« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

02 May

2011

YUNUS EMRE VE ANADOLU TÜRKÇESÎNÎNKURULUŞUNDAKİ YERİ

ZEYNEP KORKMAZ 01 Ocak 1970

I. §. Türk edebiyatının ölümsüz simalarından biri olan Yunus

Emre üzerinde şimdiye kadar çeşitli inceleme ve yayınlar yapılmış;

bu yayınlarda onun edebî kişiliği, fikir ve san'at yönü çeşitli açılardan

ele alınıp değerlendirilmiştir. Yunus Emre'nin üzerinde en az

durulmuş olan yönü dil yönüdür. Gerçi, Yunus'u fikir ve san'at açısından

inceleyen her araştırıcı, sırası düştükçe onun diline de işaret etmekten,

edebî kişiliğindeki en önemli başarı sırlarından biri olan dilindeki

duruluktan, güzellikten ve coşkunluktan söz etmekten kendini alamamıştır.

Doğrudan doğruya Yunus'un dili üzerinde duran pek az sayıdaki

araştırıcı ise, konuyu daha çok, Yunus'un halkın dilini kullanan halka

seslenen bir tekke ve halk ozanı olması açısından değerlendirmeğe çalışmıştır.

Bu değerlendirme elbette yanlış değildir. Yunus Emre gerçekten

de Türk halk şiirinin doruğa yükselmiş bir şairidir. Gününün halk

arasında yaşayan edebî geleneklerini ve dilini, yaratıcı san'at süzgecinden

geçirerek en iyi biçimde değerlendirebilmiş bir sanatçımızdır. Anadolu

Türkçesi'ne yeni bir ruh ve estetik katabilmiştir. Ancak, bütün bu

değerlendirmeler, yalnız Türk edebiyatının değil, Dünya edebiyatının

da ölümsüzleri arasına karışmış olan Yunus Emre için bir dilci gözü ile

yeterli sayılabilecek değerlendirmeler değildir. Yunus'a sırf bu açıdan

bakmak, onun Türk dili tarihindeki önemli yerini dar bir çerçeve içine sıkıştırmak

demektir. Bizce Yunus, edebiyat tarihimizde yalmz edebî

kişiliği ile devrini aşan bir şair olmamış, dil tarihimizde Türk diline yaptığı

üstün çaptaki hizmet ile de devrini aşmış ve Anadolu Türkçesi'nin

kuruluşuna yön vermiş olan bir şahsiyettir. Yunus Emre'nin bu alan-

* Bu yazı, Selçuklu Tarih ve Medeniyeti Araştırmaları Enstitüsü'nce 27-30 mayıs 1972

tarihleri arasında Eskişehir'de düzenlenen Yunus Emre Semineri'nde yapılan bir konuşma

metnine dayanmaktadır.

daki fonksiyonunun kavranabilmesi için, Selçuklu Anadolu'sunun dil

durumuna şöyle bir göz atmak gerekir.



Selçuklular Devrinde Dil Durumu

2. §. Türk yazı dilinin tarihî gelişme çizgisinde metinlerle izleyebildiğimiz

VI-VIII. yüzyıllar Türkçesinden başlayarak XII. yüzyıl ortalarına

gelinceye kadar Orta-Asya'da tek bir yazı dili hâkimdir. Köktürk

Uygur, Karahanlı yazı dilleri, bu birtek kol olarak ilerleyen yazı dilinin

yer, zaman, siyasal bölünmeler ve kültür alanı ayrılıklarına göre

biribirine izleyen devamlarıdır.

XII. yüzyıl Orta-Asya'nın Harezm ve Maveraünnehir bölgelerinin

Türk dili tarihi bakımından yeni gelişmelere sahne olduğu bir dönemdir.

