvvet şuurunun siyasî hayata intikaliyle vücut bulduğunu belirtir. İslâm, başından beri ahlâk temeline dayalı bir sivil toplum kurmak ve ona yön vermek amacını güt¬tü. [232] Bundan dolayı İslâm açısından dinin yapıcı katkı¬sından mahrum bir siyasetten bahsedile¬mez. Eğer din siyasetten ayrılırsa geride Cengiz'likten başka bir şey kalmaz. [233]
Hayatının önemli bir kısmını siyasetin içinde geçiren İkbal'in ilk yıllarda bir çeşit Hint milliyetçiliğini savunduğu görül¬mektedir. Avrupa'dan dönüşünde ise ar¬tık farklı bir siyaset anlayışından bahse¬diyordu. Birçoklarına göre bu panislâm-cılık dönemidir. Öyle görünüyor ki bazı Hintli ve Batılı yazarlar, İkbal için panislâ-mist değerlendirmesini yaparken biraz da onu gözden düşürmek istemişlerdir. İkbal ise kendisinin panislâmist olduğu¬nu söylüyor, fakat siyasî panislâmcılığın İslâm tarihinde hiçbir zaman gerçekleş¬mediğini savunanlara hak vererek sade¬ce "insaniyetçilik" anlamında bir panis-lâmcılıktan bahsetmek gerektiğini belir¬tiyordu. Böylece İkbal üçüncü safhada bir İslâm milleti anlayışına yöneliyordu. Bu¬na göre İslâm milleti son tahlilde bağımsızlığına kavuşmuş, iç bünyesini iyice güç¬lendirmiş bir İslâm milletleri topluluğun¬dan oluşur. İkbal, Batı kaynaklı siyasî mil¬liyetçilik anlayışının İslâm birliğini parça¬layacağından emindir. [234] İslâm ne millî duyguya ne de vatan fikri¬ne karşıdır. İslâm için problem olan, top¬lumu nihaî anlamda tanımlayıcı ve belir¬leyici bir ilke olarak milliyetçiliktir. [235]
İkbal, Batı'da ortaya çıkan emperyaliz¬mi ve doktriner sosyalizmi de tenkide tâ¬bi tutar. Marx'ın Das Kapital'ınde hura¬feler arasında gizlenmiş bazı hakikatler vardır; fakat Marx midede eşitlik üzerin¬de ısrar etmekte, beyninde küfrü taşımaktadır. Emperyalizm de mide ve be¬den çevresinde yükselmektedir; ikisi de Allah'ı tanımaz, insanı aldatır. [236] Bu arada İkbal, İslâm mil¬letlerinde bir Avrupa hayranlığının yayıl¬makta olduğunu hatırlatarak bu gelişme¬nin tehlikelerine dikkat çeker. [237] Aslında İkbal, tenkitçi bir tavır takınmak şartıyla Batı karşısın¬da olumsuz bir tutum içinde değildir. Onun karşı olduğu şey kötü taklitçiliktir. Batı'da ilim ve fennin gelişmesine müs-lümanların da katkıları büyük olmuştur. Şu halde onları yeniden İslâm dünyasına getirmek kendi mirasımıza sahip çıkmak demektir.
Yeniden Kuruluş. Dinamik ve organik bir felsefe anlayışına sahip olan İkbal bu¬nun bir gereği olarak İslâm ülkelerinde fert, toplum, teorik düşünce gibi alanlar¬da bir yeniden kuruluş faaliyetine giriş¬menin zorunlu olduğunu düşünür. Çünkü İslâm'da dinî düşünce özellikle son beş asırda hareketliliğini yitirmiştir. Zamanı¬mızda gözlenen büyük gelişmeler karşı¬sında İslâm'da dinî düşüncenin yeniden kurulması ertelenemez bir görev haline gelmiştir. Bu görevi yerine getirmenin iki önemli safhası vardır: Geleneksel yapının tahlil ve tenkidi, tefekkürün gelişmeler ışığında yeniden inşası. [238] Bu çerçevede îslâmî geleneği eleştiri süzgecinden geçiren İkbal, klasik kelâm ve felsefenin Kur'an'ın ruhuna uy¬mayan yönlerine temas eder, bu yolla vahyin tecrübî ve rasyonel yönünü yeni¬den ön plana çıkarmaya çalışır. Ardından aynı tenkitçi bakışları tasavvufa çevirerek onun modern düşünce ve tecrübelerden yararlanmak