Hz. MUAVİYE B. EBU SÜFYAN
01 Ocak 1970
Ebû Abdirrahmân Muâviye b. Ebî Süfyân Sahr b. Harb b. Ümeyye el-Ümevî el-Kureşî (ö. 60/680) Sahâbî, Emevî hilâfetinin kurucusu (661-680).
602 veya 603 yılında Mekke'de doğdu. Ebû Süfyân ile Hind bint Utbe b. Rebîa'-nın oğlu, Ümmü Habîbe bint Ebû Süf-yân"dan dolayı Hz. Muhammed'in kayın¬biraderidir. Resûlullah'ın peygamberliği¬ni ilân etmesinden sonra Kureyş'in diğer ileri gelenleriyle birlikte İslâm'a cephe alan ve Bedir Savaşı'nın ardından üstlen¬diği Mekke liderliğini şehrin fethine ka¬dar sürdüren babasının gözetiminde bir şehzade gibi büyüdü ve onunla birlikte fetih sırasında müsiüman oldu. Müellefe-i kulûbdan sayıldığı için Huneyn ganimet¬lerinin dağıtımında payına fazla miktar¬da para ve mal ayrıldı.
Müslüman olduktan sonra Hz. Peygam-ber'e kâtiplik ve onun vefatının ardından Suriye üzerine gönderilen dört ordudan birinde kumandan yardımcılığı yapan Mu¬âviye, 17'de (638) Hz. Ömer tarafından önce Ürdün, ertesi yıl Dımaşk valiliğine ta¬yin edildi. 19 (640) yılından sonra halife¬nin emriyle Filistin'in sahil şehirlerinden Kaysâriye. Askalânve TrablusşanYı aldı, sahillere karakollar kurup asker yerleştir¬di. Bu arada Bizans'tan kalma tersane¬lerden yararlanarak İslâm donanmasın¬da ukdeniz birliklerini teşkil etti. Arkasın¬dan sahillere yakınlığı dolayısıyla tehlike oluşturan Kıbrıs'a sefer düzenlemek için halifeden izin İstediyse de alamadı. Hz. Osman döneminde Filistin. el-Cezîre, Hu¬mus ve Kınnesrîn'in de uhdesine verilme¬siyle Suriye genel valiliğine getirilen Mu¬âviye yeni halife ile olan akrabalığı saye¬sinde daha rahat hareket etmeye başladı. İslâm öncesinde Suriye'ye yerleşmiş bu¬lunan Benî Kelb'den bir kadınla evlenip bölgenin en büyük kabilesini arkasına al¬dı ve birkaç yıl sonra halifenin de aynı ka¬bileden bir kadınla evlenmesini sağlaya¬rak aralarındaki yakınlığı pekiştirdi. Böy¬lece Kelbîler'e ve halifeye dayandırdığı güç ve itibarını gittikçe arttırdı; kendisine çok bağlı disiplinli bir ordu kurmanın yanın¬da başarılı yönetimiyle bölge halkının gönlünü kazandı. 27 (648) yılında Kıbrıs'a bir donanma gönderilmesi hususunda Hz. Osman'ı ikna eden Muâviye, yolladığı 1700 parçalık filo ile adayı kan dökmeden yılda 7200 altın haraca bağladı; beş yıl sonra da ikinci bir sefer düzenleyip bura¬ya 12.000 kişiiik bir ordu yerleştirdi.
