YUNUS EMRE VE ANADOLU TÜRKÇESÎNÎNKURULUŞUNDAKİ YERİ
ZEYNEP KORKMAZ 01 Ocak 1970
I. §. Türk edebiyatının ölümsüz simalarından biri olan Yunus
Emre üzerinde şimdiye kadar çeşitli inceleme ve yayınlar yapılmış;
bu yayınlarda onun edebî kişiliği, fikir ve san'at yönü çeşitli açılardan
ele alınıp değerlendirilmiştir. Yunus Emre'nin üzerinde en az
durulmuş olan yönü dil yönüdür. Gerçi, Yunus'u fikir ve san'at açısından
inceleyen her araştırıcı, sırası düştükçe onun diline de işaret etmekten,
edebî kişiliğindeki en önemli başarı sırlarından biri olan dilindeki
duruluktan, güzellikten ve coşkunluktan söz etmekten kendini alamamıştır.
Doğrudan doğruya Yunus'un dili üzerinde duran pek az sayıdaki
araştırıcı ise, konuyu daha çok, Yunus'un halkın dilini kullanan halka
seslenen bir tekke ve halk ozanı olması açısından değerlendirmeğe çalışmıştır.
Bu değerlendirme elbette yanlış değildir. Yunus Emre gerçekten
de Türk halk şiirinin doruğa yükselmiş bir şairidir. Gününün halk
arasında yaşayan edebî geleneklerini ve dilini, yaratıcı san'at süzgecinden
geçirerek en iyi biçimde değerlendirebilmiş bir sanatçımızdır. Anadolu
Türkçesi'ne yeni bir ruh ve estetik katabilmiştir. Ancak, bütün bu
değerlendirmeler, yalnız Türk edebiyatının değil, Dünya edebiyatının
da ölümsüzleri arasına karışmış olan Yunus Emre için bir dilci gözü ile
yeterli sayılabilecek değerlendirmeler değildir. Yunus'a sırf bu açıdan
bakmak, onun Türk dili tarihindeki önemli yerini dar bir çerçeve içine sıkıştırmak
demektir. Bizce Yunus, edebiyat tarihimizde yalmz edebî
kişiliği ile devrini aşan bir şair olmamış, dil tarihimizde Türk diline yaptığı
üstün çaptaki hizmet ile de devrini aşmış ve Anadolu Türkçesi'nin
kuruluşuna yön vermiş olan bir şahsiyettir. Yunus Emre'nin bu alan-
* Bu yazı, Selçuklu Tarih ve Medeniyeti Araştırmaları Enstitüsü'nce 27-30 mayıs 1972
tarihleri arasında Eskişehir'de düzenlenen Yunus Emre Semineri'nde yapılan bir konuşma
metnine dayanmaktadır.
daki fonksiyonunun kavranabilmesi için, Selçuklu Anadolu'sunun dil
durumuna şöyle bir göz atmak gerekir.
Selçuklular Devrinde Dil Durumu
2. §. Türk yazı dilinin tarihî gelişme çizgisinde metinlerle izleyebildiğimiz
VI-VIII. yüzyıllar Türkçesinden başlayarak XII. yüzyıl ortalarına
gelinceye kadar Orta-Asya'da tek bir yazı dili hâkimdir. Köktürk
Uygur, Karahanlı yazı dilleri, bu birtek kol olarak ilerleyen yazı dilinin
yer, zaman, siyasal bölünmeler ve kültür alanı ayrılıklarına göre
biribirine izleyen devamlarıdır.
XII. yüzyıl Orta-Asya'nın Harezm ve Maveraünnehir bölgelerinin
Türk dili tarihi bakımından yeni gelişmelere sahne olduğu bir dönemdir.
