« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

17 May

2011

Tanzimat Dönemi Tenkit Anlayışı Çerçevesinde: ZİYA PAŞA’NIN “ŞİİR ve İNŞÂ” MAKALESİ

Ali DONBAY 01 Ocak 1970

Özet
Ziya Paşa, Tanzimattan sonra, Batılı anlamda gelişmeye başlayan
edebiyatımızın ilk akla gelen isimlerinden biridir. Şinasi ve Namık Kemâl gibi, Ziya
Paşa da, düşünceleriyle yeni edebiyatın kuruluşuna önemli katkılarda bulunmuştur. Dil
ve edebiyatımız hakkındaki görüşlerini içeren ünlü “Şiir ve İnşâ” makalesi, Tanpınar’ın
deyimiyle, Ziya Paşa’yı “Saf Türkçe cereyanının en büyük yol açıcılarından biri”
yapar.

1839’da ilan edilen Tanzimat, her şeyden önce, “sosyal tenkit”
düşüncesinden doğmuş bir harekettir ve onunla başlayan yeni bir edebiyat
anlayışı da, bu temel düşünceye dayanmaktadır. Dönemin kendi adlarıyla
anılan ilk edebî okulunu meydana getiren Şinasi, Namık Kemâl ve Ziya
Paşa’nın, çoğu kez birlikte yürüttükleri toplum, politika ve edebiyat
üçgenindeki çalışmaların asıl amacı, Tanzimatın getirdiği dinamizmin
halka açılma isteğidir. Onlar, düşüncelerini geniş kitlelere anlatmak için,
Batı’daki gücünü yakından bildikleri gazeteciliğe yöneldiler. İmzalarını
attıkları Türkçe ilk özel gazeteler, “tenkit düşüncesi”ni beraberinde
getirdi.


Türk edebiyatında, bir tür olarak tenkidin başlayışı şüphesiz ki,
Tanzimattan sonradır.

Batı kültürünü yakından izleyen Tanzimat dönemi
edebiyatçıları, 1860’lı yıllardan sonra, Türk edebiyatının yenileşmesi
gerektiğini açıkça savunmaya başladılar. Eski edebiyat anlayışının
ortadan kalkması gerektiğine yönelik bu tenkitlerin, bir başka deyişle,
şiirde eskiyi devam ettirenlerle yenilik taraftarları arasında geçen
tartışmaların ana fikri, divan edebiyatının reddi ve buna karşılık Batı’daki
örneklerine benzeyen yeni bir edebiyatın kurulması isteğidir.


Şinasi’nin, Agâh Efendi ile birlikte çıkardığı Tercümân-ı Ahvâl’in
mukaddimesindeki; “halk, kanuni vazife ile yükümlü olduğuna göre, vatanın yararı
için söylemek ve yazmak hakkıdır” düşüncesi, gazetenin bir tartışma ve tenkit ortamı
hazırlamak peşinde olduğunu gösterir. Mukaddimenin metni için bk. Yeni Türk
Edebiyatı Antolojisi-I, (Haz. Mehmet Kaplan, İnci Enginün, Birol Emil), İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., İstanbul 1974, s.511.