Muâviye, Hz. Osman'ın ardından Me¬dine'de halife seçilen Hz. Ali'ye. Hz. Os¬man'ın öldürülmesi konusunda ilgisiz kaldığını ve suç ortağı olduğu isyancı¬ları ordusunda barındırdığını ileri sü¬rerek biat etmedi. Bunun yanında Hz. Osman'ın yakın akrabası sıfatıyla onun kanını dava etme hakkına sahip olduğu¬nu söyledi ve bunu gerçekleştirmek şar¬tıyla Şam halkından biat aldı. Daha sonra Mekke'de Hz. Âişe. Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvâm üçlüsü etrafında, haksız yere öldürülen halifenin kanını da¬va etmek İçin toplanan gruplarla, katille¬rin cezalandırılması hususunda acele edil¬memesi gerektiği görüşünde olan Hz. Ali arasındaki mücadelenin neticesini beklemeyi tercih etti. Cemel Vak'ası'nda galip gelen Hz. Ali'nin kendisini tekrar itaate davet etmesi karşısında ona, Hz. Os¬man'ın katillerini kendisine teslim etme¬sini ve halifeliği bırakarak şûra tarafın¬dan yeni bir halife seçilmesi işini sağla¬masını teklif etti. Onun bu tavrı iki tarafı Sıffîn'de karşı karşıya getirdi.[824] Aralıklarla üçaysüren çar¬pışmaların son gününde Hz. Ali'nin ku¬mandanı Mâlik el-Eşter. Muâviye'nin or¬dusuna kesin darbeyi vurma noktasına gelmiş, hatta ümidini kaybeden Muâviye kaçmaya karar vermişti.[825] Ancak bu sırada maiyetinde savaşan Amr b. Âs ona, mızrak uçlarına Kur'ân-ı Kerîm sayfaları taktırarak karşı tarafı anlaşmaz¬lığı Allah'ın kitabının hakemliğinde çöz¬meye çağırmasını önerdi. Bu taktik işe yaradı ve Muâviye ağır bir mağlûbiyetten kurtuldu. Neticede savaş durdu ve taraf¬lar hakemlerin Allah'ın kitabı, gerektiğin¬de de Resûlullah'ın sünnetiyle hüküm ver¬meleri şartıyla anlaştılar [826] Muâviye, böylece Hz. Ali'nin ordusunun parçalanmasına ve aralarında savaş çık¬masına da zemin hazırlamış oldu. Çünkü kalabalık bir grup [Haricîler), işin hakem¬lere bırakılması üzerine isyan ederek Hz. Ali'nin ordusundan ayrılmış ve ona karşı silâhlı mücadeleye girişmişti. Dolayısıyla rakibinin Hâricîler'le uğraştığı bir sırada meselenin daha karmaşık hale gelmesi onun işine yaradı ve hakemi Amr b. Âs'ın, Hz. Ali'nin hakemiyle yaptığı görüşme¬lerden sonra kendisini halife seçtiklerini açıklamasının ardından Şam'da biat aldı. Böylece önceleri Hz. Ali tarafında olan askerî üstünlüğün Hakem Vak'asf nm ar¬dından kendi tarafına geçmesi üzerine fırsatı değerlendiren Muâviye, Hâricîler'le uğraşmak zorunda kalan Hz. Ali'ye bağlı merkezlere saldın başlattı ve birkaç yıl içerisinde Mısır, İrak, Hicaz ve Yemen'i eline geçirdi. Her ne kadar Hz. Ali buraları geri aldıysa da çok zor bir duruma düş¬müştü. Taberî, 40 (660) yılında iki taraf arasında bir saldırmazlık antlaşması ya¬pıldığını kaydetmektedir.[827]
Hz. Ali'nin aynı yıl bir Haricî tarafından şehid edilmesi, bir diğer Hâricrnin aynı za¬mandaki suikastından yaralı olarak kurtu¬lan Muâviye'yi hedefine biraz daha yak¬laştırdı. Bu gelişmenin ardından Kudüs'¬te "emîrü'l-mü'minîn" unvanıyla biat alan Muâviye, Hz. Ali'nin yerine halife seçilen oğlu Hasan'la savaşmak için İrak üzerine yürüdü. Hz. Hasan'ın kendisini halife se¬çen ordusuna güvenmemesi ve askerleri arasında karışıklık çıkması onun İşini ko¬laylaştırdı. Karşılıklı yazışmalar neticesin¬de rakibinin bazı şartlarla halifeliği bırak¬mayı kabul etmesi üzerine Kûfe'ye gide¬rek ondan ve halktan biat aldı.[828] Böylece "bir¬lik yılı" (âmü'l-cemâa) adı verilen o yıl ülke¬nin tamamını hâkimiyeti altında topla¬mış ve doksan yıl hüküm sürecek Emevî Devleti'ni kurmuş oldu. Sünnîler Muâvi¬ye'nin halifeliğinin meşruiyetini Hz. Ha¬san'ın kendisine biatıyla başlatmaktadır.