Türk dilinin zaman ve yer bakımından biribirini izleyen tek bir kol olmaktan

çıkıp dallanmalara uğradığı bir devrin başlangıcıdır. Bu sebeple

XII., XIII. yüzyıllarda, Harezm ve Maveraünnehir bölgeleri Orta-Asya'-

nın geçirdiği tarihî, siyasal ve etnik karışmalarla bağlantıh olarak, yeni

yazı dillerinin oluşumuna beşiklik etmiş dönem ve bölgelerdir. Oğuzcan'm

Eski Türk yazı dilinden ayrılıp müstakil bir yazı dili durumuna

geçme çabaları da yine bu dönemde başlamıştır.

Tarihî ve coğrafî kaynakların verdikleri bilgilerden ve yapılan çeşitli

araştımalardan artık kesin olarak bilmekteyiz ki, Oğuzlar daha

X. yüzyılda Sirderya boylarında Aral gölü kıyılarında Yenikent merkez

olmak üzere bir yabgu devleti kurmuşlardır. X ve XI. yüzyıllarda Sirderya

yakasında ve Aral çevresinde birtakım şehirler de kuran bu Oğuzlar,

bu bölgede kısmen göçebe kısmen de yüksek kültürlü bir yerleşik hayata

geçmiş bulunuyorlardı1. Burada tarihî olayların ayrıntılarına girecek

durumda değiliz. Ancak, şu kadarını belirtelim ki, bu bölgelerde

sürdürdükleri yerleşik ve göçebe yaşayış tarzları ile bir yandan Maveraünnehir'm

yerli halkı ile karışan, bir yandan Karahanlılar'la komşuluk

eden Oğuzlar'dan bir kısmı daha sonra Buhara'ya göç ederek ora-

1 Bkz. F a r u k S ü m e r , X yüzyılda Oğuzlar, DTCF. Derg. XVI/3-4, s. 135-138,

not 47 ve s. 147; F a r u k S ü m e r , Oğuzlar, Ank. Üniv. DTCF. yayım, Ankara 1967,

s. 52, 560; W . B a r t h o l d , Orta-Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, İstanbul 1927,

128; K a ş g a r l ı M a h m u d , Divanu Lügat it-Türk ( B . A t a l a y Tercümesi), c. I,

s. 436, 443, 471, 473, 487; O s m a n T u r a n , Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti,

Ankara 1965, s. 33-36; T . B a n g u o ğ l u , KaşgarVden Notlar: Oğuzlar ve Oğuzeli Üzerine,

TDAY. 1959 (Ankara 1959), s. 7, 8; S . P . T o l s t o v , Gorodo Guzav (Oğuz Şehirleri),

Sovetskaya Etnografiya, 1947/3, s. 55 ve öt.

da yerleşmişlerdir. Yine bunlardan büyük bir kısmı Ceyhun ırmağını

geçerek Harezm yolu ile Horasan''a kadar uzanmışlar 1040 yılında Büyük

Selçuklu Devleti'ni kurmuşlardır.

XI.-XIII. yüzyıllar arasında, Kıpçaklarla birlikte Harezm''in türkleşmesinde

rol oynayan Oğuzlar, Aral gölü, Sirderya yakasından Horasan'a

kadar uzanmış olan bu Oğuzlar'dır. Horasan'da büyük Selçuklu

devletini kurduktan bir süre sonra, büyük kümeler halinde İran,

Azerbaycan yolu ile Irak ve Anadolu'ya kadar uzanarak Anadolu bölgesini

türkleştiren ve bu bölgede Anadolu Selçuklu Devleti'ni kurmuş

olanlar da yine bu Oğuzlar'dır. Görülüyor ki, Oğuz Türkleri X-XIII.

yüzyıllarda ta Aral, Sirderya boylarından Anadolu ortalarına kadar

uzanan bir siyasal varhk ve hakimiyet göstermiş bulunmaktadırlar.