Türk dilinin zaman ve yer bakımından biribirini izleyen tek bir kol olmaktan
çıkıp dallanmalara uğradığı bir devrin başlangıcıdır. Bu sebeple
XII., XIII. yüzyıllarda, Harezm ve Maveraünnehir bölgeleri Orta-Asya'-
nın geçirdiği tarihî, siyasal ve etnik karışmalarla bağlantıh olarak, yeni
yazı dillerinin oluşumuna beşiklik etmiş dönem ve bölgelerdir. Oğuzcan'm
Eski Türk yazı dilinden ayrılıp müstakil bir yazı dili durumuna
geçme çabaları da yine bu dönemde başlamıştır.
Tarihî ve coğrafî kaynakların verdikleri bilgilerden ve yapılan çeşitli
araştımalardan artık kesin olarak bilmekteyiz ki, Oğuzlar daha
X. yüzyılda Sirderya boylarında Aral gölü kıyılarında Yenikent merkez
olmak üzere bir yabgu devleti kurmuşlardır. X ve XI. yüzyıllarda Sirderya
yakasında ve Aral çevresinde birtakım şehirler de kuran bu Oğuzlar,
bu bölgede kısmen göçebe kısmen de yüksek kültürlü bir yerleşik hayata
geçmiş bulunuyorlardı1. Burada tarihî olayların ayrıntılarına girecek
durumda değiliz. Ancak, şu kadarını belirtelim ki, bu bölgelerde
sürdürdükleri yerleşik ve göçebe yaşayış tarzları ile bir yandan Maveraünnehir'm
yerli halkı ile karışan, bir yandan Karahanlılar'la komşuluk
eden Oğuzlar'dan bir kısmı daha sonra Buhara'ya göç ederek ora-
1 Bkz. F a r u k S ü m e r , X yüzyılda Oğuzlar, DTCF. Derg. XVI/3-4, s. 135-138,
not 47 ve s. 147; F a r u k S ü m e r , Oğuzlar, Ank. Üniv. DTCF. yayım, Ankara 1967,
s. 52, 560; W . B a r t h o l d , Orta-Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, İstanbul 1927,
128; K a ş g a r l ı M a h m u d , Divanu Lügat it-Türk ( B . A t a l a y Tercümesi), c. I,
s. 436, 443, 471, 473, 487; O s m a n T u r a n , Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti,
Ankara 1965, s. 33-36; T . B a n g u o ğ l u , KaşgarVden Notlar: Oğuzlar ve Oğuzeli Üzerine,
TDAY. 1959 (Ankara 1959), s. 7, 8; S . P . T o l s t o v , Gorodo Guzav (Oğuz Şehirleri),
Sovetskaya Etnografiya, 1947/3, s. 55 ve öt.
da yerleşmişlerdir. Yine bunlardan büyük bir kısmı Ceyhun ırmağını
geçerek Harezm yolu ile Horasan''a kadar uzanmışlar 1040 yılında Büyük
Selçuklu Devleti'ni kurmuşlardır.
XI.-XIII. yüzyıllar arasında, Kıpçaklarla birlikte Harezm''in türkleşmesinde
rol oynayan Oğuzlar, Aral gölü, Sirderya yakasından Horasan'a
kadar uzanmış olan bu Oğuzlar'dır. Horasan'da büyük Selçuklu
devletini kurduktan bir süre sonra, büyük kümeler halinde İran,
Azerbaycan yolu ile Irak ve Anadolu'ya kadar uzanarak Anadolu bölgesini
türkleştiren ve bu bölgede Anadolu Selçuklu Devleti'ni kurmuş
olanlar da yine bu Oğuzlar'dır. Görülüyor ki, Oğuz Türkleri X-XIII.
yüzyıllarda ta Aral, Sirderya boylarından Anadolu ortalarına kadar
uzanan bir siyasal varhk ve hakimiyet göstermiş bulunmaktadırlar.