Irak, Hz. Ali zamanında gelişen oSayla-rın ardından Şîa ve Hâricîler'in yurdu ha¬line gelmişti. Muâviye, Şîa'nın merkezi durumundaki Küfe valiliğine Mugire b. Şu'be'yi getirdi (41/661). Başarılı bir dev¬let adamı olan Mugîre, bu karışık şehirde müsamahakâr bir politika takip etmekle birlikte gerektiğinde güç kullanmaktan da kaçınmadı. Suriyeli birliklerin Haricî¬ler karşısında yenilmesi üzerine onlarla mücadeleyi çeşitli baskılar uygulamak su¬retiyle, Hakem Vak'asf na kadar beraber savaştıkları Hz. Ali taraftarlarının omuz¬larına yükledi; neticede Haricîler ağır bir hezimete uğradı (43/663], Mugîre halife¬ye en büyük iyiliği, kendisi gibi Sakif ka¬bilesine mensup olan Ziyâd b. Ebîh'in Mu¬âviye'ye katılmasını sağlamakla yaptı. Hz. Ali tarafından vali tayin edildiği Fars'ta direnerek tehditlere ve para vaadlerine boyun eğmeyen Ziyâd, Mugire'nin araya girmesiyle Ebû Süfyân'ın nesebine katı¬lıp Muâviye'nin kardeşi ilân edildi ve ar¬dından Basra valiliğine getirildi (45/665). Muâviye, Mugire'nin ölümünün ardından Küfe valiliğini de Ziyâd'ın uhdesine verdi [50/670). Doğu vilâyetlerini sekiz yıl başa¬rıyla yöneten Ziyâd, Hâricîler'e göz açtır¬mayacak derecede sert bir politika izle¬di; aynı şekilde Hz. Ali propagandasına da izin vermedi. Bu arada idarecilerin Hz. Ali aleyhindeki faaliyetlerine açıkça karşı çıkarak bir muhalefet cephesi kuran Hucr b. Adî ve arkadaşlarını fitne çıkarıp ita¬atten ayrılmakla suçlayarak Muâviye'ye gönderdi ve neticede idam edilmelerini sağladı (51/671). 53 (673) yılında ölen Zi-yâd'ın yerine tayin edilen oğlu Ubeydul-lah da babası gibi Haricî isyanlarını kanlı bir şekilde bastırdı. Muâviye, Hâricîler'le mücadelede kendilerinden yararlandığı Hz. Ali taraftarlarına karşı önceleri mü¬samahakâr davrandı ve liderlerine yakın¬lık gösterdi. Ancak Hâricîler'in bertaraf edilmesinden sonra ekonomik ve siyasî baskı uygulayıp onları tesirsiz hale getir¬di. Hz. Ali aleyhindeki propagandalarla Hucr ve arkadaşlarının idamı gibi bazı sıkıntılı olaylara yol açmakla birlikte onları kendi döneminde isyancı bir unsur olmak¬tan çıkarmayı başardı.
Muâviye, iç karışıklıklar dolayısıyla yak¬laşık on yıldan beri durmuş olan fetih ha¬reketlerini üç ayrı cephede yeniden baş¬lattı. Hz. Ali ile mücadelesi sırasında vergi vermek zorunda kaldığı Bizans üzerine 42 (662) yılından itibaren yeniden sefer¬ler düzenledi. 49'da (669] karadan ve de¬nizden İslâmî dönemdeki ilk İstanbul ku¬şatması gerçekleştirildi. 50 (670) yılında Kyzikos (Kapıdağ) yarımadası ele geçirildi ve buradan başlatılan akınlarla İstanbul dört yıl süreyle muhasara edildi (54-58/ 674-678). İkinci cephe olan Basra'ya bağlı Horasan ve Sind bölgelerinde de hâkimi¬yetten çıkan bazı merkezlerin itaat altına alınmasından sonra yeni fetihler gerçek¬leştirildi. Sicistan'daki merkezlerin ardın¬dan Kabil (44/664), Tohâristan, Kuhistan, Buhara (54/674) ve Semerkant (56/676) alınarak bazı Doğu hükümdarları vergiye bağlandı. Üçüncü cephe olan İfrîkıye'de Muâviye b. Hudeyc bölgeyi yeniden zap¬tetti (45/665]; onun halefi Ukbe b. Nâfi' de Mağrib fetihleri için üs olarak kullan¬mak amacıyla Kayrevan karargâh şehrini kurdu (50/670) ve harekâtını Atlas Okya-nusu'na doğru genişletirken başarılı po¬litikasıyla bölge halkı Berberîler'in İslâm'a girmesini hızlandırdı.