suretiyle yeni olan hiçbir şey ortaya çıkaramadığını, hâlâ günü geçmiş yöntemlerini devam ettirdiğini belirtir. [239] İslâm hukuku ve bu huku¬kun ana ilkelerini de aynı yaklaşımla göz¬den geçiren düşünür, Kur'an veSünnet'i yeni gelişmeler ve ihtiyaçların ışığında yeni baştan anlamaya, yorumlamaya ça¬lışarak ictihad faaliyetine yeniden koyul-madıkça gerek İslâmî düşünceye gerek¬se dinî hayata bir hareketlilik getirileme-yeceğini savunur. İkbal, konferanslarının beşincisinde İslâm kültürünü tenkitçi bir yaklaşımla açıklamak, altıncısında da İs¬lâm'da hareket İlkesini tahlile çalışırken bu yeniden kuruluşun amelî yanına dik¬kat çekmek istiyor, yeniden inşa faaliye¬tini gerçekleştirebilmek için müslüman-ların vahye dayanarak evrenin manevî yo-rumunu yapmaları, İnsanı ruhanî özgür¬lüğüne kavuşturmaları ve ahlâkî temele dayalı bir sosyal yapı oluşturmaları ge¬rektiğini söylüyordu. [240]
Türkiye ve Türkler'le İlgisi. Türk milletinin yakın tarihteki sıkıntılarıyla ilgile¬nen İkbal, bu ilgisini daha 1911'deTrab-lusgarp Savaşı şehidleri için yazdığı şiiriy¬le terennüm etmiştir. Burada İkbal, hu¬zuruna çıktığı Hz. Peygamberin kendisi¬ne hediye olarak ne getirdiğini sorması üzerine cennette bile bulunmayan bir he¬diye getirdiğini söyleyerek içinde Türk şe-hidlerinin kanının bulunduğu şişeyi Resûlullah'a sunar. İkbal, sömürgecilik dö¬neminde bağımsızlığını koruyabilen tek müslüman millet olarak övdüğü Türkler'i aynı zamanda "İslâm rönesansınf ger¬çekleştirebilecek potansiyele sahip olarak da görmektedir. Türkler'in gerek İslâm tarihindeki rolleri gerekse Trablusgarp, Balkan, I. Dünya savaşları ve Millî Müca-dele'deki kahramanlıkları İkbal'in hayran olduğu ve gelecek için ümit beslediği özelliklerdir. Saltanatın kaldırılıp hilâfetin ilga edilmesi de İkbal tarafından alkışlan¬mış ve cesur bir ictihad olarak İslâm da¬iresinde değerlendirilmiştir. Ona göre müslüman milletler içinde sadece Türk¬ler dogmatizm uyuşukluğundan kurtu¬labilmiş ve entelektüel hürriyet bilinciy¬le kendilerini yenilemek yolunda mesafe almışlardır. [241] Ancak İkbal, sonraki yıllarda ortaya çıkan gelişmeleri ve Batılılaşma hareketlerini bir geçiş dö¬nemi zarureti gibi görmek istemişse de böyle olmadığı neticesine varınca bunları Câvidnâme'de açık şekilde eleştirmiş ve üzüntüsünü dile getirmiştir. İkbal'e göre taklitçi bir anlayış içinde Batı'ya yö¬nelmek kendinden uzaklaşmaktır. Batı'-nın kuvveti eğlencede değil ilim ve fen¬dedir. İlim ve fen için Avrupalılaşma'ya de¬ğil kafaya ihtiyaç vardır. Hikmet, ilim ve hünerin kıyafetle ilgisi yoktur. "Türk. ken¬dinden geçmiş bir halde Avrupa'nın sar¬hoşu ve kölesi olma yolundadır ve kendi¬ni gösterme arzusundan dolayı Batı'dan raks ve şarkıyı getirmiştir. [242] Fakat İkbal bütün bu ifadele¬rine rağmen Türkler'le ilgili olarak nihai noktada bir kararsızlık içindedir. Bir ta¬raftan laikleşme ve Batılılaşma'yı eleşti¬rirken diğer taraftan bu sürecin gerçek İslâm'a yönelişle noktalanacağı ümidini taşımaktadır. Nitekim Nehru'nun. Türk¬ler'in din bağından kurtularak ilerleme yoluna girdikleri şeklindeki bir ifadesine tepki olarak "Türkler'in dinlerinden vaz¬geçmediklerini, aksine daha gerçek bir İslâm'a yöneldiklerini" söylemektedir. [243]
Eserleri.
A) Manzum Eserleri.