Ancak, bu siyasal varlıklarına paralel olarak, onların XI. yüzyılda müstakil
bir yazı diline sahip oldukları hakkında bugün için kesin bir bilgimiz
yoktur. Gerçi, Kaşgarlı Mahmud Divanu Lûgat-it-Türk''ünde
Oğuzca hakkında çok değerli bilgiler vermiştir. Fakat bu bilgiler
Karahanlı yazı diline oranla Oğuzca'daki lehçe ve ağız ayrılıklarını
belirten bilgiler durumundadır. XI. yüzyılda Oğuzlar yazı dili olarak
her halde daha Karahanlı Türkçesi'ni kullanmakta idiler. Oğuzca
yalnız konuşma dili olarak devam etmekte idi. Oğuzca'nın yazı diline
geçmiş ilk belirtilerini XII. yüzyıla ait bir eser olan Anonim Kur'an
Tefsiri'nde bulmaktayız. Fakat bu eser de Oğuzca'yı değil doğrudan
doğruya Karahanlı Türkçesi'ni temsil eden bir eser niteliğindedir.
Gerek Horasan'daki Büyük Selçuklu devletinde gerek Anadolu
Selçukluları'nda bu dönemde Oğuzca, daha bütünü ile yazı dili olarak
kullanılabilecek bir varhk gösterememiştir. Selçuklu divanında,
bir yandan devlet dairelerinde îran'lı unsurların büyük çapta yer almış
olmaları, bir yandan da devlet memurlarının medrese eğitiminden geçmiş
olması, ayrıca İslâm kültürünün yoğun etkisi altında Arap ve Fars
dillerinin kazanmış olduğu büyük değer dolayısiyledir ki, her iki Selçuklu
devletinde de resmî dil, edebiyat dili, ilim ve dış yazışmalar dili
olarak Farsça ve Arapça benimsenmiş bulunuyordu. Anadolu Selçukluları'nda
XII. yüzyılın ikinci yarısından bu yana Türkçe yalnız İslâmlığın
ilkelerini büyük halk kitleleri arasında yaymak, halkın dinî cengaverlik
duygularını beslemek ve Tasavvufu halk arasında yaymak üzere
didaktik ve pratik maksatlarla kaleme ahnmış olan basit muhtevah
eserlerin dili olarak kullanılabiliyordu. Esasen Anadolu'da XII. yüzyıl
ortalarından XIII. yüzyıhn ikinci yarısına kadar süregelen dönemdeki
Türkçe de dil yapısı bakımından yalnız Oğuzca'ya dayanmıyor; Kar
ah anlı yazı dili özelliklerinden Oğuzca'ya doğru uzanan bir karışıklık
içinde bulunuyordu. XII. ve XIII. yüzyıllarda bu ilk dönemin dili
ile yazılmış olan eserlerden birkısmı bugün elimizde değildir. Şeyh San'an
Hikâyesi ve Salsal-nâme gibi. Bunların varlıklarını tarihî kaynaklardan
veya başka eserlerdeki kayıtlardan öğrenmekteyiz. Bu eserlerden birkaçı
da bize sonraki yüzyılların azçok yenileştirilmiş olan dilleri ile ulaşmışlardır.