Bununla birlikte, Divan edebiyatında bir tenkit anlayışının varlığından söz etmek
mümkündür. A.H. Tanpınar, Latifî ve Âşık Çelebi gibi şuara tezkirelerinde ve Şeyh
Galip’in Hüsn ü Aşk mukaddimesinde görülen tenkitleri daha çok teknik dikkatler
ve şahsî hükümler olarak değerlendirerek, bunları “şifahî tenkit” örneği kabul eder.
19 uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, 5. bs., Çağlayan Kitabevi, İstanbul 1982, s.
298; Kenan Akyüz de, bu döneme ait yalnızca yazı tekniğinden bahseden tenkitlerin,
Arap ve Fars edebiyatlarındaki kaideleri anlatan eserlerin tercümesine dayandığını
kaydetmektedir. Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri (1860-1923), 4. bs.,
Mas Matb., Ankara 1982, s.66; Divan edebiyatındaki tenkit anlayışı hakkında ayrıca
bk. Tanpınar, age., s.1-33; Edebiyat Üzerine Makaleler, (Haz. Zeynep Kerman), 2.
bs., Dergâh Yay., İstanbul 1977, s.74-76; Mustafa Nihat Özön, “Türk Eleştirisine Bir
Bakış”, Türk Dili, Eleştiri Özel Sayısı, C.XII, Nu. 142, Temmuz 1963, s.548-558;
Bilge Ercilasun, Servet-i Fünûn’da Edebî Tenkit, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara
1981, s.34-42; Harun Tolasa, Sehî, Latifî, Âşık Çelebi Tezkirelerine Göre 16.
yy.da Edebiyat Araştırma ve Eleştirisi, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay.,
İzmir 1983, s.VII-XII; Olcay Önertoy, Edebiyatımızda Eleştiri, Ankara
Üniversitesi DTCF Yay., Ankara 1980, s.9-13; Celal Tarakçı, Cenab
Şahabeddin’de Tenkit, Samsun 1986, s.1-10; A. Fuat Bilkan, “Tezkirelerde
Tenkit”, Milli Kültür, Nu.52, Mart 1986, “Divan Edebiyatında Tenkit”, Milli
Kültür, Nu. 54, Eylül 1986, s. 10-13. Ziya Paşa’nın “Şiir ve İnşâ” Makalesi 183
Şinasi’nin, Ruznâme-i Ceride-i Havâdis’te Said Çelebi ile
giriştiği “Mes’ele-i Mebhûsetün Anha” tartışması, dönemin tenkit
sahasındaki ilk örneği kabul edilir. Burada, dil ve edebiyatımız
hakkındaki bazı görüşlerini ifade eden Şinasi’nin, bu türdeki en önemli
çalışması, Fatin tezkiresinin yeni bir baskısını yapma girişimidir.

Tenkidin edebî yenilik dönemindeki asıl temsilcisi ise Namık Kemâl’dir.
O, gazete ve dergilerdeki sosyal ve siyasî nitelikli hemen her yazısında,
dönemin koşullarını irdeler ve çözüm yolları üretir. Edebî tenkitlerini de,
makale, kitap, mukaddime ve mektup yazdığı her fırsatta dile getirir.

“Lisân-ı Osmânînin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülâhazâtı Şâmildir” adlı
yazısı, düşüncelerini derli toplu vermenin ötesinde, yeni edebiyatın ilk
bildirisi sayılabilir. Bu makaleye Bahâr-ı Dâniş, İntibâh ve Celâl
mukaddimelerindeki görüşlerini de eklemek gerekir. Namık Kemâl,
Tahrîb-i Harâbât ve Takib’i bütünüyle tenkit için kaleme alır. İrfan
Paşa’ya mektup ve Mes-Prison Muâhezenâmesi’nin de girdiği bu daire,
Ebüzziya, Hâmid, Ekrem ve Sezai Beylere yazdığı mektuplarla oldukça
genişler. Harâbât tartışmasında “menfûr-ı tabiat” olarak nitelediği divan
edebiyatını, karşı bir tavırla, “edebiyât-ı sahîha” adına reddeden Namık
Kemal’in bu hacimli eserine karşılık, Ziya Paşa, aynı hedefe tek hamlede,
“Şiir ve İnşâ” makalesiyle gitmek isteyecektir.
1829’da doğan ve hayatının 41 yılını Tanzimat’ın getirdiği
değişiklik ve yenilikler içerisinde geçiren Ziya Paşa

dönemin “ikilik”


Ömer Faruk Akün, “Şinasi’nin Bugüne Kadar Ele Geçmeyen Fatin Tezkiresi”, Türk
Dili ve Edebiyatı Dergisi, C.XI, İstanbul 1961, s. 67-68; aynı yazar, “Şinasi’nin
Fatin Tezkiresi Baskısındaki Yeni Biyografik Bilgiler” Türkiyat Mecmuası,
C.XIV, İstanbul 1965, s.277-336.