Ancak, bu siyasal varlıklarına paralel olarak, onların XI. yüzyılda müstakil

bir yazı diline sahip oldukları hakkında bugün için kesin bir bilgimiz

yoktur. Gerçi, Kaşgarlı Mahmud Divanu Lûgat-it-Türk''ünde

Oğuzca hakkında çok değerli bilgiler vermiştir. Fakat bu bilgiler

Karahanlı yazı diline oranla Oğuzca'daki lehçe ve ağız ayrılıklarını

belirten bilgiler durumundadır. XI. yüzyılda Oğuzlar yazı dili olarak

her halde daha Karahanlı Türkçesi'ni kullanmakta idiler. Oğuzca

yalnız konuşma dili olarak devam etmekte idi. Oğuzca'nın yazı diline

geçmiş ilk belirtilerini XII. yüzyıla ait bir eser olan Anonim Kur'an

Tefsiri'nde bulmaktayız. Fakat bu eser de Oğuzca'yı değil doğrudan

doğruya Karahanlı Türkçesi'ni temsil eden bir eser niteliğindedir.

Gerek Horasan'daki Büyük Selçuklu devletinde gerek Anadolu

Selçukluları'nda bu dönemde Oğuzca, daha bütünü ile yazı dili olarak

kullanılabilecek bir varhk gösterememiştir. Selçuklu divanında,

bir yandan devlet dairelerinde îran'lı unsurların büyük çapta yer almış

olmaları, bir yandan da devlet memurlarının medrese eğitiminden geçmiş

olması, ayrıca İslâm kültürünün yoğun etkisi altında Arap ve Fars

dillerinin kazanmış olduğu büyük değer dolayısiyledir ki, her iki Selçuklu

devletinde de resmî dil, edebiyat dili, ilim ve dış yazışmalar dili

olarak Farsça ve Arapça benimsenmiş bulunuyordu. Anadolu Selçukluları'nda

XII. yüzyılın ikinci yarısından bu yana Türkçe yalnız İslâmlığın

ilkelerini büyük halk kitleleri arasında yaymak, halkın dinî cengaverlik

duygularını beslemek ve Tasavvufu halk arasında yaymak üzere

didaktik ve pratik maksatlarla kaleme ahnmış olan basit muhtevah

eserlerin dili olarak kullanılabiliyordu. Esasen Anadolu'da XII. yüzyıl

ortalarından XIII. yüzyıhn ikinci yarısına kadar süregelen dönemdeki

Türkçe de dil yapısı bakımından yalnız Oğuzca'ya dayanmıyor; Kar

ah anlı yazı dili özelliklerinden Oğuzca'ya doğru uzanan bir karışıklık

içinde bulunuyordu. XII. ve XIII. yüzyıllarda bu ilk dönemin dili

ile yazılmış olan eserlerden birkısmı bugün elimizde değildir. Şeyh San'an

Hikâyesi ve Salsal-nâme gibi. Bunların varlıklarını tarihî kaynaklardan

veya başka eserlerdeki kayıtlardan öğrenmekteyiz. Bu eserlerden birkaçı

da bize sonraki yüzyılların azçok yenileştirilmiş olan dilleri ile ulaşmışlardır.