Dânişmend-nâme ve Battal-nâme gibi. Bugün elimizde bulunan ve
XIII. yüzyılın ikinci yarısından daha gerilere giden Türkçe eserlerin
sayısı birkaçı geçmiyecek kadar azdır. Ali'nin Kıssa-i Yûsuf'u, Behçetü'l-
hadâik fi-Mev'izetVl-halâik, Kitâb-ı Güzide üzerine yazılanlar, Kitâb
al-Farâiz ve Eski bir Kudurî Tercümesi üzerinde yapılan incelemeler
ortaya koymuştur ki, XII. yüzyıl ortalarından başlayarak gerek Orta-
Asya' nın O ğuzlar'la meskûn kesiminde gerek Anadolu bölgesinde Oğuzca
özellikler yazıh eserlere daha çok girmeğe başlamış, Kar ah anlı
yazı dili ile - Oğuzca ve biraz da Kıpçakça karışımından oluşmuş bir
karışık dilli eserler dönemi başlamıştır. Daha, nisbeten sisli bir perde ile
örtülü bulunan bu dönem, Oğuzca'nın tarihî gelişmesine paralel olarak,
Eski Türk yazı dilinden Oğuz yazı diline atlayış basamağında bulunan
bir geçiş dönemi niteliğindedir. Bu sebeple Behcetü'l hadâik gibi
bir eserde bir yandan Doğu Türkçesi'nden gelme munça 'bunca', meniz
'beniz, yüz', mengü 'ebedî', barlık 'varlık, zenginlik', bol- 'olmak', acığ
'acı, ıztırap', asıg 'fayda', körgemen 'göreceğim', yığlağay 'ağlayacak',
birdeçimen 'vereceğim' gibi şekil ve özellikler yer alırken, bir yandan da
Oğuzca'ya has bunça, bunca, beniz, varlık, acı, ulu, assı 'fayda', yığlaya
'ağlayacak', veriserin 'vereceğim', geliserin 'geleceğim', ftılasılar 'kılacaklar',
çağıruban 'çağırarak', ögrenüben, kemişürven 'atarım', tutarvuz
'tutarız', sevinürvüz 'seviniriz' gibi kelime ve şekiller yer almış bulunmaktadır.
Anadolu bölgesinde Türkçe'nin sesbilgisi (phonetik), şekilbilgisi
(morphologie) ve kelime hazinesi bakımından XIII. yüzyılın 2.
yansına kadar süregelen bu karışık yapısı dolayısiyledir ki, XIV. ve
XV. yüzyıl yazar ve sanatçılannca bu dönemin dili olga bolga dili diye
adlandırılmış veya 'kaba ve sakîm' olarak nitelendirilmiştir. Böyle bir
nitelendirmenin başhca sebebi, bölgede Oğuzca özellikler ağır bastıkça,
Oğuzca dışı dil özelliklerinin yadırganmış olmasıdır. Kaynaklarda
bu durumu dile getiren güzel örnekler vardır2. Arapça ve Farsçanm yay-
2 Bkz. M u h a m m e d B. B a y d u r , Ahâid-i islâm (Kitab-ı GüzideJ, Manisa
Ktb. no: 6886, s. 2 a; İstanbul Arkeoloji Ktb. no: 1498; mukaddime.
gın hakimiyeti dışında, Türkçenin daha durulmamış ve oturmamış olan
bu karışık yapılı çehresi de, onun benimsenmesine ve eser verilmesine
engel oluyordu.
Demek oluyor ki, Yunus Emre'nin hayata gözlerini açtığı devirde,
Anadolu, dil bakımından yukarıda özetlediğimiz durumda idi. Yazı
diline bir dereceye kadar girmeğe başlamış olan Oğuzca'nın, kendi
benliğini bulabilmesi için bir yandan resmî dil olan Arapça ve Farsça'nın
hâkimiyetine karşı koyması bir yanda da bu geçiş döneminin ikili karışık
dil yapısından sıyrılması gerekiyordu. Anadolu Türkçesi'nin tarih alanına
müstakil bir yazı dili olarak çıkabilmesi, bu iki yönlü mücadelesindeki
başarısına bağlı idi. Denebilir ki, Oğuzca'nın bu dönemdeki mücadelesi
konuşma dilinden yazı diline atlayarak kendi öz varhğını bulma mücadelesidir.
Bu mücadelenin yoğun devresi de XIII. yüzyılın ikinci yarısına
rastlar. Öte yandan XIII. yüzyılda Moğol akını ile Anadolu'ya yeni
Oğuz boylarının gelmiş olması, burada XI. yüzyıldan beri var olan
sözlü edebî gelenekleri yeni edebî geleneklerle besleyerek daha da güçlendirmiştir.