1. £srâr-Hödî Lahor 1915. Farsça bir mes¬nevi olup İkbal'İ şöhrete kavuşturan eser¬lerin ilkidir. Batı maddeciliğine ve daha çok klasik İran şiir geleneğinin etkisindeki tasavvufa karşı eleştiriler yanında Kur-'an'a dayalı bir insan felsefesi içermekte¬dir. Urduca, Peştuca, Sindce gibi Hindis¬tan-Pakistan dillerine olan çevirileri ya¬nında eseri R. Alleyne Nicholson The Se-crets of the Seli başlığıyla İngilizce'ye (London 1920; Lahore 1955),Abdülvehhâb Azzâm Dîvânü'l-esrâr ve'r-rumûz adıy¬la Arapça'ya (Kahire 1956), Ali Nihad Tar¬lan Rumûz-ı bî-Hödîüe birlikte Esrar ve Rumuz başlığıyla Türkçe'ye (istanbul 1958, i 964) tercüme etmiştir.
2. Rumûz-ı bî-Hödî Bir bakıma Esrâr-ıdî'y tamamlamak üzere aynı dilde ve edebî tarzda kaleme alınan eserde temel konu olarak cemiyet içinde insan ele alın¬mış ve Kur'an'a göre toplum felsefesi ge¬liştirilmeye çalışılmıştır. Eser, çeşitli dil¬ler yanında Arthur John Arberry tarafın¬dan The Mysteries of Selflessness baş¬lığıyla İngilizce'ye çevrilmiştir (London 1953).
3. Peyâm-ı Meşrık (Lahor 1923). İkbal'in, Goethe'nin divanına [244] bir çeşit nazîre olarak kale¬me aldığı ve Afganistan Kralı Emânullah Han'a ithaf ettiği bu Farsça eser Allah-in-san. madde-mânave Doğu Batı ilişkile¬rine yapılan bakışlarla bir bakıma aşk ve heyecan yüklü Şark'm maddeci Garp'a sunduğu ana mesajı terennüm eder. Ese¬ri Nicholson "The Message of the East" adıyla İngilizce'ye [245] Ali Nihad Tarlan Şarktan Haber başlığıyla Türkçe'ye (Ankara 1956), Eva Meyerovitch ve Mohammad Achena Message de l'orient adıyla Fransızca'ya (Paris 1956) tercüme etmiştir.
4. Bang-i DerâfLahor 1924). Daha önce Urduca ya¬zılmış bazı şiirleri de içine almaktadır. Bu şiirler esasında özellikle İkbal'in 1911'de kaleme aldığı, İslâm ümmetinin içine düştüğü üzüntü verici durum dolayısıyla sitem mahiyetindeki "Şikve" ile bir yıl son¬ra bu yakınmaya Allah'ın mukabelesi ma¬hiyetindeki "Cevâb-ı Şikve", İkbal'in ben¬lik felsefesinin çekirdeğini oluşturması bakımdan önemlidir. Eseri Altaf Husain The Complaint and the Answer (Lahore 1943, 1948), A. John Arberry Complaint and Answer (Lahore 1955) adıyla İngiliz¬ce'ye çevirmiş, ayrıca "Şikve" ve "Cevâb-ı Şİkve"nin bir arada tercümeleri de yapıl¬mıştır. [246]
5. Zebûr-i 'Acem (Lahor 1927). İki bölüm halinde düzenlenmiş bu Farsça eserin ilk bölümünde çoğu gazel tarzın¬da elli altı parça, ikinci bölümünde yetmiş beş parça manzume bulunmaktadır. A. John Arberry eseri Persian Psalms baş¬lığıyla iki cilt halinde İngilizce'ye (Lahore 1948), Ali Nihad Tarlan da bazı şiirleri Zebur-u Acemden Seçmeler başlığıyla Türkçe'ye (Ankara 1964) çevirmiştir.
6. Câvidnâme (Lahor 1932). Oğlu Câvid'e nisbetle bu ismi taşıyan ve İkbal'in şahe¬seri sayılan eser Farsça olup gerçek pe¬şinde koşan maneviyat yolcusunun bir tür miracını terennüm etmektedir. Eserin ilk baskısından sonra birçok neşri yapılmış ve Türkçe dahil çeşitli dillere tercüme edilmiştir.
7. Bâl-i Cibril (Lahor 1935). Urduca olan eserde ağırlıklı olarak dinî te¬emmül ve tefekkür, ihya ve ıslah gibi konular işlenmiş, İkbal'in Endülüs gezisin¬deki izlenimleri de yer almıştır. Eser Yu¬suf Salih Karaca tarafından Türkçe'ye çevrilmiştir. [247]
8. Pes çi Bâyed Kerd EyAkvâm-ı Şark (Lahor 1936). Dinî-didaktik mahi¬yette kısa bir Farsça manzume olup düşünürün fakirlik, hürriyet ve şeriatın sır¬ları gibi konulardaki görüşlerini kapsar. Eser Ali Nihad Tarlan tarafından Türkçe'¬ye tercüme edilmiştir. [248]
9. Müsâfir (Lahor 1936). İkbal bu eserinde 1933'te Afganistan'a yaptığı ziyareti, gezdiği yerlerdeki izle¬nimlerini, duygularını terennüm eder.