Namık Kemâl’in bu yazılarından bazıları, Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi-II, (Haz.
Mehmet Kaplan, İnci Enginün, Birol Emil), İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Yay., İstanbul 1978 ile Eski ve Yeni Harflerle Yeni Türk Edebiyatı Metinleri,
(Haz. Önder Göçgün), Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Yay., Konya
1987’ne alınmış; Namık Kemâl’in Türk Dili ve Edebiyatı Üzerine Görüşleri ve
Yazıları, (Haz. Kâzım Yetiş), İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay.,
İstanbul 1989, 2.bs.,1996’nda bir araya getirilmiştir.

Ziya Paşa’nın hayatı ve eserleri hakkında bk. Ahmet Hamdi Tanpınar, 19 uncu Asır
Türk Edebiyatı Tarihi, s.301-341; M. Kaya Bilgegil, Ziya Paşa Üzerinde Bir
Araştırma, C.1, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., Ankara 1979, 499 s.; 184 ruhunu mizacında olduğu gibi, fikrî ve edebî şahsiyetinde de bütünüyle
yaşamıştır. Hakkındaki değerlendirmelerde bu durumu göz önüne almak,
edebiyat tarihindeki yerini tespit etmek bakımından büyük önem taşır.
Edebî şahsiyeti eskiye bağlılıkla yeniye taraftarlık arasında gidip gelen
Terci-i Bend şairi, bu yüzden divan şiirinin son temsilcilerinden biri
olarak kabul edildiği gibi, yeni edebiyatın da kurucuları arasında sayılır.

Doğrusu, kendi kuşağı içerisinde klasik edebiyata en sadık kalanlardan
biri olarak Ziya Paşa’yı, bir divan şairi gibi değerlendirmek ve bunun
yanında edebî yeniliğin ilk döneminde oynadığı rolün hakkını vermektir.
İsmail Habib’in dediği gibi. Avrupa’ya gitmeden önce koyu bir
“edebiyât-ı kadîme münşîsi” olan Ziya Paşa, “Şiir ve İnşâ”da ileri
sürdüğü fikirleriyle zamanının ilerisinde düşünen bir adam olduğunu
göstermiştir.

Ziya Paşa, küçük yaşta şiire başladığını Harâbât mukaddimesinde
anlatırken, ilk şiir zevkini, lalasının tesiriyle Âşık Ömer, Âşık Kerem ve
Âşık Garib’i okuyarak aldığını söyler. Kaya Bilgegil, şairin, muhitiyle
yakından ilgili olarak, şiir zevkinde bir değişim yaşadığını
düşünmektedir.

Nitekim, Sadâret Mektûbî Kalemi’ne memur olduğunda,
Ziya Bey’in aynı dairede çalışan tezkireci Fatin Efendi’den aruz dersleri
aldığını Emil mukaddimesinden öğreniyoruz.

Divanlar okumaya
başlayan ve bu yüzden âşık edebiyatına duyduğu ilgiden uzaklaşarak,

Önder Göçgün, Ziya Paşa’nın Hayatı, Eserleri, Edebi Şahsiyeti ve Bütün Şiirleri,
Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara 1987, 349 s.

Bu konuda karşılaştırınız: İbnülemin Mahmut Kemal (İnal), Son Asır Türk Şairleri,
C.4, Dergâh Yay. İstanbul 1988, s.2028-2061; Tanpınar, age., s.312; Mehmet
Kaplan, Şiir Tahlilleri-1, İstanbul 1984, s.65-67; Akyüz, Modern Türk
Edebiyatının Ana Çizgileri, s.21-22; Batı Tesirinde Türk Şairi Antolojisi, 4. bs.,
İstanbul 1986, s.27; M. Nihat Özön, Son Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul
1941, s.27-28; Vasfi Mahir Kocatürk, Büyük Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara 1970,
s.635; Nihad Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, C.2, Ankara 1971,
s.871-874; Şükrü Kurgan, “Ziya Paşa” (maddesi), Türk Ansiklopedisi, C.33,
Ankara 1984, s.503.

İsmail Habib (Sevük), Türk Teceddüd Edebiyatı Tarihi, Matbaa-i Âmire, İstanbul
1340, s.132.