Selçuklu devletinin yıkılmağa yüz tutması ile, Andolu'nun
millî geleneklerine son derece bağh birtakım B e y l i k l e r ' e ayrılmış olması,
bu beyliklerin başlarında bulunan Türkmen beylerinin Arap ve
Fars kültürlerine yeterince aşina olmamalarına karşı, kendi millî dil
ve kültürlerine olan yakın bağlılıkları, Oğuzca'nın gelişmesi için gerekli
tarihî, sosyal ve kültürel ortamı hazırlamış bulunuyordu. Karamanoğlu
Mehmed Bey'in 1277 yılında Türkçenin benimsenmesi konusunda
verdiği önemli buyruk, Türk dili tarihinde bir dönüm noktası olmuştur.
Ancak, şu noktayı da önemle belirtmek isteriz ki, bir memlekette
tarihî, sosyal ve kültürel gelişmeler için gerekli ortam ne denli hazırlıklı
olursa olsun, bu ortamda söz konusu gelişmelere öncülük edecek üstün
yetenekli kişilere ihtiyaç vardır. İşte Yunus Emre böyle bir devirde
ve böyle bir ortam içinde yetişmiş bulunuyordu.
Yunus Emre ve Oğuzca
3. §. Yunus Emre bölgenin ve devrin ihtiyacına Türk dilini kullanmaktaki
başarısı ve san'at alanındaki dehası ile tercüman olmuştur.
Bizce Yunus, Oğuzca'ya dayah Anadolu Türkçesi'nin özgür bir yazı
dili olarak kuruluşunda, yüksek düzeyde bir şair olarak en büyük görevi
yüklenmiş ve bu görevi yüzyılları aşan üstün bir başarı ile yürütebilmiştir.
Gerçi, Anadolu Türkçesi'nin kuruluşunda zaman bakımından Yunus'tan
biraz daha önceye giren veya onunla çağdaş olan ve eserlerini
Türkçe yazmış bulunan daha başka edebî şahsiyetler de yok değildir.
Yunus'un XIII. yüzyılın ikinci yarısına giren çağdaşları arasında
Ahmed Fakîh'i, Hoca Dehhanî'yi, Şeyyad Hamza'yı ve Sultan
Yeled'i sayabiliriz. XIV. yüzyılın ikinci yarısına giren çağdaşları
arasında ise Âşık Paşa, Gülşehrî, Beypazarlı Maazoğlu, Dursun
Fakîh gibileri önemli birer yer tutarlar. Anadolu Türkçesi'nin kuruluşunda
elbette Yunus'la çağdaş olan bütün bu kişilerin ve Anadolu'da
Oğuz Türkleri'nin millî destanlarını dile getiren bugün adlarını bilemediğimiz
ozanların da büyük emeği geçmiştir. Ancak, bunlarla Yunus
Emre arasında bir karşılaştırma yapıldığında, Yunus'un dorukta yer
almak suretiyle birincileri çok gerilerde bıraktığı, ikincilere ise ışık tuttuğu
görülür. Yunus'un ilk çağdaşlarından olan Ahmed Fakih,
Hoca Dehhanî, Şeyyad Hamza ve Sultan Yeled'in eserleri gegenellikle
Anadolu halkını dinî yönden ikaz ve irşâd maksadı ile kaleme
ahnmış didaktik manzumeler olduğu için, bunlar lirizm ve heyecandan
yoksun, dil ve san'at değeri bakımından cılız kalmış eserler olmaktan ileri
geçememişlerdir. Türkçe bunların elinde bir san'at inceliğine ve söyleyiş
gücüne ulaşamamıştır. Ayrıca, Türkçe bunlar için severek bağlanılan
her zaman başvurulan bir ifade aracı da olamamıştır. Arapça ve Farsça
yanında yazı dili olarak küçümsendiği, geliştirme çabası gösterilmediği
için kullanılışı da başarılı olamamıştır. Yunus'un Türkçesi, Oğuzca'-
dan geçme gramer şekilleri, kelime hazinesi ve dile hakimiyet bakımından
bunların hiçbiri ile kıyaslanamıyacak bir üstünlük ve olgunluktadır.