10. Darb-ı Kelim (Lahor 1937). Sembolik yanı ağır basan ve düşünürün inançsızlık, sevgisizlik ve hürriyetsizliğe karşı müca¬delesini yansıtan bu Urduca eseri V. Ş. Kierman İngilizce'ye (Bombay 1947), Abdülvehhâb Azzâm Arapça'ya (Kahire 1952), Abdülhamîd İrfânî Farsça'ya (Karaçi 1957) çevirmiştir.
11. Armağân-i Hicaz (La¬hor 1938). İkbal'in 1937'de niyet etmesi¬ne rağmen hastalığı yüzünden gerçekleştiremediği hac arzusunu dile getirdiği eser Farsça ve Urduca şiirlerden oluşur. Düşünürün vefatından kısa süre sonra basılan eseri Ali Nihad Tarlan Türkçe'ye tercüme etmiştir. [249]
B) Mensur Eserleri.
1. 'İlm-İ İktİşâd (Lahor 1903). Müellif bu eseri Öğrenciliği sırasında hocası SirThomas Arnold'un teşvikiyle yazmış, bazı kısımlarının telifin¬de Şİblî Nu'mânî'den de yardım almıştır.
2. The Development of Metaphysics in Persia (Cambridge 1908). Münih Üniver-sitesi'nde tamamladığı doktora tezidir. İkbal'in Zerdüştîlik'ten Bahâîliğe kadar İran düşüncesini ele aldığı kitap, onun sonraki tutumunun aksine vahdet-i vücûdcu anlayışa olumlu yaklaştığını gös¬termektedir. Eseri Mîr Hasanüddin Fel-sefe-i Acem başlığıyla Urduca'ya Abbas Mahmûd Tecdî-dü't-tefkîri'd-dînîfi'I-İslâm adıyla Arap¬ça'ya (Kahire 1955), A. H.ÂryânpûrSeyr-i Felsefe der îrân başlığıyla Farsça'ya [250] Cevdet Nazlı, İslâm Felsefesi Tarihine Bir Katkı: İran'da Metafizik İlimlerin Gelişmesi adıyla Türkçe'ye (İstanbul 1995) çevirmiştir.
3. The Reconstruction of Religious Thought in islam (Lahore 1934). Düşü¬nürün bilim, din, felsefe, tasavvuf, iman ve ibadet, İnsanın benliği ve özgürlüğü. İslâm ve aksiyon, dünya müslümanlannın durumu gibi konulara dair konferans¬larından oluşan en önemli eseridir. 1930'-da Lahor'da yayımlanan Six Lecture on the Reconstruction of Religious Thought başlıklı ilk baskısı altı konfe¬ranstan oluşurken müellif 1934'te bir konferans daha ekleyerek kitabını yine Lahor'da neşretmiş, daha sonra gerçek¬leştirilen çok sayıdaki baskısı ve çeviri¬leri de bu şekliyle yapılmıştır. Eseri Eva Meyerovitch Fransızca'ya (Reconstruire la pensee religieu.se de (İslam, Paris 1955), Nezîr Niyâzî Urduca'ya [251] Sofi Huri [252] ve N. Ahmet Asrar [253] Türkçe'ye çevirmiştir.
4. islam and Ahmadism (Lahore 1934, 1976, 1980). Hatm-i nübüvvet konusu ve Mirza Gulâm Ahmed'in peygamberlik id¬diasının ele alınıp tartışıldığı eser, Mîr Hü-seynüddin tarafından Hatm-i Nübüvvet aör Ködiyâniyet adıyla Urduca'ya tercü¬me edilmiştir. [254]
Bunların dışında İkbal'in çeşitli şiirleri, mektup, makale, nutuk, bildiri, başkaları¬nın eserlerine yazdığı önsöz gibi yazıları yayımlanmıştır. Bu arada onun eserlerin¬deki şiirlerden seçmeler yapılarak neşre¬dilmiş, ayrıca Farsça şiir kitapları Külli-yât-ı İkbâl başlığıyla (Lahor 1990), Urdu¬ca şiir kitapları da aynı adla (Lahor 1991) basılmıştır.