Bilgegil, Ziya Paşa Üzerinde Bir Araştırma, s.16.
Bu mukaddimenin metni için bk. İsmail Hikmet (Ertaylan), Ziya Paşa, Kanaat
Kütüphanesi, İstanbul 1932, s.117-119. Ziya Paşa’nın “Şiir ve İnşâ” Makalesi 185
klasik edebiyata yönelen şairin inşâsı da, yine Kaya Bilgegil’e göre, bu
Kalem’de bulunduğu sırada gelişmiş olmalıdır.

Bu görevi sırasında Ziya
Bey, dönemin büyük münşîleri ve şairleriyle tanışır, zamanın “harâbât”
âlemlerine iştiraki ile şöhret kazanır.

Hayatının ilerleyen yıllarında
Mabeyn’e kâtip olur, Fransızca öğrenerek Batı edebiyatını yakından
tanımaya başlar. Yeni Osmanlılar Cemiyeti toplantılarının haber alınması
üzerine Kıbrıs Mutasarrıflığı ile İstanbul’dan uzaklaştırılmak istenir.
Ancak Ziya Paşa, Namık Kemâl ile birlikte Paris’e firar eder. Süleyman
Nazif’in deyimiyle, iki dost, bir süre sonra geçtikleri Londra’da,
Cemiyetin yayın organı Hürriyet

gazetesini çıkararak siyasî
mücadelelerini sürdürürler. Ziya Paşa, ünlü “Şiir ve İnşâ” makalesini
burada, Hürriyet’in, 7 Eylül 1868 tarihli 11. sayısında yayınlar.
“Şiir ve İnşâ” makalesine, niçin böyle bir konuyu ele aldığını
açıklayarak başlayan Ziya Paşa, o günün şartlarında eğitim görmenin
nazım ve nesirde güzel yazmayı öğrenmekle aynı anlama geldiğini
belirtir. Ziya Paşa öncelikle şiirin genel bir tanımını yapar: Şiir, “kelâm-ı
mevzûn”dur; yani vezinli sözdür. Bunun yanısıra, sonradan ortaya
çıktığını söylediği, kafiyeye değinir ve eski Yunanlıların, yalnız vezni
esas alarak kafiyeye önem vermediklerini ifade eder. Bu noktada Ziya
Paşa, şiir sanatını, eski Yunan ve Latin edebiyatlarına kadar giderek,
kaynağından ele almak istemektedir. Yine ona göre, şiir, her toplumda
görülen tabiî bir sanattır ve bütün milletlerin kendi özelliklerini yansıtan
şiirleri vardır.
Bu düşünce çerçevesinde sözü Osmanlı şiirine getiren Ziya Paşa,
“Osmanlıların şiiri nedir?” sorusunu sorar ve ardından sıralar: “Necâti,
Bâki, Nef’i divanlarında görülen, aruzun çeşitli kalıplarıyla yazılmış


Bilgegil, age., s. 444.

Tanpınar, 19 uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, s. 301.