Lirizm onun san'atının olduğu kadar, san'atını kuran dilinin de en belirgin
niteliğidir. Kendisinin daha genç çağdaşlarından olan Âşık Paşa
ve Gülşehrî'nin Türkçe'ye bağlılıklarında her halde Yunus'un da
büyük etkisi olmuştur.
XIV. yüzyıl Aadolu Beylikleri devri, Oğuzca'nın büyük bir hızla
yazı diline girmesi, Doğu Türkçesi'ne ait kalıntılardan temizlenmesi,
telif ve çeviri yüzlerce eserin meydana getirilmesi bakımından çok verimli
bir dönemdir. Selçuklular dönemindeki Arapça, Farsça tutkunluğuna
karşı bir reaksiyon, bir uyanma ve konuşma dilinin belirli bir yazı geleneğine
uyularak yazı diline aktarıldığı dönemdir. Tek cümle ile, doğrudan
doğruya Oğuzca'ya dayalı yerli ve millî bir yazı dilinin kuruluş
dönemidir, işte böyle bir dönemin başlatılmasında, Oğuz-Türk men
beylerinin millî geleneklerine ve kendi bölge dillerine verdikleri önem,
şairleri ve yazarları korumak bakımından gösterdikleri duyarlık yanında,
Yunus Emre'nin millî dile olan sevgi ve bağlılığının da büyük payı
vardır. Denebilir ki, konuşma dilinden ve halk şiirinden yazı diline doğru
uzanan gelişmede, Yunus Emre zirveye yükselmiş en eski öncü durumundadır.
Onun bu alandaki başarısının sırrı da doğrudan doğruya dil
ve san'at dehasında toplanmaktadır. Hiç şüphe yok ki:
Işkun aldı beni benden, bana seni gerek seni
Ben yanaram düni güni bana seni gerek seni,
Ne varlığa sevinürem ne yokluğa yerinürem
Işkufiıla avunuram bana seni gerek seni,
Işkun âşıklar öldürür, ışk denizine taldurur
Tecellîyile toldurur bana seni gerek seni,
Işkun şarabından içeni mecnun olup taga düşem
Sensin dün ü gün endişem bana seni gerek seni,
Sufîlere sohbet gerek ahîlere ahret gerek
Mecnunlara Leylî gerek bana seni gerek seni3
diyebilen Yunus'un elinde, Anadolu Türkçesi yüksek bir fikir ve edebî
deyiş gücü kazanmış bulunmaktadır.
Satırlarımızı bitirmeden Yunus Emre bakımından önemli olan
bir noktaya daha dokunmak istiyoruz: Üzülerek belirtelim ki, Şimdiye
kadar Yunus Emre Divam'nın, XIII. yüzyılın dil yapısının ayrıntılarına
ve filolojik tahlillere dayanan bilimsel bir yayını yapılamadığı gibi,
Yunus'un dil ve üslûbu üzerinde de ciddî bir inceleme yapılmış değildir.
Oysa, her şair kendi ruh dünyasında biçimlenen ince duygulardan, derin
düşüncelerden ve engin hayallerden örülmüş iç muhtevayı ancak kelimelerden
kurulu mısralarla bir dış yapı, bir eser haline getirdiği için, şairin
yaptığının aksine bir yol izlenerek, dil ve üslûp incelemesi yöntemi ile ondaki
edebî değerleri daha elle tutulur ölçülerle ortaya koyma olanağı vardır.
Böyle bir değerlendirme yolu, Yunus'un yalnız sanatçı kişiliğini daha
belirgin bir şekilde ortaya koymakla kalmıyacak, aynı zamanda onun
şiirlerinin kendisine ait olmayan sonraki Yunus'ların şiirlerinden ayıklanmasında
da yardımcı olacaktır. Böyle bir çalışma, kanımızca Türk dili
ile uğraşanların bugün için Yunus Emre'ye yapabilecekleri en büyük
hizmet olacaktır.
3 Yunus Emre, Risalat-un-Nushiyye ve Divan, Eskişehir Turizm ve Tanıtma Derneği
yayını, 1965, s. 145.