Muhammed İkbal, son dönem İslâm düşünürleri arasında hakkında en çok in¬celeme, araştırma ve yayın yapılanların başında gelir. Karaçi'de bir İkbal akade¬misi kurulmuş olup bu akademi 1960'tan itibaren ikbal fîeviewadlı bir dergi çıkarmaktadır. Ayrıca başta Pakistan ol¬mak üzere çeşitli ülkelerde değişik vesi¬lelerle, özellikle de İkbal'in ölüm yıldönü¬mü münasebetiyle ilmî toplantılar düzenlenmektedir. [255]
Bibliyografya :
Muhommad lqbal, The Reconstruction of Re¬ligious Thought in İslam, Lahore 1958. tür.yer.; a.mlf.. Esrar ue Rumuz (trc. Ali Nihad 1arlan|, İstanbul 1964,5.81-82, 88,92, 106; a.mlf., Thoughts and Reflections of lqbal, Lahore 1973, s. 32, 239, 243-244; a.mlf.. Speeches, V/ritings and Statements oflqbal (nşr L. A. Sherwani), Lahore 1977, s. 252, 255; a.mlf.. İs¬lam and Ahmadism, Lahore, ts., s. 34; a.mlf., Cebrail'in Kanadı (trc. Yusuf Salih Karaca), İs¬tanbul 1983, s. 120; a.mlf.. The Rod of Moses (trc. A. A. Shah), Lahore 1983, s. 60, 73; a.mlf.. Câüİdnâme(trc. A Schimmel], Ankara 1989, tür.yer.; BashİrAhmad Dar, !qbal and Post-Kan¬ttan Voluntarİsm, Lahore 1956; a.mlf,, A Study in lqbal's Philosophy, Lahore 1971; A. Schim¬mel. Gabriel's Wing: A Study into the Religious Ideas ofSir Muhammad lqbat, Leiden 1963, s. 390-391; a.mlf.. ikbâl", E^(Fr.),!][, Î083-1085; Sharif al-Mujahid. About lqbal and His Thought,Lahore 1964; Kh. G. Saiyidayn, lqbal's Educational Philosophy, Lahore 1977; Abul-Hasan Ali Nadwi, Glory of lqbal,Lucknow 1973; I. Hasan, Metaphysics of lqbal, Lahore 1973; Syed Abdul Vahid, A Bibliography oflqbal, Ka-rachi 1965; a.mlf., Glimpses oflqbal, Karachi 1974; Abdülkadİr Karahan, Dr. Muhammed İk¬bal ue Eserlerinden Seçmeler, İstanbul 1974; R. Hasan. The Sword and theSceptre, Lahore 1977; J. Khatoon, The Place of God, Man and Uniuerse, Lahore 1977; M. Maruf, Contribution to lqbal's Thought, Lahore 1977; a.mlf., lqbal's Philosophy of Religion, Lahore 1977; Misbah-ul-Haq Siddiqui, lqbal: A Crİtical Study, Laho¬re I977;Abdu! Hai. lqbatthePhilosopher, Dac-ca 1980; Ahmed Muavvaz, el-'Aliame Muham¬med İkbâl: Hayâtühû ue âşârüh, Kahire 1980; M. S. Raschid. lqbal's Concept of God, London-Boston 1981; M. Munawwar, lqbaland Qur'a-nic Wisdom, Lahore 1981; a.mlf., lqbal: Poet-Philosopherof İslam, Lahore 1982; lqbal'sCen-tenary Papers{ed. M. Munavvar), Lahore 1982; M. Moizuddin. TheWoddoflqbal, Lahore 1982, s. 65; M. Hasan, Tribute to lqbal, Lahore 1982; Mehmet Aydın, "Muhammed fkbal'in Eserlerin¬de Mevlânâ", /. MillîMeulânâ Kongresi: Tebliğ¬ler, Konya 1985, s. 229-237; a.mlf., "Muham¬med İkbal'in Din Felsefesinde 'Ulûhiyef Kav¬ramı", AÜ İslâm İlimleri Enstitüsü Dergisi, IV, Ankara 1980, s. 199-209; a.mlf., "Iqbars Vıew of God's İnfınity", DÜİFD, II (1985). s. 1 -8; a.mlf., "Süreç Felsefesi Işığında Ta.nn- Alem ilişkisi", AÜİFD,XXXII (1985). s. 40-87; a.mlf.. "ikbalin Felsefesinde İnsan", a.e., XXIX (1987), s. 83-106; Muhammed ikbal Kitabı: Bildiriler, İs¬tanbul 1997; "Fazlurrahman, Muhammad Iqbâl and Atatürk's Reforms", JNES, XLIIl/4 (1984), s. 157-162.