Hürriyet gazetesi hakkında bilgi veren bazı kaynaklar şunlardır: Ebüzziya Tevfik,
Yeni Osmanlılar Tarihi, (Haz. Ziyad Ebüzziya), Kervan Yay., İstanbul 1973;
Mehmet Kaplan, Namık Kemal, Hayatı ve Eserleri, İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Yay., İstanbul 1948; İhsan Sungu, “Hürriyet Gazetesi”, Aylık
Ansiklopedi, C.1, İstanbul 1954; “Hürriyet” (maddesi), Türk Dili ve Edebiyatı
Ansiklopedisi, C.4, Dergah Yay., İstanbul 1981. 186
kasideler, gazeller, kıt’alar ve mesneviler midir? Yoksa Hoca ve Itrî gibi
musikişinasların besteledikleri Vâsıf ve Nedim’in şarkıları mıdır?” Bu
saydıklarının hiç birini Osmanlı şiiri olarak kabul etmeyen Ziya Paşa,
Osmanlı şairlerinin İranlıları, İranlıların da Arapları taklit etmeleri
yüzünden ortaya melez bir şey çıktığını söyler. Hatta, Osmanlı şairlerini
kendi şiirimizi geliştirmeyi hiç düşünmedikleri için suçlar.
Ziya Paşa’nın şiirle ilgili düşüncelerindeki iki yanlışlık açıkça
görülmektedir: Bunlardan ilki, karşı çıktığı şarkı formuyla ilgilidir.
Bilindiği gibi, şarkı, divan edebiyatında Türk şairleri tarafından
geliştirilmiş millî bir nazım şeklidir. Üstelik, burada, kronolojik bir hata
da söz konusudur. 14 ve 15. yüzyıllarda yaşamış olan Hoca Abdülkadir
Meragi ile 18. yüzyıl başında ölen Itrî’nin, kendilerinden çok sonra gelen
Vâsıf ve Nedim’in şarkılarını bestelemeleri mümkün değildir. İkincisi,
Osmanlı şairlerinin İranlıları, onların da Arapları taklit ettiklerini
söyleyen Ziya Paşa, aynı coğrafyada bulunan milletler arasında kültür
ve sanat alanlarında alış veriş olabileceği gerçeğini görmezlikten
gelmiştir.
Ziya Paşa, nesirdeki durumun da, aynı şiirdeki gibi olduğunu
belirtir. Feridun, Veysî ve Nergisî’nin eserlerinde ve başka hatırı sayılır
münşeatlarda üçte bir Türkçe kelime bulunmadığı görülür. Süslü bir ifade
tarzıyla kaleme alınan bu eserleri, Kamus ve Ferheng gibi iki büyük
sözlüğe bakmadan okumak, hatta ders çalışır gibi zihin yormadan
anlamak oldukça zordur. Kısaca, eski şiirimiz gibi, eski nesrimizin de
anlaşılması güçtür. Babıâli’deki yazışmaların, anlaşılmaz ibarelerle
doldurulduğundan şikayet eden Ziya Paşa, bunun suçunu, ağır bir dille
hitap ederek, kâtiplere yükler. Bu arada, eski ve yeni nesri karşılaştıran
Ziya Paşa, eski nesirde Arapça kelimeler ve hatalı ibareler bulunmakla
birlikte iyi-kötü bir anlam çıkarıldığını kabul eder. Şimdi ise, ferman,
mektup vd. resmî yazışmalarda öyle cümleler görülür ki, asıl anlamın ne
olduğu belli değildir. İşin garip tarafı, anlaşılmayacak ifadeler
kullanmanın “hüsn-i kitâbet” ten sayılmasıdır. Nazım ve nesrin bu
duruma gelmesini, 19. yüzyıldan öncesine dayandıran Ziya Paşa,
Nihad Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, s. 872’nde bu iki noktaya
temas etmektedir. Ziya Paşa’nın “Şiir ve İnşâ” Makalesi 187
Osmanlının kuruluşundan beri, dilde taklit hatasına düşüldüğü görüşünü
yineler ve Anadolu’da yetişen bilginlerin bu konuda gereken ilgiyi
göstermediklerinden yakınır. Dilin, belirli kurallarına bağlanmayıp, eline
kalem alan herkesin keyfince kullanımına bırakıldığı yerde, devlet
işlerinin nasıl aksadığına dair çarpıcı örnekler verir.
Nesir konusunda Ziya Paşa’yı asıl hayrete düşüren, bizde yazı
bilmekle kâtipliğin birbirinden farklı olduğudur. Başka dillerde söz
konusu bile olmayan bu durum, bize gelince değişir. Kâtip olabilmek