Dânişmend-nâme ve Battal-nâme gibi. Bugün elimizde bulunan ve

XIII. yüzyılın ikinci yarısından daha gerilere giden Türkçe eserlerin

sayısı birkaçı geçmiyecek kadar azdır. Ali'nin Kıssa-i Yûsuf'u, Behçetü'l-

hadâik fi-Mev'izetVl-halâik, Kitâb-ı Güzide üzerine yazılanlar, Kitâb

al-Farâiz ve Eski bir Kudurî Tercümesi üzerinde yapılan incelemeler

ortaya koymuştur ki, XII. yüzyıl ortalarından başlayarak gerek Orta-

Asya' nın O ğuzlar'la meskûn kesiminde gerek Anadolu bölgesinde Oğuzca

özellikler yazıh eserlere daha çok girmeğe başlamış, Kar ah anlı

yazı dili ile - Oğuzca ve biraz da Kıpçakça karışımından oluşmuş bir

karışık dilli eserler dönemi başlamıştır. Daha, nisbeten sisli bir perde ile

örtülü bulunan bu dönem, Oğuzca'nın tarihî gelişmesine paralel olarak,

Eski Türk yazı dilinden Oğuz yazı diline atlayış basamağında bulunan

bir geçiş dönemi niteliğindedir. Bu sebeple Behcetü'l hadâik gibi

bir eserde bir yandan Doğu Türkçesi'nden gelme munça 'bunca', meniz

'beniz, yüz', mengü 'ebedî', barlık 'varlık, zenginlik', bol- 'olmak', acığ

'acı, ıztırap', asıg 'fayda', körgemen 'göreceğim', yığlağay 'ağlayacak',

birdeçimen 'vereceğim' gibi şekil ve özellikler yer alırken, bir yandan da

Oğuzca'ya has bunça, bunca, beniz, varlık, acı, ulu, assı 'fayda', yığlaya

'ağlayacak', veriserin 'vereceğim', geliserin 'geleceğim', ftılasılar 'kılacaklar',

çağıruban 'çağırarak', ögrenüben, kemişürven 'atarım', tutarvuz

'tutarız', sevinürvüz 'seviniriz' gibi kelime ve şekiller yer almış bulunmaktadır.

Anadolu bölgesinde Türkçe'nin sesbilgisi (phonetik), şekilbilgisi

(morphologie) ve kelime hazinesi bakımından XIII. yüzyılın 2.

yansına kadar süregelen bu karışık yapısı dolayısiyledir ki, XIV. ve

XV. yüzyıl yazar ve sanatçılannca bu dönemin dili olga bolga dili diye

adlandırılmış veya 'kaba ve sakîm' olarak nitelendirilmiştir. Böyle bir

nitelendirmenin başhca sebebi, bölgede Oğuzca özellikler ağır bastıkça,

Oğuzca dışı dil özelliklerinin yadırganmış olmasıdır. Kaynaklarda

bu durumu dile getiren güzel örnekler vardır2. Arapça ve Farsçanm yay-

2 Bkz. M u h a m m e d B. B a y d u r , Ahâid-i islâm (Kitab-ı GüzideJ, Manisa

Ktb. no: 6886, s. 2 a; İstanbul Arkeoloji Ktb. no: 1498; mukaddime.

gın hakimiyeti dışında, Türkçenin daha durulmamış ve oturmamış olan

bu karışık yapılı çehresi de, onun benimsenmesine ve eser verilmesine

engel oluyordu.

Demek oluyor ki, Yunus Emre'nin hayata gözlerini açtığı devirde,

Anadolu, dil bakımından yukarıda özetlediğimiz durumda idi. Yazı

diline bir dereceye kadar girmeğe başlamış olan Oğuzca'nın, kendi

benliğini bulabilmesi için bir yandan resmî dil olan Arapça ve Farsça'nın

hâkimiyetine karşı koyması bir yanda da bu geçiş döneminin ikili karışık

dil yapısından sıyrılması gerekiyordu. Anadolu Türkçesi'nin tarih alanına

müstakil bir yazı dili olarak çıkabilmesi, bu iki yönlü mücadelesindeki

başarısına bağlı idi. Denebilir ki, Oğuzca'nın bu dönemdeki mücadelesi

konuşma dilinden yazı diline atlayarak kendi öz varhğını bulma mücadelesidir.

Bu mücadelenin yoğun devresi de XIII. yüzyılın ikinci yarısına

rastlar. Öte yandan XIII. yüzyılda Moğol akını ile Anadolu'ya yeni

Oğuz boylarının gelmiş olması, burada XI. yüzyıldan beri var olan

sözlü edebî gelenekleri yeni edebî geleneklerle besleyerek daha da güçlendirmiştir.

Selçuklu devletinin yıkılmağa yüz tutması ile, Andolu'nun

millî geleneklerine son derece bağh birtakım B e y l i k l e r ' e ayrılmış olması,

bu beyliklerin başlarında bulunan Türkmen beylerinin Arap ve

Fars kültürlerine yeterince aşina olmamalarına karşı, kendi millî dil

ve kültürlerine olan yakın bağlılıkları, Oğuzca'nın gelişmesi için gerekli

tarihî, sosyal ve kültürel ortamı hazırlamış bulunuyordu. Karamanoğlu

Mehmed Bey'in 1277 yılında Türkçenin benimsenmesi konusunda

verdiği önemli buyruk, Türk dili tarihinde bir dönüm noktası olmuştur.