Halifeliği kabile asabiyeti temeline da¬yanan bir mücadeleyle ele geçiren Muâ-vîye'nin en kalıcı icraatı oğlu Yezîd'i veli¬aht tayin etmesi, böylece devleti veraset kuralını esas alan bir hanedana dönüş-türmesidir. Meşhur rivayete göre bunu, Küfe Valisi Mugîre'nin tavsiyesiyle ve müslümanların hilâfet meselesi yüzün¬den yeni bir anlaşmazlığa düşmelerini engellemek amacıyla yaptığını söyleyen Muâviye, Medine dışında önemli bir mu¬halefetle karşılaşmadı. Medine'de Hz. Hü¬seyin ve Abdullah b. Zübeyr'in başını çek¬tiği bir grup sahâbî kendisine şiddetle karşı çıktı. Bunun üzerine biatlarını biz¬zat almak için Hicaz'a giden Muâviye teh¬ditle problemi halletti. Onun özellikle bu tasarrufu sebebiyle ilk İslâm tarihçilerinin çoğu tarafından yoğun biçimde eleştiril¬diği görülür. Ancak İbn Haldun, içinde bulunulan şartlar düşünüldüğünde bu işin müslümanların hayrına olduğunu söyler. İbn Haldun'un bu görüşü özellikle çağdaş Sünnî yazarlar tarafından da be¬nimsenmiştir.[829] Sonuç olarak hilâfeti verasete dayalı mutlak bir salta¬nata dönüştüren Muâviye 60 yılının Receb [830] ayında Dımaşk'ta vefat etti ve Bâbüssagîr Mezarlığı'na defnedildi; aynı gün yerine oğlu Yezîd geçti.
Kendisiyle birlikte "Araplar'ın dâhileri" denilen Amr b. Âs, Mugire b. Şu'be ve Zi-yâd b. Ebîh'e büyük yetkiler vererek kur¬duğu devletin temellerini onların yardı¬mıyla sağlamlaştıran Muâviye muhalifle¬rine anlayacakları dilden konuşarak yak¬laşmaya çalışırdı. Nâdir yetişen bir diplo¬mat, çevresini İyi tanıyan ve ileriyi gören bir idareci olarak hilim ve teennîyi ilke edinmişti; mecbur kalmadıkça kuvvete başvurmazdı. Düşmanlarının en ağır ha¬karetleri karşısında dahi kendini tutar ve soğuk kanlılığını korurdu. İhsanlarının fazlalığı dolayısıyla hayrete düşenlere bir savaşın bundan çok daha fazlasına mal olacağını, paranın iş gördüğü yerde ko¬nuşmaya, konuşmanın İş gördüğü yerde kırbaca, kırbacın iş gördüğü yerde kılıca ihtiyaç duymadığını söylerdi.[831] "Dilimle, Ziyâd"ın kılıcıyla kazandığı başarıdan daha fazlasını elde ettim" der¬di. Ancak valilerinin sert davranışlarına göz yummayı tercih ederdi; hatta Hâricî-ler'e ve Şiîier'e karşı ılımlı tutumu yüzün¬den şikâyetlere mâruz kalan Mugire'yi va¬lilikten almayı bile düşünmüştü. İnsan¬larla bağlarını koparmamak için âzami gayret gösterir ve özellikle kabile reisleri¬ne büyük önem verirdi. Onların üzerinde kurduğu nüfuz sayesinde oğlu için biat almakta zorlanmadı. Fakat kendi kabile¬sinin etkisi altında kalmamaya dikkat et¬miş, bunun için eyaletlere başka kabile¬lerden, bilhassa Sakif kabilesinden valiler göndermiştir. Tâif, Mekke ve Medine va-lilikleriyle hac emirliğinde ise akrabalarını görevlendirirdi.
Muâviye. valiliğinin ilkyıllarından itiba¬ren Bizans idarecileri gibi giyinmeye ve onlar gibi yaşamaya başlamıştı. Şam'a gelen Hz. Ömer kıyafetini yadırgayıp ken¬disini hükümdarlara benzetince cihad ruhunu kaybetmediğini, ancak düşmana yakın oldukları için heybetli görünmek ge¬rektiğini söyleyerek halifeyi ikna etmeyi başarmıştı. Devletini Bizans müessesele¬rinden faydalanarak kurmaya çalışan Mu¬âviye zamanında hâciblik. Dîvânü'r-resâ-il, Dîvânü'l-hâtem ve Dîvânü'1-berîd oluş¬turuldu. Ayrıca o saldırılardan korunmak için özel muhafızlar görevlendiren ilk ha¬life idi. Gayri müslimlere karşı iyi davra¬nan Muâviye. müşavirlerinden Sercûn b. Mansûr ve özel doktoru İbn Üsâl gibi bazı hıristiyanları sarayında görevlendirmişti.
Âlimler, edipler ve şairlerle sohbeti se¬ver, onlardan yararlanmaya çalışırdı. Tarihe de büyük ilgi duyardı. Yemenli tarih¬çi Ubeyd b. Şeriyye'yi Dımaşk'a çağırarak kendisinden Arap ve Acem meliklerinin hayatlarını anlatan bir kitap yazmasını is¬temişti. Hz. Peygamber'den 163 hadis ri¬vayet etmiş, bunlardan dördü Buhârî ve Müslim'de, beşi yalnız Buhârî'de, dördü de sadece Müslim'de yer almıştır.