için, yazıyla birlikte birçok şey daha bilmek gerekir. Öncelikle Türkçe
imlâ bilinmelidir, ancak en güç şey budur. Çünkü, zamanında, dilimizin
bir sözlüğü hazırlanmadığı gibi, başka dillerden alınan kelimeler az çok
değiştirilerek kullanılmış, imlâyı öğrenmek isteyenler bunlardan
hangisine uymak gerektiği konusunda şaşkınlığa düşmüştür. Son yirmi yıl
içinde, Bâbıâli’deki memurların her biri canlı bir sözlük olmak hevesine
kapıldığı için, kimisi (yâ) ile “bildirir”, kimisi (yâ)sız “bldrr” yazmaya
başlamışlar, bu durum küçük kâtipleri daha da şaşkına çevirmiştir.
Türkçe imlâdan başka, Arapça-Farsça imlânın da bilinmesi
gerektiğini işaret eden Ziya Paşa, son olarak memurların Kalem’lerinde
birkaç yıl çalışıp deneyim kazanmalarının önemini vurgular. Bu
yapılmadıkça gerçek anlamda yazmanın, Paşa’nın deyimiyle, “idügine”yi
“olduğuna” ya bağlamanın yolu bilinemez.
İşte bütün bu nedenlerden dolayı, gerek şiirimiz ve gerekse
nesrimiz son derece geri kalmıştır. Yazı tarzının kötülüğü yüzünden,
büyük eserlere imza atan kişilerin çoğu, Kalem’lerindeki görevlerini tam
anlamıyla yapamamış; Âli gibi, Müşfik gibi birçok cevher, kendilerine
lâyık olan saygıyı göremeyerek, kimi delirmiş, kimi de içkiyle ömrünü
yitirmiştir. Bu durumda, normal ölçüde ve kendimize ait bir şiir ve nesrin
var olduğunu söylemek doğru değildir.
Oysa Ziya Paşa’ya göre, bizim kendimize özgü bir şiirimiz ve
nesrimiz vardır. Bu şiir ve nesir, taşrada ve İstanbul’da halk arasında hâlâ
olduğu gibi durmaktadır. Bizim şiirimiz, divan şairlerinin ölçüsüz diye
beğenmedikleri avâm şarkıları ve taşrada çöğür şairleri arasında “deyiş”,
“üçleme” ve “kayabaşı” diye anılan manzumelerdir. Bize özgü nesrimiz
de Kamus adlı Arapça sözlüğü Türkçe’ye çeviren Mütercim Âsım’ın
izlediği rahat ve temiz yazış tarzıdır. Yine bize özgü şiir odur ki, şair,
azıcık düşündükten sonra, kendini zorlamadan hemen o anda kırk elli
beyit yazabilmelidir. Millî yazarlık odur ki, eli kalem tutan bir kimse
düşüncelerini iyi-kötü kâğıt üzerine geçirebilmelidir.
Ziya Paşa, makalesini şu gerçeği dile getirerek bitirir: Şiir ve
nesirdeki bütün bu eksiklikleri gidermek için, tabiî olmak ve kendimize
yönelmek gerekir.
Başlangıçta belirttiğimiz gibi, Tanzimat, bir anlamda halka iniş
hareketi idi. Ziya Paşa’nın “Şiir ve İnşâ”daki halk şiirinden faydalanmak
gerektiği görüşü, hareketin temel düşüncesine uygun düştüğü gibi,
“halkın anlayabileceği dilin kullanılması” ilkesine de işaret eder.
Nitekim, Tanpınar’ın, Namık Kemâl’den sonra Türkçe üzerinde ikinci
büyük düşünüş kabul ettiği “Şiir ve İnşâ” makalesi, Ziya Paşa’yı “Saf
Türkçe cereyanının en büyük yol açıcılarından biri”
yapar. Bununla birlikte, Ziya Paşa’nın “Şiir ve İnşâ”dan yedi yıl sonra, Avrupa’dan
döndüğü zaman kaleme aldığı Harâbât mukaddimesinde, önceki
düşüncelerine temas etmeyerek divan edebiyatını ön plâna çıkarışı,
yukarıda değindiğimiz, bütünüyle yaşadığı Tanzimat’ın “ikilik” ruhundan
kaynaklanır. Kısaca, farklı zamanlarda ifade ettiği dil ve edebiyatımızla
ilgili görüşlerindeki bu zıtlıklar, ne Ziya Paşa’nın ne de “Şiir ve İnşâ”
makalesinin öneminden bir şey kaybettirmez.

Tanpınar, 19 uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, s.337.

Ziyaret -> Toplam : 125,33 M - Bugn : 87938

ulkucudunya@ulkucudunya.com