Ancak, şu noktayı da önemle belirtmek isteriz ki, bir memlekette

tarihî, sosyal ve kültürel gelişmeler için gerekli ortam ne denli hazırlıklı

olursa olsun, bu ortamda söz konusu gelişmelere öncülük edecek üstün

yetenekli kişilere ihtiyaç vardır. İşte Yunus Emre böyle bir devirde

ve böyle bir ortam içinde yetişmiş bulunuyordu.



Yunus Emre ve Oğuzca

3. §. Yunus Emre bölgenin ve devrin ihtiyacına Türk dilini kullanmaktaki

başarısı ve san'at alanındaki dehası ile tercüman olmuştur.

Bizce Yunus, Oğuzca'ya dayah Anadolu Türkçesi'nin özgür bir yazı

dili olarak kuruluşunda, yüksek düzeyde bir şair olarak en büyük görevi

yüklenmiş ve bu görevi yüzyılları aşan üstün bir başarı ile yürütebilmiştir.

Gerçi, Anadolu Türkçesi'nin kuruluşunda zaman bakımından Yunus'tan

biraz daha önceye giren veya onunla çağdaş olan ve eserlerini

Türkçe yazmış bulunan daha başka edebî şahsiyetler de yok değildir.

Yunus'un XIII. yüzyılın ikinci yarısına giren çağdaşları arasında

Ahmed Fakîh'i, Hoca Dehhanî'yi, Şeyyad Hamza'yı ve Sultan

Yeled'i sayabiliriz. XIV. yüzyılın ikinci yarısına giren çağdaşları

arasında ise Âşık Paşa, Gülşehrî, Beypazarlı Maazoğlu, Dursun

Fakîh gibileri önemli birer yer tutarlar. Anadolu Türkçesi'nin kuruluşunda

elbette Yunus'la çağdaş olan bütün bu kişilerin ve Anadolu'da

Oğuz Türkleri'nin millî destanlarını dile getiren bugün adlarını bilemediğimiz

ozanların da büyük emeği geçmiştir. Ancak, bunlarla Yunus

Emre arasında bir karşılaştırma yapıldığında, Yunus'un dorukta yer

almak suretiyle birincileri çok gerilerde bıraktığı, ikincilere ise ışık tuttuğu

görülür. Yunus'un ilk çağdaşlarından olan Ahmed Fakih,

Hoca Dehhanî, Şeyyad Hamza ve Sultan Yeled'in eserleri gegenellikle

Anadolu halkını dinî yönden ikaz ve irşâd maksadı ile kaleme

ahnmış didaktik manzumeler olduğu için, bunlar lirizm ve heyecandan

yoksun, dil ve san'at değeri bakımından cılız kalmış eserler olmaktan ileri

geçememişlerdir. Türkçe bunların elinde bir san'at inceliğine ve söyleyiş

gücüne ulaşamamıştır. Ayrıca, Türkçe bunlar için severek bağlanılan

her zaman başvurulan bir ifade aracı da olamamıştır. Arapça ve Farsça

yanında yazı dili olarak küçümsendiği, geliştirme çabası gösterilmediği

için kullanılışı da başarılı olamamıştır. Yunus'un Türkçesi, Oğuzca'-

dan geçme gramer şekilleri, kelime hazinesi ve dile hakimiyet bakımından

bunların hiçbiri ile kıyaslanamıyacak bir üstünlük ve olgunluktadır.

Lirizm onun san'atının olduğu kadar, san'atını kuran dilinin de en belirgin

niteliğidir. Kendisinin daha genç çağdaşlarından olan Âşık Paşa

ve Gülşehrî'nin Türkçe'ye bağlılıklarında her halde Yunus'un da

büyük etkisi olmuştur.