Muâviye b. Ebû Süfyân hakkında yazı¬lan eserler arasında İbn Ebü'd-Dünyâ'nın Hilmü Mıfâviye, İbn Ebû Âsım'ın Fe-za'ilü Mıfâviye, Gulâmu Sa'leb'in Fe-zd'iJü Müdaviye, Ebû Ya'lâ el-Ferrâ'nın Tebrfetü (Tenzîhü) Mu'âviye, Ubeydul-lah b. Muhammed es-Sakatî'nin Fezaii-lü Mu'dviye, Takıyyüddin İbn Teymiyye'-nin Risale fî Mıfâviye b. Ebî Süfyân ve İbn Hacer el-Heytemî'nin Tathîrü'l-ce-nân ve'1-lisân 'ani'l-hutur ve't-tefev-vüh bi-şelbi Müdaviye b. Ebî Süfyân adlı kitapları zikredilebilir.
Bibliyografya :
Nasrb. Müzâhim. Vak'atü Şifân (nşr. Abdüs-selâm M. Hârûn), Kahire 1382, s. 502-504; İbn Hişâm. es-Sîre?, II, 173, 402-403; İbn Sa'd, et-Tabakât, II, 351-352; III, 32-33; IV, 255-256; Halîfe b. Hayyât. et-Târıh (Ömerî), s. 99, 141, 155, 160, 203-230;İbn Kuteybe. el-Macârif [Uk-kâşel, s. 349-350; el-İmâme ue's-siyâse, 1, 49-50,74-78,84-103, 112,140, 142, 148-174;Be-lâzürî. £nsâö(Zekkâr], V, 21-127;a.mlf.. Fütûh (Fayda), bk. İndeks; Ya'kübî. Târih, II, 216-241; Taberî, lâri/ıtdeGoeje), I, 2820-2824, 2985-2986, 3096-3097, 3182-3220, 3330, 3414-3416, 3453; ayrıca bk. İndeks; İbn A'sem el-Kû-K, Kitâbü'l-Fütûfr, Beyrut 1406/1986, I, 261-264, 448-495; II, 289-291; İbn Abdürabbih. ei-cİkdü'l-ferîd (nşr Müfîd M. Kumeyha - Abdül-mecîdet-Terhînî],Beyrut 1407/1987,1, 77-78; II, 105; V, 50-51,93-94, 110-114, 155-156; Mesûdî, Mürûcü'z-ze/îeö|Abdülhamîd),Ill, 4-62; Agobios b. Kostantîn el-Menbİcî, et-Müntehab m'tn Târihi'l-Menbicl (nşr. Ömer Abdüsselâm Tedmürî), Trablus 1406/1986,5. 65-73; İbn Ab-dülber, el-İsti'âb (Bicâvî], III, 1416-1422; İbn Asâkir, Târîhu Dımaşk; (Amrî], LIX, 55-241; ib-nü'I-Esîr, el-Kâmil, III, 95, 117-118, 201-204, 274-325, 404-525; IV, 5-13; ayrıca bk. İndeks; Zehebî. A'lâmü'n-nübelâ', III, 119-162; İbn Ke-sîr, el-Bidâye, IV, 174; V, 30-34, 55, 337-338, 355; İbn Haldun. Mukaddime, I, 364-365, 372-374; İbn Hacer, el-İşâbe {Bicâvî}. VI, 151-154; J. Wellhausen. Arap Devleti ue Sukutu (üre. Fikret Işıİtan), Ankara 1963, s. 35-53; Ömer Süleyman el-Ukaylî. Hilâfetü Mu'âuiye b. Ebî Süfyân, Ri-yad 1984;Bessâm ei-Aselî. Mu'âuiye b. Ebl Süfyân, Beyrut 1985; İbrahim e!-EbyârîT Mu'â¬uiye, Kahire, ts. [el-Müessesetü'l-Mısriyyetü'l-âmme); İrfan Ayçan, Saltanata Giden Yolda Mu-âoiye Bin Ebl Süfyân, Ankara 1990; Vecdi Ak-yüz, Hilafetin Saltanata Dönüşmesi: Emeuî-ter'İn Kuruluş Devrinde İslâm Kamu Hukuku, İstanbul 1991; H. Lammens. "Muâviye", İA, VIII, 438-444; M. Hinds. "Mucâwiya I", £F(Fr.], VII, 265-270; İsmail Yiğit. "Emevîler", DİA, XI. 87-90.