XIV. yüzyıl Aadolu Beylikleri devri, Oğuzca'nın büyük bir hızla

yazı diline girmesi, Doğu Türkçesi'ne ait kalıntılardan temizlenmesi,

telif ve çeviri yüzlerce eserin meydana getirilmesi bakımından çok verimli

bir dönemdir. Selçuklular dönemindeki Arapça, Farsça tutkunluğuna

karşı bir reaksiyon, bir uyanma ve konuşma dilinin belirli bir yazı geleneğine

uyularak yazı diline aktarıldığı dönemdir. Tek cümle ile, doğrudan

doğruya Oğuzca'ya dayalı yerli ve millî bir yazı dilinin kuruluş

dönemidir, işte böyle bir dönemin başlatılmasında, Oğuz-Türk men

beylerinin millî geleneklerine ve kendi bölge dillerine verdikleri önem,

şairleri ve yazarları korumak bakımından gösterdikleri duyarlık yanında,

Yunus Emre'nin millî dile olan sevgi ve bağlılığının da büyük payı

vardır. Denebilir ki, konuşma dilinden ve halk şiirinden yazı diline doğru

uzanan gelişmede, Yunus Emre zirveye yükselmiş en eski öncü durumundadır.

Onun bu alandaki başarısının sırrı da doğrudan doğruya dil

ve san'at dehasında toplanmaktadır. Hiç şüphe yok ki:

Işkun aldı beni benden, bana seni gerek seni

Ben yanaram düni güni bana seni gerek seni,

Ne varlığa sevinürem ne yokluğa yerinürem

Işkufiıla avunuram bana seni gerek seni,

Işkun âşıklar öldürür, ışk denizine taldurur

Tecellîyile toldurur bana seni gerek seni,

Işkun şarabından içeni mecnun olup taga düşem

Sensin dün ü gün endişem bana seni gerek seni,

Sufîlere sohbet gerek ahîlere ahret gerek

Mecnunlara Leylî gerek bana seni gerek seni3

diyebilen Yunus'un elinde, Anadolu Türkçesi yüksek bir fikir ve edebî

deyiş gücü kazanmış bulunmaktadır.

Satırlarımızı bitirmeden Yunus Emre bakımından önemli olan

bir noktaya daha dokunmak istiyoruz: Üzülerek belirtelim ki, Şimdiye

kadar Yunus Emre Divam'nın, XIII. yüzyılın dil yapısının ayrıntılarına

ve filolojik tahlillere dayanan bilimsel bir yayını yapılamadığı gibi,

Yunus'un dil ve üslûbu üzerinde de ciddî bir inceleme yapılmış değildir.

Oysa, her şair kendi ruh dünyasında biçimlenen ince duygulardan, derin

düşüncelerden ve engin hayallerden örülmüş iç muhtevayı ancak kelimelerden

kurulu mısralarla bir dış yapı, bir eser haline getirdiği için, şairin

yaptığının aksine bir yol izlenerek, dil ve üslûp incelemesi yöntemi ile ondaki

edebî değerleri daha elle tutulur ölçülerle ortaya koyma olanağı vardır.

Böyle bir değerlendirme yolu, Yunus'un yalnız sanatçı kişiliğini daha

belirgin bir şekilde ortaya koymakla kalmıyacak, aynı zamanda onun

şiirlerinin kendisine ait olmayan sonraki Yunus'ların şiirlerinden ayıklanmasında

da yardımcı olacaktır. Böyle bir çalışma, kanımızca Türk dili

ile uğraşanların bugün için Yunus Emre'ye yapabilecekleri en büyük

hizmet olacaktır.

3 Yunus Emre, Risalat-un-Nushiyye ve Divan, Eskişehir Turizm ve Tanıtma Derneği

yayını, 1965, s. 145.

Ziyaret -> Toplam : 125,29 M - Bugn : 46418

ulkucudunya@ulkucudunya.com